Etiket arşivi: Çetin Kılıç

Semada Hayat

Zihni darlaşan, aklı gözüne inen, sıkışmış zihinlerine Kuranın ayetlerinin ifadelerini yerleştirmeyenlere Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ifadelerinden aktarmaya çalıştıklarımızdan bir kaç örnek.

Yeryüzünde yaşayan buraya münasip canlılar varsa gökyüzünde de semaya münasip yaşayanlar vardır elbet. Bunlar farklı şekilde adlandırılsa da melek ve ruh şeklinde isimlendirmek mümkündür.

Çünkü kâinatı had hesaba gelmeyecek şekilde süslendiren, zinetlendiren Allah (cc) bunların görülmesini bilinmesini ve taktir edilmesini ister. Halbuki insanlar ve cinler ancak dünyada ve birazda semada bir kaç şeye nazar edebilir, onları bilebilir. Yaratıcı hikmetsiz bir şey yaratmadığına göre bu kadar büyük galaksileri seyredecek bilecek taktir edecek birilerini de halk etmiştir şüphesiz.

Bazı rivayetlerde bu cisimlerin melaikenin binekleri olduğu söylenir.
Onlar bunlara Allah’ın izni ile binip alemi gezer ve seyrederler. Hadiste de “bir cins ervahın tayyareleridir” buyrulmuştur.
Topraktan sudan nice idrak sahibi yaratıklar halk eden Zat, elbette nur denizinden hatta zulmet denizinden de şuurlu mahluklar yaratmıştır.
Zemin ve gök birbiri ile çok alakalıdır, zemine lazım olan ısı, ışık, yağmur semadan gönderiliyor, hatta vahiy indiren Cebrail (as) da semadan geliyordu. Buradan anlaşıyor ki semadan yer yüzüne, yer yüzünden semaya bir yol var, örnek mi istersin, akıl ve hayal her vakit semaya gider, aynen onun gibi ağırlıklarını bırakan ruh, enbiya evliyalar izni İlahî ile oraya gidebilir.

Semanın sakinleri, memleket geniş fıtratları safi makamları sabit olduğu için münakaşa etmez ne emrolunursa yapar. Zemin, zıtlar yeri olduğu için şerler karışmış, ihtilaf doğmuş, bu durum münakaşaya sebep olmuştur. Bu hal zemin ehlinin terakkiyatına aynı zamanda imtihan olmasına sebeb olmuştur.

Bunun hikmetini Üstad şöyle açıklıyor. İnsan yaratılmışların en sonuncusudur, bir manada kâinatın meyvesidir, ağaç misali ; Kök dal yaprak en nihayet meyve olur, zaten ağacın ekiliş nedeni meyvesidir. İnsanda diğer yaratılmışlara nazaran en küçüğüdür ama manen, sanaten kâinatın kalbi,merkezidir. Zemin ise Allah’ın sanatının sergi yeri bütün esmasının müşahede edildiği yerdir, nebatatın, hayvanatın yaratıldığı aynı zamanda ahiret alemininde küçük bir numunesidir.

Arz küçüklüğü ile beraber semaya karşı gelebilir, çünkü daimi akan çeşme gölden daha büyüktür denilebilir. Cenab-ı Hak küre-i arzı, icadına, hikmetine, kudretine rahmetine, cennetine mezra yapmış. Her sene arzın değiştirdiği gömlekleri göz önüne alsan göreceksin ki arz semadan noksan kalmaz.
Kuranı Kerim de, arzı semaya denk tutuyor.

Ey zayıf, mağrur, serkeş cin ve insan! Yıldızları ayları güneşi emrine itaat ettiren zatın emrini nasıl dinlemez onunla mücadele edersiniz. Onun öyle azametli askerleri var ki dağlar gibi gülleler ile sizi cezalandırabilir, küfranınızla öyle isyan çıkarıyorsunuz ki arz büyüklüğünde yıldızları arzın yüzüne çarpmaya üstüne yağdırmaya muktedir bir zatın memleketinde isyan ediyor, zulm ediyor, emir dinlemiyor, günahlar işliyor, küfre giriyorsunuz. Yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimat eden ve kuran güneşine gözünü yuman efendi, gözünü aç, kafa fenerini bırak gündüz gibi görünen Kuran ayetlerini gör, Allah’a yakışır kul, Resûlüllah’a yakışır ümmet ol,istikametten ayrılma Rızai İlahiye dairesinde kal. Cennet seni bekliyor.

Çetin KILIÇ
Kaynak RNK

Şükran Hanımın İlk Namazı

Şükran hanım onbeş yaşında yaşı büyültülerek bir devlet dairesine memur olmuştu. Babası yeni vefat etmiş kendinden büyüt dört ablası birde küçük erkek kardeşi vardı. Ablaları evlenip gitmişti, kardeşi ve annesi ile küçük bir kasabada yaşıyordu. Evin geçim kaynağı babadan kalan emekli maaşı ve kendi aldığı maaştı. Babasının hastalığı sürecinde eşe dosta oldukça borçlanmışlardı, öde öde bir türlü bitmiyordu borçlar, işte o zaman tanıştı borçla.

Öğretmen Fehmi beyle hayatı kesişen Şükran hanımın iki oğlu oldu, iyi birer tahsil yapan oğullarını okutmak hiçte kolay olmamıştı.
Bir evimiz olsun deyip eşinin babasına ait arsaya bir kat ta onlar çıkmıştı. Dişinden tırnağından artırdıkları ile yaptıkları evi arsa sahibi baba sahiplenmek isteyince çok zorlu bir hak arama süreci geçirdiler. Nihayetinde hak ettiklerine kavuşmuşlardı ama bütün o tatlı hayallerde bitmişti.

Her ay sonu yapılan hesaplarda ev ekonomisi her seferinde açık veriyordu. Oysa Fehmi bey öğretmen olmasına rağmen hafta sonları ek iş yapıyor ama yine ay sonu hesapları açık vermeye devam ediyordu.

Büyük oğlunun düğünü bitmiş, misafirler gitmiş, Şükran hanım eşini arabada bekliyordu ama Fehmi bey bir türlü gelmiyordu, arabadan inip tekrar düğün salonuna dönünce eşini fotoğrafçı ile tartışırken buldu, Fotoğrafçı elinde bir çok fotoğraf kaldığını bunları alması gerektiğini söylüyordu, Fehmi bey de, alayım kardeşimde cebimde son kalan para bu, ne yapayım şimdi, dese de fotoğrafçı diretmeye devam ediyordu, Şükran hanım eşinin cebindeki son parayı alıp fotoğrafçıya vererek, al kardeşim bunu fotoğraflarda sana kalsın, deyip Fehmi beyi arabaya bindirmişti.

Arabada hiç konuşmadılar, eve geldiklerinde oldukça geç olmuştu.
Şükran hanım ve Fehmi bey, oğlunu evlendirmiş çok mutlu olmaları gerekirken yakasını hiç bırakmayan borçlar onları yine mutsuz etmeyi başarmıştı, sabah ekmek almaya bile para yoktu.

Karma karışık duygularla boğulan Şükran hanım, Fehmi beye

-Biz bu hayatta hiç mutlu olamayacağız galiba bu hayat beni gerçekten çok yordu, gel birer kutu hap içelim bu hayattan gidelim, dedi. Fehmi bey

– Bu bir çözüm değil, diyerek karşı çıktı ama Şükran hanım kafaya koymuştu, babasının ölümüyle başlayan çekilmez hayatına son verecekti.
Duşunu aldı, ilaç kutusuna yöneldi, gözüne “yasin” kitabı takıldı, kitabı aldı Türkçesinden biraz okudu, o an iki rekat namaz kılıp ilaçları öyle içmeyi düşündü, aynı rafta bulunan namaz kitabından namazı nasıl kılması gerektiğini öğrenmeye çalıştı, öğrendiği kadarıyla namaza durdu, Allah’a yönelmiş, bildiği duaları okuyordu, ama çok başka şeyler oluyordu, öyle hafiflemişti ki, duygularına, kalbine hıçkırıklarına hiç söz geçiremiyordu. Aklı, düşünceleri çok farklı bir yere gitti, böyle bir iç huzuru ömründe ilk kez tadıyordu.

İnsan cesedi ; havaya, suya, gıdaya muhtaç olduğu gibi, insan ruhu da namaza ne kadar muhtaçmış meğer.
Aman Allah’ım! Bu nasıl bir şeydi? Hiç bitmesin istedi bu namazı.

Rüku secde, evet; Allah’ı, onu yoktan Yaradın’ı iliklerine kadar hissediyordu. Beden yerde, secdede ama hayır, o bulutların üzerinde idi, hafif hafif ama çok tatlı esen rüzgar, mis gibi kokular, tarif edilmez çok ama çok güzel duygular. Namazın ne kadar sürdüğünü hiç bilmiyor iki rekat namaz belki saatlerce sürmüştü.

Bu dünya darül hizmettir; ücret almak yeri değildir. Ameli sâlihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, âhirette verilecek olsa da bu dünyada da göstermiş, tattırmıştı numunesini.

Selam verdiğimde iki elini açarak “Allah’ım ne olursun, hiç bitmesin bu güzellikler” diye yalvarıyordu yaşlı gözlerle.
Allah kabul etti dualarını.
Elhamdülillah.

Çetin KILIÇ

Zaman, Cemaat Zamanıdır

Bu zaman ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Ortak akıl tek akıldan, iki el bir elden, daima üstün ve galiptir. İki tane “1” alt alta “2” ederken yanyana “11” ediyor. İslam adına insanlık adına hizmet eden her fert ve bütün cemaatler, sivil toplum örgütleri, ferdiyetçilik mikrobundan kurtulmak ve meydana getirilecek şirketi mâneviye havuzunda benliğini eritmek zorundadır, şayet eritemiyorsa, o zaman toplum ve cemaat bilinci yok olur.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu zamanda cemaat olmanın ve cemaat hâlinde hareket etmenin önemini şöyle tarif ediyor. “Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek.”

Kâfirler, din düşmanları, hatta insanlık düşmanları, kitlesel ve cemaat şeklinde plan ve program dahilinde hücum ediyorlar. Birleşik devletler, Birleşik Milletler, Avrupa Topluluğu gibi organize birer hücumla karşımıza çıkıyorlar, bizlerinde bunlara organize ve kitlesel bir şekilde karşılık vermemiz gerekiyor.

Öyle ise İslam toplumları birlik ve beraberlik içine girip, kâfirlere karşı tek vücut tek cemaat olmaları gerekir. Yoksa Allah bize galibiyeti tattırmaz. Küfür bu zamanda ehl-i imana cemaat ve cemiyet şeklinde hücum ediyor, adeta bir tek Müminin karşısına büyük bir küfür ordusu dikiliyor. Hâl böyle olunca bir Müminin böyle dehşetli bir cemaat ve cemiyetlere karşı tek başına karşı koyması hem maddi hem de ruhi olarak mümkün değildir.

Bu sebeple Kur’an ve iman hizmetkarlarının şahs-ı manevi hâline gelip küfrün şahs-ı manevisine mukabele etmesi zaruri bir ihtiyaç ve realite haline gelmiştir. İttihad-ı İslâmı ilk önce küçük dairede mahalli meclislerde tesis etmeliyiz. İslâmiyet dairesi içinde kim hangi meşrebde olursa olsun bu tesisin meydana gelmesine kuvvet vermelidir. Böyle hareket etmekle Allah’ın rahmeti celp olur, fiili dua olur, büyük dairede de ittihad-ı İslâmın meydana gelmesine vesile olur inşallah.

Selam ve dua ile kalın.
Çetin KILIÇ
Kaynak ; RNK, sorularla İslamiyet.

Akıl

Akıl bir alettir, anlamaya yarar. Her şeyde olduğu gibi aklın kullanımında da ifrat tefrit söz konusu olabilir. Herşeye itiraz etmek gereksiz merak etmek, her şeyi öğrenmek istemek, aklın kullanımında ifrat etmek olur. Doktorun verdiği reçeteyi eline alıp, “siz şimdi bana neye göre teşhis koydunuz da bu ilaçları veriyorsunuz? ” demek doğru değildir, veyahut trene uçağa binip makinistin yahut pilotun yanına gidip “sen bunu nasıl kullanıyorsun bizi sağ salim götürebilecekmisin? ” diye sormak ta senin işin değil. Bazı ilimler eğitim gerekir öğrenebilmek yıllar alır.

Merak ilmin hocasıdır elbette sorup öğrenecez hakikatten arzuluyorsak eğitimini alacağız.
Fakat bir insan ancak bir yada birkaç konuda ihtisas sahibi olabilir, diğerleri için teslim olmak icap eder. Yiyeceklerimizin sağlıklı olup olmadığını her seferinde biz kontrol edemeyiz, eden kuruma itimat etmek zorundayız. Altın yahut para sahtemi değilmi yine o konuyu bilene itimat ederiz.

Hayatın akışında zaman zaman mucizelerle karşılaşıyoruz, aslında mucize olmayan hiçbir şey yoktur. Doğum bir mucize değilmi? nefes almak, konuşmak, hatta yürümek bir mucize değilmi? Tavuğun yumurtlaması biraz düşünen için mucize değil de nedir ki? Yumurta şeklinde bir cisim için bile kaç tavuk büyüklüğünde torna makinası lazım. Yumurtayı alıyorsun ister omlet yap ister menemen, istersen koy tavuğun altına bir tavuğun daha olsun. Bunu açıklamak atomlar, protonlar, elektronlar, evrim devrimle olmaz, ilime bilime asla kat a karşı olmak demek değil bu.

Benim kitabım “oku” diye başlar, bilenle bilmeyeni bir tutmaz, alimin mürekkebini şehidin kanından üstün tutar. Bunu açıklamak ancak ve ancak ilmi kudreti sonsuz Rabbim yapar dersen aklın ikna olur. “A” harfini yazmak bile ilim, irade, kudret gerekir, tavukta yumurtayı yapacak ilim mi var? İrade mi var? Kudret mi var? Sebepler, doğa, tabiat deyip işin içinden çıkamazsın, kendini kandırırsın.

Adam Peygamberimiz(sav)’in miracını sorguluyor. Başını kaldır bir bak dünyadan milyonlarca kat güneşi yıldızları sapan taşı gibi döndüren kudret en sevdiği kulunu Resulünu bir anda niye mîraca çıkaramasın, zamanın sahibi O değilmi? Mekanın sahibi O değilmi? Karınca ile ışık bir yerden bir yere nasıl ki farklı zamanda varıyor, karınca bir cm yol alırken aynı zaman diliminde ışık dünyayı 75 kez dolaşıyor, böyle sonsuz kudrete sahip birine nasıl yaptın denilir mi?

Allah’ı tanı, Yaradanını bil, senden ne istiyor öğren, emrine itaat et rahat et, vaad ettiklerine kavuş.
Selam ve dua ile kalın.

Çetin KILIÇ

Yahudiler birçok peygamberi öldürdüler

Kur’an’da işaret edildiği gibi İsrail Oğulları tarihin ilk çağlarında bütün alemlere üstün kılınmış büyük bir millettir. Kendilerinden birçok peygamber gelmiştir.

Hz. İsa’nın (a.s.) peygamber oluşundan yaklaşık kırk sene sonra Roma kayserlerinden Neron’un halefi Ospasyanos zamanında Beytu’l-Makdis ikinci defa tahrip edilince, Yahudi devleti zevale ermiş ve İsrail Oğullarının her tarafa sürgün edilmeleri başlamıştır.

Yahudiler, her milletten daha ziyade dünyaya haris, kalpleri kasavetli, kibir ve inatları pek kuvvetli, kendilerinden başka milletlere hile ve fenalık yapmayı büyük bir meziyet bilen, kendi ırklarını diğer ırklardan üstün gören, diğer insanların ise kendilerinin kölesi olduğuna inanırlar. Tarih boyunca nice zulüm yapmış, fesat ve fitnenin başını çekmiş olan Yahudi milletinin Müslümanlara karşı ne derece düşman olduklarını Cenab-ı Hak bir ayette şöyle ifade buyurmaktadır: “İman edenlere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahudileri ve Allah’a ortak koşanları bulursun. Ve yine iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: “Biz Hıristiyanlarız” diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar.”

Peygamber Efendimiz (s.a.v) nübüvvetini ilan etmesinden sonra, bir kısım Yahudi ile müşriklerin İslâm dinine karşı ne derece düşman oldukları ve ne gibi sinsi planlar yaptıkları tarihçe sabit bir hakikattir. Yahûdiler, bir çok peygamberi şehit ettikleri gibi, Hz. Peygamber’i de (s.a.v.) öldürmek için birçok defa sûikast teşebbüsünde bulunmuşlardır.

Peygamber Efendimiz(sav) Medine’ye hicret edince, oradaki Yahudi kabilelerinin bazıları Medine Musalahası olarak bilinen bir anlaşma yapmıştı. Ancak, Yahudiler yaptıkları anlaşmalara sadık kalmamış ve Müslümanlara şiddetli bir düşmanlık göstermişlerdir. Yahudiler, özellikle Hendek savaşında müşriklerle işbirliği yapmış ve bundan dolayı Medine civarındaki Kaynuka, Ben-i Nadir ve Kurayza kabileleri sürgün edilmişlerdir.

Hıristiyanların, Yahudilere nispetle Müslümanlara daha yakın oldukları bir hakikattir. Zira onların içerisinde ibadetle meşgul olan nice râhipler ve din adamları vardır. Onların bir çoğu da Resûl-i Ekrem Efendimizin beklenen peygamber olduğunu itiraf etmişlerdir.

Yahudiler Birçok Peygamberi Öldürdüler

Yahudiler, Tevrat’tan mülhem olarak Âhir zaman Peygamberi’nin geleceğini bekliyor ve onun, kendi milletlerinden olacağını zannediyorlardı. Ancak ahir zaman Peygamberi Kureyş’ten gelince, bu hâl onların kin ve hasedini galeyana getirdi. Onlar müşriklere: “Bizim neslimizden bir peygamber gelecek, eğer o gelirse görün biz size neler yapacağız.” diyorlardı. Bekledikleri peygamberi kendi soylarından gelmediği için Hz. Peygamber’in Hatem-ül Enbiya’ olduğunu bildikleri halde, inat, haset ve hırslarından dolayı onun peygamberliğini kabul etmediler. Böylece Yahudilerin İslâm dinine olan düşmanlıkları Peygamberimizin (s.a.v) doğumu ile başlamıştı. Onlar Ezeli, Ebedi, doğmadan ve doğurmadan münezzeh olan Vacibü’l-Vücud Hazretlerine evlat isnat edip, Hz. Üzeyir’e ‘Allah’ın oğlu’ diyerek dalalete sapmışlardır. Yahudiler, kendi soylarından gelmeyen Hz. Sâlih (a.s), Hz. Hûd (a.s), Hz. Şuayb (a.s) ve Hz. İsmâil (a.s) gibi peygamberlere iman etmedikleri gibi, başta Zekeriya (a.s) Yahya (a.s) İşaya (a.s) ve Cercis (a.s) olmak üzere birçoğunu da katletmişlerdir. Bu husus bir ayette şöyle ifade edilmektedir: “Verdikleri sözden dönmeleri, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberlerini öldürmeleri ve “kalplerimiz kılıflıdır” demelerinden dolayı (başlarına türlü belalar verdik). Doğrusu Allah, inkârları sebebiyle onların kalplerini mühürlemiştir. Pek azı hariç onlar inanmazlar.

Yine İsrail oğulları Hz. İsa’yı öldürmek istemiş, Hz. Meryem’e çok çirkin iftiralar yapmışlardır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:“(Kalblerinin mühürlenmesinin diğer bir sebebi de İsa’yı) inkâr etmeleri ve Meryem’e büyük bir iftirada bulunmalarıdır. “Bir de “Biz Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük” demeleridir. Oysa onu ne öldürdüler, ne de astılar. Fakat öldürdükleri kimse, onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler. O hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu kesinlikle öldürmediler.

Yahûdiler, Hz. Dâvud’un (a.s.) soyundan gelen İsrâiloğulları peygamberi Amos’u öldürdüler. Yahûdi kralı Minşa puta tapmakta idi ve İşaya Peygamber’in (a.s) başını testere ile kestirerek şehit ettirdi.

Bunun içindir ki, başta zikrettiğimiz ayet ile Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber’in (s.a.v) şahsında bütün müminlere hitaben Yahudilerin, Müslümanlara karşı husumetlerinin pek ziyade olduğunu ifade buyurmuş ve onları müşriklerden önce zikretmiştir.

Tarih boyunca nifak ve ihtilâf çıkarmada ve ehl-i hakkı bölüp parçalamada maharet kesbetmiş dessas bir millet olan Yahudiler, İlâhî iradeye her devirde karşı çıkmış, kendi peygamberlerini katletmekten çekin­memişlerdir. Bunlar her çeşit ihtilâli tezgâhlayan ve bütün ifsat komitelerini sevk ve idare eden, beşerin huzur, ahlâk ve itikadını bozmayı baş gaye edinen muzır bir millettir. Münafıklık, riyakârlık, hile, entrika ve desiselerde hiçbir kavim bunlara ulaşamamıştır.

Her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilale parmak karıştıranlar Yahudilerdir

Yahudiler hakkında nazil olan şu âyetlere de dikkatinizi çekmek istiyorum:

Elbette onları insanların hayata en hırslı, en düşkün olanları olarak bulacak, hatta müşriklerden bile daha düşkün bulacaksın. Onların her biri bin sene ömür sürmeyi arzular, oysa uzun yaşamak kendisini azaptan kurtarıp uzaklaştıracak değildir. Allah, onların neler yaptığını görüp duruyor.”

Onlardan çoğunu, günah işlemede, düşmanlıkta ve haram yemede yarış ederken görürsün. Bu yaptıkları şeyler ne kötüdür!

“Yahudiler, “Allah’ın eli çok sıkıdır” dediler. Söyledikleri söz sebebiyle onların elleri bağlansın ve lanete uğrasınlar! Aksine Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir. Ant olsun, Rabbinden sana indirilen ayetler, onların çoğunun azgınlığını ve küfrünü azdırıyor. Biz, onların aralarına tâ kıyamete kadar düşmanlık ve kin atmışızdır. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Şüphesiz Allah bozguncuları sevmez.”

“Onlar (Yahûdiler), nerede bulunurlarsa bulunsunlar, kendilerine zillet (damgası) vurulmuş, Allah’ın gazabına/hışmına uğramışlar, miskinliğe mahkûm edilmişlerdir. Bunun sebebi, onların, Allah’ın âyetlerini inkâr etmiş ve haksız yere peygamberleri öldürmüş olmaları, ayrıca isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarıdır.”

Biz İsrail oğulları’na Tevrat’ta şu hükmü verdik: “Muhakkak siz, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir yükselişle yükseleceksiniz.”

Bediüzzaman Hazretleri yukarıda zikredilen ilk iki âyetin tefsirinde şöyle buyurur:

Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kur’anî, o milletin hayat-ı içtimaiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müthiş düstur-u umumîyi tazammun eder ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa’y ü ameli, sermaye ile mübareze ettirip fukarayı zenginlerle çarpıştıran, muzaaf riba yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud’a ile cem’-i mal eden o millet olduğu gibi, mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükümetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilale parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor.”

Bediüzzzaman Hazretleri başka bir eserinde ise şöyle buyurur:

Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünya perestlikte ifrat ettikleri için her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeğe müstehak olmuşlar.

Yine Bediüzzaman Hazretleri başka bir eserinde Yahudi milletinin dünyaya ne kadar meftun ve derece hırslı olduklarını şöyle ifade ediyor: “Hem daire-i insaniye içinde her milletten ziyade hırs ile dünyaya yapışan ve aşk ile hayat-ı dünyeviyeye bağlanan Yahudi Milleti pek çok zahmet ile kazandığı, kendine faidesi az, yalnız hazinedarlık ettiği gayr-ı meşru bir servet-i ribaî ile bütün milletlerden yedikleri sille-i zillet ü sefalet, katl ü ihanet gösteriyor ki: Hırs maden-i zillet ve hasarettir.”

İsrail Oğulları çok nankör bir kavimdir. Cenab-ı Hak, Firavun ve askerlerini denizde boğup onları sahil-i selamete çıkardı, fakat onlar. Allah’a bağlanıp, O’na ibadet edip, şükran ve minnetlerini ifade etmeleri gerekirken, büyük bir nankörlük ettiler ve bir buzağıya taptılar. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır: “Sizi, dayanılmaz işkencelere uğrattıklarında, Firavun ailesinin elinden kurtardığımızı hatırlayın. Onlar, kadınlarınızı diri bırakıp, erkek çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardı. Ve sizin için denizi ikiye yarıp sizi kurtardığımızı ve Firavun’un adamlarını -gözlerinizin önünde- boğduğumuzu hatırlayın. Hani Musa ile kırk gece için sözleşmiştik. Ama sonra siz, onun arkasından buzağıyı (tanrı) edinmiş ve (böylece) zalimler olmuştunuz. Bundan sonra, (artık) şükredesiniz diye sizi bağışladık. Ve hidayete eresiniz diye Musa’ya kitabı ve Furkan’ı verdik.- Hani Musa, kavmine: “Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, kusursuzca Yaratan(gerçek İlah )ınıza tövbe edip nefislerinizi öldürün: Bu, Yaratıcınız Katında sizin için daha hayırlıdır” demişti.”

“Buzağıyı (tanrı) edinenler var ya, işte onlara mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.”

Yahudiler, Huzur ve Rahatla Yaşadıkları Osmanlı Devletine de İhanet Ettiler

1492`de İspanyolların elinden kaçan yüz bin kişilik Yahudi topluluğu Osmanlılara sığınmışlardır.

Osmanlıya sığınan Yahudiler başta Selânik, İzmir, İstanbul olmak üzere, Edirne, Bursa, Kudüs, Safed, Şam, Kahire, Ankara, Tokat ve Amasya gibi şehirlere yerleştirildiler

Osmanlı topraklarında 1844`de 170 bin, 1905`de 256 bin; 1914`de 187 bin Yahudi yaşamakta idi.

Türkiye, İstanbul’a gelen 712 İspanyol Yahudi’si mültecinin iaşesi için Kızılay’a Maliye bütçesinden 30 bin lira aktarmış, bir kısmının Giresun’a yerleştirilmesi ve bir çok Yahudi’ye Türkiye’de ikamet etme izni verilmesi, daha sonra da gerek karayoluyla, gerekse denizyoluyla Filistin’e gitmelerine imkân tanıması, bir kısım Yahudi’nin doğrudan Filistin uyruğuna geçmesine izin vermesi gibi hizmetler yapılan diğer yardımların yanında devede kulaktır

Osmanlının çok sıkıntılı döneminde, Yahudiler Filistin topraklarından bir miktar alabilmek için yüklü miktarda İngiliz altını teklif ettikleri halde, Abdülhamit; “Biz o toprakları kan dökerek aldık, ancak kanla geri veririz” diyerek onların bu teklifini reddetmişti.

II. Abdülhamit, Yahudilerin Filistin topraklarında mal edinmesini ve oraya yerleşmelerini yasaklamış, Osmanlı topraklarındaki Yahudilere para yardımı yapmıştır.

Ancak, 29 Ağustos 1897’de Yahudilerin ileri gelenlerinden Dr. Herzl’in başkanlığında İsviçre’nin Basel şehrinde toplanan Yahudiler, Filistin topraklarını parayla satın almayı ve orada bir devlet kurmayı planlamışlardır. Böylece Filistin toprakları üzerinde kurulacak bir İsrail devletinin temeli atılmış oluyordu.

Osmanlının, Yahudilere bu kadar hürriyet tanımaları, müsâmaha göstermeleri ve huzur ve refah içinde yaşamalarını sağlamalarına rağmen, onlar Filistin`de devlet kurmak isteyen bir grup Yahudi’nin emellerine engel olan Sultan Hamid`i tahttan indirmek için İttihatçılara yardım ettiler. 1915`de Ermeniler topraklarımızdan sürülünce ekonomi tamamen Yahudi’lerin eline geçmişti. Hatta Ermenilerin sürülmesinde hükümeti harekete geçirenler de Yahudilerdi. Nitekim çok zengin biri olan hilekâr ve riyakâr bir Yahudi olan Emanuel Karasu hem Sultan Hamid`e hal’ kararını tebliğ eden heyetin reisi; hem de tehcir kararını veren Talât Paşa`nın bankeri idi. Anadolu’da yaşayan Yahudilerin ekserisi de 1948`de kurulan İsrail`e göç emişlerdir.

Sultan Abdülhamit tahtan indirilince Emanuel Karasu Abdülhamit’e şöyle demişti: “Siz yüklü miktarda altın teklifimizi reddedip toprak vermediniz, ama biz oraları çok cüz’i bir para ile satın aldık.”

Resûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar: “Sizler ( Müslümanlar) Yahûdiler’le umumî bir harp etmedikçe kıyamet kopmaz. Hatta arkasında bir Yahudi bulunan taş: “Ey Müslüman! Şu arkamdaki Yahudi’dir onu öldür!” der.

İslam âlemi, uhuvvet-i İslâmiyenin gereğini yerine getirmediklerinden mahkum ve mazlum durumundadırlar

Üstad Bediüzzaman Hazretleri Sünuhat adlı eserinde Osmanlının yıkılmasından sonraki feci ahvali şöyle ifade eder:

İşte Hint, düşman zannederek, hâlbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu, “ba’de harabî’l-Basra” anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor. İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor.İşte âlem-i İslam, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor. Milyonlarla ehl-i İslam, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyâda uzun seyahatlar ettirildi.”

Evet, âlem-i İslam’ın düşmanı çoktur. Artık uyanmamız ve bu oyunları görmemiz lazım. Maalesef bugün dünyada iki milyara yakın Müslüman varken, uhuvvet-i İslamiyenin ehemmiyetini yeterince anlamadıklarından dolayı mahkum ve mazlum durumundadırlar.

Yaşanan son elim hadise, Yahudilerin ne kadar, nankör, acımasız ve zalim olduğunu bir kere daha insanlığa göstermiştir

Yahudiler yıllardan beri bütün dünyanın gözü önünde Filistin halkına zulmediyorlar. Kadın, çoluk çocuk ve yaşlı demeden katledip, durmadan başlarına bomba yağdırıyorlar. Buna karşılık Filistinliler ancak taş ve sopalarla onlara karşılık verme durumunda kalıyorlar.

Yahudiler yıllardır durmadan silahlanırken, Araplar neyi beklediler? Allah’ın kendilerine vermiş olduğu bu zenginliği nerelerde harcadılar? Neden düşünmediler ki, Yahudiler bu silahlar ile Arap ülkelerini ve Müslümanları vurmak için hazırlanıyor ve vuruyorlar. Bir ayet-i kerimede mealen şöyle buyurmaktadır: “Karşıtlarınızı caydırmak için olanca gücünüzle kuvvet hazırlayın!” Bu ayet bütün ehl-i imana hitap etmektedir. Düşmana karşı zamanın icabına göre kuvvet hazırlamak gerekir. Evet, onların şerrini def etmek ve saldırılarını önlemek için yeteri kadar kuvvet toplamak bütün Müslümanlar üzerine vaciptir. Zamanın icabına göre silah icat etmek İslam’ın mühim bir emridir. Bu hal sadece belli bir zamana mahsus olmayıp, kıyamete kadar geçerlidir. Aksi halde namus ve izzetimizi, vatan ve milletimizi koruyup muhafaza edemeyiz ve perişan oluruz.

Bir davada haklı olmak yeterli değildir, kuvvetli de olmak gerektir

Bediüzzaman Hazretleri: “Madem el hakku ya’lu haktır. Neden kafir Müslime, kuvvet hakka galiptir.” sorusuna verdiği müstesna cevabın bir bölümünde şöyle buyurur: “Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var.” Buna göre, düşmana galip gelmemiz için, kuvveti elimizde bulundurmamız lazımdır. Biz zayıf düşersek ve kuvvet düşmanın elinde olursa, düşmanın bu kuvvet ile bize galip gelmesi kaçınılmazdır.

Artık uyanmanın vakti geldi ve geçiyor. Arap âleminin ve petrol ağalarının, zevk ve sefayı bir tarafa bırakıp, İslam alemiyle birlik ve beraberlik içinde hareket etmeleri gerekir. Aksi halde, bu yangın bütün İslâm alemini tehdit edecek boyutlara ulaşabilir ve ulaşmıştır da.

Ey Âlem-i İslâm! Uyan, Kur’ana sarıl; İslâmiyete maddî ve manevî bütün varlığınla müteveccih ol!

Şimdi bütün Müslümanlara düşen en büyük görev, Bediüzzaman Hazretlerinin bu sözüne kulak açıp, ittihad-ı İslam fikrini milletimizin ruh dünyasında yeniden canlandırmalarıdır.

Çetin KILIÇ / LÜLEBURGAZ

Kaynak; mehmedkirkinci.com