Etiket arşivi: çantacı Necmi abi

İnsanlık ve Kainat Konferansı

insanlik-ve-kainat-konferansi

70 yaşını aşkın olmasına rağmen ömrünü hala gençlere Risale-i Nur ve İman hakikatlerini anlatmaya adayan Çantacı Lakaplı Necmi İLGEN Ağabey, üniversitelerdeki konferans programlarına devam ediyor.

Türkiye’nin bir çok üniversitesinde gençlere yönelik konferanslar veren ve kendine has üslubuyla bilinen Çantacı Necmi İlgeni bu sefer Bezmialem Vakıf Üniversitesi ağırlayacak.

Çantacı Necmi Abi ,19 Aralık Perşembe günü saat 17.00’de, Bezmialem vakıf Üniversitesi Dekanlık Konferans Salonunda “ İnsanlık ve Kainat” konulu konferansı verecektir.

Risale Ajans

Risale-i Nur Eğitimi Profesör Yapıyor

Çantacı Necmi Ağabey… Kendine has üslubu ile ömrünü hakikat nurlarını anlatmaya adayan ve yetmiş beşini devirmesine rağmen dur durak bilmeyen bir gönül eri ve bir Nur Talebesi… Kamuoyu onu “ahret yok” diyen Şinasi’ye “Şinasi! Oğlum be, doğru sen de yoktun, eskiden bir ‘ıspanaktın’ sonra oldun kocaman Şinasi!…” deyip internette tıklanma rekoru kıran videosu ile tanıdı.

Nurları ilk tanıdığında o kadar aşkla-şevkle bağlanmış ki Çantacı ağabey; arkadaşları hapse girdiklerinde kendisi giremediği için savcılığa “ben de nurcuyum, beni de içeri alın” diye kendisi hakkında suç duyurusunda bulunmuş!

1937 yılında İzmir’in Urla ilçesinde başlayan ve hala devam eden bir hayat serüveni var. Bu koca yılların içine o kadar çok şey sıkıştırmış ki, “Risale-i Nurlarla tanıştığımdan beri camilerde, kahvehanelerde, sinema salonlarında kısacası meyhane hariç her yerde nurları anlatıyorum” diyor.

Çantacı ağabey Risale-i Nur derslerini yaparken dinleyenleri hem güldüren hem de düşündüren bir özelliği var.”Ders yaparken nelere dikkat ediyorsunuz?” şeklinde sorduğumuzda “Nur Talebeleri Risale-i Nur’a ayna olmalı, perde olmamalıdır, havastan çok avamın anlaması daha önemli, dersleri neşe ve coşku içinde yapıyorum” şeklinde cevap veriyor.

Sohbetimiz çok sıcak bir havada geçiyor. Zaten o kadar çok yolculuk yapıyor ki, güçlükle zamanı ayarlayabildik. Zira sohbetimizin akşamı Hatay’a, sonra Sakarya’ya daha sonra Erzurum ve Bayburt’ta, daha sonra ise Kıbrıs’a gidecek. Çeşitli üniversitelerde de konferanslar veriyor. Her anı, her dakikası dolu bir insan…

Geçen sene Ahmet Altan’la olan “odun ve meyve” muhabbetini sormadan da geçemedik. Altan için “Allah onu hidayet nuruyla şereflendirsin” diyor.

“ALLAH ALLAH! BU ADAM BENİ ANLATIYOR”

Risale-i Nur’larla ilk tanışmanız nasıl oldu, kimler vesile oldu?

Gençlik dönemimde bir takım sıkıntılar içindeydim, vesveseler adeta beni esir almıştı. Birçok yere müracaat ettim, tarikatlara girdim, belki faydası olur diye ama aradığımı bulamadım. Bir gün bir kardeşimiz bir ağabeyimizin evinde (Mustafa Birlik-Allah rahmet eylesin) Risale-i Nur dersinin olduğunu söyledi ve oraya gittik, tabi çok heyecanlıydım. Odaya girdiğimizde, bir kardeşimiz hiç unutmam Sözler’den vesvese bahsini okuyor. Bağıra bağıra “Ey vesveseli adam; bilir misin vesvesen neye benzer?…” diye okuyor.  Allah Allah! dedim, bu adam beni anlatıyor. İlk tanışmam böyle oldu.

Hangi tarihlerdi?

İzmir’de 1965 yıllarıydı.

“AŞKLA ŞEVKLE OKUYORUM, GECE-GÜNDÜZ OKUYORUM”

Peki daha sonra hizmetleriniz nasıl inkişaf etti, neler yaptınız?
Tabi ben o dersten sonra gidip gelmeye başladım ama o dönemde kitap bulamıyorduk. Erzurumlu kahraman ağabeyimiz Muzaffer Arslan kitap işlerine bakıyordu. Ondan Sözler ve Tarihçe-i Hayat’ı aldım ve doğru dükkanıma gittim. Aşkla şevkle okuyorum, gece-gündüz okuyorum, gelen müşterilere bile bakmıyordum.  O günden beri okuyorum.

“DÜKKÂNIMI ON BEŞ GÜNLÜĞÜNE KOMŞUYA BIRAKIR URFA’YA MEVLİD’E GİDERDİM”

Risale-i Nurlarla tanışmak sizi mutmain etti mi, aradığınızı buldunuz mu?

Tabi ki. Dükkânımı bile bırakıp okumaya gidiyordum.  Cumartesiden gider, salıya kadar gelmezdim, yeğenim Sedat’a bırakırdım. O kerata da açmazdı (gülerek.) Bazen on beş gün boyunca komşuya bırakır, Urfa’ya Üstad’ın mevlidine giderdim.  Bunlarla birlikte daha dört-beş ay geçmemişken konferanslar vermeye başladım.

Nerede konferans veriyordunuz?

Kahvehanelerde, açık hava sinemalarında, gittiğim her yerde bu hakikatleri anlatmaya başladım. Mesela Denizli’ye gittim. Beraberimizde kitaplar da götürdük.  Kahvehanelerde bağıra bağıra anlatırken kardeşlerimiz de ellerinde Meyve Risalesi ile “hocanın okuduğu kitap” deyip dağıtıyorlardı.

“RAHMETLİ SUNGUR AĞABEYLE ÇOK BULUNDUK”

Üstad’ın talebeleri ile görüşebildiniz mi? Kimlerle diyalog içindeydiniz?

Tahiri Mutlu, Mehmet Feyzi, Ahmet Feyzi ve Bayram Yüksel ağabeylerle sık sık görüşürdük. Evime ve dükkânıma misafir ederdim. Allah onlardan razı olsun. Rahmetli Sungur ağabeyle çok bulunduk. Bir keresinde Hacca gitmiştik. Medine-i Münevvere’de hep Mektubat’ı okutturuyordu bana.  Araplar gelip bizi dinliyordu.

“KENDİMİ SAVCILIĞA ŞİKÂYET ETTİM”

Risale-i Nurları tanıdığınız dönemlerde hükümetten baskı var mıydı?

Vardı. Ders okuduğumuz yerler hep gözetiliyordu.  1971 yılında ise aralarında Mustafa Birlik, Fethullah Gülen, Gültekin Sarıgül ağabeylerin olduğu elli dört kişilik grup hapse girdi.

Siz var mıydınız o grupta?

Ben yoktum. Giremediğim diye üzüldüm. Hatta Fethullah hoca haber gönderiyordu “Necmi kardeş İzmir’de durmasın. Ondan da bahsediyorlar, onu da alacaklar” diye.  Ben de alacaklarsa alsınlar, zaten o kadar kardeş içerde ben de girmek istiyorum dedim. Sonra da aldım çantamı gittim savcılığa kendimi şikâyet ettim. Ben “nurcuyum, bu kitapları okuyorum, dağıtıyorum, beni de içeri alın” dedim. Almadı, “seni şahit göstereceğim” dedi. Ve mahkemede şahit olarak bulundum.

“ANNEM VEFAT ETTİKTEN SONRA HAPSE GİRDİM”

Hapse hiç girmediniz mi?

Rahmetli annem hayattayken “aman oğlum dikkat et, Allah korusun, Allah korusun” derdi. Hiç girmedim.  Ama vefat ettikten sonra evimde ders yaparken evimi bastılar ve beni alıp götürdüler. Birkaç ay hapiste yattım. Çıktım, daha sonra bir gün dükkânımda ders yaparken bastılar, yine yattım, yine çıktım. 12 Eylül’ün ertesi günü yine evimi bastılar, yine girdik birkaç ay kaldık yine çıktık elhamdulillah! (gülerek) Bugünlere geldik.

“HER RİSALE MAKAMINDA BİRİNCİDİR”

Risale-i Nur’da sizi en çok etkileyen bahis nedir? En çok hangi risaleyi okuyorsunuz?

Risale-i Nur’un her tarafı insanı etkiler! Hani Üstadımız der ya “şu risale birincidir, ötekine baktım sonra dedim her risale kendi makamında birincidir.” Tuz birincidir, yerine göre; ekmek birincidir yerine göre… Risale-i Nur’un her tarafı beni etkiliyor ama ilk okuduğumda beni en çok etkileyen birinci söz oldu. “Her bir ağaç bismillah der…” bahislerini okuduğumda Allah Allah dedim, acayip oldum yahu (gözyaşları içinde.) Hakikaten ağaç Bismillah demese nasıl meyve verecek?

“NUR TALEBELERİ RİSALE-İ NUR’A AYNA OLMALI, PERDE OLMAMALI”

Bütün Türkiye sizi esprilerinizle tanıyor. Özellikle internette Şinasi ile ıspanak muhabbetiniz çok tıklanıyor. Nurları anlatırken esprili bir üslupla hem güldürüyorsunuz hem de düşündürüyorsunuz. Ders yaparken nelere dikkat ediyorsunuz?

Benim metodum şudur: Bakarım cemaatin içinde yeni gelenler veya göze çarpanlar var mı? Bir kişi olsa bile dersi sırf onun için yaparım. Diğerleri zaten dinliyor ve biliyor. Ama onların seviyesinde ders yapmaz ve soğutursanız gider. “Gittim bir şeyler anlattılar ama hiç birşey anlamadım” der ve siz de mesul olursunuz.  Üstadımız da diyor ya, “ders avama göre yapılır. Havas zaten dersini alır. Havasa göre yaparsan avam dersini alamaz ona haksızlık etmiş olursunuz.”

Ayrıca söylediğiniz hakikatlerin açık ve net olması lazım. Mesela kardeşlerden biri ders yapmış. Birinci reşha, ikinci reşha… Yeni gelenlerden biri de bunu “Reşat” anlıyor, demiş “bunlar hep Reşat’tan bahsediyor, niye Fatih’ten bahsetmiyorlar.” Bu doğru değil. Bizim için bir ayıptır yahu. Ne diyor Üstadımız: “Mukteza-i hale mutabakat belağatın tarifidir.” Yani kişinin seviyesine ineceksin. Nasılki Kur’an’ı Kerim bizim seviyemize iniyor. Koskoca ineği gösteriyor bize. “Bakın size bu inekten kan ve gübre arasından safi sütü veriyorum” diyor. Onun için Nur Talebeleri Risale-i Nura ayna olmalı, perde olmamalıdır.

BEN DERS YAPARKEN “YA RABBİ! BENİM BİLGİLERİMİ ONA DA VER” DİYORUM

Her dersin izahlı olması mı gerekiyor?

Tabi ki değil. Risale-i Nur’un izaha ihtiyacı yok! Fakat gelen adamın izaha ihtiyacı var. Bazı kardeşler diyor. İzah etme! Kardeşim, belki senin izah etmeye kabiliyetin yok, beceremiyorsun, sen etme. Bu çok yanlış. Ben ders yaparken “Ya Rabbi! Benim bilgilerimi ona da ver” diyorum.

Üstadımız hakikatleri anlatmak için hamalların kahvehanesine giriyor. Biz her yerde nur anlatacağız hem de bangır bangır. Nane şekeri satan biri her yerde otobüste, trende, sokakta her yerde nane şekerini satmak için durmadan bağırıp adeta “fenafinnane” olmuş. Biz de her yerde bu hakikatleri anlatıp “fenafinnur” olacağız.

“RİSALE-İ NUR EĞİTİMİ ALMANIZ SİZİ PROFESOR YAPIYOR ZATEN”

Son zamanlarda üniversitelerde birçok konferans veriyorsunuz. Sizi akademik kariyer yapmış bir hoca mı biliyorlar? İlkokul mezunu olduğunuzu inanıyorlar mı?

Efendim, bize araştırmacı diyorlar. Biz araştırıyoruz, sürekli. Birçok üniversitede tanımadığım halde davet alıyorum Rektörlükçe. Orada gençlere anlatıyorum, konumuz da “İnsan ve Kâinat” oluyor. Risale-i Nur eğitimi almanız sizi profesör yapıyor zaten. İlkokul mezunu olmak bir kıstas değil.

“ALLAH AHMET ALTAN’I HİDAYET NURUYLA ŞEREFLENDİRSİN”

Son olarak Ahmet Altan’la bir görüşmeniz oldu ve bu görüşme sonrasında Altan Taraf gazetesindeki köşesinde ziyaretinizi konu aldı. Günlerce konuşuldu. Görüşmeniz nasıl vuku buldu, kısaca anlatır mısınız?

Ahmet’in kardeşi Mehmet Altan’ı önceden tanıyorum. Bir gün telefon açtım. Ondan bahsettik yanımda deyince telefonu ona verdi. Konuştuk, sizi ziyaret etmek istiyorum dedim. O da tabi olur dedi. İstanbul’a geldiğinde yanına gittim. Bizi sıcak bir şekilde karşıladı. Dedim Ahmet Bey; Allah bizi odunlarla besliyor. Şöyle baktı: “Nasıl odunlarla besliyor?” dedi. Dedim “Elma ağacı bir odundur, ama dalından elmalar geliyor. Bu odun bizi bilmez, tanımaz. Elbette elmayı odunla gönderen Rabbimizdir.” Sonra düşündü; arakladım bunu, yazacağım dedi. Ertesi gün Taraf gazetesinde “Odundan meyve” başlıklı yazı yazdı. Allah onu hidayet nuruyla şereflendirsin.

Ömer Çelebi / Risale Haber

Odundan Meyve – Ahmet Altan

Önce Fırıncı Abi geldi.

Sonra Çantacı Abi.

Yetmiş yaşını aşmış iki iyi insan, iki iyi dindar.

“Nurcular” diye tanınan cemaatin “öğrenci” kalmayı tercih eden bilgeleri onlar, bilgilerini tevazuun değirmeninde öğütmüş, hoşgörünün fırınında pişirmişler.

Benim gibi “ham ervahların” yüzüne gerçeği vurmuyorlar.

“İnançsızlığım” onları kızdırmıyor, şefkat ve üzüntü uyandırıyor yalnızca.

Kendilerine açılmış ışıklı pencereden bakamamanın büyük bir eksiklik olduğunu düşünseler de bunu söylemiyor, yalnızca dostluklarıyla sezdiriyorlar.

Büyük bir “gani gönüllülükle” benimle din konuşmaya razı oluyorlar.

Bilgileriyle ezmiyorlar beni.

Dindarlıklarını, inançlarını öyle gösterişli bir madalya gibi boyunlarına takmıyorlar, benim eksikliğimden kendilerine bir paye çıkartmıyorlar.

İyi dindarları seviyorum, onlarla konuşmayı seviyorum.

İyi bir dindar, dürüst ve güvenilir bir insan demek benim için.

Allah’ın cezalandırmasından değil, Allah’ı gocundurmaktan, kendilerini“yaratanı” yaptıklarıyla üzmekten korkuyorlar.

“İbadetlerini” yerine getiriyorlar elbet ama asıl ibadetin hayatın her ânını, kulun her “amelini” kapsadığını, her sözün, her davranışın, her ilişkinin ibadetin bir parçası olduğunu biliyorlar.

Dürüstlüğün, cesaretin, hoşgörünün, tevazuun, hakperestliğin dindarın vazgeçilmez özellikleri olduğunun farkındalar.

Allah’ı ve dini anlatışlarında bir neşe ve sevinç var.

Çantacı Abi diyor ki, “Allah odunla besliyor bizi.”

Yüzüne anlamadan şöyle bir bakıyorum.

Şaşıracağımı, anlamayacağımı bildiği için benim tepkimi muzip bir gülücükle karşılıyor.

“Allah” diyor, “odundan elma yapıyor, odundan üzüm yapıyor, odundan meyve yapıyor, bakıyorsun dallı budaklı bir odun duruyor toprağın üstünde, bir bakıyorsun o odunun ucunda kırmızı elmalar var.”

Ben her meyvenin bir mucize olduğunu biliyorum ama bunu “odundan meyve” diye tarif edince mucize gözümde daha iyi canlanıyor.

Allah’ın yarattığı her derdin “devasını” tabiatın bir köşesine sakladığından, kullarının bunu bulmasını beklediğinden konuşuyoruz.

Yaşamak, bulmak demek.

İnsanoğlu ağır ağır buluyor.

Hazır verilmiyor hiçbir şey.

Bunun bir amacı, bir nedeni var elbet.

Bir “dert” veriliyor, bir “derman” bulunması isteniyor.

Bilmiyorum ama sanırım tanrının en büyük emri tek kelime: “Ara.”

Aramamızı, bulmamızı istiyor.

Çünkü “tekâmül” etmek, gelişmek, olgunlaşmak, ilerlemek ancak aramakla mümkün, aradıkça yürüyoruz.

Bütün hayvanları mükemmel yaratan Allah, bir tek insanı bu mükemmellikten uzak tutuyor.

Verebileceklerinin hepsini vermiyor.

Onun yerine, insanın “arayabileceği” geniş bir arazi bağışlıyor ona, istiyor ki bu arazide tek başına yürüsün, arasın, bulsun, ilerlesin ve “yaratıcısını”bu ilerleme yeteneğiyle sevindirsin.

Bilmiyorum bunu söylemek günah mı, haddini aşmak mı ama bana tanrı hep büyük bir sanatçı gibi gelir, yarattığının “mükemmel” olmasıyla yetinmeyecek kadar büyük bir yaratıcı, yarattığının mükemmelliği kendi başına bulabilecek kadar mükemmel olmasını isteyen, kendi görkeminin, yarattığının bu mükemmelliği bulabilecek yeteneğinde billurlaşmasını arzulayan bir sanatçı.

Onun için insanın her arayışını, her buluşunu, Allah’ın aslında kendisine gösterilen bir saygı, yaratıcılığının rakipsizliğine bir alkış olarak değerlendirdiğini hayal ediyorum.

Körü körüne bir inancın, sığ bir cehennem korkusunun, bencil bir cennet talebinin, şekilci bir ibadetin onun gibi eşsiz bir yaratıcıya yetmeyeceğine, her büyük sanatçı gibi sadece kendisine değil, “yarattığına” da saygı ve hayranlık beklediğini düşünüyorum.

Bu saygıyı gösterenler, kendilerini sadece bir “kul” olarak değil aynı zamanda bir “eser” olarak da görüp, bu eseri hayatlarının her ânında mükemmelleştirmeye çalışanlar benim için iyi dindarlar.

Onun için seviyorum onları.

Onun için onlara güveniyorum.

Eksik olduğumu biliyorum, bu eksikliği tamamlamaya gücümün yetmeyeceğini de…

Ama iyi dindarlarla konuştuğumda, onlar, “mükemmele” yürüyen bir bütünün parçası olduğumu bana hatırlatan armağanlar oluyorlar.

Ahmet Altan 18.12.2011 Taraf