Etiket arşivi: Çetin Kılıç

Azrail söylediğinden de güzelmiş

İlkokulu bitirip kursa gelmişti. Ailesi kendi isteğiyle geldiğini söylemişti. Kayıt için adını sorduğumda: 

“-Fatma” dedi, hiç de çekinmeyen bir tavırla… Ve ekledi: 
“-Eğer beni hafız yapmazsanız, kayıt yaptırmak istemiyorum.” 
Böyle tehdit edercesine konuşması, onu yaşından daha olgun gösteriyordu. Tebessümle:
“-Korkmayın küçük hanım, siz isteyin hafız da yaparız, hoca da!..” 
O küçük gözlerinin içi parıldadı birden. 
Annesi:
“-Hoca hanım, çocuk işte, kusuruna bakmayın. İlle de hâfız olacağım der, başka bir şey demez. Bizim köyün hocasından duymuş. Peygamber Efendimiz, “Hâfız olanlara cennette taç giydirilecek!” buyurmuşlar herhalde. Siz daha iyi bilirsiniz ya, biz bu kadar duyduk anladık!..” 
Kendisini teselli etmek ihtiyacı hissettim:
“-Tabii teyze, ne demek!.. Keşke herkes sizin gibi duyduklarını hemen kabul etse de teslim olsa… Siz hiç merak etmeyin, kızınız önce Allah’a sonra bize emanet!..” 
Fatma’nın Erzurumlu olduğunu öğrendim. Bir an düşündüm. 
“-Küçük nasıl kalacak, bu kadar uzaklarda…” 
Zaman ilerledikçe Fatma’nın edepli tavırları daha da çok etkiledi beni. Azimliydi. Geceleri uykusunun arasında ayetleri sayıklarken görüyordum çoğu kez. Böyle devam ederken arada bir bana gelip çeşitli sorular soruyordu. 
Birgün:
“-Hocam hâfız olmak için Kur’ân’ı bitirmek mi lazım?” diye sordu. 
Ben de: 
“-Tabii ki hepsini ezberleyeceksin ki, “hâfız” adını alacaksın.”
Bu cevabıma çok üzülmüş gibiydi. Bir şey demek istiyordu sanki… Teşekkür etti ve döndü arkasına gitti. 
Fatma ara sıra rahatsızlanıyor ve revirde yatıyordu. Zaman geçtikçe Fatma’nın morali ve sağlığı daha da çok bozuluyordu. Bir gün dersini iki kez aksatınca sormak zorunda kaldım:
“-Ne oldu, yoksa anneni mi özledin?” 
Sert bir şekilde bana döndü. Solgun yüzüne bir ciddiyet gelmişti:
“-Hayır”, dedi. 
“-Öyleyse neden moralin bozuk? Sık sık da hasta oluyorsun!” dedim. 
Yalvarır gibi oldu. Gözleri dolmuştu:
“-Yanlış anlamayın, inanın ki annemi özleyip de gitmek istediğim yok. Burayı çok seviyorum. Buraları terk edersem, Allah bana âhirette hesabını sormaz mı?”
Dilim dudağım bağlandı. Bir şey diyemedim. Suçlu bile hissettim, kendimi. O küçük kalbte bu ne îmandı, Yâ Rabbi! Onu hayranlıkla izliyordum. 
Birgün çok rahatsızlandı. Doktora götürmek zorunda kaldık. Bir çok tahlillerden sonra, arkadaşım olan doktor hanım:

“-Hoca hanım, derhal bu talebeyi ailesinin yanına gönder.” dedi. Şaşkınlıkla:
“-Neden?” diye sordum. Bana: 
“-Belki üzüleceksiniz ama, bu talebe “kanser!..”. 
Âdeta başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. 
Hastaneden ayrılırken Fatma’ya hiç bir şey diyemedim. O ise hâlimi anlamış gibi, bana sorular sorup dikkatimi dağıtmaya çalışıyordu. Kulağıma eğilerek:
“-Hocam” dedi. “Azrail insanların canını alırken nasıldır?” 
Ağlamamak için zor tutum kendimi: 
“-Mü’min kullara karşı çok güzel bir sûrettedir.” dedim. 
Mırıldandı: 
“-Belki hafız olamam, ama Elhamdülillah Mü’minim!” diye. 
Hâfız olmak için Kur’an’ı bitirmek gerektiğini söylediğimde neden üzüldüğünü şimdi anlamıştım. Demek ki hastalığını biliyordu.
Bir kaç gün sonra eşyalarını hazırlamaya başladık. Çünkü artık dayanılmaz acılar içinde kıvranıyordu. Evine gitmesi gerekiyordu. Ailesi geldi. Fatma yanıma gelerek, mahcûbiyetle: 
“-Bana kızmadınız değil mi? Eğer söyleseydim belki kursa almazdınız!..” 
“-Ne demek!.. Nasıl kızarım sana..” dedim. “Hem sonra, sakın üzülme hâfızlığımı bitiremedim diye. Bu yola girdin ya, Rabbim seni hâfızlar zümresinden yazmıştır inşâallâh!” dedim. 
Öyle sevindi ki! Sarıldı boynuma: 
“-Gerçekten ben şimdi hâfız sayılır mıyım? Anne bak duydun değil mi?” Hüngür hüngür ağlıyordu.
Ya Rabbi, bu ne aşktı! 
Rabbimin hikmeti tecelli etse de iyi olsaydı şu Fatma, ne güzel bir kul olurdu. 

Böylece Fatma’yı gözyaşları ile Erzurum’a uğurladık. Çok geçmedi. Bir iki hafta sonra ailesi ağırlaştığı haberini verdi. Bu bir iki hafta içinde ondan iki mektup almıştım. Bana hep hâfızlık tâcını merak ettiğini, bunun rüyalarına bile girdiğini yazıyordu.
Bir gün sabah namazından sonra telefon çaldı. Fatma’nın annesiydi karşımdaki ses… Ağlamaklı bir sesle:
“-Hoca hanım Fatma’yı uğurladık deyince, ben de dayanamadım ağlamaya başladım. 
Annesi beni teselli edercesine telefonu kapatmadan: 
“-Size ölmeden önce şunu söylememi istedi”, dedi. Hıçkırarak: 
“-Anneciğim, hocama söyle!.. Azrâil söylediğinden de güzelmiş.”
“Ey Rabbim; senin kelamın için yanıp tutuşan, yoluna yapışıp kelâmına sımsıkı sarılan kulunu, sen son nefesinde yalnız bırakır mısın hiç?”

Müslüman, Allah’ın dostudur. Dostlara ölüm acısı olmaz. Acı olmayınca korkmak lüzumsuz olur.

Ölüm Müslüman’a hediyedir. Ölüm, ölmemek üzere doğuştur. Ölüm olmasaydı bu hayat hiç çekilir miydi? Ölüm, Müslüman’ın teselli kaynağıdır, hasretidir. Hatta bir evliya zat buyurur ki,” Ben Azrail Aleyhisselam’ı Cebrail Aleyhisselam’dan daha çok seviyorum. “ Derler ki efendim hikmeti ne? “Çünkü o beni Rabbime kavuşturuyor” cevabını verir.
“Melekler iyi insanlar olarak canlarını aldıkları kimselere de: Selâm size, yaptıklarınıza karşılık Cennet’e girin’ derler.” 
Bediüzzaman der ki:

“Bir gün bir duada, ‘Yâ Rabbi! Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cin ve insin (insanların) şerlerinden muhafaza eyle!’ mealindeki duayı dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrail namını zikrettiğim vakit, gayet tatlı ve tesellidâr (teselli veren) ve sevimli bir halet hissettim, ‘Elhamdülillâh’ dedim, Azrail’i cidden sevmeye başladım.” 

“Çünkü insanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zâyi olmaktan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiğini kat’î hissettim.”
Yani hiç kimseye emanet edemeyeceğimiz, teslim etmeye yanaşmadığımız ve devamlı üzerinde titrediğimiz ruhumuzu bir melek olan Hz. Azrail (as) gibi Allah’ın çok emin ve güvenilir bir elçisinden başkasına teslim edemeyiz.

Derleyen Çetin KILIÇ
en-Nahl, 16/32 Kuran-ı Kerim meali
Risalei Nur Külliyatı
Birizbiz
sorularlaislamiyet 
dinimizislam

Evlilik Sürecinde Yapılan Hatalar

Evlilik iki bireyin biz olabilme sanatıdır.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye’de son 10 yılda 6 milyon 90 bin 212 çift de evlendi,1 milyon 151 bin 591 çift boşandı.
Gençler kendi aralarında ana babalarının haberi olmadan evleniyorlar.
Aileler; Gençler konuşurken, gezerken günaha girmesin düşüncesiyle nişanla beraber dini nikâh kıydırıyor.
Gençlerin arkadaşlarını şahit göstererek kıydıkları gizli nikâhlar, ileriki günlerde her iki tarafıda çok zor duruma sokmaktadır. 
Nikâh İlân edilmeli, denklik olmalı, mehir olmalı, en önemlisi anne babanın rızası olmalı.
Anne baba seni büyütsün yetiştirsin, tahsil için okula göndersin, sen onlara sorma tenezzülünde bile bulunma evlen, sonrada mutlu olacağını zannet.
Görücü usulü evlenmeyi çağ dışı buluyorlar, oysa birinde sizleri tanıştıranlar arkadaş çevreniz, birinde ise annen baban veya yakın akraban, hangisi güvenli? Hangisinin tavsiyesinin daha doğru olma ihtimali yüksek?
Hayatı paylaşmaya karar veren çiftlerin hem evlilik öncesinde hem de ileride sıkıntı yaşamamaları için alışverişte daha tutumlu davranmaları gerekmektedir.
Düğün alışverişleri, ağır bir yük getirmemeli, nişanlılık süresi haddinden fazla uzun olmamalı.
Düğün alışverişi adı altında abartılarak alınan birçok şey neredeyse bir kere bile kullanılmıyor.
Unutulmamalıdır ki, alınan evlilik kararı, gelenek ve göreneklere uygun olduğu kadar keseye de uygun olmalıdır.
“Tabi ki isteyeceksin, istemek en doğal hakkın” 
“Bana bu kadar mı değer veriyorsun?” gibi sözler süreci zorlu hale getirmektedir.

Ailenizi veya çevrenizdeki insanları mutlu etmek için evlenilmediği gibi, başkaları için de düğün yapılmamalıdır. Kendiniz için düğün yapın.

Evlenip mobilyacıları gezeceğinize dünyayı gezin.

3-5 parça tencere tava takımına neredeyse bir ev kirası kadar para verildiğine şahit oluyoruz.
1 milyar civarında insanın açlıkla karşı karşıya olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Yılda 10 milyon insan açlıktan ölüyor, durum böyle iken hayatın boyunca görmediğin akrabaları binler lira harcayarak eğlendirmeye çalışmak hangi mantıkla izah edilebilir?
Eskiden çeyiz serilir evlenecek gençlerin yakınları buradaki eksikleri görür ve imkânları nispetinde tamamlamaya çalışırlardı.
Şimdi ise” görün beni” mantığıyla hazırlanmış lüzumsuz, gereğinden çok fazla, hiç kullanılmayacak bir sürü şey.
Kına gecesi yapmak, stüdyoda yapmacık, şekilden şekle girilen fotoğraflar
çektirmek, bir gece giyilecek gelinlik-damatlığa tonla para bayılmak.
Hangi birini sayayım be kardeşim ayağını yorganına göre uzat.
İsraf haramdır.
Allah mesut ve bahtiyar etsin.

Çetin KILIÇ

İsraf

Yiyiniz içiniz fakat israf etmeyiniz!
Çünkü Allah israf edenleri sevmez.(a’raf süresi)
Cimri olma, israf da etme!(İsra 29)
İsraf etme! İsraf edenler, şeytanların kardeşleridir.(İsra 26, 27)
İktisat eden zenginleşir, israf eden fakirleşir.(hadisi şerif)
“Suyu israf etmeyin geleceği tüketmeyin”
“Bir damla sen kurtar dünya çöl olmasın”
“Damlaya damlaya yok olur”
“Göl olsun çöl olmasın”

İsraf, malı helak etmek, faydasız hâle getirmek, dine ve dünyanın mübah olan işlerine faydalı olmayacak şekilde sarf etmektir.
İsraf, yüce dinimiz tarafından haram kabul edilmiş bir fiiliyattır.

Hazreti peygamber efendimiz(sav) akan dereden abdest alırken dahi israf edilmemesini istemiş.
“Bir Çinli tabağında bir tek pirinç tanesi bıraksa, bir milyar adet pirinç zayi ,olacak binlerce dönüm arazi emek boşa gidecek”.

Ülkemizde durum bundan farklımı? Hayır.
(İsraf konusunun sadece ülke sınırlarıyla geçerli olmadığını hatırlatmak isterim.)

Adam evinin önüne havuz yapmış serinlesin eğlensin diye, oysa Afrika ülkelerinin çoğunda insanlar sabah erken saatte yollara düşüp saatlerce sıra bekledikten sonra iki bidon suyla evine akşam karanlığında anca gelebiliyor.

Lavaboya döktüğünüz bir litre kızarmış yağ 800 bin litre suyu kirletiyor. 
Bir şişede topla, yağları toplayan yerler var belediye, muhtarlık, okul lokanta oraya götür, duyarlı ol, medeniyet böyle bir şey.
Prof. Dr. Yusuf Demir, Türkiye’de tarımda kullanılan yaklaşık 33 milyar metreküp suyun yaklaşık 19 milyar metreküpünün israf edildiğini ve ülkenin su fakiri olma sınırına doğru ilerlediğini söyledi.

Tarım topraklarında üretilen gıdanın yüzde 28’i israf ediliyor. Afrika ülkelerin birinde idrarını yapamıyor diye doktora getirilen bebeğin , susuz kaldığından dolayı rahatsızlandığını anlayan doktorun gözyaşları hiç aklımdan çıkmıyor. 

Profesör Orhan Kural anlatıyor; Bir gün Afrika’da açlıktan ölmek üzere olan köpeğe elimizdeki sandviçlerden attım köpek yarısını yiyememişti ki bir çocuk koşarak geldi, köpeğin ağzından sandviçi kaptı kendi yemeğe başladı.

Bulgaristan göçmeni bir amcanın evinin bahçesinde yağmur sularını topladığını görmüştüm. Bu suyla ileriki günlerde bahçeyi suluyorum, temizlikte kullanıyorum demişti.Tebrik ettim böyle yapmakla Allah’ın çok hoşuna giden bir şey yapıyorsunuz dedim daha çok sevindi.

Bir otobüs yolculuğunda karşılaştığı olayı köşesine taşıyan bir gazeteci şöyle yazmıştı. “Önümdeki koltukta oturan bayan bebeğine yoğurt besledi, önce bebeğinin üzeri batmasın diye önüne bir peçete serdi, küçücük plastik kapta olan yoğurdu yanında bulunan plastik kaşıkla bebeğine yedirdi,  ağzını ve ellerini ıslak mendille sildikten sonra, bütün bunları bir poşete koydu. Yoğurt 20 gram çöp 220 gram.”

Ayakta yemek yenilen yerlerde böylesi israfa her zaman şahit olmak mümkün. Teyzem elmayı soyuyor, portakalı sıkıyor, narı sıkıyor. Yapma güzel teyzem, asıl faydalı yerini atıyorsun, ilaçlanmış diye çekincen varsa biraz sirkeli suda beklet. Hem çekirdeklerini de atma.

Bir gazete haberinde okumuştum, adam topladığı tohumları çamura bulamış boş arazilere atmış, yüzlerce binlerce meyve ağacı yetişirmiş.
Lüzümsuz yanan ışığı boşa akan suyu kapayarak faturaları pekâlâ düşürebiliriz. “İşten değil dişten artar” atalarımız böyle demiş.

Ekmek israfında rekorlar kitabına gireceğiz nerde ise ,çöpe atılan ekmek sayısı 4 milyon 600 bin adet, bu günlük 3 milyon 500 bin tl demek, bu para ile 171 bin okul yapılabiliyor.

Risalei Nurlarda Bediüzzaman Hazretleri israfı şöyle anlatmaktadır.
“Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır. 
Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem kat’î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.”

Çetin KILIÇ

Kaynak:
Risalei Nur Külliyatı
Prof Yusuf Demir
Prof Orhan Kural
İstatiki bilgiler

Kudüs

Hz. İbrahim ve Hz. Lut’un Filistin bölgesine gelip yerleşmelerinden itibaren bu bölgenin tümü mübarek kabul edilmiştir.
Bereketli kılınan bu bölgenin mübarek olarak kabul edilmesinin nedeni, Cenab-ı Allah’ın hikmetiyle buradan pek çok peygamberin gelip geçmesi ve burada vefat edip defnedilmesinden ileri gelmektedir.
Hz. Peygamber(sav) “Ziyaretler ancak üç mekâna yapılır. Mekke’deki Mescidu’l-Haram’a, Medine’deki benim bu mescidime ve Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya.” buyurmuştur. 
Resulullah(sav)’ın bu hadisi ile bu üç belde İslam’da kutsal ilan edilmiş ve bunların dışında kutsiyeti olan başka bir dördüncü şehirden söz edilmemiştir. Ancak Şam ve İstanbul da hadislerde zikredildiklerinden bir bakıma kutsiyetlerine işaret edilmiş beldelerdir.
 
En önemli ibadetlerinden biri olan namazın Mescid-i Aksa’ya yönelerek kılınması İslam’ın ilk kıblesinin bulunduğu Kudüs şehrinin önemini açıkça gösterir. Müslümanlar bu ilk kıblenin kutsiyetini idrak ederek tarih boyunca buraya sahip çıkılması gerektiğinin bilinciyle hareket etmiş ve bu mukaddes beldeyi her zaman koruyarak tevhit inancının bayrağı altında bulunması gerektiğine inanmışlardır. Kudüs ebediyen İslam’ın ilk kıblesi olma özelliğini koruyacak ve Müslümanlar buraya sahip çıkmak zorunda olduklarını hep idrak edecek ve bu beldenin Haçlı veya Yahudiler tarafından işgal edilmesi hâlinde tarihte olduğu gibi mutlaka kurtarılması gereğine inanarak çalışacaklardır.
Kudüs Yahudilerin değil, Hz. Âdem’den bu yana gelen tevhidin temsilcisi peygamberlerin mirasıdır.
Cenab-ı Allah bu kutsal toprakların daima salih kimselerin yönetiminde kalmasını irade buyurmuş, fasık ve zorbaların hâkimiyetine geçen bu toprakların tekrar peygamberlerin veya peygamber mirasçılarının eline geçmesini istemiştir. Bunun için de sık sık bu bölgeye peygamberler gönderip onları uyarmıştır. Hz. Musa’dan sonra gelen ve İsrailoğullarına mensup birçok peygamberin (Davud ve ardından Süleyman’ın) bu topraklarda Allah’ın şeriatıyla güçlü bir devlet olarak hükmetmelerinin sebebi budur. Davud öncesinde de Allah İsrailoğullarını tekrar küfre karşı cihat etme hususunda imtihan etmiş ve onlara Talut’u hükümdar olarak belirlemişti. Fakat onlar yine itaat etmeyip isyan ederek bu mukaddes topraklar uğruna savaşmaktan kaçınmışlardı. İşte bütün bu olaylar çerçevesinde, (Davud ve Süleyman’dan sonra) bu kutsal mekân ve toprakların mutlaka mümin ve muvahhidlerin yönetiminde olması gerektiğini anlıyoruz. Kâfir ve müşriklerin bu topraklar üzerinde velayet hakları olmamalıdır. Özellikle daha sonra Zekeriya ve Yahya’yı öldüren kitlenin bu topraklar üzerinde velayet hakkına sahip olamayacakları açıktır.
Yahudiler bu topraklara Hz. Musa zamanında sahip çıkmayıp, “Git, sen ve Rabbin savaşın…” demişler ve bu kutsal mekânları korumaya yanaşmamışlardır. Bu tutumlarının sonucunda da kutsal topraklar ellerinden alınmıştır.
Cenab-ı Allah, salih bir kulu ve habibi olan son peygamber Hz. Muhammed (sav)’e bu kutsal mekânı teslim etmek ve bu yerlerin kıyamete kadar onun ve ümmetinin elinde kalmasını temin etmek için onu İsra ve Miraç vasıtasıyla alıp oraya götürmüştür. İsra olayında bir devir teslim merasimi vardır. Cenab-ı Allah, İsra ve Miraç gecesinde bu mekânı bütün peygamberlerin ruhlarının şahitliğiyle Resulullah (sav)’a teslim etmiş, o da bu mübarek şehri ümmetine bir miras olarak devretmiştir. Burada Cenab-ı Allah’ın bu devir ve teslimden sonra bu mukaddes şehir ve mescidi, peygamberlerini katleden ve yeryüzünü fesada boğan bir milletin elinden alarak Resulullah’a teslim ettiği gayet açıktır.
İşte bundan dolayı biz Müslümanlar inancımız gereği Hz. Peygamber’in İsra ve Miraç mekânı olan bu yere büyük bir kutsiyet izafe edip buranın ebedi kutsiyetine inanırız. 
Bu mirasa sahip çıkmak maksadıyla Kudüs, 638 yılında Hz. Ömer tarafından Bizanslıların elinden alınarak İslam devletinin topraklarına dâhil edilmiştir.
Hz. Peygamberin 23 yıllık peygamberlik süresinde 14 yıl boyunca namazlarını Mescid-i Aksa’ya yönelerek kıldığı bu mukaddes mekânın -etrafı mübarek kılınmış mescit ve kutsal şehir Kudüs’ün- işgal altında olması bütün ümmet için bir zuldür. 
 
Kudüs 1099 yılında  Haçlı ordularınca işgal edilmiş ve 88 yıl  işgal altında kalmıştır.
Selahaddin el-Eyyubi 1187 yılında Kudüs’ü kuşattığında Beytü’l-Makdis’e beslediği sevgi sebebiyle bu mübarek beldeyi savaş felaketinden korumak istemiş.
Kutsal şehrin surlarını yıkmak, binalarını yok etmek ve en ufak bir taarruzla şehre zulüm yapmaktan çekiniyordu. Bu nedenle barış yoluyla şehri teslim almaya çalıştı. Bunun için şehre elçiler gönderip, “Kudüs’ün Allah’ın kutsal saydığı beldelerden biri olduğuna büyük bir inancım vardır. Sizin de kutsallığına inandığınız bu beldeye muhasara ve savaşın gerektirdiği yollarla hücum etmek ve girmek istemiyorum.” dedi.
Kutsal mekânlar, salih kulların sahipliğinde kutsallıklarına paralel olarak korunurlar. Temennimiz, İslam dünyasındaki uyanış ve direniş hareketlerinin güç kazanması, bu kutsal mekânların tekrar Allah’ın kendilerinden razı olduğu salih kulların eline geçmesidir.
Siyonistlerin amaçları, Mescid-i Aksa’yı yıkıp batıl itikatlarınca kutsal sayılan Siyon mabedini diğer adıyla Süleyman heykelini Mescid-i Aksa’nın yerine dikmek istiyorlar.
Eğer Müslümanlar sorumluluklarının gereğini yerine getirmezlerse bu tehdit devam edecek.
Bu dava ,sadece Filistinli Müslümanlara emanet edilmemiştir. Bu Mescid, Allah Rasulü’nden, Hz. Ömer’den ve Selahaddin-i Eyyubi’den bütün Müslümanlara bir emanet olarak bırakılmıştır.
Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa bunca yıldır Siyonist katiller güruhunun elinde tutsak ve mahzun kalmamalı
Artık bütün bir İslam dünyasının sesini yükseltmesinin tam zamanıdır. Bu işgal sona ermeden İslam dünyasının başını dik tutması mümkün değildir!
Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamberine hıyanet etmeyin ve bile bile size emanet edilen şeylere hıyanet 
etmeyin.
Kudüs ya da Mescid-i Aksa davası, sadece bir avuç toprak ya da hükümranlık,egemenlik meselesi değildir. Bu dava, bir inanç, bir akide davasıdır.
Bu sorumluluk, savsaklanabilecek ya da ertelenebilecek bir sorumluluk değildir, mutlaka yerine getirilmesi gereken bir sorumluluktur. Peygamber Efendimizin bir Hadis-i Şerifinde, bir İslam beldesi işgal edilirse, o beldedeki işgali kaldırmak için cihad etmek, her Müslüman’ın üzerine farz-ı ayın olduğunu buyurmaktadır. Bu Hadis-i Şerif de göstermektedir ki, her Müslüman’ın, işgal altında bulunan ve özellikle de Mescid-i Aksa ya da Kudüs’ün işgalden kurtarılması için mücadele etmesi, tıpkı namaz gibi üzerine farz ayn bir görevdir. 
Büyük İslam Kumandanı Selahaddin-i Eyyubi “Kudüs ve Beytü’l-Makdis, Mescid-i Aksa, Haçlıların işgali altında bulunduğu müddetçe ben nasıl olur da gülebilirim, nasıl olur da sevinebilirim ve istediğim gibi nasıl olur da yemek yiyebilirim? Hele hele, gözüme uyku nasıl girebilir?” demiştir.
Ey Rabbimiz! Kudüs’ü küffâr elinden kurtar. Mü’minleri aziz eyle, şu zilletten cümlemizi halâs eyle. Bu necip milletimizi tekrar o mübârek beldelere hadim eyle… Korktuklarımızdan emin eyle, kâfirlerin şerrinden bir an önce insanlarımızı kurtarıp halâs eyle. Sen bizim Mevlâmızsın, kâfirlere karşı bize zaferle yardım eyle. Dinine yardım edenleri muzaffer eyle. Müslümanlara eziyet edenleri perişan eyle.
Amin.
Derleyen: Çetin Kılıç
Kaynaklar:
ALİ KAÇAR
Prof. Dr. Ahmet Ağırakça 
Metin Duymaz

Yılbaşı ve Dinimiz İslam

Peygamber(sav) Efendimiz ;”Andolsun ki, sizden öncekilerin yoluna karış karış, kulaç kulaç uyacaksınız. Öyle ki, onlar keler deliğine girseler siz de gireceksiniz

Dedik ki; “Ey Allah’ın Rasulü, Yahudi ve Nasranileri mi kastediyorsunuz.

– Kim olacaktı?” diye cevap verdi.” 

Bediüzzaman Hazretleri; “Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır” buyurmuştur.

Dinimiz İslam, güneşe ve ateşe tapan milletlere benzemememiz için güneş doğarken, zevâlde iken ve batarken namaz kılmayı yasakladığı gibi, ateşe karşı namaz kılmayı da yasaklamıştır. 

Biz Müslümanlar, yine Yahudilere benzememek için Muharrem ayı orucunda 9 ve 11. günlerdede oruç tutarak farklılığını ortaya koyuyor, taklit eden olmuyoruz.

Peygamber (sav) efendimiz, ümmetinin kendi varlığını muhafaza etmesini emredip, taklitçilik derekesine düşmeyi menetmiştir.

Peygamber (sav) efendimiz Namaza davet konusunda ne Yahudilerin yaptığı gibi boru çalınmasını, nede Hıristiyanlara ait çan çalınmasına razı olmamış Bilal Habeşi hazretlerine Ezanı Muhammedi’yi okutarak davetin yapılmasını emretmiştir.

Peygamberimiz (sav)Efendimiz Medine’ye göç edince, burada iki bayram kutlanıyordu,bunları değiştirdi ve yerlerine Ramazan ile Kurban bayramlarını tebliğ etti. 

Başka dinlerle ilişkisi veya sembolik değeri bulunan âdet ve uygulamaları Müslümanlara yasakladı,

İslâm’ın korunmasını olumsuz etkileyen bir davranış, bir kültür değişimi ve kültür taklidi haramdır.

Müslüman ilmiyle, irfanıyla, yüksek ahlâkiyle ve dindarlığı ile herkese örnek olur, herkes ona uymaya özenir. O ise kimselere özenmez. Çünkü dinimiz İslam bizlere yeterince malzeme sunmuş, ihtiyaçlarımızı karşılamıştır.

Hristiyan alemiyle birlikte noel kutlamak büyük günahlardan biridir. 

Aynı maksatla o günlerde tebrikleşmek ve hediyeleşmek, yine aynı maksatla hindi vb. almak, yemek, ziyafet çekmek, aynı maksatla bu tür kutlamalara katılmak caiz değildir.

Müslümanların bu tür davranışlardan kaçınması gerekir. Kendi millî ve dinî günlerimiz var. Her şeyden önce bu dinî ve millî âdetlerimizi yaşatmalı, çocuklarımıza öğretmeliyiz. Hepimiz Müslüman’ız elhamdülillâh. Müslümanlığımızın icabını yaşamalı zamanın kötülük ve fitnelerine karşı koymalıyız.

Yılbaşı kutlaması, noel ağacı süslemesi, noel babanın hediye bırakması gibi âdetler, toplumumuzda kültürel tahribata ve kimlik bunalımına yok açmakta, yeni yetişen kuşakları kendi öz değerlerinden koparıp, batının hayat tarzına alıştırmakta, sonra da onların değer ve inanç esaslarına sıcak bakmaya ve giderek onları benimsemeye götürebilmektedir. 

Peygamber (sav) Efendimiz: “Kim bir millete benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” buyurmuşlardır.

Şeklî benzeşme, i’tikâdî benzeşmeye götürebilir. 

Yılbaşı gecesinin manası, sayılı ömür senelerinin birinin daha bitmesi, ölümün biraz daha yaklaşılması, gençlik günlerinin tükenip, ihtiyarlığın gelmesi demektir,o gece bunlar tefekkür edilse daha iyi olur.

Dinimizde noel ve yılbaşı kutlamalarının yeri yoktur. Bu yılbaşının biz Müslümanlar için, resmi ve milletlerarası bir takvim başlangıcı olmaktan başka hiçbir kıyamet ve değeri asla yoktur.

Hıristiyan gibi yılbaşını kutlamak, yılbaşı eğlenceleri tertiplemek, millî ve dinî değerlerimizi yaralar. Cemiyet ahlakımızı bozar. Dinsizlik ve manevi yoksulluğu arttırır.

Allah(CC) sizleri ve bizleri kendisine hakkıyla kulluk edenlerden eylesin. Amin

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynak:
Risalei Nur külliyatı
Celal Yıldırım, İslam Fıkhı
Sorularla İslamiyet
Ârifan Dergisi
Dinimiz İslam