Etiket arşivi: Çetin Kılıç

Tevafuk Tehalüf

İ’lem eyyühe’l-aziz! Senin yüzün, veçhin o kadar küçüklüğüyle beraber, geçmiş ve gelecek bütün insanların adedince kendisini onlardan ayıran ve tarif eden nişan ve alâmetleri hâvi olduğu gibi, yüzünü teşkil eden esas ve erkânında da bütün insanlar ittifaktadır. Bütün insanlarda, biri tevafuk, diğeri tehalüf olmak üzere iki cihet vardır. Tehalüf ciheti Sâniin muhtar olduğuna, tevafuk ciheti ise Sâniin Vahid-i Ehad olduğuna delâlet ederler. Bu iki cihetin bir Kasıdın kasdıyla, bir Muhtarın ihtiyarıyla, bir Mürîdin iradesiyle, bir Alîmin ilmiyle olmadığını tevehhüm etmek, muhâlâtın en acibidir. Fesübhanallah! Yüzün o küçük sahifesinde nasıl gayr-ı mütenahi nişanlar derc edilmiştir ki, gözle okunur da nazarla, yani akılla görünmez.

Allah kâinatta bir şeyi bir defa yaratır iki defa yaratmaz taklit etmez taklit acizlerin işidir.
Öyle bir hazır giyim düşünün kim giderse tam üzerine göre gelsin mümkün değildir.
Ama Allah dikene bile elbise dikmiş, tam ona göredir paçasını kısaltmak vs için terziye gitme gereği duymaz.
İnsanlar birbirine benzer ama farklıdır sesimiz farklı, gözümüz farklı sevgimiz, korkumuz farklıdır, parmak izleri Âdem as’dan kıyamete kadar gelecek insanların parmak izleri birbirine benzemez Allahın yarattığının misli benzeri yok.

Herkes birbirine benzeseydi hukuk, namus her şey hercümerç olurdu.
Kovanda arılar hep ayrıdır, kapıda duran nöbetçi yabancı arıyı kovana sokmaz, ya arılar çok akıllı ya da Allah onlara bu işleri yaptırıyor.
Bir adam düşünün bir yerde oturuyor bir parça kumaş ver pantolon yap yapıyor araba yap yapıyor mobilya yap yapıyor ne dersiniz? -Mümkün değil.
Ama toprak yapıyor, ne ekersen ek onu biliyor binlerce alanda iş yapıyor.

Süleymaniye Camii inceliyorlar ama aynısını yapamıyorlar neden üç şey lazım Kanuni gibi padişah kubbe dolusu altın birde Sinan lazım ne demek? Mümkün değil.
Prof sütü inceliyor kurutuyor adam prof oluyor içeri girse hürmet görür adam ne yaptı var olan sütü kuruttu oysa inek saman yiyiyor süt yapıyor ahırda yatırıyoruz hiç itibar göstermiyoruz çünkü o sebep.Samanı sıksan bir damla süt çıkmaz.

Prof.Mustafa Öztürk diyorki

Hayvanları sağsak ne kadar süt verir ?-30 litre, nereden geliyor? –Memeden.
Geri koysan orası almaz ineği tekrar tartsan kilosunun azalmadığını görürsün neden? -sütün %10 mayası inekten gerisi o sağılma anında yaratılıyor. Örümcekte öyledir vücudunun kaç katı ağ üretir.
Gezegenler güneşten kopan parça değimli? Ateşten kopan parçadan ateş çıkmaz mı? Nasıl oluyor da kendi kendine dönerken kül olmuyor da toprak oluyor meyve oluyor hatta suya dönüyor nasıl oluyor? İzahı mümkün değil.
İnsan anne karnında nasıl oluşuyor? -Hücre bölünmesiyle oluşur .Tuğla bölünse ne olur en sonunda tuğla tozu olur hücre kaça bölersen böl en küçüğü de hücre olur oysa kemik oluyor, mide oluyor, saç, kaş ,tırnak ,göz oluyor neden?- Allah’ın eli değiyor.

Sütten deniz mi olur dünyada süt denizi yok mu zannediyorsun? Dünyada içilen sütleri topla Fırat kadar süt akar.
Allah 5 saniyede bir insan yaratıyor biz 5 saniyede onların adını sayamayız oysa aynı zaman diliminde milyonlarca şey yaratıyor. Allah demezsen ne diyeceksin?
Her insanda iki daire olsa daire fiyatları ucuzlar herkeste iki göz var ama kıymetten düşmüyor.

Adem as’dan beri aynı güneş, aynı su, hiç değişmemiş ne kadar gericilik hiç ilerleme yok, kim kullanırsa tam bana göre diyor bitki içiyor tam bana göre, insan, hayvan, yaşlı, genç, bebek hepsi tam bana göre diyor. 
Bir yemek, bir meşrubat yapacaksın herkes tam mükemmel diyecek mümkün mü?
Çocuk doğacak mutlaka bu güne kadar doğanlardan başka bir bebek doğacak ama aileden birine benzeyecek.
Arabalarda, mercedes hepsi aynı farklılık nerde şase numarası.
Bunları yapanın Allah olmadığını söyleyen de akıldan söz edilebilir mi?

Adam imam azama gelmiş 
-Hangi hayvanlar doğurur, hangi hayvan yumurtlar diye çalışmaya başladım dua et demiş.
İmam
-İşin çok zor ama sen hiç uğraşma, kulakları dışarıda olanlar doğurur inekler gibi, içerde olanlar yumurtlar tavuklar gibi. İnsanlar bu kuraldan müstesnadır.
Demek her şey kendi kafasına göre değil, bir kurala göre hareket ediyor.

Şeytanın ilka etmekte olduğu vesveselerden biri:
“Yahu, şu koyun veya inek, eğer Kadîr ve Alîm-i Ezelînin nakşı, mülkü olmuş olsaydı, bu kadar miskin, biçare olmazlardı. Eğer bâtınlarında, içlerinde Alîm, Kadîr, Mürîd bir Sâniin kalemi çalışmış olsaydı, bu kadar câhil, yetim, miskin olmazlardı” diyen ve cinnî şeytanlara üstad olan ey şeytân-ı insî! Cenâb-ı Hak, herşeye lâyıkını veriyor. Ve maslahata göre veriyor. Eğer atâsı, in’âmı bu kaideden hariç olsaydı, senin eşeğinin kulağı senden ve senin üstadlarından daha akıllı, daha âlim olması lâzımdı. Ve senin parmağın içinde senin şuur ve iktidarından daha çok bir şuur, bir iktidar yaratırdı. Demek herşeyin bir haddi var. O şey, o had ile mukayyeddir.
Kader, herşeye bir miktar ve o miktara göre bir kalıp vermiştir. Feyyaz-ı Mutlaktan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir. Mâlûmdur ki, dahilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesiyle, hâkimiyet-i Esmânın nizam ve tekabülüyle feyz alınabilir. Maahaza, şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir.
İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan, hikmetle yapılmış bir masnûdur. Ve Sâniin gayethakîm olduğuna, yaptığı vuzuh-u delâletle, sanki mücessem bir hikmet-i nakkaşedir. Tecessüd etmiş bir ilm-i muhtardır. İncimad etmiş bir kudret-i basîreolduğu gibi, öyle bir fiilin mahsulüdür ki, istidadı irade ettiği şeyi kendisine veriyor.

Senin iktidarın kısa, bekan az, hayatın mahdut, ömrünün günleri mâdud ve herşeyin fânidir. Öyleyse, şu kısa, fâni ömrünü fâni şeylere sarfetme ki, fâni olmasın. Bâki şeylere sarf et ki, bâki kalsın.
Evet, yaşadığın ömürden dünyada göreceğin istifade ancak yüz sene olur. Bu yüz sene ömrünü yüz tane hurma çekirdeği farz edelim. Bu çekirdekler iska edilipmuhafaza edilirse, ilâ-mâşaallah semere verecek yüz tane ağaç olur. Aksi takdirde, ateşe atıp yakmaktan başka bir istifadeyi temin etmez. Kezâlik, senin o yüz senelik ömrün de, şeriat suyu ile iska ve âhirete sarf edilirse, âlem-i bekada ilelebed semerelerinden istifade edeceksin. Binaenaleyh, semeredar yüz tane hurma ağacını terk ve yüz tane çekirdeklerine kanaat ile aldanırsa, o adam, hutameye (Cehenneme) hatab olmaya lâyıktır.

Yapan yapılandan üstündür, ağaç nar yapıyor oysa nar daha üstün, asmaya bak kuru bir çubuk, ama üzümde sanat daha üstün, demek ağaç, çubuk yapan değil, insanlara bak ne yapmış ki kendinden üstün bir şey yapmış mı? Hayır.
Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiyve ihracına Risale-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir. Nasıl ?
Kanser ilacını buldum diyen doktora ama kanserli hastalar halen var deseniz size ben bu ilacı kullananlara diyorum diyecek .
Dışarıda kâfir halen var nasıl oluyor? Risale-i Nurdan uzak kaldıkları için diyebiliriz.

Derleyen: Çetin KILIÇ
Kaynak:
Risale-i Nur Külliyatı
Mustafa Karaman’ın Mesneviye Nuriye dersinden

Rabbani Sofradan İstifade Etmek

Her ezan okunuşundan sonra yapılan şu dua “Ey şu eksiksiz davetin ve kılınacak namazın Rabbi Allah’ım! Muhammed’e vesileyi ve fazileti ver. Onu, kendisine vaat ettiğin makâm-ı mahmûda ulaştır, Muhakkak ki sen vaadinden dönmezsin”

Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah(sav)şöyle buyurdu:

“Ezanı işittiğiniz zaman, müezzinin söylediklerinin aynısını siz de söyleyin. Sonra bana salâvat getirin. Çünkü bir kimse bana bir defa salâvat getirirse, Allah buna karşılık ona on defa salât eder. Daha sonra benim için Allah’tan vesîleyi isteyin. Çünkü vesîle, cennette Allah’ın kullarından bir tek kuluna lâyık olan bir makamdır. O kulun ben olacağımı umuyorum. Benim için vesîleyi isteyen kimseye şefatim vâcip olur.”

Makâm-ı mahmûd bir şefaat makamıdır; kim bu makama salâvat ile müracaat etmez ise, şefaatten de mahrum kalır.

Allah Resulü (asv) bu makama salâvat ile katkı yapılmasını, sırf kendi şahsi makamını yüceltmek ve yükseltmek için değil, ümmetine daha ziyade şefaat etmek için ısrarla istiyor. Öyle ise biz de Allah Resulü (asv)’e bolca salâvat ve dua etmeliyiz, ta ki onun şefaatine hak kazanalım.

Bu makam Allah’ın sonsuz lütuf ve ihsanını tahrik ediyor ve bütün nimetler bu makamın hürmetine dağıtılıyor. Öyle ise makam-ı mahmud geniş ve bereketli bir sofra gibidir. Bir başka ifade ile “Makâm-ı mahmûd” ilahi bir sofradır ve bütün ihsan ve ikramlar bu sofranın üzerine iniyor. Şu kâinat sofrasına akan bütün ihsan ve ikramlar Peygamber (sav) Efendimizin Allah katındaki makamı hürmetinedir. Yani bütün izzet ve ikramlar makâm-ı mahmûdun hürmetine geliyor, demektir.

İlahi sofra niteliğinde olan bu makâm-ı mahmûda icabet etmek ise, ancak salâvat ile oluyor. Öyle ise salâvata sadece bir dua ve hatırlama nazarı ile bakmamak gerekir. Salâvat Allah Resulü (asv)’nün davetine bir icabet, Allah’ın rahmetinin celbine bir nişanedir. Bediüzzaman Hazretleri Mesnevi Nuriye adlı eserinde şöyle buyurmaktadır;

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Nebiyy-i Zîşânın (a.s.m.) makam-ı mahmûdu İlâhî bir mâide ve Rabbânî bir sofra hükmündedir. Evet, tevzi edilen lütuflar, feyizler, nimetler o sofradan akıyor. Resul-i Zîşâna (a.s.m.) okunan salâvat-ı şerife, o sofraya edilen dâvete icâbettir.” “Ve keza, salâvat-ı şerîfeyi getiren adam, zât-ı Peygamberîyi (a.s.m.) bir sıfatla tavsif ettiği zaman, o sıfatın nereye taallûk ettiğini düşünsün ki, tekrar be tekrar salâvat getirmeye müşevviki olsun.”

Salâvat getirirken, salâvatın külli bir gayeye hitap ettiğini bilip öyle salâvat etmeliyiz. Salâvatın manası ve özü, Allah Resulü (asv)’e dua edip, makam ve mevkisinin daha da genişleyip parlak bir hale gelmesi için Allah’a ricada bulunmaktır. Peygamber Efendimiz (asv)’in en büyük duası, insanlığın saadet-i ebediyesidir ve bütün hayatı ve ibadeti de bunun üzerine odaklanmıştır. Ümmetin salâvatı da Peygamber Efendimiz (asv)’in bu büyük duasına âmin demek anlamına geliyor. Yani Peygamber Efendimiz (asv)’e ne kadar çok salâvat getirilirse, onun o büyük duası o kadar genelleşir ve güç kazanır demektir. 

Allahümme Salli Ala Seyyidina Muhammedin Ve Ala Ali Seyyidina Muhammed.

Derleyen: Çetin KILIÇ

Kaynaklar:
Risalei Nur Külliyatı
Sorularla İslamiyet 
Sorularla Risalei Nur

Erzurumlu İbrahim Hakkı Kimdir?

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Anadolu’da yetişen en büyük alim, mutasavvıf ve Allah dostlarından Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri 18 Mayis 1703 tarihinde Erzurum´un Hasankale ilçesinde dünyaya geldi. Babası Derviş Osman, Annesi Mahmud kızı Şerife Hanife Hatun´dur. Hazreti Peygamber(sav) efendimizin soyundan gelmektedir.
9 yaşındayken Tillo´ya gitti. Şeyh İsmail Fakirullah´dan dersler aldı.1719 yılında babası vefat edince tekrar Erzurum’a geldi. Erzurum müftüsü Hazik Muhammed´den Arapça ve Farsça öğrendi. Bir müddet sonra tekrar Tillo´ya döndü. Şeyhinin torunuyla (bazı kaynaklar kızı olduğunu yazmaktadır) evlendi. 15 yıl orada kaldı. 1750 de Hicaz´a, 1766 da İstanbul´a gitti. I.Mahmud´un davetiyle saraya girdi. Saray kütüphanesinde çalışmasına izin verildi. Özellikle yeni astronomiye ilgisinin bu kütüphanedeki çalışmalarıyla başladığı söylenebilir. İbrahim Hakkı İstanbul’da iken kendisine müderrislik pâyesi verildi ve ders okutması şartıyla Erzurum’daki Abdurrahman Gazi Dede Tekkesi’nin zâviyedârlığı tevcih edildi. Erzurum’a döndükten sonra Habib Efendi Camisi’ndeki imamlık görevini sürdürdü.
O günün şartlarına göre çok ileri seviyede dini ve fenni ilimler tahsil etmiştir. Hem dini ilimlerde, hem de fenni ilimlerde üstünlüğü ifade eden “Zülcenaheyn” yani “İki kanatlı” unvanını elde etmiştir.
İbrahim Hakkı, din ilimleriyle fen bilimlerini birleştiren, fen bilimlerini Allah’ı bilmeye basamak yapan bir ilim adamıdır.
İbrahim Hakkı, ilimleri kâinatı kuşatan bir metotla ele almak istemiştir ve birlik içerisinde bütün bilimleri birbiriyle kaynaştırmaya çalışmıştır. Bilimleri bir cepheden evren ve beden bilimleri, diğer bir cepheden ise beden ve kalp bilimleri diye ikiye ayırmıştır. Ve bunların birbirlerini tamamlayan nitelikte olduğunu dile getirmiştir. Kendi ifadesiyle “Kâinat ilmi, beden ilmine yardımcı olduğu gibi, beden ilmi de kalp ilmine yardımcı ve yol göstericidir”.
Yine ona göre insan Allah’ın eseri olan tabiatı ne kadar iyi anlarsa, Allah’ı da o kadar anlamış olur.
Büyük mütefekkir İbrahim Hakkı Hazretleri hadis ve fıkıhta, tasavvuf ve edebiyatta, psikoloji ve sosyolojide, tıp ve astronomide büyük bir kudret ve yetenek göstermiştir..Ayrıca, anatomi, fizyoloji, aritmetik, geometri, trigonometri, felsefe, ahlâk gibi alanlarda oldukça geniş bir birikime sahip olduğu görülmektedir.
İlk ana eseri Divanı’dır. 1755’te yazılmış. Erzurumlu İbrahim Hakkı Divanı ismini taşır. 230 sayfadır. Divanı büyük oğlu İsmail Fehim’e ithaf edilmiştir. İsmail Fehim astronomi ve müzikle uğraşan güzel kanun, santur çalan bir zattır. 74 telli bir santuru vardı.
İkinci ana eseri Marifetname’dir. 1757’de yazılmıştır. Ortalama 600 büyük sayfadır. El yazmaları 2 cilt olup, halen Tillo’da torunlarından Sadettin TOPRAK tarafından muhafaza edilmektedir.
Eser bir önsöz, üç büyük bölüm ve bir sonsöz ihtiva eder.
Birinci bölüm Fenn-i Evvel’dir. Allah’ın varlığını, birliğini anlattıktan sonra yalın ve bileşik cisimleri, madenleri, bitkileri ve nihayet insanı anlatır. Sonra geometri, astronomi ve takvim konuları yer alır. Coğrafyaya ait bölümünde 100’den fazla ilin hangi enlem ve boylamda olduğunu göstermiştir. Ayrıca, “Hiçbir çağda yerin döndüğüne inananlar eksik olmamıştır.” demiştir.
İkinci bölümde fenn-i Sani, anatomi, fizyoloji gibi bilimler yer alır. İnsan vücudunu estetik bakımdan da incelemiş, araya beyitler sıkıştırmıştır. Vücut yapısı ile huy arasındaki ilişkiye inanmış ve bunu şiirle anlatmıştır. Bu bölümün sonunda ruha, sağlığa ve ölüme ait geniş bilgi vardır.
Üçüncü bölüm olan fenn-i Salis, dini, ilahi ve felsefi içeriklidir.
Kırk sayfa tutan son bölüm törebilimdir diyebiliriz. Öğretimin yol ve yöntemini, öğrencinin üstadına takınacağı tutumu, ana ve babaya karşı saygı ve sevgi, evlenme ve evlenmede aranacak nitelikler, karı-kocanın birbiriyle ilişkileri töresi, çocuklara karşı görevleri, akraba, hizmetçi, komşu, dost, halk ve bilginlerle görüşüp konuşma yolu ve töreleri yer alır.
Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Marifetname’den bir mısradır.
Üçüncü büyük eseri İrfaniye’dir. 1761’de yazılmıştır. 495 sayfadır. Konusu “Kendisini bilmeyen, Rabbini bilemez.” anlamındaki hadistir. İnsan vücudu evrene benzetilmiştir. Vücutta akıl, evrende Rab gibidir.
Oğullarından birine ithaf ettiği İrfâniyye adlı eserinin sonunda yer alan, “Tekkelerde eğlenmeyip ilim meclisine gelesin; herkese şefkat nazarıyla bakıp hiçbir ferdi hakir görmeyesin ve kimseden hiçbir nesne istemeyip kimseye bir hizmet buyurmayasın; tezyîn-i zâhiri koyup gökçek ahlâk ile tezyîn-i bâtına gidesin” şeklindeki nasihatleri dikkat çekicidir.
Dördüncü ana eseri İnsaniye’dir. 1763’te yazılmıştır. 722 sayfadır. 140 kitaptan üç lisan üzere cem edilmiştir.
Beşinci büyük eseri Mecmuat-ül Mani, 1765’te yazılmıştır. Bu kitapta münacaatlar, şükürnameler ve Şifa-üs Sudur başlığı altında topladığı manzumeleri vardır. Fakirullah’ın ölümü, oğul ve torunlarının doğumuna, hacca gidişine ait düşürdüğü tarihler de bu kitaptadır. 
Arapça, Farsça ve Türkçe bir de sözlüğü vardır.
İbrahim Hakkı’nın günümüze kadar kalmış bir de Ruzname’si vardır. 1753 yılında yapılmış, yüzyıllarca takvim işini görebildiği için Devr-i Daim de denen araç, 52,5 Cm çapında bir ağaç çembere gerilmiş derinin birçok daire ve yarıçaplara bölünmesi ile meydana gelmiştir. Siirt ve Tillo gibi 40. Enlemde bulunan yerlere göre düzenlenmiştir. Bir göç yılının herhangi bir ayının bir günü aranırken bunun haftanın hangi günü olduğu, o gün güneşin kaçta doğup battığı kolayca bulunabilir. Duvar ve cep takvimlerinin bulunmadığı bir dönemde bu aracın önemi açıktır.
Hiçbir ilmî gelişmenin Allah’ın evreni yaratıp yönettiği gerçeğine aykırı olamayacağını belirten İbrâhim Hakkı, bütün gelişmelerin bu inanç çerçevesinde yorumlanması gerektiğini sık sık vurgular.
İbrâhim Hakkı, evliyâ-yı kirâmın yazdığı bütün kitapların şeriatla uyuştuğunu, özellikle Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin kitaplarının “usul ve fürûa mutâbık” olduğunu, fakat okuyucunun anlama kabiliyetinin yetersizliği yüzünden bu konuda avam arasında şüphe doğduğunu belirtme ihtiyacı duyar.
Bediüzzaman Hazretleri’nin Muhyiddin İbnül Arabi için görüşleri.
Bediüzzaman Muhyiddin-i Arabî’yi “harika-ı yı hakikat” ve “dahiye-i ilm-i esrar” olarak ifade veya tarif eder. Bediüzzaman onu bir kartal’a kendisini de bir sineğe benzetir. Ama ondan sonra gelen ifadelerinde farkını da ortaya koymaktan geri durmaz. “ Ben sinek dahi olsam o kartaldan daha yüksek uçabilirim”(9 Lem’a ) Daha yüksek uçmak daha farklı görmektir, yüksekten uçan daha yüksekten görür. Bu yüksek uçmasının nedeni olarak da “Nusus-ı Kur’an’iyeye istinaden bahse girişeceğim “der. Nusus Kur’an ayetlerinin sarahati demektir. Kur’an ayetlerinin sarahati ona daha yüksekten uçma ve daha gerçekçi görme hassası kazandırmıştır.
Nakkad ‘da altının ayarını iyiden iyiye ölçen demektir. Bediüzzaman da bir nakkaddır, Kardeşim bil ki Hazret-i Muhiddin aldatmaz fakat aldanır “ İkinci eleştirel yorumu “ Hadidir ama her kitabında muhdi olamıyor” “Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir” Vahdet ül vücud meşrebince eşyanın vücudunu hayal görüyor. O zat harika keşfiyatıyla ve müşahadatıyla ve mühim bir meşrep sahibi ve müstakil bir meslek ihtiyar ettiğinden bilmecburiye zayıf tevilatla, tekellüflü bir surette, bazı ayatı meşrebine meşhudatına tatbik ediyor, ayatın sarahatini incitiyor.
Sair risalelerde cadde-i müstakime-i Kur’an’iye ve minhac-ı kavim-i Ehl-i Sünnet beyan edilmiştir. O zat-ı kudsinin kendine mahsus bir makamı var, hem makbulindendir. Fakat mizansız keşfiyatında hudutları çiğnemiş ve cumhur-ı muhakkikine çok meselelerde muhalefet etmiş.
Bediüzzaman hesap meydanında Allah’ın kulunun değerini belirlerken iyiliği ile kötülüğünü mizanında tartıp iyiliği ağır gelse- galibiyeti mağlubiyeti noktasında- o kulunu affedecektir, yolunda ifadelerde bulunur.
Bediüzzaman mutasavvıfları, muhaddisleri, ulemayı bahsin gereğine göre insan ve konuyu iyiden iyiye tartıp dengeledikten sonra yorum yapar. Mizaca dayalı, eleştiriler yapmaz.
Yukarıda iki yönlü eleştiri yapılmış, hem olumlu hem de olumsuz yönler nazara verilmiş.
”Fütuhat-ı Mekkiye sahibi Muhyiddin-i Arabi (Ks) ve İnsan-ı Kamil denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (Ks) gibi evliya-yı meşhure, küre-i arzın tabakat-ı seb’asından ve Kaf Dağı arkasındaki arz-ı beyzadan ve Fütuhat’ta “ meşmeşiye “ dedikleri acaipden bahsediyorlar, “gördük” diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur?
Doğru ise hâlbuki bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul etmiyorlar.
Eğer doğru olmazsa bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilaf-ı vaki ve hilaf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir.
Elcevap; O n l a r ehl-i hak ve hakikattırlar, hem ehl-i velayet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihatasız olan halet-i şuhudda ve rüya gibi rüyetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşif ve şuhud dahi rüyetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek , “asfiya “ denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi asfiya makamına çıktıkları zaman kitap ve sünnetin irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmişler. “
Bediüzzaman Âlem-i İslamiyet penceresini peygamberimizin açtığını ve İslam’ın önemli şahısları o pencereden hakikatı gördüklerini söylediği gibi, başka bir değerlendirmesinde Peygamberimizi güneş, yine aynı zatları bunlar arasında Muhyiddin-i Arabi de o güneşten istifade etmişler ve insanlığı aydınlatmışlardır. 
İnsanı küçük âlem kabul eden anlayışa İbrâhim Hakkı da büyük önem verir. Bütün mutasavvıflar gibi onun için de hayatın en yüksek gayesi mârifet, mârifetin en yüce derecesi mârifetullahtır. Mârifetullahın anahtarı kendini bilmek, kendini bilmenin anahtarı da âlemi bilmektir.
Allah bütün âlemi insanın buyruğuna vermiş, insanın bedenini de ruhuna itaat ettirmiştir ki insan kendi bedenine, organlarının oluşumuna, güçlerinin tertibine bakarak aşağı ve yukarı âlemde bunun benzerlerini bulup aynı düzenin orada da sürdüğünü görsün; özellikle kendi ruhunun bedenini yönetmesi gibi Allah’ın da evren üzerinde tasarrufta bulunup onu yönettiğini anlasın, buradan hareketle Allah’ın fiillerine ve sıfatlarına vâkıf olarak sevgisini ve kulluğunu O’na yöneltsin ve böylece irfan ehline katılsın. İbrahim Hakkı bu gayelere ulaşmak için sahih bir itikat ve düzenli ibadete ihtiyaç bulunduğunu önemle belirtmiştir. Ona göre ebedî kurtuluşu kazanmanın tek şartı Kitap ve Sünnet’le amel etmektir.
Her türlü ferdî ve içtimaî problemi aşmanın Kur’an’a uymakla mümkün olduğuna işaret eden ve bununla ilgili âyet ve hadisleri sıralayan İbrâhim Hakkı aynı şekilde Hz. Peygamber’e uyup onun yolundan gitmenin gerekliliğine dair âyet ve hadisleri kaydettikten sonra,
“Hudâ rabbim nebim hakkā Muhammed’dir resûlullah / Hem İslâm dînidir dînim kitâbımdır kelâmullah” beytiyle başlayan 116 beyitlik manzumesinde Ehl-i sünnet akaidini özetlemiştir.
İbrâhim Hakkı, Allah’ın varlığını ispat için imkân delilini esas almış, bu çerçevede âyetlerden de faydalanarak bazı kozmolojik deliller sıraladıktan sonra âlemin hâdis olduğuna selim aklın kesin bir burhanla şehâdette bulunduğunu, irfan ehlinin, o yüce yaratıcının icat ve yaratma sırlarını zahir ve batın âleminde güneşli günden daha aydın ve açık olarak müşahede ettiğini söylemiştir.
İbrahim Hakkı Hazretleri İbn Abbas’tan nakledilen öküz ve balık kıssasının sahih olduğu tesbit edildiği takdirde bunun öküz burcu ve balık burcu olarak yorumlanması gerektiğini belirttikten sonra Hz. Peygamber’in, “Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz” hadisini hatırlatarak umûr-i dîniyyeden olmayan şeylerin din âlimlerinden sorulmaması gerektiğini söylemek suretiyle dinî ilimlerle pozitif bilimlerin metotlarının ayrı olduğuna dikkat çekmesi oldukça önemlidir.
“Pes âlem ne hey’ette olursa olsun ve ne cihetle hareket kılarsa kılsın cümlesi ol bedî‘… Hazretlerinin kemâl-i kudret ve azametine dâldir ve bizlere lâzım olan ancak bu nazar-ı ibretle kesb-i kemâldir” diyerek dinle bilim arasında doğru bir ilişki kurmanın yolunu göstermiştir.
Bediüzzaman Hazretlerinin bu konuda yorumu şöyledir.
Bedîüzzaman bu hadîsin üç farklı yorumu olabileceği üzerinde durur:
1. Arşın bir takım müekkel melekleri bulunduğu gibi, dünyanın da Sevr ve Hut isminde iki tane müekkel meleği bulunur. Arzın bir kısmı toprak, diğer kısmı ise sudur. Su kısmını şenlendiren balık, toprak kısmını şenlendiren ise insanların maişetinin omzuna yüklendiği öküzdür. Dünyaya müekkel olan bu iki melek, hem kumandan hem nazır olduklarından, balık ve öküz nev’îleriyle bir şekilde münasebeti bulunuyor. Allah a’lem o iki meleğin âlem-i melekût ve âlem-i misaldeki temessülleri de öküz ve balık şeklindedir. İşte bu münasebete ve o nezarete işaret etmek ve insanların rızık bakımından muhtaç oldukları bu iki hayvana imada bulunmak için “Dünya öküz ve balık üstündedir” denilmiştir. 
2. “Bu devlet ne üzerinde duruyor?” diye sorulduğunda “Kılıç ve kalem üzerinde duruyor” şeklinde bir cevap verilse, bundan; “devletin, askerî güç ve devlet memurlarının adalet ve dirayeti üzerinde durduğu” anlaşılır. Dünyanın öküz ve balık üzerinde durması da böyledir. Yeryüzünde sahil kesiminde yaşayan insanların geçim vasıtası balıktır, denizden uzak yerlerde yaşayanların geçim vasıtası ise genellikle ziraattır: ziraat da öküzün omzundadır. Ne zaman balık milyonlarca yumurtayı yumurtlamaz ve öküz çalışmazsa insanların geçim meselesi sıkıntıya girer, hayat yaşanamaz hale gelir. Allah’ın rahmet, inayet ve ihsanını hatırlamak maksadıyla dünyanın öküz ve balık üzerinde olduğunun söylenmesi yerinde bir ifadedir. 
3. Dünya, Güneş’in etrafında dönerken takip ettiği yörüngenin her otuz derecesine burç ismi verilir. Bu otuz derecelik yerde bulunan yıldızların arasına farazî bir hat çekilse, bazıları aslan, bazıları terazi, bazıları öküz, bazıları balık şeklini alır; işte burçlar da bu isimlerle anılır. Eski astronomi burçları semada, yeni astronomi ise dünyanın döndüğü yörünge üzerinde kabul eder. Ancak netice itibariyle değişen bir şey yoktur. 
“Dünya öküz ve balık üzerindedir” hadisi iki şekilde rivayet edilmiştir. Birincisi burada ifade ettiğimiz gibi tek cümle halinde olanıdır. İkincisi ise şöyledir:
Dünyanın öküz burcunda bulunduğu bir zaman Hz. Peygamber’e (asm) “Dünya ne üzerindedir?” diye sorulmuş, Hz. Peygamber (asm) “Öküz üzerindedir” şeklinde cevap vermiş. Dünya balık burcunda iken yine Hz. Peygamber’e (asm) “Dünya ne üzerindedir?” diye sorulmuş, bu sefer “Balık üzerindedir” şeklinde cevap vermiş. Sonra bu iki rivayet birleştirilerek “Dünya öküz ve balık üzerindedir” şeklinde rivayet edilmiş. Hadisin bu şekilde vârid olması dikkate alındığında ise, bu hadisle dünyanın hangi burçta bulunduğu ifade edilmek istenmiştir. 
İbrahim Hakkı Hazretleri müneccimlerle tabiatçı filozofların yüce yaratıcının bilgisinden mahrum olduklarını, bütün olup bitenleri yıldızlara ve tabiata bağlayarak sapıklığa düştüklerini söyler.
Onun, dünyayı çevreleyen hava tabakasının çeşitli katlarında cereyan eden klimatolojik değişmelerin güneş ısısının yerden yansımasından ileri geldiği ve bu yansımaya en yakın olan bölgelerde havanın daha sıcak olacağı, yükseklere çıkıldıkça sıcaklığın düşeceği gibi tespitleriyle bugünkü bilim seviyesine yaklaştığı kabul edilmektedir.
İbrahim Hakkı, dünyanın yuvarlak olduğuna dair yeni deliller ortaya koyarken dünyanın güneşin etrafında ve kendi çevresinde dönüşünü, gece ve gündüzün meydana gelişini de ilmî olarak anlatmakta, bu arada Macellan’ın dünyayı dolaşması ve Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını keşfi hakkında malumat vermektedir.
İbrahim Hakkı, insanın anatomisi ve fizyolojisiyle ilgili hemen her konuda dönemine göre yeni sayılacak ayrıntılı bilgiler vermektedir. Meselâ on iki kaburganın yönleri ve fonksiyonel özellikleri, bel kemiği ve bunun bölümleri, bilek ve el kemiklerinin görevleri gibi konulara dair açıklamalar bugünkü bilgilerle paralellik arz etmektedir. 
İbrahim Hakkı’nın Marifetname’de kişinin saç, göz, kulak, el, baş gibi organlarından ve dış görünüşünden hareketle onun ahlâk ve karakter yapısı hakkında sonuç çıkarma yollarını gösteren bilgilerden oluşan kıyafet ilmi (physiognomy) konusuna ayırdığı bölüm, İslâm ilimler tarihinde bu alanda yapılmış çalışmalar içinde özel bir yere sahiptir.
İnsanın ahlâk yapısına temel oluşturan güçleri de geleneksel Meşşâî anlayışı çerçevesinde gazap gücü, şehvet gücü ve nefs-i natıka olarak gösterir.
İradesiyle nefsini öldüren kişinin gönül yüzünden benlik perdesi kalkıp kendini ve rabbini bilme mertebesine ulaşacağını, gönlünün huzur ve sevinç aydınlığı ile dolacağını, nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilip ölmeden önce ebedî hayatı kazanmış olacağını ifade eder.
İbrahim Hakkı Hazretlerinin eğitim ve öğretim anlayışında geleneksel din ilimlerinin yanında felsefe, matematik, coğrafya, astronomi, anatomi, tıp gibi alanlar da yer alıyordu.
İbrahim Hakkı, geleneksel eğitim ilkeleri arasında daha çok hocanın öğrencisine şefkatli ve anlayışlı davranması, öğrencinin de hocasına karşı edepli ve saygılı olmasıyla ilgili olanları sıralar. Gazzâlî gibi kendisi de öğrencinin sorgulamaya kalkışmadan hocasının bilgisine mutlak olarak güvenmesini öğütler.
İbrahim Hakkı Hazretleri’nin tespit edilebilen 58 eseri vardır.
İbrahim Hakkı, ilmî ve tasavvufî birikimini maddî menfaat temini için kullanmamıştır. Ailesi kendi el emeği ve babadan kalma birkaç parça arazinin geliriyle geçinmeye çalışmış, kendisi de oldukça kısıtlı imkânlar içinde yaşamıştır.
Bu zamanda en dürüst dost, en uygun meclis arkadaşı, en seçkin yoldaş, yarların en hayırlısı ve sevgililerin en sevgilisi kitaplar olduğunu söyleyen İbrahim Hakkı Hazretleri Hicri 1194, Miladi 1780’de 77 yaşında iken Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Vasiyeti üzerine Mürşidi İsmail Fakirullah Hazretleri için daha önce yaptırdığı ve kozmografik bir özelliğe sahip olan türbede, mürşidinin ayaklarının ucuna defnedilmiştir.
Türbenin özelliği; Tillo’nun 3-4 Km. doğusundaki bir tepe üzerine yapılmış olan duvardaki 40×50 Cm boyundaki pencereden her yıl; gece ve gündüzün eşit olduğu 21 Mart günü, yeni doğan güneşin ilk ışınları, türbenin tümü kale duvarının etkisiyle gölgede kalırken, pencere boşluğundan geçip, türbe kulesinin penceresine vurarak kırılmak suretiyle İsmail Fakirullah’a ait sandukanın baş tarafını aydınlatmasıdır.
Bununla ilgili “yeni yılda doğan ilk güneş, hocamın başucunu aydınlatmazsa, ben o güneşi neyleyim.” Sözü İbrahim Hakkı’nın hocasına olan saygısını göstermektedir.
Ne yazık ki bu ışık düzeni, türbenin restorasyonu sırasında bozulmuş bulunmaktadır. Avrupa’nın birçok uzman bilim adamı, bütün uğraşlarına rağmen bu ışık düzenini eski orijinal haline getirememişlerdir.

İbrahim Hakkı’nın kullandığı kozmoğrafya aletleri, haritalar, güneş sistemi ile ilgili tahta küreler, el yazması çok değerli kitaplarla düşünüre ait çeşitli eşyalar halen Tillo’daki torunlarında bulunmaktadır. İsmail Fakirullah Hazretleri ve İbrahim Hakkı Hazretleri müzesinde sergilenmektedir.

Derleyen: Çetin KILIÇ

Kaynaklar:
Risalei Nur Külliyatı.
Risale ajans
Enfal
Necati Aksu
İslam ve ihsan
Prof. Dr. Himmet Uç 
nurnet.org

Abdülkadir Geylani Kimdir?

Asıl adı Muhyiddîn Ebû Muhammed Abdülkadir b. Ebî Sâlih Mûsâ Zengîdost el-Geylânî dir. 1077 yılında Peygamberimizin vefatından 445 yıl sonra, Hazar denizinin güneybatısındaki Gîlân eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu. Annesi Ümmü’l-Hayr Emetü’l-Cebbâr Fâtıma Babası Ebû Sâlih Mûsâ’dır. Annesi Devrin tanınmış zâhid ve sûfîlerinden Ebû Abdullah es-Savmaî’nin kızıdır. Baba tarafından soyu Hz. Hasan’a (r.a.) dayanmaktadır.

Abdülkâdir Geylânî hazretleri daha doğmadan, ilerde büyük bir zât olacağına dâir alâmetler, işâretler görülmüştü. Babası rüyâsında Peygamber efendimizi (sav) gördü. Peygamber efendimiz(sav) kendisine; “Ey Ebû Sâlih! Allahü teâlâ bu gece sana kâmil, olgun ve derecesi yüksek bir erkek evlâd ihsân etti. O benim oğlum ve sevdiğimdir. Evliyâ arasında derecesi yüksek olacak.” buyurdu. Yine oğlu hakkında;”On iki imâm dışında bütün velîler doğacak olan oğluna itâat edecekler, onun ayaklarını boyunlarına koyacaklar. O yüksek derecelere kavuşacak, ona itâat etmeyenler Allahü teâlâya yakınlık devletinden mahrûm kalacaklar.” diye müjdelendi.

Ramazan ayında doğan Abdulkadir Geylani güzel ahlak, edep hayâ yönünden başka çocuklara benzemiyordu, Geylani hazretleri Ramazan günlerinde annesinden süt emmiyor hatta yöre halkı Ramazan’ın geldiğini veya Ramazan ayının bittiğini onun bu durumundan anlıyordu. Geylani hazretleri küçük yaşta babasını kaybetmiş olduğundan annesi ve dedesinin yanında büyümüştür. Tahsiline devrin en önemli ilim ve kültür merkezi olan Bağdat’ta devam etmek istiyordu.18 yaşına gelince annesinden izin alarak Bağdat’a gitti.

Tanınmış âlimlerden hadis, hukuk, edebiyat dersleri aldı. Mezhepler hakkında geniş bilgi sahibi oldu. Ebü’l-Hayr Muhammed b. Müslim ed-Debbâs vasıtasıyla tasavvufa intisap etti. Kaynaklar onun damadı olduğunu bildirirler. Hocası Ebû Saîd’in kendisine tahsis ettiği Bâbülerec’deki medresede hadis, tefsir, kıraat, fıkıh ve nahiv gibi ilimleri okuttu ve vaaz vermeye başladı.

Bütün bunları bırakarak 25 yıl sürecek olan inzivaya çekildi. Kırk gün bir şey yemediğini öğrenen Ebû Saîd el-Muharrimî onu evine götürüp doyurmuş ve daha sonra da kendisine şeyhlik hırkasını giydirmiştir. Tarikat silsilesi Cüneyd-i Bağdâdî’ye ulaşmaktadır. Abdülkadir-i Geylânî, Bağdat’a gittiği zaman mensup olduğu Şâfiî mezhebini bırakarak mizacına daha uygun gelen Hanbelî mezhebine girmiş, bununla birlikte hayatının sonuna kadar her iki mezhebe göre fetva vermiştir. Ahmed b. Hanbel rüyasında Abdülkadir’den, o sırada zayıf durumda bulunan Hanbelîliği canlandırmasını istemiş, o da Hanbelî mezhebine girerek bütün gücüyle bu mezhebi ihya etmeye çalışmıştır. Yaşadığı dönemde Hanbelîler’in imamı olmuş ve bundan dolayı kendisine dini ihya eden manasına gelen Muhyiddin unvanı verilmiştir.

Orta boylu, zayıf bünyeli, geniş göğüslü, ilim için vefâkârlıkta emsâli az bulunur bir velî idi. Bir kere Abdülkâdir Geylânî şöyle bir ses işitti: “Ey Abdülkâdir! Ben senin Rabbinim! Sana haramları mubah, serbest kıldım.” Bir rivâyete göre; “Başkasına yasak olan şeyleri sana helâl kıldım.” diyordu. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî Eûzü çekti. “Kovulmuş şeytandan Allahü teâlâya sığınırım. Sus ey mel’ûn!” diye bağırdı. Bunun üzerine aynı ses; “Ey Abdülkâdir! Rabbinin izni ile çeşitli yerlerde bana aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden kurtuldun. Hâlbuki ben bu yolda yetmiş kişiyi yoldan çıkardım.” dedi. Onun şeytan olduğunu nasıl anladığını sorduklarında; “Sana haramları helâl ettim, sözünden anladım. Çünkü Allahü teâlâ böyle şeyleri emretmez.” buyurdu.

O, her an Kur’an ve hadislere uygun hareket etmeyi şart koşar. Ona göre bir zâhidin hayatında görülebilecek derunî haller dinî ölçülerin dışına taşmamalıdır. Müridlerine hep, “Uyun, uydurmayın; itaat edin, muhalefet etmeyin, yakınmayın; temizlenin, kirlenmeyin” şeklinde tavsiyelerde bulunurdu. Kur’an’ın telhin ve teganni ile değil, tertil ve tecvid üzere okunmasını ister, aksine hareket etmeyi yasaklardı. Gazzâlî’nin geliştirdiği Sünnî tasavvuf, onun tarafından devam ettirilmiştir.

Açık havada verdiği vaazlarını dinlemek için yetmiş bin kişinin Bağdat’a geldiği, arka saflarda bulunanların ön saflardakiler kadar sesini rahatlıkla işittikleri rivayet edilir. Karşılaştığı kimseleri hemen tesiri altına aldığı için “Bâzullah” (Allah’ın şahini) ve “el-Bâzü’l-eşheb” (avını kaçırmayan şahin) unvanıyla da anılan Abdülkadir’e bu unvan, Demîrî’ye göre şeyhi Debbâs’ın meclisinde verilmiştir. Vaazlarında dinleyicilerine kurtuluşu ve cenneti vaad ettiğini, bu konuda onlara teminat verecek kadar inançlı ve kesin konuştuğunu, hitabetinin son derece etkili olduğunu kaynaklar görüş birliği içinde zikrederler.

Daha sağlığında birçok kerametlerinden bahis edilir. Tasarruf ve kerametlerinin ölümünden sonra da devam ettiğine inanıldığı için, müridlerinin darda kaldıkları zaman söyledikleri,“Medet, yâ Abdülkadir!” sözü bir tarikat geleneği olmuş. Abdülkadir-i Geylânî de Türk halk edebiyatı ve folklorunda önemli bir yer tutmuştur. Yunus Emre’ye nisbet edilen, 
Seyyâh olup şu âlemi arasan.
Abdülkadir gibi bir er bulunmaz” mısralarıyla başlayan şiir ile Eşrefoğlu Rûmî’nin,
Arısının balıyım bahçesinin gülüyüm
Çayırının bülbülüyüm yâ şeyh Abdülkadir!
Gibi şiirlerinde ona karşı duyulan derin hayranlık terennüm edilmiştir.

İbnü’l-Arabî, Abdülkadir-i Geylânî’nin karşılaştığı kimseleri kokusundan tanıdığını, zira “ricâlü’r-revâih”ten olduğunu iddia eder ve onu Melâmetî sayar. Gerek vaazlarında gerekse eserlerinde son derece sade bir üslûp kullanan Abdülkadir-i Geylânî, kendisinden önceki sûfîlerden nakiller yaparken bunları herkesin anlayacağı örneklerle açıklar. Bu sebeple eserleri tasavvuf edebiyatının güzel örneklerinden sayılır. Tema olarak ağlatıcı ve ürpertici konuları tercih eder. Konuşmalarında samimi yakarışlarını dile getiren dua ve niyazlara yer verir. Cemaata cenneti müjdeleyerek onlara ümit ve şevk verir, nefsin zayıf taraflarını başarılı bir şekilde tasvir eder, şeytanın insana nüfuz etme yollarını canlı örneklerle anlatır. Bilhassa el-Fethu’r-rabbânî ve Fütûhu’l-gayb’da insanı duygulandıran ve heyecanlandıran tablolar çizer. Tarikatının ve tesirinin bütün İslâm âlemine yayılmasında, uyguladığı bu metodun payı büyüktür.

İlmi ile amel ederdi. Konuşması gayet açık ve pek tesirliydi. Sorulan zor sualleri, rahatlıkla, doyurucu bir tarzda cevaplandırırdı. Az konuşur, çok susardı. Kim olursa olsun, kapısını çalan herkesi kabul ederdi. Cuma günü hariç, evinden dışarı çıkmazdı. Doğruyu söylemekten asla çekinmezdi. Zamanın halifesi, Said isminde birini kadı tayin edince, minberde; “Müslümanlara en zalim birini kadı tayin ettin. Yarın âlemlerin Rabbi huzurunda bakalım ne cevap vereceksin?” diye haykırdı. Orada bulunan halife bu doğru sözü işitince çok ağladı ve hemen adı geçen kadının vazifesine son verdi. Merhametsiz bir kimse onu görünce kalbi yumuşar, korku ve heybet hissederdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyurur, misafirsiz gece geçirmezdi.
Buyurdu ki: Küçüktüm. Arife günü çift sürmek için tarlaya gittim. Öküz ile tarlayı sürüyordum. Bir ara “Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emir olunmadın.” diye bir ses duydum. Korktum, hemen eve döndüm ve anneme gidip; “Beni Hak tealanın yolunda bulundur ve izin ver Bağdat’a gidip ilim öğreneyim.” dedim. Annem sebebini sorunca, işittiklerimi anlattım.
Annem ağladı, babamdan miras kalan 80 altının 40 tanesini kardeşime ayırıp kalanını da koltuğumun altına dikip gitmeme izin verdi. Doğruluktan ayrılmamam için benden söz aldı; beni Bağdat’a uğurladı. “Haydi Allah sana selamet versin oğlum. Allah için senden ayrıldım. Kıyamete kadar bir daha yüzünü göremem.” dedi. 
Küçük bir kafile ile Bağdat’ın yolunu tuttum. Hemedan yakınlarından eşkıya yolumuzu kesti. İçlerinden biri; “Ey fakir! Senin bir şeyin var mı?” dedi. Kırk altınımın olduğunu söyledim. İnanmadı. Alay ettiğimi zannederek bırakıp gitti. 
İkincisi gelince ona da aynı cevabı verdim. İki eşkıya, reislerine gidip durumu anlattılar. Reis beni çağırdı. Yanına gittim. Paran var mıdır? Dedi. Kırk altınım olduğunu söyleyince, dediğim yeri söküp, altınları çıkardılar. Reisleri; “Niçin doğru söyledin?” deyince; “Anneme doğru olmak için söz verdim. Hıyanet edemem.” diye cevap verdim. Eşkıyaların reisleri bunları duyunca çok ağladı. “Bu kadar senedir ben, beni yaratıp yetiştirene verdiğim söze hıyanet ediyorum.” dedi. Tövbe etti. Kafilede bulunan diğer eşkıyalar da tövbe edip aldıkları malları geri verdiler.

Abdülkâdir Geylânî’nin tasavvuf anlayışı Kur’ân ve Sünnete dayanır. Onun tasavvuf anlayışında beş kural vardır.
1) Himmeti (niyet ve düşünceyi) yüceltmek,
2) Haramlardan kaçınmak, 
3) Hizmeti güzelleştirmek, 
4) Azmi artırmak,
5) Nimete saygı göstermek.
Himmeti yüce olanın derecesi yükselir. Haramlardan kaçınanları Allah korur. Hizmeti güzelleştiren keramet sahibi olur. Azmi artıranın hidayeti sürekli olur. Nimete saygı gösterenin nimeti artar.
Menâkıb kitapları Abdülkadir-i Geylânî’nin bin kadar eseri bulunduğunu kaydeder fakat bugün ona nisbet edilen eserlerin sayısı elli civarındadır.
Abdülkadir Geylani hazretlerinin yazmış olduğu pek çok kıymetli eserlerinden bazıları.
1) Günyet-üt-Talibin
2) Fütuh-ul-Gayb
3) Feth-ur- Rabbani
4) Füyuzat-ı Rabbaniyye
5) Hizb-ül-Besair
6) Cila-ül-Hatır
7) El-Mevahib-ur-Rahmaniyye
8) Yevakit-ül- Hikem
9) Melfuzat-ı Geylani
10) Divanu Gavsi’l A’zam dır

Abdülkadir-i Geylânî’nin, Kalâidü’l-cevâhir’e göre, yirmi yedisi erkek kırk dokuz çocuğu olmuştur. Bugün Türkiye sınırları içinde yaşayan Kadirî seyyidler, Osmanlı Devleti tarafından XIX. yüzyılın başında Irak’taki Girdigân’dan getirtilerek bölgedeki asayişi sağlamak maksadıyla Bitlis, Siirt, Van ve Beytüşşebap gibi şehirlere yerleştirilmişlerdir. Güneydoğu Anadolu illerinde yaşayan Kadirî seyyidlerinin çoğu son zamanlarda bu bölgeden ayrılarak İstanbul, Ankara, Bursa ve Mersin gibi şehirlere yerleşmiş, ilim ve öğretim işini bırakarak daha çok ticaretle uğraşmaya başlamışlardır. Bunların Kadirî tarikatıyla fazla ilgileri de kalmamıştır.

Abdülkadir Geylani’nin sözleri.
Âdemoğlunun başına gelen her türlü belâ, rabbinden şikâyet etmesi yüzündendir. 
Yerini bilmeyene kader yerini öğretir.
Bilgi hayat, bilgisizlik ölümdür.
Kendine bir ağırlık veren kimsenin hiçbir ağırlığı yoktur. 
Nasibin olanı kaybetmezsin, onu senden başkası yiyemez. O başkasının nasibi olmaz. Nasibini ona hırs göstermekle elde edemezsin. 
Kabirleri ziyaret ediniz. Salih kimseleri de ziyaret ediniz. Hayırlı işler yapınız. Böyle yaparsanız, her şeyiniz düzelir. 
Allah teâlâ rızıkların taksimini bitirmiştir. Rızıkta zerre miktarı artma ve eksilme olmayacaktır.
Allah’tan başka her şey puttur. 
Resulullah hariç her mahluk perdedir; Resulullah ise kapıdır.
Sevenle sevmeyen rıza halinde değil, hoşnutsuzluk halinde belli olur.
Bir şeyi hatırlamak Allah’ı unutturuyorsa, o şey o kişi için uğursuzdur.
Kaderin gelmesinden rahatsız olma, onu kimse döndüremez ve kimse engel olamaz. Takdir olunan şey mutlaka gerçekleşir. 

Hz. Abdulkadir Geylani 91 yıllık(hicri yıla göre) muhteşem bir ömür yaşadıktan sonra 1166 yılında, Bağdat’ta vefat etti. Kabri Bağdat’tadır. Cenaze namazını kılmak üzere görülmemiş bir kalabalık toplandı. Cenaze namazını oğlu Abdülvehhab kıldırdı.

Abdûlkadir Geylani (ks)’nin doğum tarihi, yaşı ve vefat tarihi ile ilgili olarak şu beyit düşürülmüştür:
Sufiler sultânı Bâzullâh,
Aşk”ta geldi, kemâl de vefât etti. 
Buradaki a-ş-k a=70 – ş= 100 – k=300 harflerinin ebcet hesabıyla toplamı Hz Abdûlkadir Geylani (ks)’nin doğum tarihi olan 470’e tekabül eder. Ke-m-â-l harflerinin toplamı da yaşı olan 91’e denk gelir. Bu ikisinin toplamı ise vefat tarihi olan 561 eder ki, bu da “kemâl-i aşk” demektir.

Allah ondan râzı olsun. Onu da râzı etsin. Bizi de, onu da, âhırette kendi İlâhî meclisinde bir araya getirsin.
Allah onun Şefaat himmet ve de tasarrufundan bizi ayırmasın. Âmin.

Derleyen Çetin KILIÇ

Prof. Dr.Abdülhakim Yüce
İslam ansiklopedisi
Turbe
Mumsema
Geylanı vakfı
Biyografi
Söz kimin
Uşak Haber
Dinimiz İslam

Kiminle nasıl evleneyim?

İslâm’a göre nikâh ve aile müessesesi; nesil yetiştirmek, evlât terbiyesi, neslin muhafazası ve insanlık haysiyetinin korunması bakımından son derece lüzumlu ve vazgeçilmez bir değerdir. Evliliğe niyet etmek, sonsuz bir beraberlik için atılan ilk adımdır. Sonsuz diyoruz çünkü dinimizde kişininin eşi ile beraberliği ahrette de, cennette de devam edecek.

Dinimiz evlenmeyi esas almıştır, evlilik İslâm nazarında bir ibadet kabul edilir. Peygamberimiz(sav)in ve din büyüklerinin tavsiyeleri hep bu yönde olmuştur. “Evlenin, çoğalın! Çünkü ben (kıyâmet gününde) diğer ümmetlere karşı sizin (çokluğunuzla) iftihar edeceğim” “Ey gençler! Sizden evlenmeye güç yetirenler evlensin.” Hadisi şerifleri bunlardan sadece bir kaçıdır.

Bediüzzaman “Bekârlık, bikârların kârıdır.” demiştir. Kim ki evlenip yuva kurmuşsa daha huzurlu, daha verimli, bir hayatı olmuştur. Bütün mezhep imamları evlenmek niyetinde olan kimsenin talip olduğu kadına, kadının da erkeğe bakmasının caiz olduğu hükmüne varmışlardır. Ancak, bu görüşme esnasında, kadının yanında mahremlerinin birisinin bulunması şartı aranmaktadır.

Peygamberimiz(sav)evlenmek isteyen gençlere “Git, o kadına bak. Çünkü bakman, evlendiğinizde aranızda ülfet [uyuşma, geçim] ve sevginin devam etmesi için daha uygundur.”buyurarak çiftlerin evlenmeden önce birbirlerini görmelerini tavsiye etmiştir. Günümüzde görücü usulü evlilik gerek filmler aracılığı ile gerek medya ve sosyal paylaşım yollarıyla itibar kaybına uğratılmaya çalışılmaktadır. Görücü usulünde dikkat edilmesi gereken hususlardan biride, mübalağacı bazı insanların erkeği veya kızı aşırı derece övmesi, onlarda bulunmayan vasıfları varmış gibi anlatmasıdır. Bu çok mahzurludur.

Bezen tam tanımadan aileyi devreye sokuyorlar buna görücülük denmez. “Ne iş olsa yaparım abi.” diyen birinin, iyi ve uygun bir iş bulması çok zordur. Oysa kişi ne istediğini belirlese, aradığını bilmenin rahatlığı ile çok daha kolay iş bulabilir. Evlilik için de böyledir. Nasıl biriyle evleneceğine karar vermek, işin yarısını halletmek demektir. 
İkili ilişkilerde, aile hayatında sizin için önemli olan nedir? Huzur mu, paylaşım mı, destek mi, heyecan mı, ya da güven mi? Bunların adını doğru koymanız gerekir.

Adam arkadaşına sormuş:
—Evlenmiyor musun?
—Şartlarımı tutarsa olur.
—Ne istiyorsun ki?
—Güzel olsun, akıllı olsun, dindar olsun, zengin olsun, kültürlü olsun, şefkatli olsun, ciddi olsun, itaatli olsun, bir de esprili olsun.
—Arkadaşı ona, birden fazla evlilik yasak, demiş.

“Evlilikte mutluluğun şartları nelerdir?” sorusuna her iki cinsin en çok verdiği cevap ‘inanç ve ideal birliği’ “Şimdilik istediğim gibi değil, ama ileride düzelir.” diye de kendinizi kandırmayın. Son zamanlarda çok kullanılan ve kullanıldığı yerden dolayı itici hale gelen kelime “aşkıım”. Sokakta mısın yatak odasında mısın, bu kelime saygıyı bitirir, mahremiyeti ortadan kaldırır başkalarının yanında insan eşine aşkım diye hitab eder mi hiç. İstanbul Bey efendisi diyoruz,efendi ol, hanımefendi ol, eşine Ahmet bey de Ayşe hanım de, sokak ortasında aşkım dersen yatak odasında ne diyeceksin.

Yeni namaz kılmayı öğrenen adam teşehhütte fatihayı okuyunca bunu duyan yanındaki adam dayanamamış ”ha şimdi kıyamda ne okuyacaksın bakalım” demiş. Edep illa edep. Sonsuz bir beraberlikte saygı kaybedilirse bir saat ileri gidilemez.  Bilinmelidir ki aşk başka sevgi başkadır. Sevgi, karşısındakine ihtiyacını hissetmek, onunla beraber olmaktan mutluluk duymak, onun eksiklerini de hoş görmektir. Aşk ise, ona muhtaç olmak, onsuz olamamak, eksiklerini ise görmemektir.

Yemeğin tadı dille tadılır çok güzel kokmasına aldanmamak gerekir. Kalp, ruh ve akıl. Doğru karar vermede hepsini mecz etmeliyiz. Aşk küllenmeye başladığında, önceleri görülmeyen yanlışlar göze batmaya başlar. Çılgınca âşık olanlar genellikle âşıklarına acı çektirir. Âşık olan insanların birbiriyle evlenmemeleri daha doğru çünkü aşk bitiyor.
Aklı başında hiç kimse, olduğundan büyük görülmek, hak ettiğinden fazla ilgi ve sevgi görmekten mutlu olmaz.

Büyük beklentiler büyük hayal kırıklıklarını hazırlar. Siz siz olun, eğer karşınızdaki size olduğunuzdan daha fazla kıymet veriyorsa, sizi olduğunuzdan mükemmel görüyorsa, size sırılsıklam âşıksa, uzaklaşın ondan. Dozunda seven, hatalarınızı da gören, ama iyi yönlerinizin hatırına onları affeden, sizden abartılı şeyler beklemeyen, zorlamayan, destekleyen bir sevgi çok daha güzeldir.

Eğer bekârken de mutlu, kendi içinde uyumlu bir insansanız, evlenince daha da mutlu olursunuz muhtemelen. Yok, eğer bekârlığınız sıkıntılı, problemli, huzursuz geçiyorsa evlenince mutlu olma hülyası kurmanız gerçekçi olmaz. Unutmayın, iyi bir evlilik kötü bir hayatı düzeltmez, ancak düzelmiş bir hayatta iyi bir evlilik yapılır. Nikâhta sadece keramet vardır, mucize değil. O yüzden, önce siz tek başına da mutlu olmayı öğrenin, sonra evlenin.

Onunla konuştuğunuzda zihniniz açılıyor, 1+1=3 ediyorsa, bu çok güzel. Eğer fazla olumlu bir katkı almıyor, ama meramınızı anlatıp onu da anlayabiliyorsanız 1+1=2 ediyor demektir ki, idare eder. Ama -ne kadar seviyorsanız sevin- onunla konuşurken kendinizi anlatamıyor, onun da ne demek istediğini kavramakta zorlanıyorsanız, yani 1+1, 2 bile etmiyorsa bu kişiden vaz geçin derim.

Aslına bakarsanız bir insanın, karşısındaki kişiyi tanıması o kadar da uzun bir zaman gerektirmez. Yapılan araştırmalar özellikle bayanların, karşılaştıkları kişiyi ilk üç dakika içinde değerlendirip kategorize edebildiğini göstermiştir. Dikkatli bir insan için yüz hatları, mimikler, ses tonu, konuşma biçimi, hatta kullanılan kelimeler bile kişiliğe dair önemli işaretler taşır. Ve özellikle hanımlar bu tip işaretleri çok iyi değerlendirirler.

Meselâ karşınızdaki kişiye “Hava bu gün ne güzel, değil mi?” diye sordunuz diyelim. Hepsi de ayrı bir kişilik yapısına işaret eden çeşit çeşit cevaplar alabilirsiniz:
— Gerçekten harika bir hava var, insanın içi coşkuyla doluyor. (Canlı, iyimser.)
— Böyle havaları çok mu seversin? (Karşısındakiyle ilgilenen.)
— Hı hı. (Kontrollü ve ketum.)
— Haklısın, çok güzel, değil mi? (Uyumlu, paylaşımcı.)
— Esas üç gün önce çok daha güzeldi. (Geçmişte yaşayan.)
— Yaa, bu güzel havada eve tıkıldık işte. (Şikâyetçi, karamsar.)

Bakın, bir tek cümleden ne kadar çok ipucu çıkartabiliyorsunuz. Yeter ki ona iyi bakın, dikkatli dinleyin ve ipuçlarını değerlendirin. Böylece yakışıklı prensi bulmak için yüzlerce kurbağayı öpmeniz gerekmez. Tarafsız yorum yapamayacağınız için mutlaka üçüncü bir gözle bakan tecrübeli kişilerin yorumlarını da alın. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi sizin yerinize seçim yapacakların da saplantıları olmadığına çok dikkat etmelisiniz.

Bir yanda gençlerin kararlarına etki eden, onların hayatını yönetmeye çalışan, çocuğunu vesayete muhtaç bir aciz gibi görme yanlışına düşen aileler, diğer yanda ya boyun eğmiş, sorumluluğunu üstlenmekten korkan ve her işini başkasının aklıyla yapan gençler var, ya da bu baskıyı reddedip herkesi reddedip, tamamen kendi başına davranıp kimseye danışmayan isyankâr gençlerimiz var. Hiç biri tasvip edilir değil.

Evlilikte seçici kadındır aslında bir kızı yüz erkek ister kız kimi isterse onunla evlenir. “Anasına bak kızını al.” sözü boşuna söylenmemiştir. Aileyi incelerken kişinin anne-babasıyla ilişkilerine de çok dikkat etmek gerekir. Zira psikolojik bir gerçektir ki, kız çocuğunun babasıyla, erkeğin de annesiyle ilişkisi, evlendiğinde de sürdüreceği bir iletişim tarzının temelini atar. 

Babasıyla mesafeli büyümüş bir kız, eşiyle de mesafeli olacaktır muhtemelen. Annesinin şefkatli ev kadını kimliğini benimsemiş bir erkek, çalışan ya da sosyal yönü kuvvetli bir kadına tahammül etmesi zor. Eğer bir bunalım dönemi yaşıyorsanız, kesinlikle hayatınızı bağlayacak önemli bir karar vermeyin. Evdeki huzursuzluktan kurtulmak için ilk çıkan kısmete evet diyen kızlarımızın, çok yanlış seçimler yaptıkları ve daha büyük sıkıntılara düştükleri bilinen bir gerçektir.”Yağmurdan kaçan doluya tutulur” 

Evlenme yaşı pek geciktirilmemeli. Yaş fazla ilerlediğinde yaşama tarzı oturmuş oluyor, karşısındakine uyum sağlamak güçleşiyor. Aksi halde “Bunca yıllık huyumu değiştiremem ki!”diye serzenişleri sıkça duyabilirsiniz. Bu dünya cennet olmadığına göre ve birçok peygamber bile evliliğinde sorunlar yaşadığına göre, mükemmel, kusursuz bir uyum arzulamak fazla iyimserliktir.

Evlenmek için illa da karşınıza dört dörtlük birisinin, bir masal kahramanının çıkmasını beklemeyin. Beraber gezme konusuna gelince, sözlü veya nişanlı bile olsak nikâhlanmadıkça karşı cinsle bir yerde beraber kalamayız. Yanımızda mutlaka üçüncü bir şahsın bulunması gerekir. Bu noktadan nikâh düşen kişilerle kapalı bir yerde yalnız kalma ve el ele tutuşmak doğru değildir. Haramdır.

Batı kültürünün bize dayattığı flört, evlilik niyeti olmayan ilişkiler zarar verir, bilhassa kız daha fazla zarar görür. Genellikle erkek flörtü gönül eğlendirme olarak görür.
Cinsellik özel önemli bir duygudur, özel ve önemli kişiyle yaşanmalıdır, o da eş olmalı. Flört bunun karşılığı değildir bu belirsizliği kaldırmak için mutlaka nişan veya söz yapılmalıdır. Hem özgür hem evli olayım diyenler evlenmesin evlilik başka bir form o zaman kadında özgür olmak ister.

Gizli gündemi olan, yalan söyleyen kişiyle evlilik olmaz. Ailelerin onay verdiği biriyle evlenmek demek yaşam tarzlarının hemen hemen birbirine yakın olması anlamına geliyor ve arada herhangi bir konuda kesinlikle uçurum olmuyor.  Eşlerini kendileri seçen çiftlerin durumu bunun tersidir. Detaylara da önem verirler. Eşlerinden ve evlilikten her anlamda beklentileri daha yüksektir. En ideali, görücü usulü ile evlendirilecek gençlerin, kontrollü bir şekilde ön-görüşmelerini ve son kararı kendilerinin vermelerini sağlamaktır.

Türkiye İstatistik Kurumunun yayımladığı 2016 yılı Aile Yapısı Araştırma sonucuna göre, Evliliklerin yüzde 59.9’u görücü usulüyle gerçekleşti. Görücü evliliğinin en avantajlı yanı sizi ve karşı tarafı tanıyanların kişileri ön elemeden geçirerek uygun görmesi. Ayrıca görücüde direk evlilik düşünülerek adım atılıyor. Çiftler kısa sürede evlendikleri için eşini evlilik içerisinde tanıyıp aşkı sevgiyi ve saygıyı uzun yıllara yayabiliyorlar. 

Herkes kendi anlaşarak evlenecek diye bir şey yok, başkalarının vasıtasıyla da tanışılıp evlenilebilir. Senelerce anlaşıp kısa sürede ayrılan çiftler olduğu gibi çok iyi tanımayıp evlenip uzun seneler evliliğini sürdürebilen çiftlerde var. Önemli olan aşkı, sevgi ve saygıya dönüştürebilmektir. İstatiksel yapılan bir çalışmada görücü usulü ile evlenenlerin daha mutlu olduğu görülmüş.

Görücü usulü evliliklerde çiftler evliliğe sıfır beklentiyle başlıyor. Eşlerini kendi bulanlar ise bir süre flört ediyor ve bu flört döneminde kimse gerçek yüzünü göstermiyor, gösterse de çiftler birbirlerine aşık oldukları için karşı tarafın olumsuz yönlerini görmemeyi yeğliyor ya da “ben onu nasıl olsa düzeltirim” mantığıyla yaklaşıyor, tabi sonuç böyle düşününce hüsran oluyor çünkü kimse kimseyi değiştiremez, ayrıca flört edenler evlendiklerinde her şeyin flört dönemindeki gibi olacağını ilginin, sevginin, beklentinin aynı olacağını zannediyor, oysa kişi gerçek hayat flört dönemindeki kadar sorunsuz, güllük gülistanlık değil maalesef. Flört dönemi, gerçek beraberliği aksettirmez.

Evlilik hayatı başlayınca “Reklamları izlediniz, şimdi haberler.” anonsu yapılmış gibi olur. Nitekim flört ederek evlenenler de bu gerçeği evlendiklerinde görüyorlar ve bir doyumsuzluk başlıyor çiftlerde (özellikle kadınlarda).  Flört ederek evlenenler diğerlerine nazaran daha çabuk boşanıyorlar veya evliliklerini yürütmede zorlanıyorlar. Bunlar nasıl eş seçiminde özgür davrandı iseler, duygularını dışa vurmada da diğerlerine nazaran daha özgür ve korkusuzlar, çünkü sorguluyorlar sonuç, genellikle boşanıyorlar.

Flörtte insanlar, tanıma çabasını göz ardı ederek yaşadığı aşkla ve sevgiyle bir karara gitmektedirler. Hatta bu aşk ve sevgi karşılıklı hataları, düşünce farklılıklarını göz ardı etmek için yeterli bir sebep halini alır, ve tanımadan sadece “aşk ve sevgi” baz alınarak evlilik yapıldığında sonunun hüsrana uğraması kaçınılmaz olur. Flört adı altında evlenmeden önce yapılabilecek her şeyi yapıp en derin sırlara vakıf olduktan sonrada evlenmenin ne dinimizde ne örfümüzde yeri yoktur. Ümmeti Muhammed’in tüm evlatlarına hayırlı kısmetler, sonsuza kadar sürecek beraberlikler, iki cihanda saadetler diliyorum.

Çetin KILIÇ

Kaynaklar.
Doğan Cüceloğlu
Prof.Nevzat Tarhan
Yusuf Karaçay yazı ve sohbetleri
İslam ve ihsan
Sorularla İslamiyet