Etiket arşivi: cehalet

Cehalet mazeret değil!

Bilmediğin şeyin peşine takılma.
İsrâ Sûresi, 17:36

Bilmiyorsanız ilim ehline sorun.
Nahl Sûresi, 16:43; Enbiyâ Sûresi, 21:7

İlmin yerini tutacak hiçbir şey yoktur. Kur’ân’ın pek çok âyeti gibi, buraya aldığımız âyetler de bu gerçeği çeşitli açılardan dile getirmektedir.

Bu âyetlerin birincisinde, ilim, otorite kaynağı olarak belirtilmiş ve ardından gidilmeye lâyık yegâne şeyin ilim olduğu bildirilmiştir.

“Bilmediğin şeyin peşine takılma” sözü, son derece yalın ve net bir ifadedir. Bu ifade ile her türlü taklit ve keyfîliğin kapısı kesin bir şekilde kapatılmaktadır. Bu da hak dinin doğasında olan birşeydir. Çünkü her zamanın ve her zeminin revaçta olan modaları, cereyanları, sapıklıkları, bâtıl fikirleri vardır. İnsan bazan esen rüzgârların etkisinde kalır, bazan bir inada kapılır, bazan bir his ve heyecanla yahut adımlarını izlediği birisinin sözüyle kendisini haktan uzak bir yerde bulabilir. Onun için, âyet son derece açık bir ifade ile “Bilmediğin şeyin peşine takılma” buyurarak her türlü yanılma ihtimalini daha işin başında bertaraf etmiştir.

Bu cümle, bir yasak ifadesi olmakla birlikte, bir emri de dile getirmektedir. “Bilmediğin şeyin peşine takılma” demek, “Peşine takılacağın şey hakkında bilgi sahibi ol” demektir. Bu ise, insanı, her hareketinde bilgili ve bilinçli davranmaya sevk eden, hattâ bundan sorumlu tutan bir buyruktur.

Nitekim konumuz olan âyetlerin ikincisi de aynı anlamı vurguluyor. Birinci âyet ilmi otorite kaynağı olarak gösterirken, ikinci âyet de ilmin adresini veriyor:

“Bilmiyorsanız ilim ehline sorun.”

İki âyeti bir arada düşündüğümüzde, “Ben birşey bilmiyorum; bilmediğim şeyin peşine de takılmıyorum” şeklinde bir mazeretin ardına sığınarak görev ve sorumluluklardan kaçmanın mümkün olmadığını anlarız. Bilmiyorsanız öğrenirsiniz; işte âyet bunu bize ders veriyor. Eğer öğrenmek için bir zahmete katlanmanız gerekiyorsa katlanın, bir külfetin altına girmek gerekiyorsa girin. Yoksa sadece bir cehalet itirafı sizi kurtarmaz.

Gerek Nahl, gerekse Enbiyâ Sûresinin aynı emri tekrarlayan âyetlerinin özel anlamında bu konuya dair bir vurgu vardır. Âyetin ilk cümlesinde “Senden önce gönderdiklerimiz de kendilerine vahyettiğimiz adamlardan başka birşey değildi” buyurulmuştur. Böylece, daha önceki peygamberlere ve onların mazhar olduğu vahye işaret edilmekte ve sonra da “Bilmiyorsanız ilim ehline sorun” cümlesiyle, Kitap Ehlinin bilginlerine gönderme yapılmaktadır. Oysa her iki âyet de Mekke döneminde inmiştir. O dönemde ise, Kur’ân’ın muhatapları olan Mekke sakinlerinin arasında, bilgilerine başvurabilecekleri Kitap Ehli bilginleri yoktu. Onları bulup birşeyler sormak için ya belirli dönemlerde onların Mekke’ye gelmesini beklemek veya onların olduğu yere gitmek gerekecekti. Sonuç olarak, “ilim ehline sormak,” ciddî bir zahmet isteyen bir işti.

Âyetin özel anlamının içerdiği bu incelik, genel anlamı itibarıyla şöyle bir vurgu yapıyor:

Bilgisizlik bir mazeret değildir; ilmin fiyatını ödemek ve ona ulaşmak gerekir.

Âyetten alınabilecek ibretlerden biri de, soruyu ilmin anahtarı olarak göstermesidir. “Bilmiyorsanız sorun” emri, açıkça, insanı sormaya, sorgulamaya, araştırmaya yöneltmektedir. Bilinmiyorsa öğrenilecektir; ama bunun yolu sormaktır. Daha genel anlamıyla, soran bir zihne sahip olmaktır. İlmin kapısı ancak bu anahtarla açılır. Bu kapının açılması ise, her türlü taklidin ve önyargının kapısının kapanması demektir.

Şurası da bir gerçek ki, sorular bir kere sorulmaya başladıktan sonra, ardı arkası kesilmeyecektir. İlimle meşgul olan herkesin gayet iyi bildiği gibi, bir sorunun cevabı başka soruları tetikler; başka sorular yeni bilgilerin kapısını açar; o kapıdan içeride ilim talibini yeni sorular bekler; böylece sorular ve cevaplar biteviye birbirini izler. Bu bakımdan, Kur’ân’ın “Sorun” emrine kulak vererek ilmin yolunu tutan bir kimse, sonsuza kadar sürüp gitme potansiyeli olan bir gelişim yoluna adımını atmış sayılır.

Ümit Şimşek

Kemalin Kemali Devam İledir!

Risale-i Nur’dan aldığımız ders bize; her türlü musibet, şer, zulüm, fitne ve nifak gibi ortam ve şartlarda dahi dik durmayı, inancımızı, metanetimizi ve şevkimizi kaybetmemeyi, ümitsizliğe ve karamsarlığa kapılmamayı öğütlemektedir. Risale-i Nur; Kur’an hükümlerinin ve Peygamber efendimizin (S.A.V) sünnetinin nasıl anlaşılacağını ve yaşanacağını, 20. asrın ve gelecek yüzyılların insanlarına anlatmaktadır. Nasıl ki Hz. MEVLANA döneminde tebliğ ve irşad, İslam aleminin önemli merkezlerinde Mesnevi ile yapılıyordu ise, zamanımız da da bu vazife Risale-i Nurlar ile yapılmaktadır. Bu zamanda, Risale-i Nur’un başka eserlerle ikamesi mümkün değildir.

Risale-i Nur’a sadece kalben ve gönül ile değil akıl, mantık, şuur, muhakeme ve izan ile bağlanmak önemlidir. İtikadı ve ilmi olan; akaid, keramet, velayet, şeriat, fıkıh, siyer, sünnet v.b. gibi konulara vakıf insanlar Risale-i Nur’u daha iyi anlamaktadırlar.

Üstad hazretleri, Risale-i Nur’a talebe olacakların bağnaz ve fanatikler gibi değil de, ilmen, aklen, kalben, bilinçle bağlanmasını, delilleri ve ispatları vesile yapmasını istemektedir. Üstadımız,  “Biz Kur’an Şakirtleri olan Müslümanlar, bürhana tabi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz.”  demekte, Risale-i Nur’a bağlanırken ilim ve izanı esas tutmamızı istemektedir. Bizleri ilim, tetkik, mantık ve tefekküre sevk etmektedir. İslam ülkelerinin geri kalmasının sebebinin “CEHALET” olduğu tespitini yapmıştır.

Risale-i Nur hizmetinde akıl ve muhakeme esastır. Üstad’ın ne kadar gerçekçi, mevcut şartlara ve esbaba uygun hareket ettiğini bir çok vakıada görmekteyiz. Her fırsatta kendisine kurulan tuzak ve pusulardan basiretli ve müdebbirane davranarak kurtulduğuna tarihçe-i hayatı şahittir.

Hazret-i Üstad, neşrettiği mektuplarının çoğunda prensiplere bağlı kalınmasını ve her şeyin istişare ile yapılmasını istemektedir. Bediüzzaman’ın yaşantısında ve yazdıklarında “akla kapı açıp ihtiyarı (iradeyi) elden almadığı”görülmektedir. İstişareye çok önem verdiği ve insanlara emir vermekten ziyade öneri de bulunduğu, ikna yolunu kullandığı da bilinen bir özelliğidir.

Said Nursi’nin hizmetkar, varis, naşir ve talebeleri olan has ve erkan ağabeylerin meşveret toplantılarından biliniyor ki; kendi görüş ve düşüncelerini, Risale-i Nurlardan, Hazret-i Üstadımızın hayatından misaller ve delillerle besleyerek, destekleyerek, açıklayarak sırf Allah rızası ve hizmet mülahazasıyla karar alıyorlar. Bediüzzaman hazretlerinin, asli ve temel prensiplerini belirlediği hizmet tarzından farklı yola sapanların veya niyetlerini bozan kişi ve grupların da marjinalleştiği, istikametlerini kaybettikleri ve tükendikleri herkesin malumudur.

İlk başlarda Risale-i Nur’un ve Risale-i Nur mesleğinin kıymetini anlamayan devlet adamları, sosyologlar, yazarlar, feylesoflar, din adamları ve bu gibi aydın kesimler şimdi Risale-i Nur ve müsbet hareket mesleğine hayranlığını dile getirmektedirler. Risale-i Nur’lar da yazılanların haklılığı, kıymeti ve isabetliliği her geçen gün daha fazla anlaşılmakta, Hazret-i Üstad’ın hizmet metodunun mükemmelliği ve vazgeçilmezliği konuşulmaktadır.

Ülkemizin yeniden bir karmaşa, bunalım, savaş ve felaket ortamına sürüklenmeye çalışıldığı şu günlerde görmekteyiz ki, hakperest ve samimi olan; sosyalistinden liberaline, milliyetçisinden muhafazakarına, demokratından dindarına, kapitalistinden tarikat ehline, ilahiyatçısından feylosofuna en aydın ve entelektüel kimseler, Risale-i Nur’dan ve Bediüzzaman hazretlerinin hayatı ve davranışlarından örnekler vererek, onun hizmet metodu ve prensiplerini hatırlatarak, şerlerin, sıkıntıların, sorunların üstesinden gelmeye çalışmaktadırlar.

Her kesimden insanlar Hazret-i Üstad’ın, basiret, feraset ve müdebbirane tavır ve tutumunu araştırıp öğrenerek, kendince onun cesaretinden, metanetinden, faziletli duruşundan ve meselelere çözüm odaklı ve hak namına tavizsiz yaklaşımından dersler çıkarmaya başlamışlardır.

Hükümetin talimatıyla, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Risale-i Nur Külliyatının basımına başlanması ve bu eserlerin özellikle Milli Eğitim, Adalet ve Diyanet camiasına ulaşması ve yaygınlaşması konusunda gösterilen gayretler bu tespit ve gözlemimin bir ispatıdır diyebilirim.

Aynı zaman da, Bediüzzaman Said Nursi’nin dünyevi nimet ve imkanlardan, rütbe ve makamlardan, siyasetten ve maddiyattan uzak durma düsturu, Nur talebelerinin yolunu ve istikbalini aydınlatmaktadır. Risale-i Nur talebelerinin hizmet gaye ve hedeflerinin; Cenab-ı Allah’ın izni ile iman kurtarma ve kuvvetlendirme olduğunu söyleyen Üstad hazretleri, kendisi gibi tüm Nur talebelerinin de özellikle siyasetten uzak durmasını ve müspet hareket etmelerini vasiyet etmiştir.

Üstadımız bedenen, maddeten bizlerden ayrılmış olabilir ama her zaman prensipleriyle, düsturlarıyla, yazdıklarıyla, davasıyla bizlerle beraberdir. İnanıyorum ki; kim mesaisini ihlas, sadakat, muhabbet ve uhuvvet ile en fazla şerlerin def’i, hakka hizmet ve ittihad-ı İSLAM yolunda harcıyorsa en çok onunla beraberdir.

Bediüzzaman; Kemalin kemali devam iledir.”  diyor.

Tahkiki iman sahibi olmak ve bu durumu muhafaza edebilmek, ibadet ve ilim öğrenmede kararlılık ve istikameti, ihlası, çok çalışmayı, fedakarlığı, sadakat ve hamiyeti gerektirmektedir. Her bir Risale-i Nur talebesi, her zaman, her yerde ve her koşulda kendini yenilemeli, geliştirmeli; tefekkür, zikir, fikir, hamd ve şükrü zihninden, elinden ve dilinden bırakmamalıdır.

Yazımı, Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle “Nur’un birinci talebesi” Hulusi Yahyagil’in bir anekdotu ile noktalayalım:

-Hulusi ağabey derse gelmeyen birisini merak etmiş. Derse niçin gelmediğini sormuş. Demişler ki; “işi var, işi olduğu için derse gelmedi.”

Hulusi abi de demiş ki:  “İşi derse katılmak olmayanın, ders zamanında başka işi olur. Bu zamanda takvanın ve kendini muhafazanın yolu, kesin tecrübemle söylüyorum ki; derse devam ve Risaleleri mütefekkirane okumakla olur.”

Erdoğan Esenkal

nurdanhaber.com

Ümmî Peygamber neyi okudu, nasıl okudu?

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî B/ilim’e Geçme Talebi

Ümmî Peygamber neyi okudu, nasıl okudu?

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî B/ilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Elhasıl Bilimsellik Kriterleri ve Yöntemleri’nden, İslâmî B/ilim Yöntem ve Kriterleri’ne geçilmeli. Diğer deyişle: Bilimsellik’in ürün ve sonucu olan “Bilim” terkedilip, “İslâmî B/ilim”e geçilmeli.

Öyle zannedildiği gibi “bilim, bilimsellik” alternatifi olmayan birşey ve cehaletin zıttı değil ki; bunları terkedersek, cehalet karanlıklarına yuvarlanalım! Bilâkis mevcut Bilim Anlayışı, “öğrenilmiş cehalet”e iyi bir örnek oluşturmaktadır. Çünkü hâlihazırda Bilimsel Yöntem ve Bilimsel İfade / Açıklama denilen şey; “nasıl bir ‘yöntem’ izlersek; ‘kim’ sorusu ve ‘Allah’ı kâinat araştırma ve açıklamalarımızdan, neden ve nasıllarımızdan, zihin ve hayatımızdan çıkartabiliriz?!”in yöntemlerini vermektedir!…

Bilim” (science) ile “bilgi”yi (ilim, data – information – knowledge) aynı ve özdeş görme yanlışının sonucu olarak; Bilim ve Bilimsellik’i terkten, bazıları bilgi ve gözlem, ölçme ve deney terki anlıyor. Yani Bilim’i; cehaletin tam zıttı, karşı kutbu olarak konumlandırıyor. Halbuki tam tersi Bilim, “öğrenilmiş cehalet”’e tekabül ediyor; çünkü evrende küfür ve şirke yol açmaya, bunun ispat ve teorisini yapmaya; yani “var olmayanı”, “var(mış)” gibi yapmaya denk geliyor!

Elhasıl Ateist Bilimsel Yöntem ve Seküler Bilim Anlayışı’nı, “cahillik / cehalet”in zıttı olarak görmekten vazgeçmeliyiz! Halbuki çoğumuz sanki Bilim’i terkedersek, cehaletin kucağına düşeceğiz zannediyor! Mevcut teknolojik imkân ve ni’metleri bırakıp, mağaraya girip, artık hiçbir gözlem ve ölçüm, araştırma ve deney yapmayacağız anlıyor!

Halbuki “gözlem – ölçme – deney” Bilimsel Bilim’in malı değil ki ondan alayım, o icad etmiş değil ki ondan talep edeyim, o keşfetmiş değil ki ona sorayım, patenti ona ait değil ki ondan izin alayım! Yani bunlar Bilimsel Bilim’in tekelinde değil! Bunları gökten vahiyle almış veya ilk defa kendisi icat etmiş veya keşfetmişte değil! Bu yöntemler ilk insandan beri var ve kullanılıyordu. Belki bunu başlangıçta “ellerimizi ateşe sokmak” gibi basit yöntemlerle yapıyorduk ama vardı.

Fakat Bilimsel Bilim bunu öyle lânse ediyor ki; sanki kendisinden önce “gözlem – deney – ölçme” yapan insan, toplum ve medeniyet yokmuş; sanki bu yöntemleri kendisi icad edip – bulmuş; sanki bunlara sadece kendisi sahip ve kendi tekelindeymiş zannedersiniz! Kendisinden önce yaşamış Mısır, Hint, Çin, Mezopotamya Medeniyetleri ve özellikle İslâm Medeniyeti; bu yöntemlerin değişik şekil ve yoğunluklarda kullanıldığı medeniyetlerdendir. Yoksa “hristiyan grekoromenBatı Medeniyeti ve buradan doğan Bilimsel Bilim, köksüz bir biçimde gökten zembille inmiş değil! (Mevcut Bilim, içinde doğduğu Hristiyanlık Dini’nin Tanrı inancıyla çelişmeyip, uyumlu. Çünkü bu dinde Tanrı kâinatın “ilk sebep” ve “muharriki” olup, bundan sonra izleyici ve bazen mu’cizelerle müdahale edicidir. Bu “mu’cize” istisnaları dışında, herşey türlü sebep ve mekanizmalarla olmaktadır.)

Elhasıl İslâmî B/ilim “gözlem – ölçme ve deney” yapacak ama bu yöntemi ihtiyar etmekteki rehber ve öncüsü “Bilim” değil. Dediğimiz gibi; bu yöntemlerin sahibi ve kâşifi ve mucidi Bilim(sellik) değil ki, kâinat araştırmalarımızda onu taklid etmek, bunları ondan almak zorunda olalım! Kâinat tefekkür ve araştırmalarında (tanımı icabı) “gözlem, ölçme ve deney” zaten var. Hem zaten Kâinat Kitabındaki Âyetlerintelâffuz ve okunması” ancak bu yöntemle mümkün ama okuduklarımızın ne anlama geldiği, “tercüme ve deşifresi” için bu yöntem yeterli olmayıp, ikinci bir işlem gerekmekte. İşte burada; bu ikinci işlemi “Ateist – Materyalist Bilimsellik Kriterleri’ne göre mi yapacağız, yoksa ‘İslâmî B/ilim Kriterleri’ne göre mi yapacağız?” sorusu önem kazanmakta olup; bu soruya vereceğimiz cevap, zıt yönlerde giden 180 derecelik bir yol ayrımına neden olmaktadır…

“İslâmî B/ilim”in yöntem ve kriter, değer ve kavram haritasında rehberi olan “İslâm”; evrendeki bilgi’yi keşfedip, üretmek için araştırma – gözlem – deney – ölçmeyi emredip, şart koşar. Yani “İslâmî B/ilim” bu yöntemlere teşvik ve tavsiye ve emrini Bilim’den değil, direkt Peygamberinden (S.A.V.) – Kitabından alır.

Kur’ân-ı Kerîm’in ilk ayet / emri olan “oku”dan itibaren; “okuma–yazma bilmeyen Peygamber”in (S.A.V.) “neyi okuyacağı, nasıl okuyacağı, niçin ve niye okuyacağı” ders verilmeye başlanmıştır (Bkz: Alâk Suresi ilk Âyetleri). Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler’de kâinatta işlerin “nasıl yürüdüğüne” defaatle bakmamızı istemesi (yani Rabbimiz “neden – niçin – niye”yi keşfedip, anlamamız için; “nasıl”ı da emredip, şart koşar) ve defalarca akıl, araştırma, düşünmeye yapılan teşvik ve emirlerle kâinatın okunması zaten Bilim’in doğuşundan 1200 sene önce başlamıştır! Hem de mevcut Bilim’den çok daha geniş ve derin, zengin ve yüksek bir biçimde. Ve en önemlisi: Bilim(sellik) Felsefesi’nin gafleti arttıran, dalâleti kalınlaştıran, şirk ve küfür / inkâra yol arayan yanlışlarına düşmeden!

Bu çalışmamızın konusu da; hem İslâmî B/ilim’in bu zenginliğini bazı örnekler üzerinde göstermek, konu hakkında genel bir çerçeve çizmek; buna karşın Bilimsel Bilim’in “eksik” ve “yanlış” ve “zararları”nı göstermek ve “İslâmî B/ilim”in ayağını bastığı yerlere; Bilimsel Yöntem ve ürünü olan Bilim’in değil gözü, hayâlinin bile yetişemeyeceği ve yetişemediğini göstermek üzerine.

Burada yanlış anlaşılmaması gereken diğer nokta: Bilimsel Bilim’e alternatif olduğunu ve ondan daha geniş ve derin olduğunu göstermeye çalıştığımız İslâmî B/ilim; mevcut Bilim’in “gözlem – deney – ölçme” bilgi ve verilerinin yanlış olduğunu söylemiyor ve bu ham dataları da kullanır, zaten bizim karşı olduğumuz bu deney – ölçme verileri değil. Fakat gözden kaçan nokta: Bilim’in %1’i “gözlem – deney – ölçme”, kalan %99’u ise “yorum”dur. Yani Bilim’in %1’i “bilgi”, kalan %99’u ise bu bilginin analiz ve sentez, yorum ve teknolojik uygulaması olduğudur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bilgi” (ilim, data – information – knowledge) ve “bilim” (science) farklı kavramlar olup, farklı süreçlere denk gelmektedir.

Biz burada Bilimin Bilimsel Yöntemi’nin, evrendeki mevcut bilgi’yi keşfetme ve üretmenin eksik ve yanlış ve zararlı bir yöntemi olduğunu söylemekteyiz. Her yalan ve yanlışta bile en az bir hakikât tanesi bulunduğuna göre; mevcut Bilim’in de elbette doğruları vardır; zaten bir meslek ve mezhebin tamamının batıl olması muhaldir. Zaten en tehlikeli ve aldatıcı yalan, içine doğrular serpiştirilmiş yalandır! Oltanın ucunda yem işlevi gören o doğrulara insanlar çekilip, avlanır ve sonra yönlendirilir! Elhasıl Bilim’in doğru keşif ve gözlem ve ölçüm verilerini kullanmak gayet normâl ve olması gereken davranış biçimidir. Çünkü doğru kimin elinden gelirse gelsin kabul etmek müslüman tavrıdır, bu konuda Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok.

Diğer nokta: “İslâmî B/ilim” kavramıyla yeni bir kutsal üretmiyoruz. Sonuçta insan ürünü olan ve insan araştırmalarıyla şekillenen / şekillenecek birşeyden bahsediyoruz. Ancak “bilim”i (science), “bilgi”ye (ilim, data – information – knowledge) eş ve eşit ve aynı anlamda görmekten ve “Bilimsel Yöntemi” de, evrenden bilgi elde etmenin alternatifi olmayan tek yolu görmekten vazgeçmeliyiz! Kur’ân bizden mahlûkatı Allah’ın ismiyle, O’nun adına (besmeleyle) okumamızı istiyor; Bilimsellik Felsefe ve Kriterleriyle değil! Üniversite, laboratuvar ve yayınlarda “ateist ve seküler”; dışarıda ve camide “müslüman ifadeler” kullanan “lâik”, çift kişilik ve rollerde insan istemiyor!

Kâinat Kitabının tercümesi olan Kur’ân-ı Kerîm’le ancak evrenin lisanını deşifre edebiliriz ve ancak ondan sonra eşyanın maddî fonksiyonlarından başka, diğer manevî fonksiyonlarını ve diğer boyut ve âlemlerle etkileşim ve yansımalarını keşfedebiliriz! Ve belki son aşama olarak; teknolojik alet ve makinalarla yapılan herşeyi ve daha fazlasını, o makine ve aletlere bağımlı olmadan yapmanın ve aynı sonuca daha kısa ve ekonomik yoldan ulaşmanın bir yöntemini bulabiliriz. Çünkü beşerin ürettiğinden çok daha iyi alet, araç ve teknolojileri; Rabbimiz zaten mahlûkatında, dünya ve evrende yaratmıştır! Öyleyse bizim öncelikli amacımız onların ilkel teknolojik taklidini yapmaktan önce; mahlûkatta mevcut o teknik ve teknolojiyi keşfedip, bunu evlerimize taşıma ve kullanmanın yöntemlerini araştırmak olmalı.

Örneğin: Evlerimizde buzdolabıyla Rabbimiz’in ni’metlerini soğutmaya bile gerek kalmadan (çürümeye neden olan bakteri vs.’leri uzak tutarak) taze tutmanın yollarını bulmak gibi. Veya barajlara, gaz ve nükleer santrallere gerek kalmadan; evlerimizde yeterli ve verimli “elektrik, ısı, ışık, enerji” üretmek gibi. Bunun için; aydınlatmada elektrik ve lâmba kullanmak yerine, ışıyan bakteri veya sun’î bileşik malzemeler kullanmak gibi… Uydu, baz istasyonu ve başka araç ve aracılara gerek kalmadan haberleşebilmek veya nisbeten basit bir aletle “magnetosfer” gibi atmosfer katmanlarını kullanarak, böylece uçak gibi araçlara bile gerek kalmadan uçabilmek gibi… Bütün bunlar için “güneş, rüzgâr” gibi temiz enerjiler kullanılabilir belki ama güneş akşam batar; her zaman, her yerde de yeterli rüzgâr esmez! Bunun için her yerde geçerli “dünyanın dönmesi” veya her yerde olan ulaşılabilir olan “manyetosfer” gibi atmosfer katmanları bile enerji ve nakil kaynağı olarak kullanılabilir… Veya bir ağacın rüzgârla hareket eden dal ve yapraklarının kinetik enerjisi ile rüzgâr türbinlerinin karşılaştırması acaba yapılmış mıdır? Ağaçlardaki muazzam hareketliliği, elektrik veya başka bir enerji çeşidine çevirmeyi sağlayabilirsek eğer; belki bu her yerde bulunan hazır türbinlerle, bizim yaptığımız ilkel türbinlere hiç ihtiyaç kalmayabilir… Hem yeryüzündeki mevcut bitki ve maden, minerâllerin faydaları keşfedildikçe; yapay ve sentetik (belki etken maddesinden çok daha fazla başka maddeler bulunan) ilâçların belki % 90 – 95’ine ihtiyaç veya zorunluluk kalmayabilir… Robot ve yapay zekâ çalışmalarına bu kadar ağırlık vermek yerine; önümüzde hazır yapılmış büyük – küçük, uçan – kaçan, herbiri değişik üstün özelliklerde bir sürü hayvanat varken; uzuvlarına takacağımız nisbeten basit bir alet veya beyinlerindeki akımları kontrol edip, bazı davranışlarını kontrol edebileceğimiz bir çiple daha ucuz ve kısa yoldan aynı sonuçlara ve daha fazlasına ulaşabiliriz… Bütün bu söylediklerimizde temel çıkış noktamız: Beşerin ürettiğinden çok daha iyi alet, araç ve teknolojileri; Rabbimiz zaten mahlûkatında, dünya ve evrende yaratmıştır! Bizim yapmamız gereken: Bu araç ve teknolojileri aynen evimize taşımanın yol ve yöntemlerini araştırmak. Çünkü hazır yapılmışı varken, yanında çok ilkel kalan “teknolojik taklidi”ni yapmak hem çok pahalı ve hem de verimli ve ekonomik değil, çevreye verdiği zarar da cabası!

Bilim / Bilimsellik Felsefesi’nin eksik ve yanlış ve zararlarına haftaya devam edeceğiz inşâallah.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 12.Mayıs.2016

Cehalet, Zarafeti Şiddete Dönüştürüyor.

Çocuk ve Dinkonusunu işlediğimi, “Allah Çocuk Yakmaz” adlı kitap çalışmamda “Lokman (as) gibi baba olmak” başlığında bir yazı yazmıştım. Bana böyle bir yazıyı yazdıran süreç, Kur’an’da, Peygamberlerin evlatlarıyla konuşma üslubunun dikkatimi çekmiş olmasıydı. 

Kur’an’da evladıyla diyalogu anlatılan bütün peygamberler “Ya buneyye” ifadesiyle söze başlıyor. “Oğulcuğum, yavrucuğum, canım oğlum!” anlamlarına gelen “Ya buneyye!” ifadesi, Anadolu’da adeta unutulmuş.

Anadolu’da yaygın olan, babaların evlatlarına soğuk davranmasının sebebini merak ederdim hep. Hem kutsal kitabımızdaki uslup, hem Peygamber Efendimizin (as) çocuklarla kurduğu “Sevgi ve ilgi” merkezli dil kaybolmuş, yerine çocuklarına hiç yüze vermeyen, onlara sevgilerini göstermeyen bir dil hakim olmuştu.

En klasik savunma “Biz de babamızdan böyle gördük!” savunmasıydı. Evet, doğru söylüyorlar. Onlar da babalarından öyle gördüler. Ama niçin?

Bu tavrı, Osmanlı döneminden kalma bir alışkanlık, bir gelenek olarak devam eden bir davranış biçimi olduğunu sananlar da var.

Kendi babasının yanında, evladını sevmeyi ayıp sayma geleneğimizden bahsediyorum.

Kendi oğluna, “Oğlum!” demeyen babaların tavrından bahsediyorum.

Hanımlarını, birkaç metre geriden yürütmeyi, yaşam biçimi haline getirme geleneğimizden bahsediyorum.

Babaların evlatlarına mesafeli davranma sebebini öğrenince, “Bu nasıl bir zarafet!” dedim içimden. Sonra “Böylesi bir zarafet, cehalet yüzünden, nasıl da psikolojik şiddete dönüşen yaralar açmış!” diye düşündüm.

Olayın sebeplerini daha iyi anlatabilmek için, önce yüz yıllık tarihimizi hatırlatmam gerekiyor.

Savaşlar dönemi!

1911 yılında başlayan Balkan savaşlarıyla beraber, Anadolu insanı hep savaşlara koşmak zorunda kaldı. On yıl civarında süren bu savaşlar yüzünden Anadolu köylerinde neredeyse erkek kalmadı. Birinci Dünya Savaşı, Çanakkale Savaşı, Kurtuluş Savaşı gibi yüz binlerce erkeğin, gidip bir daha dönemediği bu süreç bitince, Anadolu’da dul kadınlar ve yetim çocuklar kaldı. 10-11 yaşındaki erkeklerin, 17-18 yaşındaki kızlarla evlendirilmek zorunda kaldığı dönemlerden bahsediyorum.

Herhangi bir sebepten dolayı savaşa gidemeyen veya savaş sonrası savaş gazisi olarak köyüne dönebilen az sayıda erkek dışında, köy – kasaba halkının çok büyük bir kısmı, dul kadın veya yetim çocuklardan oluşuyordu.

Böylesi bir zarafet!

İşte böylesi bir ortamda yaşayan babalar, evlatları yanlarına gelince, diğer yetim çocukların içi acımasın diye, kendi evlatlarını yanlarında uzaklaştırırmış. Baba hasretiyle yanan yetim çocuklar, babalarını hatırlayıp üzülmesinler diye, başkalarının yanında kendi evlatlarını sevmeye utanırmış babalar. Böylesi ince, böylesi zarif bir düşünceyle, babalar evlatlarına mesafe koymuş.

Hanımlarıyla sokakta gezmek zorunda kaldıklarında, “kocasını kaybetmiş dul kadınlar bizi yan yana – elele görürseler yaraları deşilir” düşüncesiyle, yan yana yürümemeye çalışırmışlar. Anadolu’da erkeklerin hanımlarını birkaç adım geriden yürütme gelenekleri, böylesine bir zarif düşünceyle oluşmuş.

Cehaletin, nasıl korkunç bir bataklık olduğunu, yeninde görmemi sağladı bu olay. Başka yetim çocukların içi acımasın diye ortaya konan tavır, cehalet yüzünden, öz evladını, yetim psikolojisi ile ilgisiz ve sevgisiz büyütme tavrına dönüştürülmüş.

Dul kadınların, savaştan dönmeyen kocalarını hatırlayıp yaraları acımasın diye gösterilen nezaket, kendi hanımını dışlayan bir tavra dönüşmüş cehalet yüzünden.

Ah Cehalet! Sen nasıl bir belasın ki, böylesi bir zarafeti şiddete dönüştürüyorsun?

Sait ÇAMLICA / Rotahaber