Etiket arşivi: birinci dünya savaşı

Ermenilerle Kürtleri birleştirme çabası daha Osmanlı’da başlamıştı!

Daha Osmanlı’nın son dönemlerinde bu tartışmalar başlamış, Ermenilerle Kürtlerinin Osmanlıdan ayrılarak birlikte devlet kurması planlanmıştı. Bu günde aynı gayeye hizmet edildiği görülüyor.

Osmanlı topraklarında yaşayan Müslüman halk, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra (1918-1920 arasında) tarihlerinin en acı ve en hüzünlü günlerini yaşıyordu.

İşte bu acı ve hüzünlü günlerde bir haber, Müslüman yüreklerdeki acı ve hüznü daha da katmerleştirmişti. Bu habere göre; “Sevr’de Osmanlı Parlamenterleri olan Seyyid Abdülkadir ve Şerif Paşa, Ermeni delegesi Bogos Nubar Paşa ile anlaşmışlar. Türkiye topraklarında bir Ermenistan, bir de Kürdistan kurulmasını Sevr’deki düşman delegelerine kabul ettirmişlerdi.”

İşte bu haber, Beyazıt (Ağrı) Mebusu Dursun Ağazade Mehmet Şefik Bey’in (Şefik Baydar’ın), o zamanki Osmanlı Meclisinde kürsüye çıkarak şu haykırışına neden olmuştur. Bu haykırışın tamamı, Yeni gün Gazetesi’nin 4 Mart 1920 tarih ve 349 no’lu nüshasında yayınlanmıştır. Orijinali orada mevcuttur. Aşağıda günümüzdeki Türkçeye çevrilerek ve kısaltılarak verilmiştir.

İşte Osmanlı Meclisinde bir haykırış (Bu haykırışın nerdeyse her cümlesi o zamanki Meclis’te yüksek bir destek ve alkış almıştır. Bu destek ve alkış Meclis Tutanaklarından belli olmaktadır) :

“1-Kürtler, Osmanlı Devletinin kuruluşundan itibaren bütün mevcudiyeti ile Türk kardeşleri ile el ele vermiş ve bu güne kadar yekdiğerinden ayrılmamak suretiyle yaşamışlardır. Bizler dinimizin bağları ile birbirimize bağlıyız. Doğu Vilayetlerinin nüfusunun yüzde doksan beşini çoğunluğunu oluşturan bu muazzam Müslüman kitle içinde Türk ve Kürt’ün hiçbir farkı yoktur. Aralarında ayrı gayrı yoktur.

2-İslamiyet, kavmiyet ve milliyetin çok çok üzerindedir. (İslamiyet’te hiçbir kavmin diğerinden üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır)

3- Şerif Paşa nereden ve kimden izin almıştır? Hangi bir Kürt’ün vekâletine sahiptir? Şerif Paşa, Ermenilerle Kürt’lerin bir kavim olduğu iddiasında bulunuyor. Hiçbir Kürt, Ermeni olamaz, hiçbir Ermeni de, Kürt olamaz. Her ikisinin de ayrı ayrı milletler olduğu tarihlerden beri bilinir.

4-Şerif Paşa emin olmalıdır ki, kendisinin verdiği bu kararı her Kürt, lanetle ve nefretle yüzüne çarpacaktır. Şerif Paşa sırf kendi namı ve hesabına bir anlaşma düşünüyor. Fakat bendeniz, Kürtler namına söz söylüyorum. Temsilci ve vekilleri olduğum Beyazıt sancağında meskun bulunan Celali, Ademan’lı, Zilan’lı, Sıpkan’lı, Hayderan’lı, Serah’lı, Cibran’lı, Camedan’lı aşiretleri ve bunlara mensup binlerce kabile ve yüz binlerce Kürdün temsilcisi sıfatı ile söylüyorum ki, Şerif Paşa’nın bu kararını kabul edecek hiçbir Kürt yoktur.

5- Şerif Paşa’nın bu kararı, haysiyet ve din duyguları dağlar kadar muazzam olan Kürt’lerin, lanetle red edecekleri bir karardır. Yine bu asil kavme izafeten söylüyorum ki, Kürt aşiretlerinin hilafet ve saltanattan ayrılmaya katiyen iltifat etmeyeceklerini, böyle bir şeyin hatır ve hayallerine bile getirmeyeceklerini beyan ile temin ediyorum. Bu asil kavim ki, Rus Çarlığı’nın Dünyayı dehşetle korkuttuğu zamanlarda dahi her türlü fedakârlık göstererek İslami Camia’dan ve saltanat ve hilafetten ayrılmadılar. O yiğit cengaverler ki, son harpte Rusların her türlü iltifat ve kandırmacasına kapılmayarak vatanlarını adım adım savunarak destan olacak kahramanlıklar göstererek ve toprakları üzerine kanlarını akıtarak, milyarlarla mal ve servetlerini feda ederek, dâhili Osmani’ye ye hicrete mecbur ve bin türlü sefaletle zarurete düştüler. Yine o Aslanlardır ki, Ağrı Dağı’nı ve Zilan deresini tutarak Ruslar’ın yenilgisine kadar Ruslar’a teslim olmadılar, savunmada sebat ettiler.

6-Evet, Kürt aşiret ve kavimlerinin bazı talepleri vardır. Kürtler ne ister? Kürtler; bulundukları yerde Türk kardeşleri ile birlikte medrese ve mektep ister. Yol ister. Adalet ve mali yardım ister. Bu da hakkıdır. Fakat bunu başka taraftan değil, makam-ı Devlet’ten ve Yüksek Meclis’inizden ister. Bu taleplerin de zamanını bilir.

7- Kürtlerin bugün ve gelecekte yegâne istediği şey, bütün varlığı ile saltanat ve hilafete bağlı kalmaktır. Bu bağlılığı da hiçbir tesir ve kuvvet bozamayacaktır.”

4 Mart 1920 tarihli “Yeni gün Gazetesi’nde” yayınlanan bu mektupta olduğu gibi İngilizlerin dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri üzerinde bir Ermenistan ve Kürdistan kurulması planı; Büyük İslam âlimi Bediüzzaman Said Nursi’nin (Ki, aynı minvalde 7 Mart 1920’de ‘Kürtler ve Osmanlılık’ başlığıyla ‘İkdam’ gazetesinde, ve 17 Mart 1920 de ‘Sebil-ür Reşad” gazetesinde ‘Kürtler ve İslamiyet’ başlıklı makalesi ile Kürt Şerif Paşa’ya gereken cevabı makaleleriyle vermiştir. (Bkn: Asar-ı Bediiyye/ 16-17. Makale) önderliğindeki din adamlarının, Osmanlı meclisindeki Kürt mebusların, Kürt aşiret reislerinin ve Kürt halkının büyük tepkisi (makaleler, nümayişler, telgraflarla protesto edilmiştir) üzerine bu İngiliz planı akim kalmıştır.

Yukarıda tarihi bir belgeden, bir alıntı mevcuttur. Bir Milletvekilinin Osmanlı Meclis kürsüsünden dile getirdiği haykırışının bazı bölümlerini dikkatlerinize sunduk. Yorum ve değerlendirme sizindir. Bu yedi maddede ifade edilen hakikatleri, Türk, Kürt, aklı başında herkes ibretle düşünmeli ve dikkatle değerlendirmelidir.

Ayrıca yine Bediüzzaman hazretlerinin; asrın başında şarkta ahali içinde dolaşarak, Kürt aşiretleri ve Kürt halkı ile bire bir yaptığı görüşmeler sonucunda doğudaki hastalığı teşhis ve tedavi reçetesini de ‘Münazarat’ adıyla 1911 tarihinde telif ettiği eseriyle ortaya koyduğunu görüyoruz. Bu hususta çözüm arayan etkili ve yetkili kişilerin mutlaka bu esere müracaatları Müslüman milletimizin geleceği açısından elzem olduğu kanaatindeyiz.

Üstad bu kitabı için yetkililere şöyle sesleniyor:

Ey kendini havas zanneden ehl-i siyaset ve ehl-i hükümet! Yeisi kırmak için avama ders ve hitap olan şu kitabı senet tutup teselli etmeyiniz. Zira, sizin su-i istimaliniz, onların su-i tefehhümünden daha ziyade su-i tesir eder. Size bir ders vermek için zamanı tevkil eyledim; dersini dinlemediniz, dehşetli tokadını yediniz.” (Münazarat sh:133)

Görüldüğü gibi, tokat yemeye devam ediyoruz. Hazretin ifade ettiği gibi “Münazarat”ta tesbit edilen hakikatlerin acilen siyasiler ve hükümet tarafından fiiliyata konması zamanı (yüzyıllık bir geçikmeyle) artık gelmiştir. Bu hususta hükümetlerin söyleyecek sözleri ve filleri kalmamıştır. Zira, her yol denenmiş ve her hükümet eteğindekini boşaltmıştır. Ama ne çare ki; dert, bela, musibet ve tokatlar da bu memleket üstünde bitmemiştir.

Çözüm noktasında; Ülkemizde akl-ı selimin hakim olacağını, sonunda hazretin belirlediği rotanın takip edileceğine olan inancımızı ve bilhassa kürtlerin çoğunluğunun bu ümid ve temenni içinde beklediklerini de ifade etmek istiyorum.

Recai ALBAY

1. Dünya Savaşı (Risale-i Nur’da tarih yorumları)

Dünyayı, İslâm âlemini ve Osmanlı Devletini etkisi altına alan son yüzyılın en büyük olayı şüphesiz Birinci Dünya Savaşı’dır. Bu savaş 20. yüzyılda dünya çapında yapılan iki savaştan birincisidir. 28 Temmuz 1914 tarihinde Avrupa’da başlamış ve dünyanın dört bir yanındaki ülkelerin katılması ve diğer kıt’alardaki sömürgelere de yayılması dolayısıyla “Dünya Savaşı” olarak adlandırılmıştır.

Dört yıl süren savaş, 1918 yılında sona ermiştir. I. Dünya Savaşı, Avrupa’da dört merkezi devlete karşı, Avrupa ve diğer kıt’alarda bulunan yirmi beş devletin bulunduğu, o tarihe kadar görülmemiş ilk dünya savaşıdır. I. Dünya Savaşı, Avrupa’da İttifak Devletleri diye adlandırılan Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan Krallığı ile İtilâf Devletleri diye adlandırılan Britanya İmparatorluğu, Fransa ve Rusya İmparatorluğu önderliğindeki Sırbistan, Karadağ ve Belçika devletleri arasında gerçekleşmiştir. Savaşa sonradan İtilâf Devletleri tarafında İtalya, ABD, Japonya, Yunanistan, Portekiz ve Romanya da katılmıştır.

Bu savaşın etkilerini anlatan yorumları Risâle-i Nur’un yüzlerce yerinden okumak mümkün. Bediüzzaman, bizzat Birinci Dünya Savaşı’nın etkisinde kalmış ve savaşın dehşetli anlarını yaşamıştır. Kendi ifadesiyle, yaşadıklarının bir kısmını “Harb-i Umumîde Van şehrinin, Rus’un istilâ etmesi ve ihrak etmesiyle harâbezâr olması; ve ekser ahâlisinin şehâdet ve muhâceretle kaybolması” (Lem’alar, Fihrist, s. 403) şeklinde ifade eder. Başka bir ifadesinde ”Nev-î beşer’e gelen en büyük bir musîbet, Harb-i Umumî hengâmında, çok tehlikelere mâruz kaldım” (Lem’alar, Sekizinci Lem’a, s. 57) demesiyle, Ruslara esir düşmesi neticesinde yaklaşık üç yıla yakın vatanından çok uzaklarda zor şartlar altında hayatiyetini sürdürebildiğini hatırlıyoruz.

Bediüzzaman, Birinci Dünya Savaşı’nın zahirî çıkış sebebini tarihçilerin ortak ifadesiyle şu sözleriyle belirtir: “Öyle zaman olur ki, bir kelime bir orduyu batırır, bir gülle otuz milyonun mahvına sebep olur. Hâşiye: Sırp bir neferin Avusturya Veliahtına attığı bir tek gülle, eski Harb-i Umumîyi patlattırdı, otuz milyon nüfusun mahvına sebep oldu.” (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, s. 457) Bu tesbitlerini aşağıda aktaracağımız ansiklopedik bilgiler de teyit etmektedir:

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Franz Ferdinand, 28 Haziran 1914 günü Saraybosna’yı ziyaretinde bir Sırp Milliyetçisi olan ‘Princip’ tarafından öldürüldü. İki devleti bir arada tutan tek unsur olan Habsbourg Hanedanı’nın tek veliahtı öldürülmüştü. Avusturya Hükümeti’nin tepkisi çok sert oldu. Fakat Rusya’yı tek başına karşısına almaya çekinen Avusturya, öncelikle Almanya’ya danıştı. Almanya’nın verdiği üstü kapalı desteğin ardından, Avusturya Sırbistan’a 48 saat süreli ve bağımsız bir devletin kabul edemeyeceği ağır bir nota verdi.

Sırbistan bu notaya—Rusya’nın desteğiyle— kaçamak cevaplar verdi. Bunun üzerine Avusturya, 28 Temmuz 1914’te Belgrad’ı bombalamaya başlayarak, Sırbistan’a savaş ilân etti. Bunun üzerine Rusya 31 Temmuz’da genel seferberlik ilân etti. Daha önceden Rus Seferberliği’ni savaş ilânı kabul edeceğini açıklamış bulunan Almanya, 1 Ağustos’ta Rusya’ya, 3 Ağustos’ta da Fransa’ya savaş ilân etti. Almanya, barış zamanında hazırlamış olduğu ‘Schlieffen Planı’na uygun olarak, Fransa’yı hemen ezip seferberliğini tamamlama çabası içinde bulunan Rusya’ya sonra dönmek istediğinden, Fransa’ya saldırıda en kolay yol olan ‘Flander Düzlükleri’nden ordusunu geçirmek istedi ve bunun için Belçika’ya ‘Zararsız Geçiş Hakkı’ için başvurdu. Tarafsız bir ülke olan Belçika, İngiltere’ye danıştıktan sonra Almanya’nın teklifini reddedince, Almanya 4 Ağustos 1914 tarihinde Belçika’ya saldırdı ve İngiltere de Almanya’ya savaş açtı. Böylece, 4 Ağustos 1914 tarihine gelindiğinde üç cephede savaş başlamıştı: Alman-Fransız Cephesi, Alman-Rus Cephesi ve Avusturya-Sırbistan Cephesi.

Risâle-i Nur’un değişik yerlerinde Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına ilişkin yorumlara da rastlamak mümkün. İşte o yorumlardan bazı örnekler:

* Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Alman’ın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfî milliyetin nev-î beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. (Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, s. 311)

* Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermâyedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir bîçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz mâdenlerde çalışıp, kût-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa îlân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip, geçer Harb-i Umûmi’den istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizm perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fıkrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref herşeyi kırmak için bir cesâret vermiş. (Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, s. 353)

* Harb-i Umumî neticelerinden hem âlem-i insaniyet, hem âlem-i İslâmiyet çok zarar gördüler. Nev-î insanın, hususan Avrupa’nın mağrur ve cebbarları, bilhassa birisi, kuvvet ve gınâya ve paraya istinad ederek firavunâne bir tuğyana girdiklerinden, o hususî insanlar nev-î beşeri mesul ediyor, diye “insan” ism-i umumîsiyle tabir edilmiş. (Şuâlar, Birinci Şuâ, s. 596)

Bediüzzaman’ın iktibas ettiğimiz bu ifadeleri ile tarihçilerin tesbitleri birebir örtüşmektedir. Ancak Bediüzzaman, işin özünü ifade etmiş olup, ayrıntılara girmemiştir. İşte tarihçilerinde Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları ile ilgili tesbitlerinden bazıları.

* Avrupa’daki mevcut dengeler değişti.

* Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu parçalanmış; Çarlık Rusya’sı yıkılmıştır.

* Barış Antlaşmalarında milliyetçilik prensibine dikkat edilmemesi azınlık sorununun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

* Komünizm, Faşizm, Nazizm gibi, demokratik olmayan, totaliter rejimler ortaya çıkmıştır.

* Milliyetçilik güçlendi ve ulusal devletlerin kuruluşu hızlandı.

Bediüzzaman’ın “insanlığın en büyük musîbeti” diye nitelediği Birinci Cihan Harbi’nden, Risâle-i Nur perspektifinden çıkarılacak derslerin ayrıntılı bir şekilde incelenmesi gerekir. Bu konuda uzman kalemlere büyük görevler düşmektedir. Bu gerçekleştirildiği takdirde, Risâle-i Nur’un müsbet ilimlere bakış açısı gözler önüne serilmiş olacaktır.

Kaynak : MEHMET SELİM MARDİN / www.saidnursi.de

Müslümanların Başına Gelenlerin Bediüzzamanca Yorumu

Misalîler mec­li­si, o meclisin reisi tekrar sordu. Hem dedi:

Hangi ef’âlinizle kazaya, hem kadere şöyle fetvâ verdiniz ki, kazâ-i İlâhî mu­si­betle hükmetti, sizleri hırpaladı?

Hata-yı ekseriyet olur sebep daima musibet-i âmmeye. Dedim:

Beşerin dalâlet-i fikrîsi, Nemrudâne inadı,

Firavunâne gururu şişti şişti zeminde, yetişti semâvâta. Hem de dokundu has­sas sırr-ı hilkate.

Semâvâttan indirdi

Tufan, tâun misali, şu harbin zelzelesi, gâvura yapıştırdı semâvî bir silleyi. De­mek ki şu musibet bütün beşer musibetiydi.

Nev’en umuma şamil, bir müşterek sebebi, maddiyyunluktan gelen dalâlet-i fik­ri idi. Hürriyet-i hayvânî, hevânın istibdadı.

Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu.

Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima tâlim ve meşakkat­le tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.

Biri müsbet ve ihtiyarî; biri menfi, ıztırarî. Bütün âlâm, mesâib, a’mâl-i sali­ha­dır; lâkin menfidir, ıztırarî. Hadis teselli verdi.

Bu millet-i günahkâr kanıyla abdest aldı, fiilî bir tevbe etti. Mükâfât-ı âcili: Şu milletin humsu dört milyonu çıkardı, derece-i velâyet, mertebe-i şehadet ile gazilik verdi, günahı sildi.

Said Nursi

Misaliler Meclisi’nin, Birinci Dünya Savaşı ile başımıza gelen musibet ve felâketin hikmetini sorup kader sırrını araştırmasına karşılık verilen cevap çok enteresandır…

Allah nimet verdikçe insanlığa düşen vazife bunlara karşı şükür ve hamd ile karşılık vermektir. Oysa insanlar bilhassa Cenâb-ı Hakk’ın fen, teknik ve teknoloji yoluyla yaptığı müthiş ihsanlara nan­körce cevap verdiler. Aynen Karun’un “Ben bunları ilmimle elde ettim.” (Kassas, 28/78) demesi gibi bir tavır aldılar. Bilhassa uçakların yapılması ile göklere çıktıkça Firavunluk ve Nemrudluk damarları kabarmaya başladı: “Beşerin dalâlet-i fikrisi, Nemrudâne inadı, Firavunâne gururu şişti şişti zeminde, yetişti semâvata.” Artık “Gökleri bir kâğıt gibi deleceğiz ve Tanrı’nın yokluğunu ispat edeceğiz!” demeye başladılar. Nitekim Firavun da veziri Hamânâ “Bana bir kule yap, bakalım Musa’nın iddia ettiği gibi göklerde bir ilâh var mı araştıralım?” (Mu’min, 40/36) demişti. (Günümüzde Rus astronota Gagari’nin de benzer bir iddiasının olduğu söylenmişti.) Tabii bu sözler “Dokundu hassas sırr-ı hilkate.

Evet, insanın yaratılış hikmeti böyle bir nankörlük değildi. Onun için de “Semavattan indirdi tufan, taun misali, şu harbin zelzelesi, gavura yapıştırdı semavî bir silleyi.” Cenâb-ı Hak, insanlar azıp taşınca yerden gökten belâlarını yağdırır. Sodom ve Gomore’de, Lut kavmine ve diğer Ad ve Semud kavimlerine olduğu gibi… Ama bazen bunu teröristin elinde bombanın patlaması gibi, teknoloji ile küfrân-ı nimet edip şişiren insanların ellerinde aynı şeyleri patlatmakla veya ellerindeki gelişmiş silâhlan birbirlerinin kafalarına vurdurmakla yapar. Ama bunu anlama­yan zavallılar bunun İlâhî bir sille, unutulmaz bir ceza olduğunu bir türlü akıl edemezler. “Demek ki, şu musibet, bütün beşer musibetiydi. Nev’en umuma şâmil. Bir müşterek sebebi; maddîyunluktan gelen dalâlet fikriy­di, hürriyet-i hayvani, hevanın istibdadı.

Birinci ve ikinci Dünya Savaşı bütün insanlığı derinden sarsmıştı. Allah’ın medeniyetin imkânları ile bağışladığı (aslında ilhamen ikram ettiği) nimetlerin ve meyvelerin şükrü edâ edilmemiş olduğunu Cenâb-ı Hak Hz. Süleyman ile bir misal ver­mektedir:

Daha sonra Süleyman onların (Saba Melikesi Belkis ve adamlarının) ita­atlerini bildirmek üzere huzuruna geleceklerini öğrenince yanındaki danış­manlarına: ‘Değerli danışmanlarım, onların itaat içinde huzuruma gelme­lerinden önce içinizden kim onun tahtını bana getirebilir?’ dedi. Cinlerden mağrur ve iddiacı bir ifrit: ‘Ben, dedi sen makamından kalkmadan, onu sana getirebilirim. Benim onu taşımaya gücüm yeter, hem de zayi etmeden güvenilir tarzda getirecek emin bir kimseyim.’ dedi. Ama yanında ki­taptan ilim olan bir zât da: ‘Ben, sen gözünü açıp kapamadan onu getire­bilirim.’ der demez, Süleyman Kraliçenin tahtının yanıbaşında durduğunu görür. Bunun üzerine şu ayeti okur: ‘Bu, Rabbimin lütuflarından, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlerden mi olacağım diye beni sınamak içindir bu nimet. Şükreden sadece kendi lehine olarak şükreder, nankörlük eden ise bilmelidir ki, Rabbim onun şükründen müstağnidir, şükrüne ihtiyacı yoktur, ihsan ve keremi boldur.‘” (Neml, 27/38-40)

Acaba bizim suçumuz neydi?

Hissemizin sebebi, erkân-ı İslâm’da ihmal ve terkimizdi. Zira Hâlık-ı Teala yirmi dört saatten bir saati istedi. Beş vakit namaz için, yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu. Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima talim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık, keffâreten beş sene cebren oruç tutturdu. Kendi verdiği malından, kırkın­dan, ya da onundan birini zekât istedi. Buhl ile, hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedik. O da bizden aldırdı müterakim zekâtı. Haramdan da kurtardı.

Peki neden böyle bir ceza uygun bulundu?

Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir.

Burada namaz, oruç ve zekât sayıldığı hâlde acaba niçin hacdan söz edilmedi?

Hac ile ilgili hususu Sünuhat isimli eserinde açıklamaktadır:

Rüya hacda sükut etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musi­beti değil, gazap ve kahrı celbetti. Cezası da keffaretü’z zunub (günahlara kefaret) değil, kessaretü’z zunub (günahları çoğaltma) oldu. Haccın bilhassa tanışmakla fikir birliğine ulaşmayı, yardımlaşma ile çalışmaları ortak hâle getirmeyi tazammun eden içindeki İslâm’ın yüce siyasetinin ve çok geniş içtimaî faydaların ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâm’ı, İslâm aleyhinde kullanmaya zemin hazırladı.

İşte Hind, düşman zanne­derek, hâlbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. (İngilizler, Hindli Müslümanları, Halifenizle ittifak halindeyiz, savaşa katılın diye karşımıza çıkarmışlardı. Çoğunun aklı başına ancak Çanakkale’de, İstanbul’da ezan seslerini duyunca geldi.)

İşte Tatar, Kafkas., öldürülmesine yardım ettiği şahsın, biçare valideleri olduğunu, ‘Basra harap olduktan sonra’ anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. (Onlar da Rusların benzer bir oyununa gelmişlerdi)

İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp hayretinden ağlamayı da bilmiyor. (Meşhur İngiliz casusu Lâvrens’in kışkırtmalarına katılıp ihanete ortak oldular.)

İşte Afrika, biraderi tanımayarak öldürdü, şimdi vaveyla (feryat) ediyor.

İşte Alem-i İslâm, bayraktar oğlunun (Osmanlı’nın) gafletle bilmeyerek öldürülmesine yardım etti. Valide gibi saçlarını çekip ah-u fizar ediyor. Milyonlarla ehl-i İslâm, tamamen hayır olan hac seferi için yola koyulmak yerine, tamamen şer olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahat­ler ettirildi. İbret alınız.”

Gazap ve kahır cezalarından farklı olarak musibederin hem kefaret olma, hem de sevaba vesile olma gibi bir özelliği var. Acaba bu meselede nasıl bir tecelli oldu?

Bütün elemler ve musibeder, salih amellerdir. (…) Bu günahkar millet (Birinci Dünya Savaşı’nda) kanıyla abdest aldı, fiili bir tövbe etti. Acil olarak mükâfatı, şu milletin beşte biri olan dört milyonunu evliyalık dere­cesine, şehitlik mertebesine çıkararak gazilik verdi, günahı sildi.

Abdullah Aymaz