Etiket arşivi: cemil meriç

Cemil Meriç, Said Nursî ve Risale-i Nur’un dili

Cemil Meriç’in, Said Nursî’yi tanımaya çalıştığı, Risâle-i Nur’la ciddî mânâda meşgul olduğu ve kanaatlerini açık yüreklilikle, merdâne ifade ettiği günlerde, bazı çevreler Risâle-i Nur’un dili üzerinde bazı istifhamlar uyandırma gayreti içine girmişlerdi.

Bediüzzaman’ın rahle-i tedrisinde yetişen ve hizmetinde bulunan talebeleri o teşebbüslere birlikte neşrettikleri lâhika mektupları ile cevap vermeye çalıştılarsa da camianın dışındaki insanlar üzerinde fazla tesirli olamadılar.

Bunun üzerine Nur Hareketinin naşir-i efkârı olan ve o günlerde Yeni Nesil adı ile yayınlanan Yeni Asya gazetesinin muhabirleri, meselenin mütehassısı olan aydınların görüşlerini sordular. Lâkin her vesile ile her sahada konuşan pek çok kişi kanaatini beyan etmekten çekindi.

Bu hususta en güçlü ses yine Cemil Meriç’ten geldi. Necmeddin Şahiner’in, Risâle-i Nur’un dili hakkında sorduğu sorulara ‘her eserin kendi dili ile doğduğunu, milletimize Rabbanî bir iltifat olan Risâle-i Nur’un dilinin Kur’ânî, İslâmî bir lisan olduğunu, Risâle-i Nur’un kelimeleri ile oynamaya kimsenin hakkının olmadığını’ ifade etti.

O da biliyordu söylediği sözlerin ona muhalif çevreleri rahatsız edeceğini. Muhataplarının, Risâle-i Nur üzerinde yapılacak tahlil ve tefsir çalışmalarına karşı olduğu zehabına kapılmalarına fırsat vermemek için de sözlerini biraz daha netleştirdi:

Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerini, ancak Said Nursî kabiliyetinde ve İslâmî kelime hazinesini onun kadar iyi bilen birisi nihayet tevil ve tefsire kalkışabilir. Bunu da ne kadar yapabileceği, yaptıktan sonra belli olur.” (Nurculuk Nedir s: 17)

Tarihî cihetini, ‘Büyük bir imparatorluğun son sözleri’ diye tavsif ettiği Risâle-i Nur’u Türk dilinin temel eserlerinden biri olarak kabul eden Cemil Meriç’e göre o eserlerin Türkçe telif edilmesi, millet için olduğu kadar dil ve düşünce dünyası için de büyük bir kazançtı.

Nitekim dili tahrip edilerek inancı, mânevî değerleri ve mazisi ile bağlarından koparılıp ‘bir toz yığını’ hâline getirilmek istenen millet, resmî baskılara, fiilî zorluklara ve maddî sıkıntılara göğüs gererek Nurları sahiplenmişti.

Ekseriyeti kırlarda, köylerde yaşayan ve işlerinin çokluğundan düşünmeye bile vakit bulamayan insanların, küçük risâleler halinde ellerine geçen Nurları iştiyakla okumaları, anlamaları, yakın çevreleri ile birlikte dersler yapmaları Risâle-i Nur’un dilinin, günlük konuşma dilleri ile inançlarını imtizaç ettirmesinden ileri geliyordu.

Cemil Meriç, bizzat yaşayanlardan görerek ve görüşerek müşahede ettiği bu hakikati “Risâle-i Nurları okumadan ne Türk dili öğrenilebilir, ne de Türk düşüncesi. Risâle-i Nurlar bizim millî hazinemizdir” (Nurculuk Nedir s: 13) gibi sözleri ile dile getirdi.

Bu arada, resmî mercilerden destek alan ve onların talimatıyla hareket eden bazı kişilerin hedefinden saptırmaya çalıştığı bir gerçeğe daha işaret etti. O da Risâle-i Nur’un etrafında kenetlenen insanların teşekkül ettirdiği cemaat ve onun ismi altında faaliyet gösteren cihanşümul hareketti.
Said Nursî’nin, ‘küfrün hücumlarının bir şeye yaramadığını anlayarak kendi kendine pişman olmasını sağlayan’ imanî eserler vermesinin yanında güçlü bir cemaat teşekkül ettirmesi de onun dikkatini çeken hususlardan biriydi.

Hâl-i hazırda da, gelecekte de Nur Hareketine makul bir nazarla bakmak isteyen insanların, ancak onun başarabileceği bu gerçeği de görmesini sağlamak maksadıyla Bediüzzaman’ın Nurları telif etme gayretini, Nur Talebelerinin o sıfatı alma mücadelelerini ve cemiyet içindeki yerlerini nazara vermek istedi.

Ülkemizin yüzüstü bırakılan insanları, onun Nur Risâlelerini okuyarak İslâmiyetin ne kadar aydınlık, ne kadar muhteşem, ne derece şerefli bir inanç manzumesi olduğunu idrak ettiler. Zilletleri izzete tahavvül etti. Mukaddes iman ateşini söndürmemek için bütün çile ve işkencelere katlandı. Sonunda dünyadan ebediyete muzaffer olarak intikal etti. Bediüzzaman ışığı vatan sathına en çok yayılan gür bir meş’aledir. İslâm’ın bayrağını zinde bir imanla gelecek nesillere devretmek için hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen Nur Talebeleri hem sayı, hem ihlâs bakımından önde olmak vasfını muhafaza etmektedir.” (Nurculuk Nedir s: 17 )

Cemil Meriç bu ve benzeri sözleri; Said Nursî, Risâle-i Nur, Nurculuk hakkında kimsenin konuşmaya cesaret edemediği, konuşanların istihbaratın sıkı takibine, tacizine maruz kaldığı, kendini aydın diye adlandıran karanlık çevreler tarafından horlandığı, dışlandığı bir zamanda söyledi.

Gazetelerde, dergilerde yayınlanan o sözleri bir mensubiyet hissiyle veya yeni çevre edinme maksadıyla da söylemedi. Her mütefekkirin göstermesi gereken medenî cesareti gösterip yapması icap eden ilmî hareketi yaptı ve düşünceye saygı duymasının, dâvâsının mücadelesini veren insanlara hürmet etmesinin iktizası olarak ifade etti.

Çünkü ‘Said dağ başında va’z eden bir mürşit. O konuştukça laikliğin kartondan setleri yıkıldı birer birer’ dediği Said Nursî de, ‘Nurculuk bir terkiptir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı imanın, Batıya karşı Doğunun isyanı’ (C. Meriç’in Dünyası s: 140) diye tarif ettiği Nur Talebeleri de o saygıyı ve hürmeti hak eden dürüst, mert, fedakâr, ihlâslı insanlardı.

Böylece Cemil Meriç, düşünceye saygının tezahürü olan bu gibi sözleri ve cesur hareketleri ile bir mütefekkirin, haklının yanında yer alıp mazlûmu müdafaa ettiği nisbette her düşünce sahibi tarafından sayılıp sevilebileceğini gösteren güzel bir örnek oldu.

Kaynak: Risale-i Nur Enstitüsü

Said Nursî’yi çok geç tanıdım – Cemil Meriç

Cemil Meriç (imza), 28 Haziran 1985

“Said Nursî’yi çok geç tanıdım”

Çok erken yaşlarda görme yeteneğini kaybeden Cemil Meriç, ömrünün son döneminde geçirdiği beyin kanaması sebebiyle, kısmî felç geçirmiş ve yatağa bağlanmış durumdaydı.

Kendilerini ziyaretlerimiz esnasında, sohbetimizin ana konusunu Said Nursî, onun eserleri, fikirleri ve tarih içindeki yeri gibi hususlar teşkil ediyordu.

Öncelikle, Said Nursî’yi çok geç tanıdığını hayıflanarak söylerdi. “Şayet kendisini önceden tanıyıp eserlerini tetkik etme imkânını bulsaydım, hayatımın akışı, yaşayış tarzım bambaşka olurdu” diyor ve aynen şunları ekliyordu: “Üstad Bediüzzaman’ın eserlerini şayet ilk gençlik yıllarımda tanımış, okumuş olsaydım, büyük ihtimalle gözlerimi bu kadar erken yaşlarda kaybetmezdim… Önce Batı’ya yönelerek peşine düştüğüm hakikati, yine Doğu’da buldum. Doğu’da ise, en parlak yıldız olarak Said Nursî’yi tanıdım… Tanzimat’tan bu yana, İslâm tefekkürünü temsil makamında, bir tek onu tanıdım. Başka hiçbir şahsiyet, bu makamı dolduramıyor, hakkını veremiyor.”


Kaynak: Yeni Asya