Etiket arşivi: Cemil Şahinöz

Bediüzzaman’ın kardeşi, alim Abdülmecid Nursi

Şu günlerde vefat yıldönümü olan Abdülmecid Efendi’yi biraz tanımaya çalışalım. Abdülmecid Efendi, 1884’de Bitlis’in Nurs Köyünde doğar. Taği ve Arvas medreselerinde okuduktan sonra 1918’den 1920’ye kadar Şam’da kalır ve Van Medresesinden icazet alır.

Bu arada kendisi farklı kitaplar neşreder. Örneğin “Dü Mezhebi“, “İman Dili“, “Mantık“ ve “Fuadiye“ kitaplarını yazar. “Haleb-i Sağir“ ve “Kaside-i Bürde“ kitaplarının şerhini de yapar.

9 Haziran 1944 günü vefat eden oğlu Fuad’ın adına kaleme aldığı ve “Fuadiye“ ismini verdiği eserinin başında şöyle bir cümle gecer: “Şu risale, Nurlar’dan doğma olduğu gibi, onlara da lâhika olması lâzımdır. Zaten büyük Üstad’ın bu hususta bir va’dleri de sebkat etmiştir. Mesnevî’nin üçüncü cüz’üyle Üstad’a gönderdim. Münasib görüldüğü takdirde, Mesnevî’ye bir lâhika suretiyle kabul ve beraberce teksirini lütuf buyurulmasını, Nurlar’a pek müştak olan “Fuad” namına istirham eylerim.”

Aynı eserde Abdülmecid, oğlu Fuad’ın ölümünden duyduğu acıyı dile getirir: “Ey mezarcı! Göm beni de şu Fuad’ın kabrine. Firkatın dayanmaz vallahi asla kahrine. Katılsın zerratımız, âlem-i berzahta keza, Sarılsın birbiriyle ruhlar, ilayevmi’l-ceza. Ey mezarcı! Cebeci’de bana da kaz bir mezar, Olalım ünlü Fuad’ın komşusu leyl-ü nehar.“

Öğretmenlik günleri

Birinci Dünya Savaşında Abdülmecid, Bediüzzaman ile beraber Bitlis civarinda harp eder ve bu nedenle Gazi ünvanını da almış olur.

Abdülmecid, Diyanet müftüsü olarak da görev yapar ve 1955’de emekliye ayrılır. Emekliliğiyle beraber Konya’ya yerleşir ve kızının tahsilini destekler.

Konya’da da Abdülmecid Efendi boş durmaz. 1955-1956 yıllarında Konya İmam Hatip Okulunda meslek dersleri öğretmeni olarak görev yapar. İlerlemiş yaşlarda olmasına rağmen hergün okula yaya olarak gidip gelir. Kendisi için bir araba tutmayı teklif etmelerine rağmen kabul etmez. Öğrencilerinin yorulmaması için oturarak ders vermesini rica ettiklerinde “Bu, helaket ve felaket asrında iman, Kur’ân dersi almaya gelen, malumat-ı diniyeyi öğrenmeye koşan sizin gibi gençlerin karşısında oturarak ders vermekten hicap duyuyorum ve bu hareketimle huzur duymaktayım. Ben vücudumun değil, ruhumun rahat etmesini temine çalışıyorum” diye cevap verir.

O dönem talebelerinden biri olan Süleyman Uğur, Abdülmecid Efendinin öğretmenliğini şu şekilde anlatır: “Derste soru sorulmasını ve itiraz edilmesini pek severdi. Sual sorun, itiraz edin, cevap vereyim ki, takrir, takrib tamam olsun.”

Risale-i Nur tercümeleri

Bediüzzaman Said Nursi’nin “İşaratül İcaz“ ve “Mesnevî-i Nuriye“ eserlerinin Arapçadan Türkçeye farklı tercümeleri mevcut. Fakat hiçbiri bizzat Bediüzzaman’ın kardeşi olan ve kendisinden 15 sene ders almış olan Abdülmecid Ünlükul’un daha üstad bizzat hayattayken yaptığı tercümelere benzemez.

Abdülmecid Efendinin tercümelerini okuduğunuz zaman, adeta Bediüzzaman’ı okuyor gibisiniz, üslup, kelime hafızası birbirine çok benziyor. Bazı bölümleri kendi anlayışına göre özetlemiş olmasına rağmen, özet olduğu dahi anlaşılmıyor. Aynısı Bediüzzaman’ın az bilinen “Kızıl İcaz“ eseri için de geçerli. Abdülmecid Efendi, bu zor eseri 1965’de şerh eder.

Tercümeleri o kadar iyiki, bundan dolayı Bediüzzaman’ın talebesi Zübeyir Gündüzalp, şartlar uygun olsaydı bütün külliyatı Türkçe’den Arapça’ya, Arapça’dan Türkçe’ye Abdülmecid Efendiye tercüme ettirmek istemişti.

“Mesnevî-i Nuriye“nin tercümesiyle ilgili Abdülmecid Efendi şu ifadeleri kullanır:

“Risâle-i Nur Külliyatı’ndan el-Mesneviyyü’l-Arabî (Mesnevî-i Nuriye) ile muanven büyük Üstad’ın cihanbaha pek kıymettar şu eserini de Allah’ın avn ve inayetiyle Arabîden Türkçe’ye çevirmeye muvaffak olmakla kendimi bahtiyar addediyorum. Yalnız, aslındaki ulviyet, kuvvet vecezaleti tercümede muhafaza edemedim. Evet, o cevher-baha hakikatlere zarf olacak ne bir harf ve ne bir lâfız bulamadım.Tercüme lisanı da fikrim gibi nâkıs ve kasır olduğundan, o azîm imanî ve cesîm Kur’ânî hakikatlere ancak böyledar ve kısa bir kisveyi tedarik edebildim. Ne hakkın ve ne hakikatin hatırı kalmış. Fabrika-i dimağiyemin bozukluğundan,bu kadarını da, müellif-i muhterem Bediüzzaman’ın mânevî yardımlarıyla dokuyabildim. Evet, bir tavuk, kendi uçuşuyla şahinin veya kartalın uçuşlarını taklit ve tercüme edemez. Bu, hakikaten aslına uygun ve lâyık bir tercüme değildir-Pek kısa bir meal, bazan da tayyedilmiş, tercüme edememiş. Çok yerlerde yalnızmealini aldım. Bazı yerlerde de tayyettim. Ancak, aslındaki hakaiki evlâd-ı vatana gösteren küçük bir aynadır.”

Bediüzzaman’ın Talebelerinden Hulusi Yahyagil, tercümelerle ilgili şunları söyler:

“Hazret-i Üstad Abdülmecid Efendi için daima ‘mühim bir âlim’ diye bahsederlerdi. Hem Mesnevî hem de İşârâtü’l-İ’câz eserini tercüme etmiştir. Hazret-i Bediüzzaman, Arabî Mesnevî-i Nuriye’yi çok eski tarihlerde Ankara’da tab etmiştir. O zamanların âlimleri, ondan istifade edememişler. Onun üzerine kardeşi Abdülmecid’e tercüme ettirmiştir. Buna rağmen Arabî eserinin bazı bahislerinin içinden çıkamayınca ‘Burasını müellifi müşarün ileyhe bırakıyorum’ diye yazardı. Gösteriyor ki bu iki eser, bu iki kardeşin ve üstadlarımızın tefsiri ve tercümeleridir.”

Tercümeleri Bediüzzaman istemiş

Bu muhteşem tercümeleri de bizzat Bediüzzaman kendisinden istemişti. Bediüzzaman, Abdülmecid’e “Abdülmecid Mesnevi ve İşaratu’l İ’caz’ı Türkçeye tercüme et” der. Abdülmecid ise “Seyda, senin eserini ancak sen tercüme edebilirsin. Senin üslüb-u Ali ile neşrettiğin eserleri ben değil yüz ulema bir araya gelse yine tercüme edemezler” şeklinde cevap verir. Bediüzzaman tekrar “Kırk yıldır seni görmedim, hem bu hizmet-i imaniyedeki tekasülüne keffaret olarak Mesnevi ve İşaratu’l İ’caz’ı tercüme etmelisin” der. Abdülmecid kendisine yine “Aman Seyda, ben nasıl cüret edeyim? Ancak siz yapabilirsiniz” diye yanıt verir. Bediüzzaman üçüncü defa “Kardeşim Abdülmecid, sana emrediyorum Mesnevi ve İşaratu’l İ’caz’ı Türkçeye tercüme edeceksin” deyince, artık kabul eder ve “Emir buyurursunuz Seyda, sizin manevi muavenetiniz ve ruhaniyetinizin imdadıyla inşaaallah ancak muvaffak olabilirim” der.

Risale-i Nur’da Abdülmecid ile ilgili mektuplar

“Emirdağ Lahikası“nda Bediüzzaman, Abdülmecid’den bahseder “[…] öz kardeşim Abdülmecid, beni çok merak ediyor; görüşemediğim buranın müftüsünden, halimi anlamaya çalışıyor. Bundan sonra Feyzi ve Emin’in üçüncüsü Abdülmecid olsun. Safranbolu kahramanlarından aldıkları lüzumlu mektupları ona da göndersinler. Hem, benim tarafımdan ona yazsınlar ki: Eski Said’in birinci talebesi bulunduğun gibi, yeni Said’in dahi Hulusi ile beraber yine birinci safta talebelerisiniz.”

Yine “Emirdağ Lahikası“nda Bediüzzaman, kardeşi Abdülmecid için “Eski Said’in birinci talebesi bulunduğun gibi, yeni Said’in dahi Hulusi ile beraber yine birinci safta talebelerisiniz” der.

“Mektubat“ta geçen bir bölümde “Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman’ın (rahmetullahi aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvâlât içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem, elimden gelmeyen mânevî himmet ve medet bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birden bire, mühim birkaç Söz’ü ona gönderdim. O da mütalâa ettikten sonra yazıyor ki: ‘Elhamdülillâh, kurtuldum. Çıldıracaktım. Bu Sözler’in her biri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan bir mürşidden ayrıldım, fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum’ diye yazıyordu. Ben baktım ki, hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip, o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.” diye bahsedilir.

“Barla Lahikası“nda da Abdülmecid’in Bediüzzaman’a yazdığı bir mektup yer alır: “Ellerinizi öper, duânızı isterim. Dünyadan dargın nefsinde aciz olan Abdülmecid’e güzel bir üstad ulvî bir mürşid olacak yeni eserleriniz geldi. Lâfzî bir üstadı kaybettimse de manevî müteaddit mürşidleri buldum diye kendimi teşhir ettim. Hakikaten irşad edecek nurlu eserlerdir. Allah çok razı olsun.”

Bediüzzaman ve Abdülmecid son defa helalleşiyorlar

Bediüzzaman Konya’dayken Abdülmecid ile görüşmeleri çok nadir gerçekleşir. Bediüzzaman birgün Konya’dan ayrılırken arabadan, “Abdülmecid ben Urfa’ya gidiyorum. Belki bir daha görüşemeyeceğiz. Bana hakkınızı helâl ediniz” buyurdular. Abdülmecid Efendi, “Seyda bizim sana ne hizmetimiz oldu ki hakkımız olsun. Asıl sen bize hakkını helâl et. Bizi sen okutup yetiştirdin” dedi. Bunun üzerine Üstad, “Senin de Rabia’nın da bende çok haklarınız vardır. İkiniz de bana hakkınızı helâl ediniz” buyurunca karşılıklı helâlleştiler.”

Abdülmecid uğruna elini öptürüyor

Bediüzzaman kimseye elini öptürmezdi. Celal Başer bir gün elini öpmeyi başarır. Hikayeyi kendi ağzından dinleyelim:

“Yanına yaklaşarak, yorganın üzerinde bir deri bir kemik halinde duran mübarek elini öptüm. Üstad bu durumdan çok müteessir oldu. ‘Elimi öpmemeli idin!’ dedi. Kendilerine, ‘Üstadım, ben sizin elinizi öpmeyeceğim de, kimin elini öpeceğim?’ dedim. Üstad: ‘Hayır!… Bizler talebeyiz ve kardeşiz. Ben bunun altından nasıl kalkacağım, sana kitap versem kitaplar sende vardır.’ Ben Üstadın bu üzüntüsü karşısında şaşırmıştım: ‘Üstadım, ben talebe kardeşlerimi dolaşarak geldim. Cümlesi de kendi yerlerine elinizi öpmemi istediler. Ben bu vazifeyi yerine getirdim.’ Üstad yine üzüntülü ve ancak duyabilecek bir sesle, ‘Hayır… Onlar da benim kardeşlerimdir’ dedi. Ben bu sefer: ‘Üstadım ben Konya’ya da uğradım. Kardeşiniz Abdülmecid Efendiyi de ziyaret ettim. Abdülmecid Efendi hassaten ellerinizi öpmemi istediler.’ Üstad Hazretleri, bu sözlerim üzerine derin bir nefes aldı. ‘Ha… İşte oldu. Abdülmecid benim küçüğümdür. Beni bir yükten kurtardın’ diyerek doğrulmak istedi. Kardeşler sırtına bir yastık dayadılar, beni bağrına bastı.“

Edebiyata hakimdi

Hayreddin Karaman birgün Abdülmecid’e soyadı “Ünlükul“u nereden aldığını sorar. Abdülmecid, isminin Arapçasından çıkardığını söyler, çünkü arapçada “Abdülmecid“, “Ünlünün Kulu“ manasına geliyor.

Edebiyat ve şiire çok hakim olan Abdülmecid, 23 Mart 1960’ta Bediüzzaman vefat edince bir şiir yazar: “Ey mezarcı, o makamda bize de kaz bir mezar, Olalım nazik Said’in komşusu leyl-ü nehar.”

Zorla imza attırarak, Bediüzzaman’ı mezardan çıkarıyorlar

Bediüzzaman’ın vefatından sonra 27 Mayıs 1960’da askeri darbe gerçekleşir. Ardından 12 Temmuz 1960’da askeriyenin talebiyle, Abdülmecid’e zorla imza attırılır, Bediüzzaman Urfa’daki mezarından çıkarılır, Abdülmecid’in gözleri bağlı bir şekilde uçakla başka bir yere götürülür ve çok az kişinin bildiği başka bir mezara gömülür.

Abdülmecid’i yanıltamadılar

1963’de küçük bir grup Abdülmecid’i de ikna etmeye çalışarak, Risale-i Nur’un herkes tarafından neşrini durdurarak, basımını sadece kendileri tarafından yapmak isterler. Bu nedenle dava açarlar.

Bunun üzerine Bekir Berk Konya’ya gelir ve Abdülmecid ile görüşür. Ardından Abdülmecid kendi gayretleriyle mahkemeye iptal ve avukata red dilekçesi verir. Dava da düşer.

Bu olaydan sonra. 1966’da Zübeyir Gündüzalp, Abdülmecid hakkında çok detaylı bir kitap yazan Halil Uslu’ya “Allah Abdülmecid Nursî Ağabey’den razı olsun, neşriyata ve fütûhata mâni olmadı. Konyalılar Abdülmecid Efendiyi anlamadılar. Vaktim yok, hastayım, yoksa Konya’ya gelip Abdülmecid Efendiden Risale-i Nurların Arapçadan Türkçeye, Türkçeden de Arapça tercümesi için her şekilde emrinde olacağım. Çünkü Üstadın üslubunu bilen çok büyük bir âlim ve hem de talebesidir.” der.

Veda zamanı

Sene 1967’ye gelindiğinde Abdülmecid Efendi herkesle vedalaşmaya başlar. Çünkü Bediüzzaman son görüşmelerinin birinde, “Abdülmecid hakkını helal et, bizi birbirimize hasret bıraktılar, senden helallik almak için geldim. Sen üzülme, az kaldı, yedi sene sonra beraber olacağız, sen geleceksin“ diye ilham ile bildirir. Abdülmecid Efendi bunun gerçekleşeceğine inanmış olmalı ki, yavaş yavaş herkesten helallik diler ve vedalaşır. Ve gerçekten de 1967’de vefat eder.

Abdülmecid Efendi 11 Haziran 1967’de vefat ettiğinde, Konya eski müftüsü Tahir Büyükkörükçü onun için “Muhterem cemaat, bir âlim ölmedi, bir âlem öldü” der. Konya eski müftüsü Mehmet Ulucan “Konya Müftülüğünde iken Arap edebiyatının en müşkül bahislerini Abdülmecid Efendiden kolaylıkla öğrendim. O bir hârikaydı” ifadesine kullanır.

Bugün Konya Üçler Kabristanı’nda mezarı bulunan Abdümecid Efendiyi rahmetle anıyoruz…

Cemil ŞAHİNÖZ

Kaynakça:
Korkmaz, Kübra Örnek: Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecid Nursî, 11.06.2019
Nursi, Said: Barla Lahikası, Sözler Yay
ınları, 2009

Nursi, Said: Emirdağ Lahikası, Sözler Yayınları, 2009
Nursi, Said: Mektubat, Sözler Yayınları, 2009
Nursi, Said: Mesnevî-i Nuriye, Sözler Yayınları, 2009
Şahiner, Necmettin: Son Şahitler, Nesil Yayınları, 2018
Uslu, Halil: Abdülmecid (Nursî) Ünlükul ve Risâle-i Nur, 11.06.2010
Uslu, Halil: Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecid Nursî (Ünlükul), 10.06.2013
Uslu, Halil: 47 yıl öncesinde Abdülmecid Ünlükul (Nursî), 13.06.2014
Uz, Mehmet Ali: Konya’nın velileri, alimleri ve hocaları. Meram Belediyesi, 1993

Kaynak: Bediüzzaman’ın kardeşi, alim Abdülmecid Nursi – Cemil ŞAHİNÖZ

Psikolojik terapide Risale-i Nur

Psikolojik terapide karşınızdakine yardımcı olabilmek için onun kendi kültüründen, kendi inancından, kendisine yakın hissettiği konulardan faydalanmaya çalışırsınız. Eğer psikolog sizin kültürünüzü, inancınızı, değerlerinizi benimsemiyorsa veya tanımıyorsa etkili olma ihtimali de düşer, çünkü sizi anlamaz ve sizde sizi anlamadığını düşünürsünüz. Bu nedenle psikolog olarak sadece bilinen psikolojik metotlardan değil, başka yöntemlerden ve bilgilerden de faydalanmanız gerekir.

Özellikle psikolojik tedavide kalıpların hiç bir anlamı yoktur. Diş doktoruna gittiğiniz zaman herkesin tedavisi aynıdır. Fakat psikolojik sorunlar böyle değildir. Çünkü her insan farklıdır. Her insanın yapısı değişiktir. Bazen sorunlar birbirine benzese de her tedavi bambaşkadır. Bu nedenle sadece başka kültürlerin ve değerlerin geliştirdiği metotları kullanmak yerine, kendi değerlerimiz ile bağdaşan kaynaklardan da faydalanmak gerekir. Faydalanabileceğiniz eserlerden bir tanesi de Bediüzzaman´ın Kur´an tefsiri Risale-i Nur.

Hemen belirtelim, Risale-i Nur bir psikoloji kitabi değil. Psikolojik metotlar içermez. Fakat başka kitaplarda da olabileceği gibi – mesele Mevlana´nın Mesnevi´sindeki hikayeler – Risale-i Nur´da da insan psikolojisine dair önemli tespitler var. Bu tespitlerden psikolojik terapide faydalanmak mümkündür, ki biz faydalanıyoruz ve tedaviye gelenler çokta faydasını görüyor.

Örneğin 2. Lem´a´daki sabır bahsinden, kimlik gelişimi için 30. Söz´den, insanın bilinç altını – daha doğrusu nefsin bilinç altını – deşifre eden 21. Söz´den, 17. Mektup olan Çocuk Taziyenamesinden, 26. Lem´a´daki tesellilerden, Kader Risalesinden, vesvese bahislerinden veya başlı başına Hastalar Risalesinden faydalanmak mümkündür.

Yazımızın sınırlarını aşmamak kaydıyla tedavilerde en çok faydalandığım bölümlerden örnek verelim.

“Şu sabırsızlıkta misalin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde; o tutar mühim bir kuvvetini sağ cenaha gönderir, merkezi zayıflaştırır. Hem sol cenahta düşmanın askeri yok iken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, “Ateş et!” emrini verir. Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder; tar ü mar eder. Evet buna benzersin. Çünki geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalbolmuş; elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, keramete iltihak ve meşakkati, sevaba inkılab etmiş. Öyle ise ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret almak lâzımgelir. Gelecek günler ise madem gelmemişler. Şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek; aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divaneliktir.“ (21. Söz). Bu bölümde Nursi sabırsızlığın insana ne gibi zararlar verdiğini, daha gelmemiş günler için şimdiden üzülmenin hiç bir faydası olmadığını tespit ediyor. Daha gelmemiş günler için şimdiden sıkıntı çekmek psikolojik terapide sıkca rastladığımız bir olgu. Dolayısıyla bu misaller konuyu çözmekte çok yardımcı ve etkili oluyor.

“Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesiyle sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp hâl-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvaya başlar. Âdeta (hâşâ) Cenab-ı Hakk’ı insanlara şekva eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekva edip sabırsızlık gösterir. Çünki geçmiş herbir gün, musibet ise zahmeti gitmiş rahatı kalmış; elemi gitmiş, zevalindeki lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bundan şekva değil, belki mütelezzizane şükretmek lâzım gelir. Onlara küsmek değil, bilakis muhabbet etmek gerektir. Onun o geçmiş fâni ömrü, musibet vasıtasıyla bâki ve mes’ud bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı vehim ile düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak, divaneliktir. Amma gelecek günler ise madem daha gelmemişler; içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekva etmek, ahmaklıktır. “Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım” diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek, ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir. Öyle de gelecek günlerdeki, şimdi adem olan musibet ve hastalıkları düşünüp, şimdiden onlardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belahettir ki, hakkında şefkat ve merhamet liyakatını selbediyor.” (2. Lem´a). Yukarıda verdiğimiz örneğin bir başka şeklini burada da görüyoruz. Sabır bir çok psikolojik tedavide en önemli faktörlerden birisi. Bediüzzaman bu konuda geçmis-halihazır-gelecek kavramlarını ele alıyor ve insandaki sabir gücünün halihazır için yeterli olduğunu gösteriyor. Ki Cenab-ı Allah Kur´an-ı Kerim´de defalarca kimseye kaldıramayacağı yükü vermediğini belirtiyor. Onun için daha olmamış, gelmemiş bir olay için şimdiden sabırını tüketmek sadece sıkıntıyı çoğaltıyor.

“Zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i elem dahi lezzettir. Evet, herkes geçmiş lezzetli, safalı günlerini düşünse, teessüf ve tahassür elem-i mânevîsini hissedip “Eyvah” der. Ve geçmiş musibetli, elemli günlerini tahattur etse, zevâlinden bir mânevî lezzet hisseder ki, “Elhamdülillâh, şükür, o belâ sevabını bıraktı, gitti” der, ferahla teneffüs eder. Demek bir saat muvakkat elem, ruhta bir mânevî lezzet bırakır ve lezzetli saat, bilâkis, elem bırakır. Madem hakikat budur. Ve madem geçmiş musibet saatleri, elemleriyle beraber mâdum ve yok olmuş; ve gelecek belâ günleri, şimdi mâdum ve yoktur. Ve yoktan elem yok ve mâdumdan elem gelmez. Meselâ, birkaç gün sonra aç ve susuz olmak ihtimalinden, bugün o niyetle mütemadiyen ekmek yese ve su içse, ne derece divaneliktir. Aynen öyle de, geçmiş ve gelecek elemli saatleri—ki hiç ve mâdum ve yok olmuşlar— şimdi düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp Allah’tan şekvâ etmek gibi “Of, of” etmek divaneliktir. Eğer sağa sola, yani geçmiş ve geleceklere sabır kuvvetini dağıtmazsa ve hazır saate ve güne karşı tutsa, tam kâfi gelir; sıkıntı ondan bire iner. Hattâ, şekvâ olmasın, ben bu üçüncü medrese-i Yusufiyede, birkaç gün zarfında, hiç ömrümde görmediğim maddî ve mânevî sıkıntılı, hastalıklı musibetimde, hususan Nurun hizmetinden mahrumiyetimden gelen meyusiyet ve kalbî ve ruhî sıkıntılar beni ezdiği sırada, inâyet-i İlâhiye bu mezkûr hakikati gösterdi. Ben de sıkıntılı hastalığımdan ve hapsimden razı oldum. “Çünkü benim gibi kabir kapısında bir bîçareye, gafletle geçebilir bir saatini on adet ibadet saatleri yapmak büyük kârdır” diye şükreyledim.“ (13. Söz). İnsan geçmişini düşünerek yorulur, geleceğini düşünerek endişe çekerse yine kendisine verilen sabır kuvvetini boşa harcamış olur. Geçmiş bitmiştir. Gelecek henüz gelmemiştir. Nursi, yine örneklerle dikkat çekerek olayın sabır ve musibet boyutunu analiz ediyor.

„Gayet zengin, gayet mahir bir san’atkâr; güzel san’atını, kıymetdar servetini göstermek için, miskin bir adama modellik vazifesini gördürmek maksadıyla, bir ücrete mukabil, bir saatçik zamanda, murassa ve gayet san’atlı diktiği bir gömleği, bir hulleyi o fakire giydirir. Onun üstünde işler ve vaziyetler verir. Hârika enva’-ı san’atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese: “Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla verdiğin vaziyetten bana sıkıntı veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun” demeye hak kazanabilir mi? Merhametsizlik, insafsızlık ettin diyebilir mi? İşte aynen bu misal gibi, Sâni’-i Zülcelal sana ey hasta! Göz, kulak, akıl, kalb gibi nuranî duygularla murassa olarak giydirdiği cisim gömleğini, esma-i hüsnasının nakışlarını göstermek için, çok hâlât içinde seni çevirir ve çok vaziyetlerde seni değiştirir. Sen açlıkla onun Rezzak ismini tanıdığın gibi, Şâfî ismini de hastalığınla bil. Elemler, musibetler bir kısım esmasının ahkâmını gösterdikleri için, onlarda hikmetten lem’alar ve rahmetten şualar ve o şuaat içinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, tevahhuş ve nefret ettiğin hastalık perdesi arkasında, sevimli güzel manaları bulursun.“ (25. Lem´a). Hayatı ve vücudu kim verdiye, hakiki malik (sahip) kim ise, aynı şekilde hastalığı ve musibeti de veriyor. Sıhhat imtihan olduğu gibi, hastalık da bir imtihandır. Derdi kim verdiyse dermanı da veriyor. Ve bu nedenle her musibet, bela ve hastalık geçici oluyor. Bediüzzaman yukarıda verdiği terzi misaliyle hayatımızda karşılaştığımız bir çok musibete merhem sürüyor.

“Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.“ (Hakikat Çekirdekleri) ve benzeri “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır.“ (Münazarat). Burada Said Nursi dünyaya ve olaylara bakış açısını ele alıyor. Bu kadar kısa ve veciz kelimelerle dünyaya bakış açımızın hayatımızı nasıl etkilediğine vurgu yapıyor. Ne kadar müsbet (pozitif) bakar isek, hayatımız da o kadar müsbet olur. Neticede stres dediğimiz olay dahi sadece bizim kafamızda oluşan bir olgu.

“Bir zaman -Allah rahmet etsin- mühim bir zât kayığa binmekten korkuyordu. Onun ile beraber bir akşam vakti, İstanbul’dan köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyyüb’e gitmeğe mecburuz. Israr ettim. Dedi: “Korkuyorum, belki batacağız!” Ona dedim: “Bu Haliç’te tahminen kaç kayık var?” Dedi: “Belki bin var.” Dedim: “Senede kaç kayık garkolur.” Dedi: “Bir-iki tane, bazı sene de hiç batmaz.” Dedim: “Sene kaç gündür?” Dedi: “Üçyüzaltmış gündür.” Dedim: “Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üçyüz altmış bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan; insan değil, hayvan da olamaz!” Hem ona dedim: “Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?” Dedi: “Ben ihtiyarım, belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır.” Dedim: “Ecel gizli olduğundan, herbir günde ölmek ihtimali var; öyle ise üçbin altıyüz günde hergün vefatın muhtemel. İşte kayık gibi üçyüzbinden bir ihtimal değil, belki üçbinden bir ihtimal ile bugün ölümün muhtemeldir, titre ve ağla, vasiyet et!” dedim. Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim: “Cenâb-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrib için değil! Ve hayatı ağır ve müşkil ve elîm ve azab yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa.. hattâ beş-altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârane bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdır, hayatı azaba çevirir.” (29. Mektub). Bediüzzaman burada bir çok insanda bulunan gereksiz korku ve vesveseyi ele alıyor. Önce bunun ne kadar yanlış bir düşünce olduğunu tespit ediyor, ardından korkunun mahiyetini açıklıyor. Mahiyeti bilindiği vakit korku da azalır. Aslında psikolojide metot olarak kullandığımız davranış terapisinde aynen bunu uyguluyoruz.

„Halk-ı şer, şer değil, belki kesb-i şer şerdir. Çünki halk ve icad, bütün netaice bakar; kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için, hususî netaice bakar. Meselâ: Yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var, bütünü de güzeldir. Sû’-i ihtiyarıyla bazıları yağmurdan zarar görse, “Yağmurun icadı rahmet değildir” diyemez; “Yağmurun halkı şerdir” diye hükmedemez. Belki sû’-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu. Hem ateşin halkında çok faideler var; bütünü de hayırdır. Fakat bazıları sû’-i kesbiyle, sû’-i istimaliyle ateşten zarar görse, “Ateşin halkı şerdir” diyemez. Çünki ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış; belki o, kendi sû’-i ihtiyarıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti. Elhasıl: Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesîri intac eden bir şer terkedilse; o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur. Meselâ: Cihada asker sevketmekte elbette bazı cüz’î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesîr var ki, İslâm küffarın istilasından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terkedilse, o vakit hayr-ı kesîr gittikten sonra şerr-i kesîr gelir. O ayn-ı zulümdür. Hem meselâ: Gangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir; halbuki zâhiren bir şerdir. Parmak kesilmezse, el kesilir; şerr-i kesîr olur. İşte kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve îcadları, şer ve çirkin değildir; çünki çok netaic-i mühimme için halkolunmuşlardır.“ (12. Mektub). Bu bölümde de yine psikolojik terapilerde sıkca kullandığımiz bir metodu görüyoruz. Bir şeyin varlığı kötü anlamına gelmez. Siz o varlığı nasıl algılar veye „kullanırsanız“ size o şekilde yansır. Güzele yönlendirirseniz güzel olur. Bazen kötü zannetiğiniz şeyler hayır, hayır zannetikleriniz şer olabiliyor.

„Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülasasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür, inkılap ve felaketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskan edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, üçüncüsü, nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. Lakin, insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. Mesela, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helale ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helaline şehveti var, harama yoktur. İhtar: Kuvve-i şeheviyenin yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi füruatında da bu üç mertebe mevcuttur. Ve keza, kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddi ve ne manevi hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz. İhtar: Bu kuvve-i gadabiyenin füruatında da şu üç mertebenin yeri vardır. Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batıl bilir, içtinap eder.“ (İşarat-ül İ´caz). Bediüzzaman Fatiha Suresindeki „Sırat-ı müstakim”i tefsir ederken insandaki farklı kuvvetlerden bahsediyor. Bu kuvvetler veya duygular insanı kötülüğe sevk edebileceği gibi iyiliğe de sevk edebilir. Kötülük veya iyilik yapmakta insan hürdür. Hür olduğu için ve seçeneklerini kendisi yaptığı için ahirette mesul olacaktır. İnsandaki bu „sistemin“ farkında olduğumuz zaman doğru hareket etmek de daha kolay olsa gerekir.

„Evvelâ: Ölüm, saadet-i ebediyeye mukaddemedir; bu itibarla nimet sayılabilir. Çünki nimetin mukaddemesi de nimettir. Nitekim vâcibin mukaddemesi, vâcib; haramın mukaddemesi, haramdır. Sâniyen: Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Binaenaleyh ruh, cesed kafesinden çıkarsa necat bulur. Sâlisen: Ölüm olmasaydı, küre-i Arz nev’-i beşeri istiab edemezdi ve nev’-i beşer müdhiş perişaniyetlere maruz kalırdı. Râbian: İhtiyarlık yüzünden öyle bir dereceye gelenler var ki, tekâlif-i hayatiyeye kadir olamaz, daima ölümünü isterler. İşte bunun için, ölüm nimettir.“ (İşarat-ül İ´caz). Nimet dediğimiz zaman çoğumuzun aklına gıda, yiyecek ve içecek gelir. Halbuki Bediüzzaman eserlerinin bir çok yerinde ölümün kötü birşey olmadığını, tam aksine bir nimet olduğunu açıklıyor. Yukarıda verdiğimiz bölümde bunun neden böyle olduğunu net bir şekilde gözler önüne seriyor.

Burada verdiğimiz örnekleri çogaltmak mümkündür. İnsan psikolojisine dair terapilerde kullanılabilecek daha başka bölümler de vardır. Başlı başlına bir eser konusu olabilecek bu konuyu sadece giriş mahiyeti olarak kısaca sunmaya çalıştık.

Cemil Şahinöz /  moralhaber.net

cemil@misawa.de

Koruyucu Türk Aileleri Gerekiyor!

Daha önceki yazılarımızda konuya değinmiştik. Avrupa´da devlet tarafından ailelerinden alınan çocuklar koruyucu ailelere veriliyor. Tahmini rakamlara göre bu çocukların arasında Avrupa genelinde 4000 türk çocukları bulunuyor. Türk veya müslüman koruyucu ailelerin eksikliği nedeniyle bu çocuklar başka ailelere veriliyorlar. Bu ailelerde çocuklar kültür ve din çatışması yaşıyorlar. Dillerini unutuyorlar. Dolayısıyla büyük bir kimlik krizi geçiriyorlar. Çocuklar korunması gerektiği yerde büyük ve kalıcı bir zarara uğruyorlar.

Sorunu daha da net anlayabilmek için Almanya´nın bir büyük şehrine bakalım. Bielefeld şehrini analiz edelim. Bielefeld şehrinde yaklaşık 330.000 vatandaş yaşıyor. Bunların 11,9%u yabancı vatandaşı. Göçmenlerin sayısı hakkında tahmini bir çok rakam var. Örneğin gençlerin %50sinin göçmen kökenli olduğu tahmin ediliyor.

Göçmenler istatistiksel olarak belirlenemediği için tam olarak ne kadar göçmen çocuğun koruyucu ailelere verildiği bilinmiyor. Bilinen rakamlara göre 2010 ve 2011 senelerinde koruyucu ailelere verilen çocukların sayısı şöyle:

2011 senesinde dördü yabancı, toplam 35 çocuk koruyucu aileye verilmiş.

Her iki istatistik için geçerli olan önemli not: 2000 senesinden sonra Almanya´da doğan çocuklar doğuştan itibaren alman vatandaşlıklarını alıyorlar. Yani bu sayılarda yabancı vatandaş olarak geçen çocukların büyük bir kısmı sonradan Almanya´ya gelen veya getirilen çocuklar. 2000´den sonra Almanya´da doğan türk çocukları alman vatandaşlığını aldıkları için doğal olarak bu istatistiklerde alman vatandaşı olarak geçiyorlar.

Bielefeld şehrinde çocukları acil olarak kısa bir süre için alabilecek olan koruyucu aileler arasında gençlik dairesinin tahminlerine göre sadece iki tane göçmen kökenli ailesi var. Bu iki ailenin hangi kökden geldiği ise bilgilerde geçmiyor.

Bielefeld´de acil dışı, sürekli olarak koruyu ailede bulunan 534 çocuk var. Bunlardan 32 tanesi yabancı vatandaşı. Maalesef bu rakamlarda da sadece alman ve yabancı ayrımı yapılmış. Çocukların veya koruyucu ailelerin ne kadarı göçmen, ne kadarı türk, ne kadarı müslüman olduğu hakında detaylı bilgi yok. Gençlik dairesinin tahminine göre sadece 15 aile göçmen kökenli.

STK´lar bu rakamları ve Avrupa genelini göz önünde bulundurarak konuyla ilgili mutlaka çalışmalar yapmalılar. Hem gençlik dairesinin çalışma sistemiyle ilgili hem de koruyucu aile konusu masaya yatırılmalı. Problemler ve çözümler aranmalı.

Eğer bu sorunlar konuşulmaya başlanırsa, toplumda da yankı yapacaktır ve çözümler çoğalacaktır. Bizim kültür ve din anlayışımız koruyucu aile olmaya müsait. Şuan eksik olan sadece bilgi ve hassasiyet.

Cemil Şahinöz cemil@misawa.de

https://twitter.com/Cemil_Sahinoez

Almanya’ya Müslüman Cumhurbaşkanı!

Son yıllarda Avrupa´da, özellikle Almanya´da müslümanların –bilhassa türklerin- ve İslam´ın konumu değişime uğradı. Bir yandan ırkçılık ile başlayan, islam korkusu ile devam eden ve islamdüşmanlığına dönüşen bir akım var, diğer yandan İslam´a sıcak bakan, evrensel insani ahlakı ve adaleti benimseyen bir kitle var. Bu iki kitlenin arasındaki “soğuk savaş” Avrupa´nın da geleceğini belirleyecek, çünkü Avrupa´da müslümanların nüfusları çeşitli sebeplerden dolayı yükselmekte.

Bu konulara şimdiden strateji geliştirmek yerine özellikle son dönemde bazı derneklerin ve STK´ların bir çoğu çıkmaza girdiler. Bazı STK´lar haklı olarak “bıkkınlık” ve yorgunluk ile geri çekildiler, diğerleri kendi şartları içerisinde yapabileceklerinin sınırlarına ulaştılar.

Bu nedenle mevcut STK´lara yol haritası çizebilmek ve yeni konulara yeni stratejiler geliştirmek amacıyla Almanya´da ve Avrupa´da en çok lazım olan şey entellektüel bir elit tabakası yetiştirmek ve lobi kurmak. Dünyanın neresinde olursanız olun siyasi gelişmelerde etkinizin olmasını istiyorsanız bir lobiniz olması şart. Bunun ile birlikte gelecek yıllara baktığımızda ekonomi düzeninin yerini ilim ve bilginin alacağını görüyoruz. Sadece ekonomik olarak güçlü olan değil, bilgi gücüne de sahip olanların söz sahibi olacağı görünüyor. Bu nedenle entellektüeller yetiştirmek ve mevcut tartışmaları bu düzeyde de sürdürmek faydalı olacaktır.

Bunları yapabilmek için insan çok, ama idealleri olan insanlar az. Üniversiteye gitmek, büyük makamlarda olmak yetmiyor. İdealleri olan ve hayatında belli hedefi olan insanlar gerekiyor. Yoksa profesör olmuş, tek derdi makamını ve maaşını korumak ise bu bağlamda faydası olmaz. Hem milleti için, hem ümmet için çalışan, paraya ve makama tapmayan, dürüst olarak görevini yerine getiren, siyasi kamplaşmalara takılmayan idealli insanlar yetiştirmemiz gerekiyor. Üniversitelerin her bölümünde, fakültelerinde ve ilim dallarında genç akademisyenlere ihtiyaç var. Ve hepsi kendi bölümünde en iyi olmaya çalışmalı.

Aslında Avrupa´da yetişmiş olan müslümanlar yukarıdaki bahsettiğim boşlukları doldurabilecek kapasitede. Hem müslümanlar ve Türkler açısından entellektüel bir tabaka yetiştirmek hem de mevcut STK´ların desteğiyle lobi faaliyetlerinde bulunmak aslında mümkün. Bunun için zemin, zaman ve şartlar müsait. Avrupa´daki müslümanların ihtiyaçlarını karşılayacak hedefler için gereken potansiyel Avrupa´da mevcut. Bu potansiyelleri keşfedip yerinde, kapasiteye ve kabiliyete göre kullanmak gerekiyor. Bunu yapabilmek için STK´lar ağırlıklı olarak bulundukları ülkeye yatırım yapmalı.

Var olan potansiyeller mutlaka yerinde kullanılmalı. STK´lar bunun için aktif faaliyetler düzenleyerek, elemanlar yetiştirip, kendi ağlarını kurmalı. Bunun için siyasetçiler ve Türk-Alman STK´lar ile sıkı bir irtibata geçilmesi gerekiyor. Bunları yapabilmek için hem Avrupa´yı hem Türkiye´yi çok iyi bilen, her ikisiyle sıkı irtibat halinde olan elemanlar yetiştirilmeli. Oluşturulan lobi ile yeni konulara, daha önce hiç değinilmemiş meselelere, yeni hedeflere ağırlık verilmeli.

Bunun dışında Avrupa´nın konjonktürünü iyi analiz edip stratejik olarak bir yol haritasının çizilmesinde fayda görüyorum. Küresel dengelerin değiştiği bu zamanlarda özellikle Almanya´daki 2,5 milyon türk nüfusu ve 4 milyon müslüman nüfusu önemli ve çok ciddi bir güç. Öyle bir güç ki Almanya´nın ilk müslüman başbakanını veya cumhurbaşkanını yetiştirebilecek kapasitede.

Cemil Şahinöz

cemil@misawa.de

https://www.facebook.com/CemilSa

https://twitter.com/Cemil_Sahinoez

Avrupa’da imam isteyen herkese Diyanet’ten imam

Almanya´da 90´lı yılların cemaat kavgaları, cemaat gıybetleri, adam çalmaları ve birbirini rakip olarak görme devri kapandı.

Biraz Alman devletinin baskısıyla biraz da cemaatlerin birbirlerine ihtiyacı olduklarını anlamasıyla paradigma değişiklikleri yaşandı. Cemaatler artık daha çok birbirlerine yaklaştılar ve sorunları giderdiler.

Bunun ilk örneğini 2007´de kurulan üst çatı kurumu KRM´de (Almanya Müslümanları Koordinasyon Konseyi) görmüştük. Almanya´daki büyük cemiyetler biraraya gelip KRM´yi kurmuşlardı. Başlangıçta yaşanan sıkıntıların bir çoğu giderildi ve gelecek için iyi adımlar atılmaya başladı.

Son örnek ise takdire şayan. Eskiden Türkiye´den Diyanet sadece DİTİB`e (Avusturya´da ki ismi ATİB) bağlı olan derneklere imam yolluyordu. Zaten DİTİB Diyanet´in Almanya´daki “kurumu“.

Fakat artık devir değişti. İhtiyaçlar değişti. Şartlar değişti.

Bundan böyle bütün dünyada mescidi olan ve talep eden herkese Diyanet imam yolluyor. Hangi cemaat, hangi dernek olursa olsun. Artık herkese sahip çıkılıyor, kucak açılıyor. Ve ilk imamlar görevlerine başladılar bile.

İmamların DİTİB hariç diğer kurumlara yollanması aslında yukarıda bahsettiğim devrin kapanmasına işaret. İdeolojik saplantılardan kurtulup, Almanya şartlarına göre hareket etme devrinin başlandığının göstergesidir.

Aynı zamanda elbette ümmet bilincinin gelişmesine de bir işarettir. Almanya´da belki en çok ihtiyaç duyulan bilinç ümmet bilinci. Bir avuç müslümanların parçalanmış bir şekilde ve rakip olarak hareket etmeleri yararlarına değil, zararlarına işledi.. hem de tam 50 senedir. Bu yeni gelişme ile devlet müslümanlara, mescitlere, camilere sahip çıkıyor. Hepsini aynı şekilde kucaklıyor. Bundan dolayı cemaatlerin ilişkileri de çok daha seviyeli bir düzeye ulaşacaktır.

Evet, İslam bir üniversitedir. Cemaatlerde bu üniversitenin farklı fakülteleridir. Üniversite sadece fakültelerin birbiriyle dostca çalışmasıyla değer kazanır. Fakülte fakülteye karşı düşmanlık etmez? Etse, koskoca üniversite perişan olur. İşte fakülte halinde olan cemaatler birbirleriyle çalışmalı ve dostca muhabbet etmeli ki, üniversite olan İslam yücelsin.

Cemaat, ayrı ayrı cesetlerin tek bir cesette ittifakıdır. Peygamberimiz (sav) Müslümanları bir vücudun azalarına benzetir (Buhari, Edeb, 27; Müslüm, Birr 66-67). Bir el diyer ele düşmanlık etmediği gibi, Müslümanlar birbirlerine küsmemeleri lazım. Birbirlerine destek olmaları lazım. Kur´an-ı Kerim ne buyuruyor: “Hepiniz Allah´ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin“ (İmran Süresi, 103). Bediüzzaman bu konu hakkında şöyle diyor: “İttifak hüdadadır (Allah yolundadır), heva ve heveste değil.“ (Divan-i Harb-i Örfi, s.59).

Bu bağlamda bu yeni gelişmenin hayırlara vesile olacağını ümit ediyoruz.

cemil@misawa.de

https://www.facebook.com/CemilSa