Etiket arşivi: burhan sabaz

Neye Ne Kadar Önem Vereceğiz?

Kâinatta çeşit çeşit varlıklar bulunur. Bunların bazılarına sadece camid bir özellik, bazılarına ise buna ilaveten hayat bahşedilmiştir. Daha farklı varlıklara ise ruh cevheri verilmiş ki his ve duygularla bezenmiştir. Bazılarına da ruha farklı bir değer katan akıl, kalp ve vicdan gibi latifeler hediye edilmiştir.

Bu sıralamaya misal olarak taş, ağaç, hayvan, melek ve insan verilebilir. Evet, insan dünyada bulunan tüm varlıkların numunesini üzerinde taşımakta ve bu yüzden farklı bir mahiyete sahip olmaktadır.

İnsan akıl ve merak vasıtasıyla kâinatın her şeyiyle irtibatlıdır. Kendi evini sevdiği gibi kâinatı da evi gibi görüp alakadar olmakta, mahallesini merak etiği gibi dünyanın her tarafını da merak etmektedir. Evet, insanın kalp dairesi, mide dairesi, beden, aile, mahalle, semt, ilçe, il, memleket, vatan, dünya, insanlar, hayvanlar ile hayat sahipleri ve kâinat dairesi gibi dairelerle bir nevi irtibatı ve alakası vardır.

Zaten bu alakadarlık, insanlığımızın gereğidir. Bununla beraber insanın dünyaya gönderilişinin de bir amacı ve bir hedefi vardır. Bu amaç doğrultusunda da vazifeleri ve sorumlulukları da vardır.

Evet,akıl, fiil ve his planında kâinatın her şeyiyle her insanın irtibatı olabilir. Ama en küçük daire olan kalb dairesinde en büyük, daimi ve ehemmiyetli vazifesine karşılık, en büyük daire olan küre-i arz ve kâinat dairesinde en küçük, nispeten ehemmiyetsiz ve ara sıra vazifeleri vardır.

Bu açıdan meseleyi değerlendirdiğimizde, vazifenin ehemmiyeti dairenin küçüklüğü ve büyüklüğü ile ters orantılı olarak işlemektedir. Fakat büyük ve geniş dairenin cazibesi ve nefse uygun olması itibariyle, insanın bütün hissiyat ve latifelerini kendisiyle meşgul etmeyi başarabilmektedir.

Böylece en ehemmiyetli olan kalb dairesi ihmal edilmeye, lüzumlu ve ehemmiyetli vazifeler askıya alınmaya başlar. Ömür sermayesi boş yerde tüketilir, kıymetli ömür dakikaları, kıymetsiz yerlerde eritilir.

Özellikle bu zaman, insanın merak damarını farklı alanlara çekmeyi çok güzel başarmıştır. Lüzumsuz ve malayani olaylar ve gelişmeler, insanın asıl vazifesi olan kulluğuna ve Allah’ı daha iyi bildirecek tefekkürüne perde olmaktadır.Bu perdeleri aşabilmek ve engelleri geçebilmek özel bir lütuf ve ilahi ihsan ile mümkündür. Bediüzzaman’ın dediği gibi; 

“Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefiheyle gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması, ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.” (Mesnevi-i Nuriye) Evet İlahi lütuf olmazsa bu açıklar ve gedikler zor kapatılabilir.

Bazen dünyadaki savaşlar, sanayiler, teknolojiler, sportif müsabakalar, siyasi entrikalar, anlaşmalar ve anlaşmazlıklar, nazarımızı tarifi imkânsız bir ablukaya alır ki, akıl hayrettedir. Hatta akıl o olaylar içerisinde düşünme kabiliyetini de yitirdiğinden hayret edemeyecek durumdadır.

Oysaki dünyanın olup biten tüm harp boğuşmalarından, sanayilerinden, müsabakalarından daha büyük bir müsabaka, her insanın başına açılmıştır. Her insan bütün dünya kadar bir sonsuz cenneti kazanmak veya kaybetmek davasıyla muhataptır.

Bu noktadan bu davayı kazanmak için – akıllı olmak şartıyla – eğer dünya kadar servetimiz ve malımız olsa gözümüzü kırpmadan sarf etmek lazım gelir. Çünkü bu işin şakası olmadığı gibi, geri dönüp işi düzeltmek de mümkün değildir.

Evet, bazen siyasi bir hadiseye kendimizi öyle kaptırıyoruz ki asıl vazifemiz olan namazı ve ibadetleri terk ediyoruz. Bazen bir maça öyle ehemmiyet veriyoruz ki, asıl vazifemizi ihmal ediyoruz. Bazen dünyanın bir yerinde vuku bulan bir felakete öyle dalıyoruz ki, asıl felaket olan maneviyatsızlığımızı umursamaz halde oluyoruz.

Oysa “asıl musibet ve muzır musibet dine gelen musibettir.” Böyle bir hakikatten gafil olduğumuz içinmaddi ve dünyaya ait bir musibet içerisinde sıkıntı çekenleri merak ediyor ve kurtulmaları için her türlü tedbiri alıyoruz.

Halbuki ehl-iiman için maddi musibet ve felaketler, bizi Allah’a yaklaştıran, gafletimizi dağıtan, sabretmek şartıyla bize sevap kazandıran, kaybolan mallarımızı sadaka durumuna getiren, sakat kalanlara derecesine göre makam kazandıran ve ölenleri şehitlik mertebesi gibi yüksek bir dereceye ulaştıran sevgili dostlardır.

Ama manevi musibetler, görünüşte problemsiz ve göz kamaştırıcı yüzü arkasında, bizi insanlığımızdan uzaklaştıran ve ebedi hayatta bizi mesul edecek ve yüzümüzü karartacak olan tehlikeli düşman gibidirler.

Mesela, depremler ve sair umumi musibetler de vefat eden müminler şehit, malları ise sadaka hükmüne geçmektedir. Ama manevi deprem geçirmiş bir beldede ise her şey sakin göründüğü halde manevi ölümler (imandan uzaklaşmalar), sakatlanmalar (itikadi çöküntüler) ve mal kayıpları (mal ve maddeyi sadece dünyada israfla tüketmeler) gibi sıkıntılar yaşandığı halde, her şey normalmiş ve yolundaymış gibi görünmektedir. İşte asıl musibet budur.

Dr. Burhan Sabaz

Sorularlaislamiyet.com

Peygamberimizin Vasiyeti Ve Gözümün Nuru Dediği Namaz

Allah, insanı niçin yaratmıştır?” sorusuna sık sık muhatap olmaktayız. Bu ve buna benzer soruların cevabını, akıl ve mantık mizanı ile keşfetmek mümkün olsa bile, ayrıntılı bir izah vermek mümkün değildir. Çünkü, insan aklı ile anlar ki, kainatta hiçbir şey anlamsız, vazifesiz ve faydasız değildir. Öyleyse insan da anlamsız ve vazifesiz olamaz. Ama varlıklardan her birisinin bir vazifesi olduğu ve bu vazife akıl ile görüldüğü gibi, insanın vazifesinin ne olduğunu ve ne yapması gerektiğini akıl ile kavrayamaz. Öyleyse “insanın niçin yaratıldığı” konusu tamamen vahiy ile halledilmesi gereken bir konudur. Demek, vazifemizi öğrenmenin ve bu yolda muvaffak olmanın tek yolu, bu soruyu Rabbimize (c.c) sormaktır.

Cenab-ı Hak (c.c) böyle bir soruya, Kur`an ve Resulü vasıtasıyla şöyle cevap vermektedir: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” ( Zâriyât Sûresi, 56)

Bediüzzaman Said Nursi gibi bir çok alim ve muhakkikler, bu ayette geçen “ibadet” ifadesine, “Halik-ı Kainatı tanımak ve O`na iman edip ibadet etmektir ” diye mana vermişlerdir. Çünkü önce iman ve marifet, ondan sonra ibadet ve hayret gelir. Önce nasıl birisine iman ettiğimizi, hangi özellik ve sıfatlarından dolayı O`na (c.c) ibadet edeceğimizi bilmeli, sonra nasıl ibadet edeceğimizi ve O`na (c.c) nasıl teşekkür edeceğimizi araştırmalıyız.

Evet kâinatın yaratılması, insan içindir. İnsanın yaratılmasının sebebi ise, yukarıdaki Ayette de belirtildiği gibi ubudiyet ve kulluktur. Başka bir ayette de “Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine vâsıl olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki; Arz`ı size döşek, semayı binanıza dam yapmış ve semadan suları indirmiş ki, sizlere rızk olmak üzere yerden meyve ve sâir gıdaları çıkartsın. Öyle ise, Allah`a misil ve şerik yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah`tan başka Mabud ve Hâlikınız yoktur.” ( Bakara suresi, 21 – 22) buyurulmakla, insanın takva mertebesine ulaşabilmesi ve Allah`ın (c.c) ihsanlarına karşı şükür vazifesini yerine getirmesi ancak ibadet ile mümkündür.

Çünkü ibadet;

· İnsanın inanç ve itikadını sağlamlaştırır ve kuvvetlendirir.

· İnsanların fikirlerini Cenab-ı Hakkın (c.c) emirleri ve yasakları doğrultusunda odaklanmasını sağlar. Böylece insanlar, mükemmel bir intizama girmekle kainattaki ilahi hikmet doğrultusunda hareket etmeye başlar. Çünkü kainatta bulunan her varlık gibi, insanların da başıboş ve vazifesiz olmadığı anlaşılır.

· İnancın insanda tesirli olmasını, temin eder. Yoksa insanda bulunan iman, tesirsiz kalır ve zamanla söner. İbadeti sağlam olmayan kişilerin zamanla Müslüman olmayanlar gibi düşünmeye başlaması, bu iddiamıza bir delildir.

· Dünya ve ahiret saadetine vesile olur. Zira Allah`a (c.c) ibadet halinde olanların kalb ve ruhlarındaki ferahlık, dünyada saadete ermelerine vesile olurken ahirette de İlahi ihsan ve ikramlara vesile olacaktır.

· Dünya ve ahiret işlerini tanzim eder. Evet, gerek dünyaya gerekse ahirete ait işlerin düzenli ve adil olabilmesi ancak ibadet ile mümkündür. Allah`ın (c.c) hakkı olan ibadete gereken ehemmiyeti vermeyenlerin, kul hakkına riayet etmesi elbette beklenemez.

· Şahsın mükemmel olmasına katkıda bulunduğu gibi, milletlerin de yüksek bir seviyeye ulaşmasına vesile olur. Evet İslamiyet`e sonradan giren kişi ve toplumların, bu gibi itiraflarına tarih çokça şahit olmuştur. İslamiyet`ten evvelki Arab toplumu ve bu toplumdan Hz. Ömer İbn-i Hattab`ın ilk hali ile Müslüman olduktan sonraki halleri, bu konuda verilebilecek çok güzel örneklerden sadece bir tanesidir.

· İnsanın Allah`a (c.c) ulaşması ve O`na dostluk kurabilmesi açısından, elde edilebilecek en yüksek ve şerefli bağdır.

· İnsanın menfaatlerini elde etmesi için sahip olduğu şehevi duyguların, düşmanlarını def` etmek için kendisine verilen gazap hislerinin ve iyi ile kötüyü birbirinden ayırması için kendisinde bulunan akıl kuvvetinin istikametli çalıştırılabilmesini sağlar. Yoksa insanda iman ve imanı kuvvetlendiren ibadet olmasa, o zaman haram helal demeden menfaat gördüğü her şeye saldırır. Kendisine zararı olmayanlara da zarar verir. Akıl da istikametli karar veremez, hakkı batıl batılı da hak görür.

· Müslümanların birbirlerine daha sıkı sarılmalarını ve birbirlerinin kusurlarına bakmamaları gerektiğini, ruh, kalp ve hatta nefislerine yerleştirir.

Ubudiyetin ve kulluğun hülasası, özeti, komprimesi ise namazdır. Çünkü, namaz hem İslam`ın tüm farz ibadetlerini içermekte hem de bütün yaratıkların ibadet şekillerini de kapsamaktadır. Mesela namazda insan, bir şey yiyip içmemekle oruç tutar. Kıbleye dönmekle bir nevi hacca gider. İçinde şehadet getirir. Elbiselerinin, ömrünün ve vücudunun zekatını verir. Ayrıca, kıyamda durmakla ağaçları, dağları ve daima kıyamda ibadet halinde olan melekleri temsil eder. Rükua varmakla hayvanların duruşunu temsil edip, ibadetleri rükudan ibaret olan meleklerin vaziyetini gösterir. Secdeye giderken taş, toprak ve sürünen hayvanların ibadetlerini ifade etmekle beraber, secdeden başını kaldırmamak suretiyle Allah`a (c.c) karşı ibadetini yerine getiren meleklere benzemeye çalışır.

Böylece bu tarz külli bir ibadet olan namazla, insanın bütün mahlukat ve mevcudatın en faziletlisi ve en şereflisi olduğu da ortaya çıkmaktadır. Çünkü, hem maddi ve cismani hem de manevi ve ruhani varlıkların Allah`a karşı sundukları ibadet çeşitlerini ve çiçeklerini, tek başına bir çiçek buketi olarak sunmaktadır. Cesedi ve ruhu ile kainatın özeti ve maketi hükmünde olan insan, namaz ile tüm ibadetlerin komprimesini de kendin de temsil etmektedir.

Ayrıca insanın tüm kainatta bulunan varlıklar namına ibadet etmesi de yine namazla mümkündür. Çünkü namaz külli bir ibadet olması hasebiyle, namaz ile insana maddi ve manevi, küçük ve büyük olan her şeyin ibadetini temsil etme ve Allah`a kendi namına sunma kabiliyeti ve özelliği de verilmiştir. Namazın içerdiği hakikat ve mahiyetlerin çok külli ve geniş olduğu gerçeğini birkaç madde de açmaya çalışalım.

Şöyleki;

1. Namaz, daha öncede bahsedildiği gibi, bütün melek ve ruhanilerin ibadet şekillerini içermektedir.

2. Namaz, dünyanın tüm maddi ve ceset sahibi varlıkların da ibadet şekillerini kapsamaktadır.

3. Peygamber efendimizin (a.s.m) “namaz, müminin miracıdır” hadisinde, insanı Allah`a ulaştıran ve yaklaştıran en mühim vasıtanın namaz olduğunu buyurulmaktadır.

4. Bir hadiste “ insanın Allah`a en yakın olduğu an, secde anıdır ” buyurulmakla, Allah`a yaklaşmak için en keskin ve tesirli vasıta namazdır.

5. Namaz, dini duygularımızın ve taşıdığımız imanın korunması için en büyük bir sebeptir. Buna “ namaz, dinin direğidir ” hadis-i şerifi işaret etmektedir.

6. Namaz, insanı bütün fuhşiyat ve kötülüklere karşı koruyan bir kalkan özelliğindedir. Kur`an-ı Kerimde “Hiç şüphe yok ki namaz, insanı çirkin işlerden ve haramlardan alıkor.” buyurulmakla, hakkıyla kılınacak bir namazın insanı, her türlü kötülüklerden muhafaza edebileceği ifade edilmektedir.

7. Namaz, insanı manen temizleyen ve günahlardan arındıran ilahi bir iksirdir. Bu konuda Allah Resulü (a.s.m) “herhangi birinizin evinin önünden akan bir sudan günde beş defa yıkandığınız takdirde sizde bir kir kalmadığı gibi, Allah (c.c), beş vakit namaz sayesinde de, günahlarınızı öylece yok eder.” (Buhari – Müslim) buyurmakla, namazın günahların temizlenmesindeki rolünü de ifade etmiş oluyorlar.

8. Namaz, İmandan sonra gelen en kıymetli bir cevherdir. Zira Kur`an-ı Kerimin çok yerlerinde imandan sonra hemen amel-i salih tabiri geçmektedir. Amel-i salih`in en büyüğü ise, namazdır. Bazı ayetlerde ise, imandan sonra direkt olarak namazdan bahsedilmektedir. Bakara suresinin başlarında müminler için “Gayba iman edenler ve namazı dosdoğru kılanlar” diye bahsedilmektedir.

9. Namaz kılmak hem çok kolay hem de çok kârlı bir ticarettir. Çünkü kılınmasının ve ifasının ne kadar kolay olduğunu herkes bilir. Ama kârına ve neticesine baktığımızda, rahatlığıyla zıt orantılı bir kara sahip olduğunu görürüz. Evet namaz kılanların aldıkları ücret azımsanmayacak kadar büyüktür. Bunlar; dünyada kalb ve ruh rahatlığı, kabirde ışık ve gıda, mahşerde senet ve berat, sıratta nur ve burak gibi bir binek, cennette ebedi bir sohbet arkadaşlığıdır.

10. Namaz, Allah`a karşı yapılan ve yapılacak en büyük zikirdir. Zikir, kelime itibariyle hatırlama ve anma demektir. Kur`an-ı Kerim “Sana vahyedilen kitabı okuyup tebliğ et, namazı hakkıyla ifa et! Muhakkak ki namaz, insanı, ahlâk dışı davranışlardan, meşrû olmayan işlerden uzak tutar. Allah`ı namazla anmak, elbette en büyük fazilettir. Allah bütün işlediklerinizi bilir.”( Ankebut suresi, 45 ) ayetiyle, ibadetlerin en kapsamlısı olan namaza “en büyük zikir” demektedir. Evet insan, kıldığı namazın tüm hareket ve duruşlarıyla Allah`ı (c.c) hatırlamaktadır. Bu hatırlama abdest almaktan başlar. Kabeye teveccüh etmek, tesbih, hamd, tekbir ve Lailahe illallah demek, kıyam, rüku ve secdeye varmak hep zikir ve anmadır. Böylece dili, kalbi ve kalıbı hep aynı minval üzere zikirdedir.

11. Namazda, Cenab-ı Hakka bütün kainatı terbiye eden unvanıyla muhatap olunmaktadır. Çünkü “ Hamd alemlerin Rabbi olan Allah`adır(c.c)” ayetinde geçen “Alemlerin Rabbi ” ifadesi çok geniş manalı bir terimdir. Dolayısıyla bu unvanla Allah`a (c.c) yönelmek ancak külli bir makam gerektirir. Zira, Rububiyet Cenab-ı Hakkın terbiye ediciliği anlamına gelmektedir. Allah (c.c) her mevcudu veya alemi, farklı farklı terbiye etmiştir. Her rububiyet tecellisine muhatap olan varlıklar, farklı bir şekil, güzellik, süslenme ve mükemmelliğe sahip olmaktadır. İşte namazda söylediğimiz “Alemlerin Rabbi” ifadesiyle, Allah`ın (c.c) tüm kainattaki terbiye ediciliğini medh ediyor ve ilan ediyoruz.

12. Namaz yardımıyla bir mümin, geçmiş ve gelecek tüm mahlukatın ibadetlerini kendi yapıyormuş gibi veya onların temsilcisiymiş gibi ibadet edebilir. Yani bu kapı kendisine açıktır. Mesela Fatiha suresinde okuduğumuz, “İyyake na`büdü ve iyyake nestein” ( biz ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz ) ayetinde geçen “biz” tabiri hakkında Bediüzzaman Said Nursi hazretleri, şayet ayette “ben” denilmiş olsaydı, bu ibadet sadece insana has kalırdı. Ama “ben” yerine “biz” denilmesiyle, yapılan ibadet kainat kadar büyümüş olur. Yani “biz” zarfında üç cemaatin ibadetleri mevcuttur. Bunlar; a- vücudumuzun bütün hücrelerinin yaptıkları fıtri ibadetleri, b- Hz. Adem (a.s)`dan kıyamete kadar gelmiş ve gelecek tüm müminler cemaatinin ibadetleri, c- Kainatta var olan maddi veya manevi tüm varlıkların ibadetleri.

13. Namazda okunan “ tahiyyat ” duasında geçen “ ettahiyyat ” ifadesiyle tüm hayat sahiplerinin, “ elmubarekat ” kelimesiyle çekirdekler, yumurtalar, tohumlar ve nutfelerin, “ essalavat ” kelamıyla ruh sahibi varlıkların, “ ettayyibat ” tabiriyle de bütün Peygamberlerin (a.s) ve yüksek seviyedeki melek ve ruhanilerin ibadetlerini, Allah`a (c.c) kendi namımıza ve hesabımıza sunma şerefi bahşedilmiştir.

Yapılan bu izahlardan sonra Peygamberimizin (a.s.m)`ın bir hadiste buyurduğu “Gözümün nuru namazdır” ( Nesâî ) cümlesinin ve vefatı vaktinde çektiği sıkıntılar içerisinde bile, sahabelerine “ Namaza dikkat ve devam ediniz” (Müsned, 1:78) vasiyet ve tavsiyesinin ne demek olduğu ve nasıl bir hakikati ortaya koyduğu biraz daha iyi anlaşılmış olur.

Burhan Sabaz / Sorularla Risale

Hayat Ağacının Hazan Mevsimi!

İhtiyarlık, dünya hayatından ahiret hayatına geçmenin, dünyalılardan sıyrılıp nurani varlılara yakınlaşmanın, hatalardan kurtulup tecrübelerle bezenmenin, masivadan soğuyup Rahmana yönelmenin işaretlerini taşıyan bir sonun ve bir başlangıcın en görkemli anıdır. Bir meyvenin ağaçta piştiği halde, ondan asıl istifade etmenin koparıldıktan sonra olduğu bir vakıadır. Aynı şekilde bir insan da gençlikte pişer, ama asıl tecrübe meyvesinden yaşlılıkta istifade eder. Görünüm itibariyle ihtiyarlık, hazan mevsimi gibi yaprak yaprak dökülüşün, çiçek çiçek soluşun işareti, hakikat itibariyle ise haşmetli bir varoluşun ve dirilişin göstergesidir.

İhtiyarlık ile yaşlılık terimlerinin birbirini tam olarak karşılayamadığı kanaatindeyiz. Çünkü yaşlılık sadece yaşlanma ve ölümü beklemeyi ihtar ederken, ihtiyarlık ise tecrübe, şuurlanma, ibadette ciddiyet, ahirete hazırlık manalarını içermektedir. Hadis-i Şerifte “aile içerisinde ihtiyarların hali, ümmeti içerisinde Nebiler gibidir” buyurulmakla, ihtiyarların aile efradına doğruyu, hakkı, istikameti ve tüm güzel duyguları bildiren kudsi bir rehber konumunda olduğu hatırlatılmaktadır.

Bu bakımdan, başına beyaz kıllar düşen iki ayrı insanın iki ayrı his dünyası vardır:

1- Mü’min ve dünyayı misafirhaneden ibaret bilen insanlar için beyaz kıllar, ikaz edici ve ölüme ciddi hazırlanmanın gerekliliğini ihtar eden beyaz bir nur ve şaşırtmaz bir rehberdir. Ayrıca saçların beyazlaması, zindandan çıkma vaktini ısrarla bekleyenlere zindan kapısının aralanıp dışarıda bulunan nurların en evvel tepesinde belirmesi gibi, dünya zindanında bulunan ihtiyarların başlarında da ebedi saadet nurlarının parlamasıyla, bu zindandan çıkacağının müjdelerini taşıyan bir dost ışığı gibidir.

Allah’ın dostu lakabıyla meşhur ve en büyük peygamberlerden sayılan Hazret-i İbrahim ( a.s ) başındaki beyaz kılların Melekler katında hürmet, ciddiyet, değerlilik ve olgunluk nişanı olduğunu öğrendiği zaman “Allah’ım vakarımı arttır” niyazında bulunmuştur.

2- Dalalet ve Gaflet ehli için beyaz kıllar, kezzap gibi yakıcı ve acı bir görünüm arz etmektedir. Çünkü her beyaz kıl, bu gibi insanlara sevgilileri olan dünyadan gideceklerini ve azap yurduna doğru bir adım daha yaklaştıklarını alaylı bir şekilde fısıldamaktadır. Bu nedenle bazı kişiler için başında beyaz kıl görmek, en tehlikeli düşmanını en yakınında fark etmek gibi korkutucu bir haldir.

İhtiyarların bir cemiyet içerisinde, üç temel faydaları vardır:

1-Bereket direği olmaları:

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri, İhtiyarlaşmış ve kendi kuvvetiyle maişetini tedarik edemeyen insanların yüzünden, hem kendilerine ve hem de çevrelerine ilahi bereketin bol bol indiğini şu çarpıcı tespitlerle ortaya koymaktadır:

“Evet kâinatın şehadetiyle, nihayet derecede Rahman, Rahîm ve Latif ve Kerim olan Rabbimiz, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını gayet latif bir surette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi; çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını dahi, bereket suretinde gönderir. Onların iaşelerini, tamahkar ve cimri insanlara yükletmez.

“Allah’tır gerçek rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan” ( Zariyat Suresi, 58 ) ve “ Rızkını taşıyamayan nice canlılar vardır. Sizi de onları da rızıklandıran Allah’tır” (Ankebut suresi,60 ) âyetlerinin ifade ettikleri hakikatı, çeşitli özellikteki tüm canlılar lisan-ı hal ile bağırıp, o gerçeği söylüyorlar. Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlukların rızıkları dahi, bereket suretinde geliyor. Bunu ispat eden ve kendim gördüğüm bir misal: Benim yakın dostlarım bilirler ki; iki – üç sene evvel hergün yarım ekmek, – o köyün ekmeği küçük idi – belirli bir tayinim vardı ki, çok defa bana kâfi gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir geldiler. O aynı tayinim hem bana, hem onlara kâfi geldi. Çok kere de fazla kalırdı.

Ey insan! Madem canavar suretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit berekete sebep oluyor; öyle ise mahlukatın en mükerremi olan insan ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete layık olan hasta ihtiyarlar ve alîl ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyade lâyık ve müstahak bulunan akrabalar ve akrabaların içinde dahi en hakikî dost ve en sadık sevgili olan peder ve vâlide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket olduklarını sen kıyas eyle. ( Mektubat, s: 262)

2-Rahmet-i İlahiye’ye vasıta olmaları:

Cenab-ı Hakkın engin ve zengin rahmeti kainatın tamamını kuşatmıştır. Özellikle bu latif rahmet, rahmete daha layık ve müstahak olanlara, daha kolay ve çabuk ulaşır. Rahmete mazhar olanların başında ise yavrular, acizler, garipler ve masumlar gelmektedir. İşte yavrular hükmüne geçmiş, kendi ihtiyacını göremeyecek kadar çok aciz duruma gelmiş, bütün sevdiklerinin ahirete göçmesiyle yalnızlaşıp fevkalade garipleşmiş ve masumiyet kesb etmiş ihtiyarlar, elbette ilahi rahmete herkesten ve her şeyden daha ziyade layıktırlar. Rahmete ermek isteyenlerin bu ihtiyarlara daha çok merhamet etmesi icap eder. Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri şu tespitlerini kaydeder:

“Eğer rahmet-i Rahman istersen, o Rahman’ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.

Âhiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı. Dininde, dünyasında muvaffakiyetli görüyordum. Sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakiyetin sebebi: O zât ise, ihtiyar peder ve vâlidelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş. İnşallah âhiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli.” ( Mektubat, s: 262)

3-Musibetlerin def’ edilmesinde şefaatçi olmaları:

Hadis-i Şerifte: “Aranızda beli bükülmüş ihtiyarlarınız, otlayan hayvanlarınız ve emzirilen çocuklarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti.” ( Keşfü-l Hafa, 2/163) buyurulmakla, bir eve, millete, devlete veya mevkie inecek olan musibeti def’edecek sebeplerin başında, ihtiyarların varlığı gelmektedir.

Bu nedenle ihtiyarları sevmeli, saymalı, onlara kötü söz söylememeli, azarlamamalı, hatta “öf” bile denilmemelidir. Çünkü, onlar Allah’ın bir hediyesi ve emanetidir. Allah’ın emanetine hürmet edenler, rahmete mazhar olacaklardır. O emanete gereken ihtimamı ve merhameti gösteremeyenler ise, hem bu dünyada hem de ahirette rahmetten mahrum kalacaklardır.

Kur’an-ı Kerimin muhtelif Ayet-i Kerimelerinde ve bazı Hadis-i Şeriflerde anne ve babalara hürmetin Allah’a ve Resulüne ( a.s.m ) hürmet anlamında olduğu ve onları kırmamak lazım geldiği ifade edilmektedir.

Bunlardan birkaçı şöyle:

“Yüce Rabb ‘in şöyle emretti; Yalnız Allah’a ibadet edeceksiniz, ana – babalarınıza iyilik yapacaksınız. Şayet bunlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlarsa sakın onlara “öf ” dahi deme, yüzlerine bağırma, onlara tatlı söz söyle. Onlara, merhamet belirtisi olarak tevazu kanadını aç da, “Ya Rab, küçüklüğümde bana şefkat gösterdikleri gibi, sen de onlara merhamet et” de “(İsra suresi, 23-24)

Biz, insana, ana-babasına iyilikte bulunmayı tavsiye ettik. Özellikle de anasını tavsiye ederiz ki, o, kat kat zaafa düşerek ona hamile kalmış, emzirmesi de tam iki sene sürmüştür. Binaenaleyh; bana ve ana – babana şükret. “ ( Lokman suresi, 14 ).

Peygamber Efendimiz de (a.s.m) “kime iyilik yapayım?” diye üç defa soran bir sahabeye, üç defasında da, “annene” cevabını verir. Sonra sorduğunda ise, babasına iyilik yapması gerektiğini söylemiştir. (Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1).

Sahabelerden Ebu’d-Derdâ (r.a) bildiriyor: “Hz. Peygamber (a.s.m) bana dokuz önemli şey tavsiye etti. Bunlardan biri de; ana – baba da dahil olmak üzere aile fertlerinin ihtiyaçlarını karşılamaktır. (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 9)

Yine Peygamberimiz (a.s.m), cihada katılmak isteyen bir sahabeyi, ihtiyaçlarından dolayı, ana – babasının yanına göndermiştir. (Buhârî, Edebu’l – Müfred, 9).

Bir gün Peygamberimiz (a.s.m) ashabına; “Size, büyük günahların en büyüğünü bildireyim mi?” diye üç defa sordu. Üç defasında da sahabeler “evet bildir, ey Allah’ın Resulü” dediler. Peygamber efendimiz ( a.s.m) ; “bunlar sırasıyla Allah’a ortak koşmak, ana – babaya karşı gelmek, haksız yere adam öldürmek ve yalan söylemek” olduğunu belirtmiştir. (Buhârî, Edeb, 6).

“Ana – babamı ağlar hâlde terk ederek, hicret etmek üzere senin emrini almaya geldim” diyen bir sahabeye Peygamberimiz (a.s.m): “Onlara dön, nasıl ağlattınsa onları öylece güldür, sevindir” der ve henüz Müslüman dahî olmayan ana – babasının yanına gönderir.

Peygamberimiz (a.s.m) çok öfkeli bir şekilde üç defa, “Yazıklar olsun o kimseye ” dediğinde Ashab-ı Kiram; “Kimdir o? Ey Allah’ın Resulü! ” diye sorunca; “Ana – babası veya bunlardan birisi yanında ihtiyarladığı hâlde, Cennet’e giremeyip Cehennem’i boylayan kimse” der. (Müslim, Birr, 9).

Amr ibn ül-Âs’ın oğlu Hz. Abdullah (r.a) anlatıyor: Bir adam peygamberimiz (a.s.m)’a gelerek cihada gitmek için izin istedi. Peygamberimiz de ona; “Annen baban sağ mıdır?” diye sordu. Adam: “Evet”, deyince Resulüllah (a.s.m): “O hâlde sen önce onların rızasını almaya çalış, ” buyurarak ona bu görevini hatırlattı. (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VIII, 377).

Hz. Peygamber (a.s.m) çocukların ebeveynlerine karşı sorumluluklarının ne kadar büyük olduğunu şöyle dile getirmektedir: “Çocuk, hiç bir iyilikle babanın hakkını ödeyemez. Ancak onu köle olmuş bir vaziyette bulur da satın alarak hürriyetine kavuşturursa hakkını öder.” (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 6)

Hz. Büreyt (r.a)’dan rivayet edilen bir Hadîs-i Şerifte; adamın biri Kâ’be’yi tavaf ederken annesini omzunda taşıyarak tavaf ettirmiş. Resulüllah (a.s.m)’ın yanına gelerek: ” Annemin hakkını ödedim mi?” diye sormuş. Resulüllah ( a.s.m) ” Hayır, bu yaptığın sana hamile iken alıp verdiği bir nefesin hakkı bile değil.” diyerek cevap vermişlerdir.

Yukarıda geçen ayetlerde de görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak kendisine ibadetten hemen sonra ebeveyne iyiliği emretmiş, Peygamberimiz de (a.s.m): “Allah’ın rızası, babanın rızasında, gazabı da gazabındadır” (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 1; Tirmizî, Birr, 3) buyurmuştur. İyilik yapmada babadan önce gelen annenin durumu da, tabii ki böyledir.

Bu şefkat dolu tasvirin, insanları anne babalarına teşekküre yönelttiği oldukça açıktır. Bu gibi ifadelerden de anlaşıldığı gibi, eşyanın ve varlıkların hakiki makamını ve mertebesini Kur’an ortaya koyduğu gibi, anne ve babalara nasıl davranılması gerektiğini de en iyi İslam dini tasvir etmektedir.

Burhan Sabaz / Sorularla İslamiyet

Cuma Sohbetleri (Gıybet)

Bu hafta Dr.Burhan Sabaz ağabeyimiz, güzel anlatımıyla,  hem şahsi hemde  toplumsal bir yaramız olan “gıybet meselesini ” ele alıyor. Bu hastalıkla mücadelede bakış açımızın nasıl olması gerektiğini kuran-ı kerim’in o i’cazlı ayetini risale-i nur’un penceresiyle gösteriyor.

“YİRMİ BEŞİNCİ SÖZÜN Birinci Şulesinin Birinci Şuaının Beşinci Noktasının, makam-ı zem ve zecrin misallerinden olan birtek âyetin, mu’cizâne altı tarzda gıybetten tenfir etmesi, Kur’ân’ın nazarında gıybet ne kadar şenî birşey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç bırakmamış. Evet, Kur’ân’ın beyanından sonra beyan olamaz; ihtiyaç da yoktur.”
“Gıybet, ehl-i adâvet ve haset ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez.”
 

Mektubat, Yirmi İkinci Mektup, Hatime