Etiket arşivi: cemaat

Cemaatler fıtrata cevaptır

Sosyal medyada tanıştığım bir arkadaşımıza, “Niçin varsın, seni dünyada kim misafir ediyor?” gibi sualler sorup kendisini sorgulamasını istiyordum. Ben onu kâinatın ve kendisinin sahibini bulmasına yardımcı olmak için üsteledikçe, o da ama “Müslüman cemaatler de bölünmüş, hatta nurcular bile aynı kitabı okumalarına rağmen, kendi aralarında anlaşamayan gruplara ayrılmış” demeye başladı. Ona dedim ki, “Arkadaş, sen ahirete gittiğinde niçin rabbini tanımadın, yaratılış gayene göre yaşamadın, sokakta bile bulduğun basit bir nesnenin sahibini sorduğun halde, kendi sahibini sormadın?” gibi sorular sorulduğunda ama “Müslüman cemaatler de bölünmüştü, hatta nurcular bile aynı kitabı okumalarına rağmen anlaşamıyorlardı” diye mi cevap vereceksin? Onların bu hâli, senin için bir özür olabilir mi? Ayrılan cemaat ya da gruplar, ahirette sana sorulacak soruların cevaplarında ayrılmıyor ki bu ayrılıkları, kendi lakayıtlığına bir neden göstermiş olasın. Hatta bunun tam tersi olarak; “bütün cemaat ve gruplar, sana bunları talim için yarıştıklarından dolayı, sadece bu yarışta ihlası tam muhafaza edememekten ayrılıyorlar” demiştim. 

Gerçekten piyasada böyle düşünen insanlara denk geliyoruz. Kafasını bu ayrılıklara takmış. Hatta bunu, nur külliyatından uzak kalmasına bir sebep olarak gören arkadaşlar bile var. Elbette bunlar çocuk bahanesi gibi şeyler. Ama şunu da rahatlıkla iddia ediyorum ki bu önemli meseleyi 20. ve 21. Lem’a ile Uhuvvet Risalesini okumadan anlamak da mümkün değil. Büyük müfessir Mehmet Vehbi Efendi bile bu konudaki tereddütlerini giderdiği için, bu risaleleri hararet ve hayretle sena etmiştir.

Öncelikle dinî cemaatlerin varlığını, bir nifak ve zaaf olarak değil; bir zenginlik ve çeşit olarak görmek gerekiyor. Dinî cemaatten kastımız, i’la-yı kelimetullahı hedef ittihaz ve muhabbet üzerine hareket eden birliktelikleri kastediyoruz. İhlası esas tutmayan, çeşitli garez ve nifak unsurlarını barındıran yapılar, fıtrî olmadıkları için, zaten zaman içinde çözülür ve kaybolurlar. Onlar cemaat adıyla ifade edilmeyi de hak etmiyorlar zaten. O tip ihlassız, gizli ve şeffaf olmayan oluşumları cemaat olarak anmak, cemaatlere bir haksızlıktır.

İslam’ın izzetini değil de kendi meslek, meşrep ve izzetini korumak adına başkalarına leke sürerek kendi kıymetini düşünen yapılar, zaten dinî bir cemaat hüviyetinde değildir.

İşte yukarıda zikrettiğimiz yüksek düstur ve gaye ile yola çıkan ve halisane din-i mübin-i İslam’ın izzet ve îlâsı için çalışan insanların teşkil ettikleri cemaatler, elbetteki maksatta da ittihat etmiş sayılırlar. Bunların meslekleri (tarzları, yolları) ve meşrepleri (davranış biçimleri) farklı olsa da maksatları aynıdır. Zaten insanların huy, mizaç ve yapıları farklı olduğu için, tüm insanların aynı meslek ve meşrepte bir olup ittihat etmesi de mümkün değildir. Bir nevi cemaatler, insanların yapısının fıtrî bir neticesidir; bir nevi cemaatler bu farklılığa bir cevaptır. Bunu Üstad, ” Dinî cemaatler maksatta ittihat etmelidirler. Mesalik ve meşrepte ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir” şeklinde ifade etmiştir. 

Bu yönüyle cemaatleri, insanları hakka ulaştıran bir yol ya da vasıtaya da benzetebiliriz. Yol ve vasıtaların çokluğu ya da çeşitliliği, bir zarar değildir. Yanlışlık, bu vasıtaların birbirini inkâr, hatta bunu çatışma vesilesi yapmalarıdır. Bunun sebeb ve çareleri, İhlas Risalelerinde uzunca izah edilmiştir. 

Bunu biz de şöyle izah edelim. Trabzon’dan İstanbul’a gidecek yolcular için esas önemli olan maksat, İstanbul’a ulaşmaktır. Zaten bütün yolcuların amacı da budur. İstanbul’a tek tip vasıta ile gidilmez. Kara, deniz, hava yolları vardır. Her yolun da kendine mahsus farklı farklı vasıtaları bulunur. Vasıtaların çokluğu ümmete rahmettir. Uçakla gitmek belki en kısa ve en az riskli bir yoldur ama yolcuların bir kısmında mesela yüksek tansiyon, nefes darlığı, yükseklik korkusu gibi hastalıklar, rahatsızlıklar varsa; onların illa da uçakla gitmek zaruretleri yoktur. Onların başka yolları ve başka vasıtaları tercih etmesi maslahata ve hikmete mutabıktır. 

Evet, yukarıda sıralanan ölçülere riayet edildiği zaman, dini hizmetler daha halis, daha fıtri, daha hikmetli yürütülmüş olur. Bu mazhariyetler, hiç şüphesiz dinî cemaatlerin kemalatına bir ölçü ve semeredâr hizmetleri teşhir ettiklerine de delil ve hüccet olur. Önemli olan ihlas ve uhuvvet  ölçülerini muhafaza ve itidal ile hareket etmektir. Bu yönüyle cemaatler, insan fıtratının bir sonucu ve buna bir cevaptır.

Aynı cemaat olmalarına rağmen, nur guruplarına gelince; bir iki ırkı ön plana çıkaran gruplar ve sağını solunu fark edemeyen arkadaşlar, meşrepler hariç, tatlı bir rekabetin haricinde tenfir edici bir durum görmüyorum ben. Aynı kitabı okuyup değişik tarzların varlığını yine anlayış farklılığına, birtakım eski uygulamalara birebir sadakata ve insan huyunun farklılığına bağlanabilir diye düşünüyorum. Bu tip ayrılıklar, Asr-ı Saadet de dahil geçmiş dönemlerde de olmuştur. Fakat bunların hepsi, hizmetin daha yayılmasına, daha fazla insana ulaştırılmasına vesile olmuş ve olmaktadır. Yeter ki İhlas düsturlarına azamî derecede uyulsun ve rekabet menfi bir şekle  bürünmesin.

Evet dostlar, bugün ülkemizde yapılan hizmetlerin önemli bir kısmının cemaatler tarafından yapıldığını görmek gerekir. Bu konuda daha hassas olmak lazımdır. Din düşmanları, bu cemaatlere mensup insanlara vurarak, cemaatleri nazardan düşürmek, bu şekilde hizmetleri akamete uğratmanın peşindedirler. Aman dikkat onların bu menfur emellerine bilerek veya bilmeyerek âlet olmayalım.

Selam ve dua ile

Habibi Nacar YILMAZ

Kadere inanmasak ne olur? (1)

Herşeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.” (Hicr sûresi, 21)

Kadere iman neden önemli? Yahut da şöyle genişleteyim sorumu arkadaşım: Kader ‘imanın altı şartının içine girecek kadar’ neden önemli? Bugünlerde zihnimde evirip çeviriyorum. Zira nübüvvet anlayışlarındaki arızalarla bu ümmetin ‘ehl-i kitabı’ olmak noktasında hızla ilerleyen Kur’an müslümanlığı taifesinin (hakikatte sünnet reddiyecilerinin) kader noktasındaki takıntılarıyla sık karşılaşıyorum.

Geçenlerde de yine böylesi bir arkadaşla kader konusunu konuştuk. Şöylesi bir sonuca vardım bu ‘müzakeremsi münakaşanın’ nihayetinde: Kadere imanın ‘nasıl bir Allah’a iman ettiğiniz’le büyük bir ilgisi var. Dahası: Kadere iman ‘esmaya doğru biçimde iman’la da yoğun şekilde irtibatlı. Yani: O esmanın temsil ettiği mananın sınırları sizin ‘kadere iman edip etmeyişinize göre’ genişliyor veya daralıyor. Kadere iman edende farklı bir esma, iman etmeyende farklı bir esma manası zuhur ediyor. İsimler birken tanımları değişiyor.

Zâhire baktığınızda Kur’an müslümanlarının(!) sizden başka birşeye iman ettiği yok. Yine sizin kelimelerinizi/kavramlarınızı (ki zaten o kelimeler tüm müslümanların ortak dilidir) kullanıyorlar. Onlar da sizin gibi Allah’a ‘Allah’ ve ‘Vahid’ ve ‘Ehad’ ve ‘Ekber’ diyorlar. Ancak bu kelimelerle aslında neyi kastettiklerine dikkat ettiğinizde, yani zâhirden bâtına (nicelikten niteliğe) doğru indiğinizde, aynı isimlerin farklı tanımlara karşılık gelmeye başladığını görüyorsunuz. Misal: ‘Alîm’ ismi gibi bir örnek üzerinden meseleyi incelediğinizde, Kur’an’da da geçen ve karşılık olarak (özetle) ‘herşeyi bilen’ diye anlamlandırdığımız bu ismin, onların dünyasında pek de ‘herşeyi bilen’ karşılığını bulmadığını görüyorsunuz.

Bunu bize ne söyletiyor? Bunu bize ‘kadere imanda yaşadıkları sorunlar’ söyletiyor. Bu taifenin ‘Allah’ın olup-olacak herşeyi bilmesi ve ezel denilen manzara-i âlâdan takdir etmesi’ olarak tarif ettiğimiz kadere imanda yaşadıkları sorunların altı kazıldığında, ‘Allah’ın herşeyi bilip bilmediği’ şüphesiyle karşılaşıyorsunuz. Abdulaziz Bayındır gibi kimi isimler bunu açıkça ifade ediyorlar. Diğerleri ise bunu daha üstükapalı/kinayeli göndermelerle gündeme getiriyorlar. (Allah topunu ıslah etsin.)

Yani ‘nicelik’ olarak onların inandıkları esmaü’l-hüsna ve sizinki arasında bir fark olmayabilir. Fakat ‘niteliğine’ indiğinizde işin rengi başka oluyor. Esma kusurlanmaya/sınırlanmaya başlıyor. ‘Alîm’ olan Allah, onların dünyasında ‘herşeyi bilen Allah’ olmayabiliyor. Hatta bazı şeyleri sonradan/zamanla öğreniyor. (Yani ilah, hâşâ, kendi yarattığı zamanın/sınırların mahkumu oluyor.) Yahut da yarattıklarının hepsini bilemiyor. (Nasıl oluyorsa?) Yani: Mutlaka bilmediği birşeyler kalıyor ve bu kalış onların kadere iman etmesini engelliyor. (Çünkü, iman ederlerse, Allah’ın ‘Alîm’ ismine sizin gibi inanmak zorundalar.)

Bunun Allah’ın Allahlığına (yani İslam’ın Allah tasavvuruna) nakise getirmesinden bir rahatsızlık duyup duymadıklarını sorduğunuzda ise türlü demagojilere sapıyorlar. Kaderin iradeyi esir aldığından bahsedip duruyorlar. Halbuki siz çocukluğunuzdan beri biliyorsunuz: Allah’ın bilmesi insanın seçmesine engel olmuyor. Allah imtihan ediyor. Dayatmıyor. Yani: Allah’ın bilmesi Allah’ın zorlaması demek değil. Mesele bu kadar basit inanmak isteyenler için.

Bu noktadan itibaren ikinci bir zihinsel (hem de itikadî) sorunla daha karşılaşıyorsunuz. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat için ayrımı çok kolay birşey. Ama onlar için nasıl olmuşsa zorlaşmış. Kısa fehimleri zorlaştırmış. Nedir o? Belki şu: ‘Bilmek’ ile ‘zorlamak’ veya ‘razı olmak’ ile ‘takdir etmek’ arasındaki ayrımı yapamadıklarını, dolayısıyla, Allah’ın ‘bilmesi’ ile ‘kudretiyle yaratması’ arasındaki farkı da anlayamadıklarını görüyorsunuz.

Hatta onlar Allah’ı da zamanın dışında düşünemiyorlar. Ezel için düşledikleri tanım herşey başlamadan öncesi. Yani yine zamana ait bir tanımlama. ‘Zamandışılık’ değil. Allah’ı zamanın dışında görmüyorlar. Kaderin ezelden takdirini Allah’ın herşey başlamadan önce (hâşâ) oturup herşeyi tahmin etmesi gibi zannediyorlar. Halbuki Bediüzzaman’ın tarifiyle ezel bir kuşatıcı bakıştır. Allah’ın zamanla kayıtlı olmayarak bize göre önce/sonra olan herşeyi birden görmesidir.

Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona ‘ezel’ deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.

Zaten Allah’ın ‘Allah’ olabilmesi için de böyle olması lazımdır. Eğer Allah birşeyleri sonradan öğreniyorsa bu onun için bir sınır/kusur değil midir? Samediyeti/Subhaniyeti yara almazlar mı bundan? (Çünkü öğrenmek için olmasına muhtaçtır. Bilmeden önce ise öğreneceğinin cahilidir.) Ve bunlara ilaveten: Eğer Allah’ın olacaklardan haberi yoksa yaratışı nasıl mümkün olmaktadır?

Yaratan başkası mıdır ki, Allah, yarattığını yaratıldıktan sonra öğrenmektedir? Yine Bediüzzaman’ın Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur… derken hatırlattığı ve Kur’an’ınYaratan bilmez olur mu hiç?” buyurarak son sözü söylediği hakikat budur: Yapanın bilmesi gerek! Bilmeden yaratamaz! Bilmek yaratmanın öncesidir! Evrenin nizamı yaratışın bir ölçüyle ve öncesinde varolan ilmî kalıplarla olduğunu gösterir bize. Kur’an da defaatle bunu söyler.

Kadere iman da zaten en zirve noktasında bu ‘biliş’e iman etmektir. Alîm ismine inanmanın en zirve tezahürüdür/okumasıdır. Kainatı muhteşem bir nizam içerisinde yaratan Allah elbette yarattıklarının ne/nasıl olacağının bilgisine sahiptir. Yoksa Halık-ı Küll-i Şey’in ‘ne yaratacağını bilmeden yarattığını’ söylemek gerekir ki, bu, yaradılışı açıklama adına hem bir çelişki, hem de bir sınırdır. Bu noktadan sonra kadere imana duyulan şüphe dalga dalga bütün esmaü’l-hüsnaya doğru yayılmaya başlar. Allah tasavvurunuzun her zerresine ilişir. Her marifetimizi yaralar. Her tanımımızı paralar.

Allah’ın Mütekellim ismini ele alalım. Esbab-ı nüzûl üzere nazil olan Kur’an, eğer Allah geçmişi ve geleceği bilmiyorsa, demek ki sadece o an için nâzil olmuştur. Tarihseldir. Günübirlik bir metindir. O an düşünülmüştür. O zaman mecburen şu soruyla yüzleşmek zorunda kalınır: Geleceği bilmeyen bir Allah’ın kelamı gelecekteki insanlara nasıl deva olabilir? Sonraki insanlardan ondan nasıl sorumlu tutulabilir? Öyle ya. Gelecekteki insanların durumunu, halini, psikolojisini, sosyolojisini, yaşayacaklarını bilmemektedir ki Allah? Kur’an’ı da tıpkı Allah’ı sınırlandırdığınız gibi sınırlandırmak zorunda kalırsınız böylece. (Kur’an kendi hakkında tam tersini söylerken hem de.) Bilmesinde sınırlanan elbette o bilmeden gelen kelamında da sınırlanır. Bir kafese de Kur’an’ı kapatırsınız. Ne yazık! Her sınır bir diğer kardeşini doğurur. Varın siz düşünün: Artık bunca sınırdan sonra Allah’ın Allahlığı tasavvurunuzda ne kadar kalır?

Halbuki, Kur’an’da yeralan ihbar-ı gayb örnekleri bile, hele Rûm sûresinde geçen (ve sûreye ismini veren) şu ayet bile kadere iman etmeye yeterlidir. “Rûmlar galip gelecektir…” Ve Rûmlar hakikaten galip gelirler yıllar sonra. Siyer kaynakları bize bu ayetin sebeb-i nüzûlünü ve ardından yaşananları tüm ayrıntılarıyla anlatır.

Peki, geleceği bilmeyen bir Allah’a inananlara soralım, Allah bunu sadece tahmin mi etmiştir? Hâşâ, kelamında İdda, Toto, Loto mu oynamaktadır? Vahyine, tutacağı belli olmayan, kendisinin de sonradan öğrendiği bir tahmin mi sokmuştur? Yoksa, her istikametli aklın söyleyeceği gibi, ezelî ilmiyle bildiği şeyi kullarına beyan mı etmiştir? Bu ayetin geliş sebebini etraflıca inceleyenler/okuyanlar meseleyi daha açık idrak ederler.

Zaten bu Kur’an müslümanlığı(!) taifesinin ihbar-ı gaybî türünden ayetlerle/hadislerle ayrıca takık olmaları bu tür ayet ve hadislerin onların işlerini feci bozmasındandır. Öyle ya. Gelecekten haber veren bir Allah’ın ve onun izniyle haberdar olan/bildiren bir Resulün (a.s.m.) varlığında kader nasıl inkar edilecek, Allah nasıl sınırlanacak, beşerî kibir nasıl yol alacaktır? Sorunlar, sorunlar, sorunlar… Kur’an bükücülerin elinde bundan çok var. Hasılıkelam: Kadere iman imanın kemalidir. Kadere iman etmeyenin Allah’a imanı eksik kalır. Çünkü bizzat Allah kelamında buyurur: “Muhakkak ki biz herşeyi bir kaderle yarattık!

Ahmet AY – risalehaber.com

Cemaatten kopmamak

Günün acı gerçeği

Geçtiğimiz günlerde bir grup müslüman ile ümmet olma bilinci üzerine sohbet edip dertleştik. Mevcut dini yapıların, istemeden de olsa gözle görülür bir farklılaşma, birbirleriyle ilişkilerinde derinden derine bir kopma yaşadıklarını dostça tespit ettik. Oysa bu yapıların önderleri dışında müştereklerinin ve mukaddeslerinin büyük ölçüde aynı olduğunu, aralarında sadece uygulama ve söylem yönünden farklılıklar bulunduğunu, bunun da normal kabul edilebileceğini paylaştık. Ne var ki, bu tabiiliğe rağmen birbirleriyle ilişkilerinde tam bir rekabet ve dolayısıyla da kopuş tavrını yansıtan davranışlar görüldüğünü üzülerek kaydettik.

Ümmetin birliğini ve bütünlüğünü pekiştirmesi beklenen söz konusu dini cemaat ve yapıların garip bir şekilde ayrılık sebebi niteliğine kaydıkları gerçeğini daha fazla vakit kaybetmeden yine kendilerinin olumlu yönde değiştirmeleri gereğini vurguladık, temenni ettik.

Sohbet boyunca, soğukkanlı ve hakaretten uzak değerlendirmeler yaptıkça, katılanların birer ümmet bireyi olarak mensubiyetleri ne olursa olsun, sesli özeleştiri yapmanın verdiği vicdani rahatlama ve sorumluluklarını tüm boyutlarıyla (cihad-ı ekber) “büyük cihad“[1]bilinci içinde hissettiklerine ve bunu biraz farklı ifadelerle de olsa dile getirdiklerine tanıklık ettik. Netice olarak da değişik isimlerle kendilerini farklı grupların içinde ellerindekilerle yetinmekle avunduklarını, halbuki öteki grup mensuplarıyla zaman zaman bir araya gelip dostça görüş alış-verişinde bulunmalarına -ümmet bilinci adına- büyük ihtiyaç olduğu itirafını paylaştık. Giderek bireyselleşen beşeri ilişkilerin verdiği rahatsızlıkları, gruplar seviyesinde de yaşamanın büyük bir sosyal çöküşü hazırladığını, “bir ve beraber sanılanların kalbî ve duygusal farklılıklarını“[2] yaygınlaştırdığını ne yazık ki kabullenmek zorunda kaldık.

Günün birincil görevi

Bu duruma elbette çare aramak ve çözüm bulmak için çalışmanın, samimiyetle gayret göstermenin, müslüman gruplar arası diyaloglar, birliktelikler gerçekleştirmenin, günümüzün birincil görevi olduğu ortadadır. Farklı grup isimleriyle anılan din kardeşlerimizden kopup uzaklaşarak değil, -ümmet bilincinin tabii gereği- safları sıkı tutup birliktelik fırsatlarını yoksa icad etmek; varsa, artırmak suretiyle “günün birincil görevi”ne sahip çıkılabilir. Bu konuda ilk hareketi başkalarından beklemek, bu hayırlı işte gönülsüzlük anlamına gelir. Konuya ait teşebbüs yarışmasına öncülük yapmak ve tanıklık etmek ise büyük bir bahtiyarlıktır.

Birliktelik fırsatlarının artırılması hizmeti, ocak gayreti ile hareket etme eğiliminde olan grupları ve daha ötede ümmet fertlerini dikkate alarak, cemaat önderleri tarafından başlatılıp kolaylaştırılmalıdır. Bu da önderlere düşen günün birincil görevi durumunda gözükmektedir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in, “benim ve ashabımın yolu üzere olanlar” diye çerçevesini çizdiği Kitap-Sünnet  bağlıları topluluğu (“cemaat”) içinde kalabilmek ancak bu yolla mümkün olacaktır. Aksi ise, korkarız, Âkif merhumun şu mısralarını paylaşmak anlamına gelecektir:

“Şu vahdet târumâr olsun” deyip saldırma İslâm’a

Uzaklaşsan da imandan, cema’atten uzaklaşma.

İşit, bir hükm-i kat’î var ki istînafa yok meydan:

“Cemaattan uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah’tan!

…….

Nasıl yekpâre milletler var etrafında bir seyret,

Nasıl tevhîd-i âheng eyliyorlar, ibret al, ibret! [3]

Ümmet’in birliğine hizmet etmeyen eğilimler, gayretler, gruplar ve yapılar iddiaları ne olursa olsun, böylesine acı bir sonucun paylaşanları olup “ibret al” ihtarının muhatabıdırlar. Oysa tam anlamıyla “mezleka-i akdam/ayakların kayacağı yer” demek olan cemaatten uzak kalmak, “ümmet olma bilinci“nin bütünleştiriciliğinden mahrum olmaktır. Oysa gurup liderlerinin önce bilinç sonra tavır birlikteliğine öncülük ve önderlik etmenin yollarını arayıp bulmaları ve bağlılarına ısrar ve öncelikle bunu telkin etmeleri, hep birlikte “mü’minlerin yolu“nu[4] tutmuş olmak için olmazsa olmaz bir gerekliliktir.  Atalarımız  ne güzel söylemişlerdir: “Sürüden ayrılanı kurt kapar.”

Hablullâhi’l-metîn

Allah’ın ipine (kitabına) hep birlikte sımsıkı sarılın, ayrışıp fırkalaşmayın“[5]âyetinin devamında, Müslümanların geçmişteki parçalanmışlıkları/iç düşmanlıkları, Allah Taala’nın, kalblerini birleştirmesi  sonucunda önlenmiş olduğu hatırlatılmaktadır. Daha sonra da söz konusu birlikteliğin, cemaat ruhu ve uygulamasının devamını sağlamak ve sürdürebilmek bakımından “Aranızdan hayra çağıran, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran bir topluluk/kadro bulunsun“[6] diye yol gösterilmektedir.

Ayrıca ve özel olarak, “kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra ihtilafa/anlaşmazlığa düşüp birbirleriyle çekişen/didişen kimseler gibi olmayın. Onlar için büyük bir azap vardır“[7] uyarısında bulunulmaktadır. Daha sonraki âyetler de ise, ümmet-i Muhammed ve ehl-i kitabın topluluk/ümmet olarak nitelikleri ve yapıp ettiklerine dikkat çekilmekte, -aralarında farklı kesimlerin bulunmasına rağmen- ehl-i kitabın iman etmiş olmaları halinde kendileri için hayırlı olacağı[8] vurgu- lanmaktadır. “İnsanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılmış hayırlı ümmet Müslümanlar”ın[9] ehl-i kitaba örnek gösterilmesi, ümmet-i Muhmmed’in varlığına, yapısına ve niteliklerine uygun davranmak konusunda her dönemde müslüman bireylere ve özellikle de Müslüman grup ve cemaatlere sorumluluklarınının ciddiyetini ihtar anlamına gelmektedir.

Bütün bu gerçekler, Ümmet’in ayrılarak küçük küçük parçalara bölünerek değil, ümmet kelimesinin çizdiği çerçevede mümkün olduğunca birleşerek ve bir araya gelerek bir anlam ifade edebileceğini ve işte o zaman “يدالله مع الجماعة Allah’ın yardım ve kudretinin cemaatle birlikte“[10] olduğunu büyük bir mutluluk olarak hayata geçirebileceğini hatırlatmaktadır.

Cemaat kelimesinden herkesin kendi mensup olduğu gurubu, ocağı değil, öncelikle ümmet yapısını, ehl-i sünnet ve’l-cemaat/Kitap ve sünnet çizgisini takip eden mü’minler topluluğunu anlaması lazım geldiği unutulmamalıdır. Çünkü ehl-i sünnet ve’l-cemaat, gruplardan bir grup, cemaatlerden bir cemaat değil, İslam ümmetinin ana gövdesini oluşturan yapıdır.

Ne yazık ki son zamanlarda ehl-i sünnet ve’l-cemaat adına, gereksiz ve asılsız beyanlar, pazarlamalar ve ticaret amaçlı reklamlar ulu-orta yapılmakta ve böylece kendi bindiği dalı kesme gaflet ve basiretsizliklerine şahit olunmaktadır. Ümmet-i Muhammed’in yapısal varlık ve nezaketi, hem sonucu parçalanmaya giden gruplaşmalardan hem de ehl-i sünnet ve’l-cemaati savunma görünümlü polemikten öte bir ciddiyet taşımayan kasıtlı-kasıtsız beyan ve çağrılardan -ne yazık ki- zarar görmektedir.

O halde dindar bireylerin, dini gurup ve yapıların ümmet-i Muhammed için ne ifade ettiklerini ve ne yaptıklarını, büyük bir soğukkanlılık ve derin bir içtenlikle sürekli gözden geçirmeleri gerekmektedir. Bu da tasavvuf ehlinin kemal yolu olarak çokça dile getirdiği murâkabe ve muhâsebenin ümmet düzeyine ulaşması ve ümmet bilincine dönüşmesi demek olacaktır.

PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN Altınoluk, Aralık 2017

[1] “..Reca’nâ ile’l-cihadi’l-ekber” beyanına göndermedir.

[2] el-Haşr ( 59 ), 14

[3] Safahat, “Alınlar terlemeli”, s. 414

[4] en-Nisa (4), 115

[5] Al-i imran (3),103

[6] Al-i İmran (3), 104

[7] Al-i İmran (3), 105

[8] Al-i İmran (3), 110

[9] Al-i İmran (3), 110

[10] Tirmizi, Fiten 7; Nesâî, Tahrîm 6

Dostu talebeye tercih etmek

Bizde bir hastalıktır şu. Ben de Rahman’ın rızası için yazacağım. “Bir dert görünürse devâsı âsândır!” sırrınca Şafî-i Hakiki olan Allah’tan cümlemize şifa vermesini dilerim. Yazacağım şeyin Nurcular tarafından acilen yüzleşilmesi gereken bir sorun olduğunu düşünüyorum. Kendim de bu çamura vaktiyle battığım için, itiraf ile o derdi önce açık etmek, sonra istiğfar ile ondan soyunmak isterim. “Böyle şeyleri aramızda konuşmamız gerek…” diyen, fakat aslında “En iyi eleştiri mümkünse yapılmamış, yapılmışsa yayılmamış, yayılmışsa önemsenmemiş eleştiridir!” arzusunu yansıtan sözde tedbirci, özde statükocu yaklaşımlara kulağım kapalı. Onlar da isterlerse bu yazıya gözlerini kapayabilirler. Mürşidim gibi derim: “Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez, başkasına gece yapamaz.

Şu bir gerçek: Bediüzzaman’ın ismini yolundan daha fazla önemsiyoruz. İsmine edilmiş iltifatları çizgisi için atılmış adımlardan daha çok seviyoruz. Hatta gittiği yol nasıl bir yol olursa olsun, isterse ehl-i sünnet çizgisinden de çıksın, eğer Bediüzzaman’a muhabbeti (!) varsa bir adamın, o muhabbeti belirtir bir kelamına şıp diye tav oluyoruz. Sevgiyi dilden ‘Bediüzzaman’ adıyla çıkan cümlelerde arıyoruz sadece. Kalpte neler taşınıyor, elden nasıl ameller çıkıyor, dilden daha ne cümleler sâdır oluyor, hiç sormuyoruz. Yeter ki bir adam bir cümlecik olsun Bediüzzaman’a iltifat etsin! O bizim muteberimiz oluyor.

Daha sonra, isterse cemaatleri toptan tezyif etsin, bazılarımızdaki muhabbet gitmiyor. Direniyor! Ta ki Bediüzzaman’ın şahsına bir kem söz edene kadar. O zaman jetonumuz düşüyor. Daha tuhaf olansa: Bu tutumu sadece avamımız değil ‘aydın abilerimiz’ de sergiliyor. Birisi Bediüzzaman’ı mı övdü? Daha başka neler dediğine bakmadan onu sinemize basmaya çalışıyoruz. “Ondan başka neler demiştir? Ne kadar öğretisinde Bediüzzaman’ın yolunda, cadde-i kübrada veya ehl-i sünnetin çizgisinde kalmıştır? Anlattığı Bediüzzaman ne kadar hakiki Bediüzzaman’dır?” Bütün bu başlıklar silinip gidiyor. Neden? Çünkü o Bediüzzaman’ı övdü. Sarsıcı birşey ama söyleyeceğim: Bazı Alevilere lafz-ı Ali (r.a.) ne kadar yeterse bazı Nurculara da lafz-ı Bediüzzaman yetiyor.

Ben bu temayülün vaktiyle Ertuğrul Özkök’e, Caner Taslaman’a, Emre Dorman’a, Mustafa İslamoğlu’na veya Yaşar Nuri Öztürk‘e kadar uzandığına şahit oldum. O kadar Bediüzzaman’a mana-i ismi ile bakıyor ki bu arkadaşlar, bir kişinin Bediüzzaman’ı övmesiyle, ‘sanki ona bir paye daha katılacak’ gibi coşuyorlar. Zarar yalnız bu kadarla da kalmıyor: Bu isimlerin de Nurculuğun etki alanına sızabilmesine sebep oluyorlar. Hem de hiçbir uyarıda bulunmadan. Körkütük bir övgüyle… Ne için? Çünkü o Bediüzzaman’ı övdü. İyi de Bediüzzaman’ı ‘ismen’ övmek, yolunu tutmak veya endişelerini birebir taşımak mıdır? Bediüzzaman’ın yolunu tutmanın/taraftar olmanın (dostluğun) delili, ismini iltifatla beraber anmak, ‘sadece zatını beğenmek’ midir?

Hatırlayalım: “Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyen Sözlere ve envâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın. Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir. Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.

Bu tanımların hemen öncesinde ise şunun altını çiziyor Bediüzzaman: “Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.

Barla Lahikası’nda Refet abiye yazdığı bir mektubunda ise şöyle diyor mürşidim: Bir talebe yüz dosta müreccahtır. Fakat şimdilerde bir şekilde Risale-i Nur’la ilgili yapılarda üst kademeleri tutmuş kimi insanlar şu cümleye yukarıdakinden daha fazla inanıyorlar: “Bir dost yüz talebeye müreccahtır.” Tüm mesaisini Risale-i Nur hizmetine vermiş herhangi bir ismin, tüm bu mesai ve istikametine rağmen, beş paralık kıymeti olmazken; ehl-i sünnet çizgisinde kaldığı bile şüpheli kimi isimler, ağızlarının kenarıyla sırf Bediüzzaman’a iki iltifat ettikleri için, beşyüz altın kıymetinde fiyatla satılıyorlar. Ne dediği de çok önemli değil. İsterse Risale-i Nur’un ölçülerine uymayan yüz tane yanlışı anlatsın. Önemli olan Bediüzzaman’ı övmesi. Ha bir de tabii biraz şöhret bulmuş olması lazım.

Sormamız gerek: Şu an Nurcular içinde Risale-i Nur’dan alacakları bitmemiş kaç tane mütefekkirimiz var? Bakın daha ‘kaç tane gencimiz var’ bile demedim. “Kaç tane mütefekkirimiz var?” diye sordum. Bence, bu mütefekkir yokluğunun birinci sebebi cemaatler içindeki istibdatsa, ikinci sebebi de ‘talebenin dost kadar itibarlı olmaması’dır. “Evin danasından öküz olmaz!” atasözünün canlanmış hakikatini gören genç Nurcular, eğer kalplerinde bütün bunlara rağmen direnecek bir sebat yoksa, en nihayet ya Nurlar üzerine mesaiyi azaltıyorlar yahut da büsbütün başka alanlara geçiyorlar. Çünkü biz onların ‘söylediklerine’ bakmıyoruz. Cidden bakmıyoruz. Bizim gözümüz elin danasından öküz çıkarmakta.

Eğer hakikaten insan yetiştirmek gibi bir amacımız varsa, ki umarım vardır, o zaman bunun ilk adımı: Bu dairenin, ilgi de dahil, bütün kaynaklarını gayrın iltifatlarına kullandırmaktan öte talebe yetiştirmeye kullanmaktır. Talebe dostu ancak böyle bastırır. İki dakika Bediüzzaman’dan ya bahsedecek ya bahsetmeyecek, o bahsettiğinden de birşey ya anlaşılacak ya anlaşılmayacak isimlere bir sürü para, vakit, gayret vs. harcayıp sonra gençlerin yaptıkları en samimi çalışmalara bile burun kıvırmak… Feleğin ters döndüğünün resmidir. Buralardan birkaç günlük nümayişler dışında bir muvaffakiyet de çıkmayacaktır.

Ahmet AY

Cemaat mensubiyetinin faydaları

Günlük hayatımızda, hepimiz aile, arkadaş, komşu gibi küçük gruplar içinde yer alırız zaten.

Diğer taraftan, dernek, şirket, cemaat, ekol, tarikat gibi çeşitli gruplara mensup olabiliriz. Kişiler mensup oldukları grup, cemaatin değer yargılarını benimser ve ona göre hareket ederler.

Aslında bir grup/cemaatte yer almamız, sosyal varlık olmamızın bir sonucudur.

Çünkü, kişiliğimizi başkalarına göre geliştirir, davranışlarımızı onlara göre ayarlarız.

  • Rûhî ve sosyal vasıflarımızı geliştiririz.
  • Ortak değerleri oluşturur ve tekâmül ettiririz.
  • Var olan düşünce ve davranışlar, cemaat/grup içinde pekiştirir, arttırırız.
  • Yeni tutum ve davranışlar kazanırız.
  • Cemaatin değerleri ve davranışları istikametinde yeni faaliyetler sergileriz.
  • Hepimiz hayatın dağdağalarından bunalırız. Nefes almak, dinlenmek, teselli bulmak, mânevî gücümüzü takviye etmek, hemcinslerimizle kaynaşmak isteriz. Cemaate girerek teselli buluruz. 1
  • Asrımızın yakıcı hastalıklarından olan “yalnızlık” bizi vahşete, sıkıntıya, strese sokar. Sosyal hayata aktif olarak katılarak yalnızlığımızı gideririz.
  • Merak duyduğumuz işleri ve hobilerimizi cemaat içinde gerçekleştirme imkânı buluruz.
  • Kimlik bunalımlarını grupla özdeşleşerek atlatırız.
  • İstidat (potansiyel halindeki yeteneklerimizi) ve kabiliyetlerimizi geliştirerek maddî veya kültürel üretimde bulunarak rahatlarız.
  • Hareket ve heyecan üzere yaratıldığımızdan faaliyetten lezzet alırız.
  • Aciz ve zayıf varlıklar olduğumuzdan, dayanışma, yardımlaşmaya muhtaç ve mecburuz.
  • Cemaatin bireylerinden ve şahs-ı mânevîden enerji, elektrik, feyiz alırız. (Cemaatle namazda safları sık ve omuz omuza gelmememizin istenmesinin sırlarından birisi bu olsa gerek.)
  • Grup/cemaatten enerji ve güç kazanırız. Meselâ, velilik, rûhî bir olgunluk; duyu, duygu enerjisini kontrol edebilme mahâretidir. Evliyalığın kerameti (olağanüstü, harika hâli, gücü) olduğu gibi, hâlis niyetin de dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Özellikle, Allah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi (hepsinin oluşturduğu kişilik, güç, kuvvet) bir olgun bir veli hükmüne geçebilir, yardımlara mazhar olur. 2

Bediüzzaman, grup/ekip/cemaat/ birlik halinde çalışmanın harika sonuçlarına meşhur bir örnek veriyor: San’atkârlar, san’atlarının sonucunu ziyadeleştirmek için, san’atta ortaklık cihetinde mühim bir servet elde ediyorlar. Hattâ dikiş iğneleri yapan on adam, ayrı ayrı yapmaya çalışmışlar. O ferdî/bireysel çalışmanın, her günde yalnız üç iğne, o ferdî san’atın meyvesi olmuş. Sonra, ortak çalışma prensibiyle on adam birleşmişler. Biri demir getirip, biri ocak yandırıp, biri delik açar, biri ocağa sokar, biri ucunu sivriltir, ve hâkezâ… Herbirisi iğne yapmak san’atında yalnız cüz’î bir işle meşgul olup (bir dalda uzmanlaşıp), meşgul olduğu hizmet basit olduğundan vakit kaybolmayıp, o hizmette meleke (maharet/uzmanlık) kazanarak, gayet sür’atle işini görmüş. Sonra, o çalışmalarını birleştirme ve taksim-i a’mâl (iş bölümü) düsturuyla olan san’atın meyvesini taksim etmişler. Herbirisine bir günde üç iğneye bedel üç yüz iğne düştüğünü görmüşler. Bu hadise, san’atkârlar arasında, onları teşrik-i mesâiye (işbirliğine) sevk etmek için dillerinde destan olmuştur.3 Bu kanun; mânevî, kültürel işler için de geçerlidir.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 429.
2- Barla Lâhikası, s. 15.
3- Lem’alar, s. 169.

Ali FERŞADOĞLU

www.NurNet.com