Etiket arşivi: büyük cihad

Cemaatten kopmamak

Günün acı gerçeği

Geçtiğimiz günlerde bir grup müslüman ile ümmet olma bilinci üzerine sohbet edip dertleştik. Mevcut dini yapıların, istemeden de olsa gözle görülür bir farklılaşma, birbirleriyle ilişkilerinde derinden derine bir kopma yaşadıklarını dostça tespit ettik. Oysa bu yapıların önderleri dışında müştereklerinin ve mukaddeslerinin büyük ölçüde aynı olduğunu, aralarında sadece uygulama ve söylem yönünden farklılıklar bulunduğunu, bunun da normal kabul edilebileceğini paylaştık. Ne var ki, bu tabiiliğe rağmen birbirleriyle ilişkilerinde tam bir rekabet ve dolayısıyla da kopuş tavrını yansıtan davranışlar görüldüğünü üzülerek kaydettik.

Ümmetin birliğini ve bütünlüğünü pekiştirmesi beklenen söz konusu dini cemaat ve yapıların garip bir şekilde ayrılık sebebi niteliğine kaydıkları gerçeğini daha fazla vakit kaybetmeden yine kendilerinin olumlu yönde değiştirmeleri gereğini vurguladık, temenni ettik.

Sohbet boyunca, soğukkanlı ve hakaretten uzak değerlendirmeler yaptıkça, katılanların birer ümmet bireyi olarak mensubiyetleri ne olursa olsun, sesli özeleştiri yapmanın verdiği vicdani rahatlama ve sorumluluklarını tüm boyutlarıyla (cihad-ı ekber) “büyük cihad“[1]bilinci içinde hissettiklerine ve bunu biraz farklı ifadelerle de olsa dile getirdiklerine tanıklık ettik. Netice olarak da değişik isimlerle kendilerini farklı grupların içinde ellerindekilerle yetinmekle avunduklarını, halbuki öteki grup mensuplarıyla zaman zaman bir araya gelip dostça görüş alış-verişinde bulunmalarına -ümmet bilinci adına- büyük ihtiyaç olduğu itirafını paylaştık. Giderek bireyselleşen beşeri ilişkilerin verdiği rahatsızlıkları, gruplar seviyesinde de yaşamanın büyük bir sosyal çöküşü hazırladığını, “bir ve beraber sanılanların kalbî ve duygusal farklılıklarını“[2] yaygınlaştırdığını ne yazık ki kabullenmek zorunda kaldık.

Günün birincil görevi

Bu duruma elbette çare aramak ve çözüm bulmak için çalışmanın, samimiyetle gayret göstermenin, müslüman gruplar arası diyaloglar, birliktelikler gerçekleştirmenin, günümüzün birincil görevi olduğu ortadadır. Farklı grup isimleriyle anılan din kardeşlerimizden kopup uzaklaşarak değil, -ümmet bilincinin tabii gereği- safları sıkı tutup birliktelik fırsatlarını yoksa icad etmek; varsa, artırmak suretiyle “günün birincil görevi”ne sahip çıkılabilir. Bu konuda ilk hareketi başkalarından beklemek, bu hayırlı işte gönülsüzlük anlamına gelir. Konuya ait teşebbüs yarışmasına öncülük yapmak ve tanıklık etmek ise büyük bir bahtiyarlıktır.

Birliktelik fırsatlarının artırılması hizmeti, ocak gayreti ile hareket etme eğiliminde olan grupları ve daha ötede ümmet fertlerini dikkate alarak, cemaat önderleri tarafından başlatılıp kolaylaştırılmalıdır. Bu da önderlere düşen günün birincil görevi durumunda gözükmektedir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in, “benim ve ashabımın yolu üzere olanlar” diye çerçevesini çizdiği Kitap-Sünnet  bağlıları topluluğu (“cemaat”) içinde kalabilmek ancak bu yolla mümkün olacaktır. Aksi ise, korkarız, Âkif merhumun şu mısralarını paylaşmak anlamına gelecektir:

“Şu vahdet târumâr olsun” deyip saldırma İslâm’a

Uzaklaşsan da imandan, cema’atten uzaklaşma.

İşit, bir hükm-i kat’î var ki istînafa yok meydan:

“Cemaattan uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah’tan!

…….

Nasıl yekpâre milletler var etrafında bir seyret,

Nasıl tevhîd-i âheng eyliyorlar, ibret al, ibret! [3]

Ümmet’in birliğine hizmet etmeyen eğilimler, gayretler, gruplar ve yapılar iddiaları ne olursa olsun, böylesine acı bir sonucun paylaşanları olup “ibret al” ihtarının muhatabıdırlar. Oysa tam anlamıyla “mezleka-i akdam/ayakların kayacağı yer” demek olan cemaatten uzak kalmak, “ümmet olma bilinci“nin bütünleştiriciliğinden mahrum olmaktır. Oysa gurup liderlerinin önce bilinç sonra tavır birlikteliğine öncülük ve önderlik etmenin yollarını arayıp bulmaları ve bağlılarına ısrar ve öncelikle bunu telkin etmeleri, hep birlikte “mü’minlerin yolu“nu[4] tutmuş olmak için olmazsa olmaz bir gerekliliktir.  Atalarımız  ne güzel söylemişlerdir: “Sürüden ayrılanı kurt kapar.”

Hablullâhi’l-metîn

Allah’ın ipine (kitabına) hep birlikte sımsıkı sarılın, ayrışıp fırkalaşmayın“[5]âyetinin devamında, Müslümanların geçmişteki parçalanmışlıkları/iç düşmanlıkları, Allah Taala’nın, kalblerini birleştirmesi  sonucunda önlenmiş olduğu hatırlatılmaktadır. Daha sonra da söz konusu birlikteliğin, cemaat ruhu ve uygulamasının devamını sağlamak ve sürdürebilmek bakımından “Aranızdan hayra çağıran, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran bir topluluk/kadro bulunsun“[6] diye yol gösterilmektedir.

Ayrıca ve özel olarak, “kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra ihtilafa/anlaşmazlığa düşüp birbirleriyle çekişen/didişen kimseler gibi olmayın. Onlar için büyük bir azap vardır“[7] uyarısında bulunulmaktadır. Daha sonraki âyetler de ise, ümmet-i Muhammed ve ehl-i kitabın topluluk/ümmet olarak nitelikleri ve yapıp ettiklerine dikkat çekilmekte, -aralarında farklı kesimlerin bulunmasına rağmen- ehl-i kitabın iman etmiş olmaları halinde kendileri için hayırlı olacağı[8] vurgu- lanmaktadır. “İnsanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılmış hayırlı ümmet Müslümanlar”ın[9] ehl-i kitaba örnek gösterilmesi, ümmet-i Muhmmed’in varlığına, yapısına ve niteliklerine uygun davranmak konusunda her dönemde müslüman bireylere ve özellikle de Müslüman grup ve cemaatlere sorumluluklarınının ciddiyetini ihtar anlamına gelmektedir.

Bütün bu gerçekler, Ümmet’in ayrılarak küçük küçük parçalara bölünerek değil, ümmet kelimesinin çizdiği çerçevede mümkün olduğunca birleşerek ve bir araya gelerek bir anlam ifade edebileceğini ve işte o zaman “يدالله مع الجماعة Allah’ın yardım ve kudretinin cemaatle birlikte“[10] olduğunu büyük bir mutluluk olarak hayata geçirebileceğini hatırlatmaktadır.

Cemaat kelimesinden herkesin kendi mensup olduğu gurubu, ocağı değil, öncelikle ümmet yapısını, ehl-i sünnet ve’l-cemaat/Kitap ve sünnet çizgisini takip eden mü’minler topluluğunu anlaması lazım geldiği unutulmamalıdır. Çünkü ehl-i sünnet ve’l-cemaat, gruplardan bir grup, cemaatlerden bir cemaat değil, İslam ümmetinin ana gövdesini oluşturan yapıdır.

Ne yazık ki son zamanlarda ehl-i sünnet ve’l-cemaat adına, gereksiz ve asılsız beyanlar, pazarlamalar ve ticaret amaçlı reklamlar ulu-orta yapılmakta ve böylece kendi bindiği dalı kesme gaflet ve basiretsizliklerine şahit olunmaktadır. Ümmet-i Muhammed’in yapısal varlık ve nezaketi, hem sonucu parçalanmaya giden gruplaşmalardan hem de ehl-i sünnet ve’l-cemaati savunma görünümlü polemikten öte bir ciddiyet taşımayan kasıtlı-kasıtsız beyan ve çağrılardan -ne yazık ki- zarar görmektedir.

O halde dindar bireylerin, dini gurup ve yapıların ümmet-i Muhammed için ne ifade ettiklerini ve ne yaptıklarını, büyük bir soğukkanlılık ve derin bir içtenlikle sürekli gözden geçirmeleri gerekmektedir. Bu da tasavvuf ehlinin kemal yolu olarak çokça dile getirdiği murâkabe ve muhâsebenin ümmet düzeyine ulaşması ve ümmet bilincine dönüşmesi demek olacaktır.

PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN Altınoluk, Aralık 2017

[1] “..Reca’nâ ile’l-cihadi’l-ekber” beyanına göndermedir.

[2] el-Haşr ( 59 ), 14

[3] Safahat, “Alınlar terlemeli”, s. 414

[4] en-Nisa (4), 115

[5] Al-i imran (3),103

[6] Al-i İmran (3), 104

[7] Al-i İmran (3), 105

[8] Al-i İmran (3), 110

[9] Al-i İmran (3), 110

[10] Tirmizi, Fiten 7; Nesâî, Tahrîm 6

Kandil Yürüyüşü

medineHİKMETİ HİÇ unutulmasın, müminler ondan her daim yeni dersler alsın, yolunu kaybettiğinde yol göstericisi olsun diye her yıl yeniden andığımız bir miracın gölgesi üzerimdeyken en sevgilinin ayak seslerini düşlüyorum.. Mekke’nin havasının, insanının, bir araya gelmiş tüm şartlarının sıktıkça sıktığı bir nebinin ayak seslerini yani.

En güzel bir yol arkadaşını, aynı zamanda en büyük destekçisini kaybetmek, hayır umduğu zorlu bir yolculuktan büyük hayal kırıklığı ve hakaretlerle dönmek, döndüğü yerde alaya alınmak, her daim canına kast edilmek diğer yandan. Ne maldan, ne dosttan, ne destekleyiciden yana güçlü olmak şöyle dursun, elindekileri de yitirmek, yitirdikçe yitirmek..

İşte bu yorgun ayaklar, bu hüzünlü kalbi taşıyan bedenin sahibinin narin ayaklarıydı ki gök kapılarına dayanmıştı. Nasıl olmuştu da en yalnız, en karanlık, en zor günlerden cennet sevinçleri yağmıştı?

Bunu düşünmek istiyorum çünkü çok hüzünlüyüm. Hüzünlüyüz. Hüzün yılı değil, hüzün asrı yaşıyoruz ümmetçe. Ve zorluğun ardından gelecek olan kolaylığı, ‘rabbin sana darılmadı, seni unutmadı’ hitabını, Cebrail’in yoldaşlığını en çok beklediğimiz zamanlardayız. ‘Bir binanın tuğlaları’ gibi olan müminlerin tüm duvarlarına başka yerden saldırıyor birileri. Birini öremeden diğeri yıkılıyor. Kudüs’e ağlarken, Suriye kanıyor. Onun yarasını saramamışken Patani inliyor. Irak gün yüzü göremiyor. Afganistan unutuluyor, Afrika ölüyor..

Gök kapılarına dikiyoruz gözümüzü, Allah’ın ordularına.. Bu kadar hüzünden sonra, bunca gece yürüyüşünden sonra bir yükseliş istiyoruz. Bir cennet selamı almak. Ama sanırım bir yerlerde hata yapıyoruz. Ayaklarımızı yere mıhlayıp yükselmemizi engelleyen bir şeyler.. Galiba sadece ‘hüzün’ değildi miracı getiren. O yüzden bu kadar hüzünden bir miraç çıkmıyor belki. Bunun üzerinde düşünmek istiyorum çünkü hüzünlenmekten başka şeyler de yapılması gerektiğini düşünüyorum.

Benim için en kritik nokta efendimizin miraca kulluğuyla ulaşmış olmasıdır. Namazı müminlerin miracı yapan bu sırdır. Kendisinden başka nebi gelmeyecek olan son nebi, o makama peygamberliği vasıtasıyla çıksa kapı kapanacaktır. Fakat o, bu güzelliğe kulluğu vasıtasıyla ulaşmış ve tüm ümmetine kapıları açık bırakmıştır. Kul olabilmek, en önemli adım olsa gerek. Hakkıyla kul olabilmek.

İslamın en asli ve kesin hükümlerini yerine getirmeyen ama dünyayı kurtarmaya, dava adamı olmaya, o davayı da islam adına kullanmaya çalışan ne çok insan var değil mi. Ya da yerine getirilmesi borç olan ibadetlerini eksiksiz yerine getirdiği halde islam ahlakından nasiplenememiş olan. Oysa kulluk bir hal, bir ahlaktır ve miracı bir peygamber mucizesinden ibaret olarak algılamanın ötesinde dersler çıkarmak için biraz ahlaki bir okuma yapılmalıdır. Mesela belki de bu ‘teselli hediyesi’nin temelini atan efendimizin tevekkülü ve sabrıdır. Ama asla vazgeçmeden. Sonra mütevaziliğidir. Ama zulme ve küfre boyun eğmeden. Fedakarlığıdır elbet. Kalıp mücadele etmek. Ve sidre-i müntehaya kadar ulaşıp, rabbine kavuşup, Mekke çöllerine, düşmanların içine geri dönebilmek.. Kendini değil davayı, sonucu değil yolu, yoldaki yoldaşlarını düşünmektir belki.

Ümmetçe içine gark olduğumuz bunca hüzünden çıkmanın çaresi şüphesiz Allahın yardımı iledir. Rabbimizin rahmetini üzerimize celb etmenin yolu ise buna layık olabilme gayretimizdir. Ve bunun için yapmamız gereken kulluğa yakışmayan hallerimizi bir bir düzeltmektir. İslama rağmen Müslüman kılığından sıyrılmak gerek. İnsani yanı öldürülmüş bir islamdan bahsedilemeyeceğini yeniden hatırlamamız gerek. Belki de hayalimizde ürettiğimiz o büyük davaların peşinde koşarken ezdiğimiz çiçeklerden ötürü baharın gelmediğini fark edebilmek..

Büyük cihad için sefer yapmalı anlaşılan. İçsel bir yolculuğa çıkmak ve vicdanımızın merdivenlerinden gece yürüyüşleri yapmak. Ruhumuza yükselmek ve asıl düşmanı tespit edebilmek.. Ve bu yolculuklardan her defasında ‘gözümüzün nuru namaz’la dönebilmek..

Kulluk şuuruna ermiş fertlerden oluşan bir ümmet hüzne değil zafere yakındır elbet.

Hayırlı yolculuklar ve hayırlı kandiller.

Nuriye Çakmak

Karakalem.net