Etiket arşivi: çalışmak

Risale-i Nur’dan Mirac Kandiline Dair…

Bismillahirrahmanirrahim

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Leyle-i Miraç, ikinci bir Leyle-i Kadir hükmündedir.

Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar. Şirket-i mâneviye sırrıyla, inşaallah herbiriniz kırk bin dille tesbih eden bazı melekler gibi, kırk bin lisanla bu kıymettar gecede ve sevabı çok bu çilehanede ibadet ve dualar edeceksiniz.

Ve hakkımızda gelen fırtınada binden bir zarar olmamasına mukabil, bu gecedeki ibadetle şükredersiniz. Hem sizin tam ihtiyatınızı tebrikle beraber, hakkımızda inâyet-i Rabbâniye pek zâhir bir surette tecelli ettiğini tebşir ederiz. (Şualar sh.429)

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Leyle-i Miracınızı tebrik ve içinde ettiğiniz duaların makbuliyetini rahmet-i İlâhiyeden niyaz ederiz. Ve bu havalide Miraç gecesinden bir gün evvel ve bir gün sonra müstesna bir surette rahmetin yağması işarettir ki, bu vatanda bir umumî rahmet tecellî edecek, inşaallah. (Emirdağ Lahikası, Sayfa 263)

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sual: “Tevafukla bu keramet nasıl kat i sabit oluyor?” diye kardeşlerimizden birisinin sualine küçük cevaptır.

Elcevap : Birşeyde tevafuk olsa, küçük bir emare olur ki, onda bir kasıt var, bir irade var; rastgele bir tesadüf değil. Ve bilhassa tevafuk birkaç cihette olsa, o emare tam kuvvetleşir. Ve bilhassa, yüz ihtimal içinde iki şeye mahsus ve o iki şey birbiriyle tam münasebettar olsa, o tevafuktan gelen işaret sarih bir delalet hükmüne geçer ki, bir kasıt ve irade ile ve bir maksat için o tevafuk olmuş, tesadüfün ihtimali yok.

İşte, bu mesele-i Miraciye de aynen böyle oldu. Doksan dokuz gün içinde yalnız Leyle-i Regaip ve Leyle-i Miraca yağmur rahmetinin tevafuku ve o iki gece ve güne mahsus olması, daha evvel ve daha sonra olmaması ve ihtiyac-ı şedidin tam vaktine muvafakatı ve Miraciye Risalesinin burada çoklar tarafından şevkle kıraat ve kitabet ve neşrine rastgelmesi ve o iki mübarek gecenin birbiriyle bir kaç cihette tevafuk etmesi ve mevsimi olmadığı için acip gürültülerle, söylenmeyecek maddi manevi zemin gürültüleriyle feryatlarına tehditkarane ve tesellidarane tevafuk etmesi ve ehl-i imanın meyusiyetinden teselli aramalarına ve dalaletin savletinden gelen vesvese ve zaafiyetine karşı kuvve-i maneviyenin takviyesini istemelerine tam tevafuku, bu geceler gibi şeair-i İslamiyeye karşı hürmetsizlik edenlerin hatalarına bir tekdir olarak,

“Kainat bu gecelere hürmet eder, neden siz etmiyorsunuz?”

diye manasında, kesretli rahmetle şeair-i İslamiyeye karşı, hatta semavat ve feza-yı alem hürmetlerini göstermekle tevafuk etmesi, zerre miktar insafı olan bilir ki, bu işte hususi bir kasıt ve irade ve ehl-i imana hususi bir inayet ve merhamettir; hiçbir cihetle tesadüf ihtimali olamaz.

Demek hakikat-ı Miraç, bir mucize-i Ahmediye (a.s.m.) ve keramet-i kübrası olduğu ve Miraç merdiveniyle göklere çıkması ile zat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) semavat ehline ehemmiyetini ve kıymetini gösterdiği gibi, bu seneki Miraç da zemine ve bu memleket ahalisine kainatça hürmetini ve kıymetini gösterip bir keramet gösterdi. (Emirdağ Lahikası, Sayfa 39)

Bediüzzaman Said Nursi Hz.

www.NurNet.org

Reçete

İslam coğrafyası paramparça olmuş, kan ve gözyaşı eksik olmamaktadır, çevremizdeki muhalifler bizlerin zaaflarından istifade ederek Allah’ın hoşuna gitmeyen uygulamalarla bizleri ve gelecek neslimizi heder etmekte, geleceğimizi karartmaya devam etmektedirler.
Asrın müceddidi Bediüzzaman bu yarayı, bu hastalığı görmüş, kaleme aldığı Risale-i Nurlarda bunun reçetesini sunmuştur, bizler hala bu düşüncelere uzak ve bi gayrı kalarak ecnebiye yardım ettiğimizin farkında bile değiliz. Bunun sonucunda ülkelerimiz geri kalmakta milletimiz fakrı zaruret içine düşmekte bizlerin ve çoluk çocuğumuzun her iki dünyası da mahf olmaktadır.
Hâsılı kelam, içine düştüğümüz bütün bu olumsuzlukların sebebi, bize sunulmuş olan reçeteyi istimal etmemekten kaynaklanmaktadır.
Meselesinin önemini kavrayabilmek için, Batı hayatında büyük bir ameliyat icra etmiş olan Kalvin’le (Calvin 1509-1564) kısa bir mukayese yapmak istiyoruz. 
Herkesin bildiği üzere, Kalvin Hıristiyan dünyasında ciddi bir reform yapmıştır. Bugün kapitalizm diye ifade ettiğimiz Batı teknolojisi de varlığını Kalvin’e borçludur. Çünkü o, Batı hayatına üç temel fikir vermiş, bu fikirlerin hayata geçmesi ile Batıda ilim, fen ve teknoloji gelişmiştir. Bu üç temel fikir şunlardır:
İlim, çalışmak ve züht (dünyaya ehemmiyet vermemek).
Bediüzzaman’da  “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” diyerek İslam âlemine, Müslümanlara kurtuluş reçetesini özetlemiştir.
Bediüzzaman, her kötülüğümüzün temelinde cehalet vardır der, kurtuluşun da ilimde olduğunu söyler.
“Ben Vilâyet-i Şarkiyyede aşiretlerin hâl-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevi bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak.”
“Elbette nev’i beşer âhir vakitte ülûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetlerini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.”
Ayrıca kuvvete dayanan hükümetlerin çabuk ihtiyarlayacağını, ilme dayanan hükümetlerin ebedi bir ömre mazhar olacaklarını” belirtir.
Bediüzzaman cehaletin izalesini, medreselerin yaygınlaştırılmasında görmüştür. 
“Bunlar gâvur okuludur, çocuklarınızı buralarda okutmayın” sloganı, dindar çevrelerde müessir olduğu devrelerde bile Bediüzzaman “Bütün fenler, kendi lisan-ı mahsuslarıyla mütemadiyen Allah’tan bahseder, siz muallimleri değil, onları dinleyin” diyerek çocukların okullara gönderilmesini tavsiye eder. 
Zaruret; Yani, Müslümanların maddi ve teknik yönden geri kalmışlığı.
Buna fakirlik, gerilik, ihtiyaç sahipliği de diyebiliriz.
İstikbalde, Müslümanlar atalet ve yeisten kurtularak, tekrar terakki edip fen ve teknikte Batılılara yetişip, hatta onların önüne geçeceklerine dair kuvvetli kanaatler vardır.
“ihtiyaç medeniyetin üstadıdır.” Yeter ki ihtiyacımızı hissedelim.
Bediüzzaman, fakr ve ihtiyacın insanları gayrete sevk ettiğini, böylece fıtratlarında mevcut olan meylü’t-terakkinin kuvveden fiile geçtiğini, teşebbüs ve çalışma sonunda terakkinin geldiğini belirtir.
“Hayat bir faaliyet ve harekettir, şevk ise onun matiyyesi (yani bineği) dir.” der.
Bütün faaliyet ve gayretin temelinde şevk yattığını söyler. Dine hizmet gibi yüce maksatlar taşıyan insanın himmetinin de yücelerek, değerinin artacağına dikkat çeker:
“Kimin himmeti milleti ise o tek başına küçük bir millettir.” der.
 
Batı terakkisinin üssü’l-esası milliyetçilik duygusudur. Bu duygunun bizde de uyandırılması lâzımdır. Ancak, milliyetçilikten kasıt İslâmcılılıktır.
 
“Milliyet bir bedendir, ruhu dindir.”
“Din milliyetin hayatı ve ruhudur” der.
Batının fen ve ilmini alalım, ama bunu yaparken kendi millî âdetlerimizden fedakârlık etmeyelim. Japon modeli buna örnektir.
 Bediüzzaman ”Maddi terakki için çalışmak Müslümanlara dinî bir vecibedir “
“Her bir Mü’min, i’la’yıkelimetullahla mükelleftir, bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir.”
Çalışmak, Cenab-ı Hakkın tekvînî (tabiata hakim) şeriatındandır. Bu şeriatın emirlerine uymanın veya uymamanın mükâfat veya cezası dünyada peşindir. Örneğin zehir içen ölür, elektriğe dokunan ölür, yüksekten atlayanın bir yerleri kırılır, soğukta kalan üşür, sıcakta oturan terler gibi, bunları yapanın kâfir veya Mü’min olması hatta insan ve hayvan olmasının bile hiçbir önemi yoktur.
Yine aynı şekilde “Çalışmanın sevabı servettir, ataletin cezası sefalettir.” Yani çalışan insan zengin olur malı mülkü artar, çalışmayanında sefaleti artar bunlar daha dünyada karşılık bulur.
 
Allah’ın emirlerini yerine getirip getirmemenin cezası veya mükâfatı ise ahrette verilecektir. Bazen hem dünyada hem ahrette verildiği de olmaktadır mesela içki içmek;
 
İçki içen insan dünyada bazı cezalara çarptırıldığı gibi, af edilmemesi halinde ahrette de cezaya müstahak olacaktır.  
Verimli bir çalışmanın olması için fıtrî meyle uygun meslek tavsiye edilmeli. Oysa günümüzde öylemi? Çok kazandıran mesleklere yönelttiğimiz çocuklarımızın o mesleği sevip sevmediğine bakmadığımız gibi kabiliyetini de sorgulamıyoruz.
Gayr-ı müslimin sanatından istifade edilebilir, kâfirin küfrü veya fasıkın fıskı maharete ve sanata zarar getirmez. 
Yerli olarak imal edilen mallar kullanılmalı. Okullarımızda kutladığımız yerli malı haftaları bunları gelecek neslimize de öğretmenin güzel bir yoludur.
Batı mamulâtı hayat boyu boykot edilmeli. Bediüzzaman bunu hayatında tatbik etmiştir. Gandi’de buna örnektir.
Bediüzzaman’a göre Osmanlı Devletindeki azınlıklar zenginleşirken Müslümanların fakirleşmesinin bir sebebi de meslek seçimi ile ilgilidir. 
“Biz gayr-ı tabii ve tembelliğe müsait ve gururu okşayan amirlik maişetine el atıp belamızı bulduk” der.
 
Maişet ve geçimin “tabii” ve “meşru” ve “hayattar” yollarının: “ziraat”, “ticaret” ve “san’at” olduğunu belirtir. “Bence” der, “memuriyete ve imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir, yoksa maişet ve menfaat için girse bir nevi Çingenelik eder.
İhtilaf; Bunun zıddı ittifaktır.
Müslümanlar arasındaki ihtilaf, hem dini gruplar arasındaki ihtilaf, Medrese, mektep ve tekke  arasındaki ihtilaflar mutlaka son bulmalı. Hayat İttihattadır.
 
“İttifakta kuvvet var, ittihatta hayat var, uhuvvette saadet var”.
İslâm âlemi, aralarında tam bir birlik yapabilseler, hiçbir dünyevi güç bunun önünde duramaz.
Nasıl, dört elif ayrı ayrı oldukları takdirde dört kıymetinde olur, yan yana gelmeleri halinde bin yüz on bir kuvvetine ulaşır, keza dört tane dört ayrı ayrı iken on altı ettikleri halde omuz omuza verince dört bin dört yüz kırk dört kuvvetine ulaşır. İttifakta da böyle bir güç meydana gelir. 
Bediüzzaman, Müslümanlar arasındaki ihtilafların, iman zaafı, bencillik, en doğruyu aramak gibi bir kısım eksikliklerden ve yanlış davranışlardan ileri geldiğini belirtir. Ona göre, Müslümanları geri bırakan altı hastalıktan dördüncüsü “ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları” bilmemektir.
“Ehl-i imanı bir birine bağlayan bağları” iki kategoride değerlendirebiliriz. Bunlardan birisi inanç birliği, diğer ise amel ve ibadet birlikteliğidir.
Evet, aynı Allah’a aynı peygambere, aynı kitaba, aynı ahirete, aynı meleklere, aynı kadere aynı dini değerlere inanmak, Müminleri birbirine bağlayan en sağlam ve en kopmaz çelikten bir halat gibidir. Üstad’ın ifadesi ile bu bağlar iki gezegeni bile birbirine raptedebilir.
Yine aynı namazı kılmak, aynı hacca gitmek, aynı zekâtı vermek, aynı orucu tutmak, aynı kıbleye yönelmek gibi onlarca amel ve ibadetler de müminleri birbirine bağlayan fiili ve ameli bağlardır. Her dilden her renkten her iklimden milyonlarca insanın, aynı ihramı giyip aynı Kâbe’de tavaf edip, aynı Arafat’ta vakfeye durması, bu bağların en güzeli ve en somut olanıdır.
 Bu imânî ve dinî bağları harekete geçirmek gerekmektedir. 
“İttifak hüdadadır, heva ve heveste değil” .
Din dışı, beşerî formüllerle birlik sağlanamaz.
Birliğin sağlanmasında, korku ve baskı hiçbir fayda sağlamayıp, bilakis aradaki nifak ve tefrikayı daha da artırır.
Mü’minler arasında birliği gerektiren bağların Uhud Dağı azametinde ve Kâbe hürmetinde, aralarında ihtilafa ve ayrılığa götüren sebeplerin ise çakıl taşı hükmünde olduğunu ve dini değerleri düşünmeden Mü’mine küsüp darılmanın çakıl taşlarını Uhud Dağından büyük, Kâbe’den daha hürmetli tutmak kadar bir divanelik olduğunu bilmeliyiz. 
“Âlem-i İslâmdaki ihtilafı, tadil edecek çare nedir?” sorusuna Bediüzzaman şu cevabı verir “Evvela herkesin ittifakla kabul ettiği yüce maksadlara nazar etmektir. Çünkü Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’ânımız bir, zaruriyat-ı diniyyede umumumuz müttefik” der. 
Eşitlik:
Bediüzzaman bilhassa millî birliği sağlayacak hususlardan biri olan eşitliğe ehemmiyet verir.
 
Bunun kanun hâkimiyetini tam olarak sağlamakla gerçekleşeceğini söyler, aksi takdirde, her bir idarecinin müstakil bir müstebit olacağına, araya komiteciliğin girerek istibdadı artıracağına dikkat çeker. 
Maarif:
Bediüzzaman bugün Doğu bölgelerimizi kasıp kavuran anarşiyi bu asrın başlarında sezmiş, bunun maarif yoluyla önlenebileceğini söyleyerek, Doğunun ismen saydığı belli başlı merkezlerinde medreseler açılarak, devlet eliyle talebeler yetiştirilmesini teklif etmiştir.
Ehakkı Aramak:
Bilhassa mezhep ihtilaflarını ve dini gruplar arasındaki ihtilafları bertaraf edecek bir formül, budur.
“Hakta ittifak ehakta ihtilaf olduğundan bazan hak, ehaktan ehaktır.”der.
 
Herkesin kendi mesleğini “hak” bilmeye, daha güzel bilmeye hakkı olduğunu, amma başkalarının mesleğini batıl ve çirkin bilmeye hakkı olmadığını söyler. Kişinin sadece kendi mesleğine hak demesini zihniyet-i inhisar olarak tavsif eder, bunun bencillikten, “hubb-u nefs”ten geldiğini belirtir. 
 
Muhabbete Muhabbet, Adavete Adavet:
İhtilafın giderilmesinde, Mü’minlere karşı muhabbetin yaygınlaştırılmasını, husumetin yok edilmesini tavsiye eder.
“Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yok.
 
“Medeniyette geri kalışımızın en büyük sebebinin, istibdaddan sonra, mürşid-i umumi üç büyük şube olan ehl-i medrese, ehl-i mekteb ve ehl-i tekkenin tebayün-ü efkârıve tehalüf-ü meşaribi” olduğunu söyler.
 
Tebayün-üefkâr,(fikir ayrılığı)ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış, ittihad-ı milleti çatallaştırmıştır. 
Medreselerde fen ilimlerinin okutulmasının, mekteplerde de din ilimlerinin okutulmasının şart olduğunu söyler.
Dini Cemaatlerin İttifakı:
 
Her şeyden önce o farklı cemaatlerin varlığını gerekli ve faydalı görür. Cemaatlerin gayede bir olmalarını arar. Elbette bu gaye müspet ve yapıcı olacak. Dine, millete hizmet etmek olacak. Bu varsa, metodda ve meşrebde birlik aranmaz.
(Din sevgisinin sevkiyle) teşekkül eden cemaatlerin, iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
“Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmek.
“İkinci şart: Muhabbet üzerine hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeye çalışmamak. 
 Bediüzzaman ihtilalci cemiyetlere karşıdır.
 
Bediüzzaman İslam âleminin şu ana kadar tahlil ettiğimiz her üç düşmanı da yenip, gelecekte maddi cihette  de insanlığa önderlik edip, sulh-u umumi getireceğini söylemektedir.
“Akıl ve ilim fen hükmettiği istikbalde elbette, burhan-ı akliye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.” der.
“İstikbal yalnız ve yalnız İslamiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacaktır.” Der.
“Yakinim var ki, istikbal semavatı ve zemini Asya,
Bahem olur teslim yed-i beyza-yı İslâma!”  der.
“İ’lay-ı Kelimetullahın bayrağı olan hilâl-yıldız bayrağı teâli edecek, eski şevketini bulacak inşaallah.” Der.
Derleyen: Çetin KILIÇ
Kaynaklar:
Risale-i Nur Külliyatı
Bediüzzamansaidnursi.org
Prof. Dr. İbrahim CANAN
sorularlaislamiyet
 
 
 
 
 

Ticarette İstikamet

Ticaret ve sanat bir milletin kanı ve canı hükmündedir. Peygamber Efendimiz (sav.)

“Rızkın onda dokuzu ticarettedir.”

buyurarak, ticaretin ehemmiyetini ifade buyurmuştur.

Bediüzzaman Hazretleri de

“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silâhiyle cihad edeceğiz.”1

buyurarak sanayileşmenin ve maddi terakkinin önemini vurgulamıştır. Evet, maddi ve manevi terakki ticaret ve sanayileşmeyle mümkündür. Fakir bir millet, zengin ve gelişmiş devletlerin tahakkümü altına girmeye mecbur olur. Maddî ve manevî terakki eden milletler, insanlık âleminin hakimi, medeniyetin de üstadı olurlar. Eskiden zillet ve meskenet içinde yaşayan Avrupalılar, ticaret ve sanatta zirveye ulaşmış olan Endülüs’ü kendilerine örnek alarak maddi sahada büyük merhaleler kat etmiş ve büyük bir güç haline gelmişlerdir.

İktisaden güçlü olmayan devletler siyasi yönden de muvaffak olamazlar. Hüküm ve söz hakkı hep kuvvetlinin olmaya devam eder. Maddi bakımdan zayıf olan devletler, her zaman güçlü devletlere, boyun eğmeye mecbur olurlar. Davalarında haklı olsalar bile hakları hep ellerinden alınır, mazlum ve mahkûm durumuna düşüp feryat etmeye devam ederler.

Bir millet ve devletin asayişindeki istikrarın en önemli sebeplerinden biri zenginliktir. Bu da ancak çalışmakla ve gayret ile mümkündür.

Peygamber Efendimiz (sav),

 “Çalışmak âdetim, tevekkül hâlimdir.”

buyurarak say ve gayreti teşvik etmiş;

“Evlatlarının nafakasını temin için ticaret yapanlar Allah yolunda muharebe edip, şehit olanlar gibidir.”

buyurarak ticaretin ehemmiyetini ortaya koymuş ve kendisi de nübüvvetten evvel ticaretle meşgul olmuştur.

Resûl-i Ekrem (sav.) kendisine peygamberlik vazifesi verilmeden önce ticaretle meşgul olmuş ve daha sonra da ticaret ortaklığı yapmıştır. Peygamber Efendimiz Hz. Hatice ile evlendikten sonra da ailesinin geçimini temin için bazen ortaklık yoluyla, bazen de müstakil olarak ticaretini devam ettirmiştir. O’nun (sav.) ticarî hayatındaki dürüstlüğü, sözünde doğru olması, ahde vefası, adil olması, yoksullara ve yakınlarına iyilikte bulunması, herkesin ona güvenip itibar etmesine, onu sevip saygı göstermelerine vesile olmuş ve kendisine “el-Emîn” lâkabı verilmiştir.

Say ve Gayret

Bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır:

“Bilinsin ki, insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”2

Cenab-ı Hak bu ayet ile insanları atalet ve tembellikten men edip, onlara çalışmayı emreder.

Evet hayat çalışmak ve gayret ile kaimdir. Her zorluk, say ve gayret ile kolaylaşır. Kişi ne ekerse onu biçer. Tarlasına arpa ekip de buğday biçen kimse görülmemiştir. Onun için esbaba teşebbüs edip çalışmak lazımdır ki, Cenab-ı Hak da o sebeplerin eliyle çeşitli rızklar ve nimetler ihsan etsin. Sa’y ve gayret, faziletin en büyük rüknüdür. Ruhunda aşk ve şevk olan bir insan, hangi arzusuna teşebbüs ederse etsin, onda muvaffak olur, maddî ve manevî teâli eder.

İnsanın şeref ve haysiyeti, saadet ve selameti için çalışması mukaddes bir vazife iken, çalışmamak ve tembellik etmek, insanın haysiyet ve şerefine leke getirir. Dünyevi ve uhrevi vazifelerini ifa etmesine mani olur. Onu hem dünyada hem de âhirette zillete düşürür. Zira, tembellik bütün kusurların ve ıstırapların membaıdır.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Nursî, B.S. Tarihçe-i Hayat.
2 Necm Suresi, 53/39.

Başarının sırrı mı varmış?

Einstein, dört yaşına kadar konuşamamış. Müzik hocası Beethoven’i kabiliyetsiz bulmuştu. Mimar Sinan sıradan bir acemioğlandı. Baltacı Mehmed Paşa oduncu çırağıydı. Ve Sokollu Mehmet Paşa…

Başarının bir sırrı var mı?..

Var…

Yakınmak yerine gerekeni yapmaktır, başarının sırrı.

Tarih gerekeni yapan insanların başarı öyküleriyle doludur.

Meselâ, meşhur fizikçi Albert Einstein, dört yaşına kadar konuşamamış, okumayı yedi yaşına gelene dek sökememişti…

O kadar ki hem öğretmenleri, hem de ailesi Einstein’in “zihinsel özürlü” olduğundan kuşkulanmışlardı…

Yani başarısızlığın tüm şartları hazırdı…

Ama çalıştı, çabaladı, inandı, umdu, tüm engelleri yendi ve sonunda çağının en büyük fizikçisi oldu.

Meşhur bestekâr Ludwig Van Beethoven de öyle…

Beethoven’in müzik öğretmeni, bir gün aileyi ziyaret etti ve oğullarının müziğe kabiliyetinin olmadığını, boşuna emek sarf etmemelerini söyledi…

Beethoven buna hiç aldırmadı: Çok çalıştı, çabaladı, inandı, umdu; karşısına çıkan güçlükleri bir bir yendi ve dünyanın “en iyi bestekâr”larından biri haline geldi.

Ya Walt Disney?..

Disney, “Gereksiz şeylerle uğraştığı, onlara fazla vakit harcadığı, bu yüzden işe yaramadığı” gerekçesiyle çalıştığı gazetelerden kovulmuştu…

Çalıştı, çabaladı, inandı, umdu ve dünyanın tartışmasız en tanınan ve en çok para kazanan ressamı oldu.

Şimdi “içimizden biri”ne, Koca Mimar Sinan’a bakalım…

Sinan sıradan bir “acemioğlanı” olarak Yeniçeri Ocağı’na girmişti…

Çalıştı, çabaladı, basamakları bir bir çıktı, önüne gelen fırsatları değerlendirdi ve binlerce “acemioğlanı” arasından sıyrılıp yükseldi…

Nihayet “Koca Mimar Sinan” oldu, Selimiye gibi eşsiz bir mâbede imza attı.

Bir “içimizden biri” daha: Sokollu Mehmed Paşa…

1519 yılında Devşirme Sistemi ile çocuk yaşta Edirne Sarayı’na getirilen küçük Mehmed, başlangıçta kimsesiz bir garibandı. Hiç kimseyi de tanımıyordu. Yani arkasında “dayı”sı filan yoktu…

Kendi emeği, kararlılığı, çabası ve gücü ile yükseldi. 1541’de Kapıcıbaşılığa, 1546’da saray hizmetlerinde başarılı olanların dış göreve atanmaları yolundaki gelenek uyarınca Kaptan-ı Deryalığa geldi.

Görevde iken Trablusgarp Seferi’ne katıldı, İstanbul Tersanesi’ni genişletti ve yeniledi. 1549’da vezirliğe gelerek Rumeli Beylerbeyliğine atandı.

Nihayet Kaptan-ı Derya ve Sadrazam oldu.

Osmanlı donanması İnebahtı’da (07 Ekim 1571) yanıp kül olduktan bir sene sonra dünyanın en büyük donanmalarından birini kuran Sokollu Mehmed Paşa’dır…

Buna başlangıçta inanamayan Kaptan-ı Derya Ali Paşa’ya şöyle demiştir:

Bak a Paşa!.. Kaptan-ı Deryası olduğun devlet öyle muazzam bir devlettir ki, isterse bütün donanmanın demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapabilir. Hangi geminin malzemesi yetişmezse, gel onu benden al!

Ve “İnebahtı Deniz Savaşı’nda donanmanızı nasıl da mahvettik!..” diye böbürlenmeye kalkışan Venedik elçisine:

Biz, Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik, siz İnebahtı’da bizi yenmekle, sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kol yerine gelmez, fakat kesilen sakal daha gür çıkar!..” diyerek, dersini vermiştir.

Ve Baltacı Mehmed Paşa…

Baltacı Mehmed Paşa (Prut Savaşı’nda Rus Çarlığı ordularını dize getiren komutan) Osmanlı Sarayı’na “oduncu çırağı” olarak girmişti. Yani balta (baltacı unvanı buradan gelir) ile odun kırıyor, ocaklara taşıyordu…

İşini iyi yapması, odun kırmada pratik ve uygun yeni metotlar geliştirmesi sonucu dikkat çekti. Enderun’a alınıp eğitildi. İğnenin deliğinden geçirildi. Önce “Baltacı Halifeliği”ne terfi etti.

Sesinin güzelliği yüzünden musikiye teşvik edildi, “müezzin” oldu. Oradan yazıcılığa terfi etti. Basamakları hızla çıkarak 1703 Aralık ayında “Mirahurluk”a yükseldi.

Çok zeki ve son derece çalışkandı. İlme karşı müthiş bir merakı vardı. Durmadan okuyordu. Bu çabası onu 1704 yılı Kasımında “vezir”liğe, hemen ardından “Kaptan-ı Derya”lığa (Deniz Kuvvetleri Komutanlığı), 21 Aralık 1704’te de “Sadrazam”lığa (başbakanlık) taşıdı.

Prut Savaşı’nın kahramanı işte bu eski “saray oduncusu”dur.

Onlar başardıysa, biz neden başaramayalım?

Yavuz BAHADIROĞLU

Kaynak: www.NurDergi.com