Etiket arşivi: Çetin Kılıç

Sultan II. Ahmed Han Kimdir? (1643-1695) Kısaca Hayatı

Ağabeyi 2. Süley­man hân’ın, vefatı üzerine, Sultan İbrahim’in, 25 Şubat 1643’te Edirne’de doğan şehzadesi  2. Ahmed  21. Osmanlı padişahı ve 13. Osmanlı halifesi ve İslam halifelerininde seksen altıncısı olarak Osmanlı tahtına çıkmıştır.Tahta çıktığında kırksekiz yaşında idi Annesi Hatice Muazzez Sultandı.

Annesi 2. Ahmed’in terbiyesiyle ve tahsiliyle sıkı sıkı meşgul olmuştur.Yazı yazma kabiliyeti çok üstündü. Kendisi bir çok Kur’an-i Kerim yazmıştır. Arapça ve Farsça lisanlarına vakıftı. Şairlere ve Şiirlere düşkündü. 

Ahmet Han’ın tahta çıkma sırasında Osmanlı Devleti, İkinci Viyana Kuşatmasını takip eden harplerle meşguldü. Tahta çıktığında  Avusturya üzerine giden Sadrazam Fazıl Mustafa Paşa’ya  seferine devam etmesini ferman buyurdu.  Fazıl Mustafa Paşa, 20 Temmuz’da Belgrad’a ulaşan Osmanlı ordusunu, Kırım kuvvetlerinin gelmesini beklemeden ve harp meclisinin kararına aykırı olarak Petervaradin önlerinde bulunan Avusturya ordusu üzerine sürdü. Şiddetli geçen harbin ilk anlarında Osmanlı ordusu üstün durumda iken serdarın vurularak şehit düşmesi üzerine, vaziyet Osmanlılar aleyhine döndü. Böylece Salankamen savaşı kaybedildi. Bu mağlubiyetten  sonra, Lipva ve Varat kaleleri Avusturyalılar tarafından işgal edildi İsakçı ve Hanya kalelerini muhasara etmişlersede kale komutanlarının başarılı savunmasıyla muvaffak olmayıp geri döndüler.

1693 yılında Avusturyalılar, Erdel üzerinden Eflak ve Boğdan’a tekrar taarruza başladılar. Yanova’yı işgal eden düşman kuvvetleri,Belgrad’ı muhasara ettiler. Ancak Sadrazam Bozoklu Mustafa Paşa Yanova’yı geri aldı ve Belgrad’ı muhasaradan kurtardı. Osmanlı Ordusunun kısmi başarılarına rağmen Avusturyalıların taarruzları bitmek bilmiyordu. Osmanlıların toparlanmasına fırsat vermek istemeyen Venedikliler de devamlı saldırı halinde idiler. Nitekim serdar-ı ekremin Varadin muhasarasında olduğu bir sırada Malta, Floransa ve Papalık filolarından müteşekkil bir Venedik donanması Sakız Adası’nı işgal etti. Bu haber Sultan II. Ahmet Han’ı çok müteessir etti. Padişah, bu üzüntüsünü vezir-i azam Sürmeli Ali Paşa’ya gönderdiği hatt-ı hümayunda “Madem ki Sakız düşman elindedir, bütün Engürüs (Macaristan) memleketini fethetsen makbulüm değildir.” diyerek bildirdi. Ayrıca sadrazam Edirne’ye gelince; “Eğer bu kış Sakız geri alınmazsa, bütün reisleri katlederim.” diyerek emrini bildirdi.

Bu emir üzerine 1695 yılı ilk günlerinde İstanbul’dan hareket eden Osmanlı donanması kalyonlar kaptanı Mezomorto Hüseyin Paşa’nın büyük kahramanlığı sayesinde Sakız boğazındaki Koyun adaları mevkiinde Venedik donanmasına büyük zayiat verdirdi.

Venedikli amiral, gemisiyle birlikte sulara gömüldü. Koyun adaları zaferinden sonra, Türk donanması Sakız’a asker çıkarıp adayı kolayca ele geçirdi. Ancak Sultan II. Ahmet Han Sakız’ın fetih haberini alamadan  6 şubat 1695 te elli iki yaşında Edirne’de hayata gözlerini yumdu. 2. Ahmed tahta çıktığı zaman söylediği; “Ben saltanata talip değildim. Allah-ü Teala fazl-ı kereminden bu aciz kuluna nasip eyledi. Bu nimetin şükrünü eda edemem.” şeklinde sözleri onun nasıl manevi bir mesuliyetle devlet reisliğini kabul ettiğini anlatmakta ve milletine hizmet duygusunun derinliğini göstermektedir. Divan toplantılarını asla aksatmaz, haftada dört gün çalışılmasını tekrar meriyete sokan bu zattır.

Ayşe Haseki sultan ve Rabia Haseki Sultanla evli olan 2. Ahmed ; İbrahim, Selim (ikizdir) Ahmet, Atike, Hatice ve Asiye (çocuk yaşta vefat etmiştir) adlı üçü kız üçü erkek olan altı  çocuk sahibi idi. Türbesi İstanbul Süleymaniye’dedir

Derleyen: Çetin Kılıç

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • enfal 
  • osmanlı padişahları

Bu Nasıl Gaflet?

Kurban edilmek üzere bekletilen hayvanlar, biri kurban edilirken diğerleri hiç tepki vermezler, birazdan sıra kendilerine gelmeyecekmiş gibi yemeye içmeye devam ederler.

Onkoloji servisinde yatan bir yakınımı dört gün boyunca hastanede bekledim, bu süre zarfında onlarca vefat eden insan gördüm, âdeta saat başı bir kişi vefat ediyordu.

Koridorda bir ağlayış bir figan Anneciğim…, …gittiii babacığım…. gittiiii. Odadan sedye ile çıkarılan bir cenaze, ardından odadaki eşyalarını toplamış giden bir grup insana başınız sağ olsun diyen hasta yakınları (bir saat sonra aynı akıbet onlarında başına gelmesi çok muhtemel).

Aradan bir yada iki saat sonra yine aynı sahne, yine aynı sahne….

Biraz önce vefat eden kişiyi morga götüren hasta bakıcı, elinde televizyon kumandasıyla bir o kanala bir bu kanala zapt yapıp duruyor, salona giren hemşire

-Karıştırma şunu diziyi kaçırtacaksın bana..

Oysa az önce hemşire hanımda morga götürülen adamın damar yolunu açmaya çalışmıştı.

Hele nöbeti bitip işten çıkışı; Pileli eteği, röfleli saçları, aşırıya kaçmış makyajı, geçtiği yerlerde bir parfüm kokusu, tak! tak! tak! yanınızdan geçerken artan koridorun sonuna doğru azalan topuklu ayakkabıların sesi.

1200 lü yıllarda Moğollar geçtiği yerleri yakıp yıkarken tehlikenin bir gün kendilerine de geleceğini anlayan halk birlik olalım, beraber olalım, karşı koyalım dediklerinde, kendilerini ayrı bir sınıf addeden zenginler;

-Biz evlerimizi, barklarımızı daha uzak ve yüksek yerlere yaparız, onlar oralara gelemez diyorlardı, oysa Moğol istilasından onlarda nasibini almışlar, çoluk çocuk telef olmuşlardır.

Günümüze dönelim.

Afganistan, ABD ve işbirlikçilerinin işgali altında.

Irak, ABD ve işbirlikçilerinin işgali altında.

Çeçenisten, Rusya’nin işgali altında.

Azarbeycan, Ermeniler’in işgali altında.

Doğu Türkistan, Çin’in işgali altında.

Keşmir, Hindistan’ın işgali altında.

Filistin, İsrail’in işgali altında.

Sancak, Sırbistan’ın işgali altında.

Makedonya, Sırbistan’ın işgali altında.

Patani, Tayland’ın işgali altında.

Somali, ABD ve işbirlikçilerinin işgali altında.

Bunlar sadece aklımıza takılanlar… Dahası da var… Suriye’nin Golan Tepeleri gibi kısmen işgal altında olan ülkeleri de saymadık burada. Ambargo ablukasına alınmış ülkelerimizden de hiç mi hiç söz etmedik.

NBC News 2013 te yayınladığı bir yazıda 1980’lerden beri Afganistan, Irak, Bosna, Çeçenya ve diğer yerlerde çatışmalarda 4 milyondan fazla Müslüman’ın öldüğünü yazdı.

Avrupa ve özellikle Kuzey Amerika kıtaları kısmen sakin ve müreffeh bir hayat sürerken. Afrika, Ortadoğu ve Asya’nın neresinde bir Müslüman ülke veya topluluk varsa oradan kesif dumanlar yükseliyor. Nerede bir çatışma, savaş, katliam, göç, açlık, sefalet ve çeşit çeşit zulüm varsa orası Müslüman coğrafyası. Akan kan Müslüman, yanan can Müslüman. Kara toprağın bağrına gencecik Müslüman delikanlılar düşüyor hep.

Başta komşu Suriye, Gazze, Irak, Arakan, Doğu Türkistan, Dağlık Karabağ, Çeçenistan, Keşmir, Bangladeş, Mali Etiyopya, Sudan, Somali, Libya, Yemen’de açlık, sefalet, çatışma, kan, ölüm ve gözyaşı.

Bangladeş-Burma (Yeni adıyla Myanmar)’da Müslümanlara yönelik zulüm, 2012’de yeri göğü inletti. Arakan’a yayılan olaylarda bugüne kadar on binin üzerinde Müslüman şehit oldu, 110 bini yurtlarını terk ederek komşu Bangladeş’in kamplarına sığındı.

Afganistan’da, her ailede bir ölü, bir yaralı ve sakat sıcak savaşın izlerini taşıyor.

Batı Afrika ülkesi Mali’ de 250 bin kişi komşu ülkelere kaçtı. Açlık, kıtlık ve yokluğun kararttığı kara bahtlı insanlar, Senegal, Nijer ve Burkina Faso’da mülteci kamplarında yaşamaya başladı.

Irak’ta Kürt, Türkmen, Arap ayrımına ilaveten Şii-Sünni ayrımından da “ekmek” çıkaran Batı, öldürülen 2 milyon insanın damla damla kanlarının, bir damla petrolden daha ucuz olduğunu ispatladı.

İkiye bölünen Sudanda 2 bine yakın Müslüman hayatını kaybetti

Suriye’de olayların başladığı Mart 2011’den bu yana 41 bin 129’u sivil ve 5 bin 47’si resmi görevli olmak üzere 46 bin 176 kişi hayatını kaybetti.

ALLAHIM İslam’a ve Müslümanlara yardım eyle.

ALLAHIM Suriye’deki kardeşlerimize yardım eyle.

ALLAHIM Filistin’e yardım eyle.

ALLAHIM Arakan’daki kardeşlerimize yardım eyle.

ALLAHIM Mısır’daki kardeşlerimize yardım eyle.

ALLAHIM senin dinini hakım kılmak için gece gündüz çalışana yardım eyle.

ALLAHIM senin davan için hapishanelere girenlere yardım eyle.

ALLAHIM hakkı söyledikleri için onlara işkence ediyorlar yardım eyle onlara.

ALLAHIM senin dinini yeryüzüne hakim kılmak için bizlere güç ve kuvvet ver.

YA RABBİM kafirlere fırsat verme.,planlarını başlarına çevir

RABBİM bizi hak yoldan ayırma bizi kendine kul peygamberine layık ümmet eyle. Bizi senin yolundan şehadete ulaşanlardan eyle.

Bedirde, Uhud’da ve Hendek’te Müslümanlara yardım ettiğin gibi bugünde Müslümanlara yardım eyle.

ALLAHIM, İslam’ın kalesi olan Türkiye’yi ve tüm ehlisünnet olan İslam beldelerini koru.

ALLAHIM Dünyanın dört-bir tarafında maddi ve manevi olarak zulüm ve baskı altında kalan, mağdur ve mazlum duruma düşen bütün kardeşlerimize yardım et. Onların bu mazlumiyetlerini, ümmetin gafletten uyanmasına vesile kıl. Onları bu duruma düşürenleri de ıslah eyle. Eğer ıslahları mümkün değilse, Kahhar isminle onları kahrı perişan eyle.

ALLAHIM. Çeçenistan, Orta Afrika, Doğu Türkistan, Sincan, Somali ve diğer beldelerde, zalimin ve işbirlikçi uşakların zulmüne maruz kalan tüm Müslümanlara yardım eyle.

ALLAHIM. Bütün Müslümanları Tevhit bayrağı altında toplayacak; aralarındaki ihtilafları ittifaka çevirecek sebepler halk eyle.

ALLAHIM. Senin habibin, Resulullah (sav): “Mazlumun duasıyla Allah arasında perde yoktur” buyuruyor. Mazlumun feryadı arşı alayı titretirken, küçücük çocuklar, ak saçlı ihtiyarlar, hala katledilmeye devam ediliyor. Rahmetin olan yağmur yerine, ismini dahi bilmediğimiz bombalar yağıyor başlarına. Ne evleri ve ne de yurtları kalmamış. Ölümün onlar için kurtuluş sayıldığı bir zaman dilimindeyiz.

ALLAHIM. Sen, zalimin zulmünden habersiz değilsin ve bu zulüm onların yanına kar kalacak da değil. Ama bizim için en kısa sayılacak bir zamanda, bu zulmü yapanların ittifaklarını bozacak, iktidarlarını devirecek sebepler halk eyle.

Ey mazlumların Rabbi. Ey kimsesizlerin sahibi. Ey kendisine hüzünle açılan elleri boş çevirmeyen

ALLAHIM. Şehitlerin şehadetini kabul et. Yaralılara acil şifalar ver. Ailelerine sabır ver.

ALLAHIM. Belki de bizim gafletimiz o kadar büyüktü ki, uyanmak için bu denli musibetler gerekti. Artık ümmeti uyandır gaflet uykusundan. Bize birlik ve dirlik ver. Dünyadaki imtihanda kaybedenlerden eyleme.

ALLAHIM. Sen Rabbimizsin. Sahibimizsin. Her şeyi kuşatan rahmetinle bize muamele et.
Bize yardım et. Bize yardım et… Amin.

Umarız barış ve adalete dayalı Yeni Adil Bir Dünya’nın kuruluşu yakındır. Mazlumların gözlerindeki, sevinç gözyaşları olur.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • milli gazete
  • islamüstündür
  • NBC News
  • Ruhadar
  • Muhammed Mucahid-muslumangenc

Tevrat, İncil, Zebur’da, Hz. Muhammed’den (A.S.M) Bahseden Ayetler ve İşaretler (Kaynaklarıyla Birlikte)

Nümune olarak Tevrat, İncil, Zebur’un, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâma ait âyetlerinin birkaç nümunesini göstereceğiz.

Birincisi: Zebur’da şöyle bir âyet var: “Allahım! Fetretten sonra bize Sünneti ihyâ edecek olan zâtı gönder.”

İncil’in âyeti “Ben gidiyorum, tâ size Faraklit gelsin.” Yani, Ahmed gelsin.

İncil’in ikinci bir âyeti:“Ben Rabbimden, hakkı bâtıldan fark eden bir Peygamberi istiyorum ki, ebede kadar beraberinizde bulunsun.

Tevrat’ın âyeti: “Hazret-i İsmail’in validesi olan Hâcer, evlât sahibesi olacak. Ve onun evlâdından öyle birisi çıkacak ki, o veledin eli, umumun fevkinde olacak veumumun eli huşû ve itaatle ona açılacak.”

Tevrat’ın ikinci bir âyeti: “Benî İsrail’in kardeşleri olan Benî İsmail’den, senin gibi birini göndereceğim. Ben sözümü onun ağzına koyacağım; Benim vahyimle konuşacak. Onu kabul etmeyene azap vereceğim.”

Tevrat’ın üçüncü bir âyeti:“Mûsâ dedi ki: ‘Ey Rabbim, ben Tevrat’ta, insanlara iyiliği emredip onları kötülükten sakındırmak için çıkarılmış, Allah’a iman eden hayırlı bir ümmetin vasıflarını gördüm. Onu benim ümmetim yap.’ Allah buyurdu ki: ‘O, Muhammed ümmetidir.’”

Zebur’un âyeti:“Yâ Davud! Senden sonra, Ahmed, Muhammed, Sâdık ve Seyyid olarak anılacak bir peygamber gelecek. Onun ümmeti Allah’ın rahmetine mazhar olacak.”

Benî İsrail’in allâmelerinden, o zamanda daha çok tahrifata uğramayan Tevrat’ta aynen şu gelecek âyeti ilân ederek göstermişler. Âyetin bir parçası şudur ki: Hz. Mûsâ ile hitaptan sonra, gelecek Peygambere hitaben şöyle diyor: “Ey Peygamber! Muhakkak ki Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir sakındırıcı ve ümmîler için bir dayanak olarak gönderdik. Sen Benim kulumsun ve sana Mütevekkil ismini verdim. Sen ne katı kalbli, ne huysuz ve ne de sokaklarda böbürlenerek yürüyen biri değilsin. Sen kötülüğe kötülükle de karşılık vermezsin. Sen affeden ve bağışlayan bir peygambersin. Eğriliğe girmiş olan halk onunla yolunu doğrultuncaya ve ‘Lâilâhe İllallâh’ deyinceye kadar Allah o peygamberin ruhunu almaz.” 

Tevrat’ın bir âyeti daha: “Muhammed, Allah’ın Resulüdür. Mekke onun doğum yeri, Medine hicret yeri, Şam onun mülküdür. Ümmeti ise hamd edici kimselerdir.

Tevrat’ın diğer bir âyeti daha: Sen benim kulum ve Resûlümsün. Sana Mütevekkil ismini verdim.”

Tevrat’ın diğer bir âyeti daha: “Seçkin kulum, ne katı kalpli ne de huysuz değildir.”

İncil’de, İsâ’dan sonra gelen ve İncil’in birkaç âyetinde “Âlem Reisi” ünvanıyla müjde verdiği Nebînin tarifine dair:

“Onun demirden bir asâsı, yani kılıcı olacak ve onunla savaşacak. Ümmeti de onun gibi olacak.”

İşte şu âyet gösteriyor ki, “Sahibü’s-seyf ve cihada memur bir Peygamber gelecektir.” “Kadîb-i hadîd” kılıç demektir. Hem ümmeti de onun gibi sahibü’s-seyf, yani cihada memur olacağını, Sûre-i Feth’in âhirinde

“Onların İncil’deki vasıfları da şöyledir: Filizini çıkarmış, sonra git gide kuvvet bulmuş, kalınlaşmış ve gövdesi üzerinde yükselmiş bir ekine benzerler ki, ekincilerin pek hoşuna gider. Allah’ın onları böylece çoğaltıp kuvvetlendirmesi, kâfirleri öfkeye boğmak içindir.”âyeti, İncil’in şu âyeti gibi, başka âyetlerine işaret edip, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, sahibü’s-seyf ve cihada memur olduğunu, İncil ile beraber ilân ediyor.

Tevrat’ın Beşinci Kitabının Otuz Üçüncü Bâbında şu âyet var: “Hak Teâlâ, Tûr-i Sina’dan ikbal edip bize Sâir’den tulû etti ve Fâran Dağlarında zâhir oldu.”İşte şu âyet, nasıl ki “Tûr-i Sina’da ikbal-i Hak” fıkrasıyla nübüvvet-i Mûseviyeyi ve Şam Dağlarından ibaret olan “Sâir’den tulû-u Hak” fıkrasıyla nübüvvet‑i İseviyeyi ihbar eder. Öyle de, bil’ittifak Hicaz Dağlarından ibaret olan “Fâran Dağlarından zuhur-u Hak” fıkrasıyla, bizzarure risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) haber veriyor.

Hem Sûre-i Feth’in âhirinde“Onların Tevrat’taki vasıfları budur.”hükmünü tasdiken,Tevrat’ta Fâran Dağlarından zuhur eden Peygamberin Sahabeleri hakkında şu âyet var: “Kudsîlerin bayrakları beraberindedir. Ve onun sağındadır.

“ Yani, “Onun Sahabeleri kudsî, salih evliyalardır.”

Eş’ıya Peygamberin kitabında, Kırk İkinci Bâbında şu âyet vardır: “Hak Sübhânehu, âhirzamanda, kendinin ıstıfâ-gerde ve bergüzidesi kulunu ba’sedecek ve ona, Ruhu’l-Emin Hazret-i Cibril’i yollayıp din-i İlâhîsini ona talimettirecek. Ve o dahi, Ruhu’l-Eminin talimi vechile nâsa talim eyleyecek vebeynennâs hak ile hükmedecektir. O bir nurdur, halkı zulümattan çıkaracaktır.Rabbin bana kablelvuku bildirdiği şeyi ben de size bildiriyorum.”

İşte şu âyet, gayet sarih bir surette, Âhirzaman Peygamberi olan MuhammedAleyhissalâtü Vesselâmın evsâfını beyan ediyor.

Mişâil namıyla müsemmâ Mihâil Peygamberin kitabının Dördüncü Bâbında şu âyet var: “Âhirzamanda bir ümmet-i merhume kaim olup, orada Hakka ibadetetmek üzere mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her iklimden orada birçok halk toplanıp Rabb-i Vâhide ibadet ederler, Ona şirk etmezler.”

İşte şu âyet, zâhir bir surette, dünyanın en mübarek dağı olan Cebel-i Arafat ve orada her iklimden gelen hacıların tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i merhumenamıyla şöhret-şiâr olan ümmet-i Muhammediyeyi tarif ediyor.

Zebur’da, Yetmiş İkinci Bâbında şu âyet var: “Bahirden bahre mâlik ve nehirlerden, arzın makta’ ve müntehâsına kadar mâlik ola… Ve kendisine Yemenve Cezayir mülûkü hediyeler götüreler… Ve padişahlar ona secde ve inkıyadedeler… Ve her vakit ona salât ve hergün kendisine bereketle dua oluna… Veenvârı, Medine’den münevver ola… Ve zikri, ebedü’l-âbâd devam ede… Onun ismi, şemsin vücudundan evvel mevcuttur; onun adı güneş durdukça münteşirola…”

İşte şu âyet, pek âşikâr bir tarzda Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâmı tavsifeder.

Acaba Hazret-i Davud Aleyhisselâmdan sonra, Muhammed-i ArabîAleyhissalâtü Vesselâmdan başka hangi nebî gelmiş ki, şarktan garba kadar dininineşretmiş ve mülûkü cizyeye bağlamış ve padişahları kendine secde eder gibi birinkıyad altına almış ve hergün nev-i beşerin humsunun salâvat ve dualarını kendine kazanmış ve envârı Medine’den parlamış kim var? Kim gösterilebilir?

Hem Türkçe Yuhanna İncilinin On Dördüncü Bab ve otuzuncu âyeti şudur: “Artık sizinle çok söyleşmem. Zira bu Âlemin Reisi geliyor. Ve bende onun nesnesi asla yoktur.” İşte, “Âlemin Reisi” tabiri, “Fahr-i Âlem” demektir. “Fahr-i Âlem” ünvanı ise, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın en meşhur ünvanıdır.

Yine İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab ve yedinci âyeti şudur: “Amma ben size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size faidelidir. Zira ben gitmeyince Tesellici size gelmez.”

İşte, bakınız: Reis-i Âlem ve insanlara hakikî teselli veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka kimdir? Evet, Fahr-i Âlem odur ve fâniinsanları idam-ı ebedîden kurtarıp teselli veren odur.

Hem İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab, sekizinci âyeti: “O dahi geldikte, dünyayı günaha dair, salâha dair ve hükme dair ilzam edecektir.

İşte, dünyanın fesadını salâha çeviren ve günahlardan ve şirkten kurtaran ve siyaset vehâkimiyet-i dünyayı tebdil eden, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka kim gelmiş?

Hem İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab, on birinci âyet: “Zira bu Âlemin Reisinin gelmesinin hükmü gelmiştir.

İşte, “Âlemin Reisi”Evet, o zat öyle bir reis ve sultandır ki, bin üç yüz elli senede ve ekser asırlardan herbir asırda,lâakal üç yüz elli milyon tebaası ve raiyeti var; kemal-i teslim ve inkıyadla evâmirine itaat ederler, hergün ona selam etmekle tecdid-i biat ederler. elbette Seyyidü’l-Beşer olan Ahmed-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır.

Hem İncil-i Yuhanna, On İkinci Bab ve on üçüncü âyet: “Amma o Hak Ruhu geldiği zaman, sizi bilcümle hakikate irşad edecektir. Zira kendisinden söylemiyor.Bilcümle, işittiğini söyleyerek gelecek nesnelerden size haber verecek.

İşte bu âyet sarihtir. Acaba umum insanları birden hakikate davet eden ve her haberini vahiyden veren ve Cebrâil’den işittiğini söyleyen ve kıyamet ve âhirettentafsilen haber veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka kimdir? Ve kim olabilir?

Hem kütüb-ü enbiyada, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Muhammed,Ahmed, Muhtar mânâsında Süryânî ve İbrânî isimleri var.

İşte, Hazret-i Şuayb’ınsuhufunda ismi, “Muhammed” mânâsında Müşeffah’tır. Hem Tevrat’ta, yine “Muhammed” mânâsında Münhamennâ, hem “Nebiyyü’l-Haram” mânâsında Himyâtâ,  Zebur’da el-Muhtar ismiyle müsemmâdır.

Yine Tevrat’ta el-Hâtemü’l-Hâtem,  hem Tevrat’ta ve Zebur’da Mukîmü’s-Sünne, hem suhuf-u İbrahim ve Tevrat’ta Mazmaz’dır. Hem Tevrat’ta Ahyed’dir.

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiş: “Benim ismim Kur’ân’da Muhammed, İncil’de Ahmed, Tevrat’ta Ahyed’dir.

buyurmuştur.

Hem İncil’de, esmâ-i Nebevîden  “Seyf ve Asâ Sahibi.” Evet, sâhibü’s-seyf enbiyalar içinde en büyüğü,ümmetiyle cihada memur, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır.

Yine İncil’de, Sahibü’t-Tac’dır.Evet, “Sahibü’t-Tac” ünvanı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur. Tac, “amâme,” yani sarık demektir. Eski zamanda, milletler içinde, milletçe umumiyet itibarıyla sarık ve agel saran kavm-i Araptır. İncilde Sahibü’t-Tac, kat’î olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdemektir.

Hem İncil’de el-Baraklit veyahut el-Faraklit ki, İncil tefsirlerinde “hak ve bâtılı birbirinden tefrik eden hakperest”mânâsı verilmiş ki, sonra gelecek insanlarıhakka sevk edecek zâtın ismidir.

İncil’in bir yerinde, İsâ Aleyhisselâm demiş: “Ben gideceğim, tâ Dünyanın Reisi gelsin.”Acaba Hazret-i İsâ Aleyhisselâmdan sonra dünyanın reisi olacak vehak ve bâtılı fark ve temyiz edip Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın yerinde insanları irşadedecek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka kim gelmiştir? Demek Hazret-i İsâ Aleyhisselâm ümmetine daima müjde ediyor ve haber veriyor ki, “Birisi gelecek, bana ihtiyaç kalmayacak. Ben onun bir mukaddimesiyim ve müjdecisiyim.”

Nasıl ki şu âyet-i kerime: “Hani Meryem oğlu İsa ‘Ey İsrailoğulları,’ demişti. ‘Ben, daha önce indirilen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra gelecek Ahmed isminde bir peygamberi müjdelemek üzere size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim.’”

Evet, İncil’de Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, çok defalar ümmetine müjde veriyor. İnsanların en mühim bir reisi geleceğini; ve o zâtı da bazı isimlerle yad ediyor. O isimler elbette Süryânî ve İbrânîdirler. Ehl-i tahkik görmüşler. O isimler, “Ahmed, Muhammed, Fârikun beyne’l-Hakkı ve’l-Bâtıl”mânâsındadırlar.Demek İsâ Aleyhisselâm, çok defa Ahmed Aleyhissalâtü Vesselâmdan beşaretveriyor.

İşte Tevrat, İncil, Zebur’da ve sair suhuf-u enbiyada çok ehemmiyetle, âhirde gelecek bir peygamberden bahisler var, çok âyetler var nasıl bir kısım nümunelerini gösterdik. Hem çok namlarla o kitaplarda mezkûrdur. Acaba bütün bu kütüb-ü enbiyada, bu kadar ehemmiyetle, mükerrer âyetlerde bahsettikleri Âhirzaman Peygamberi, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka kim olabilir?

Risale-i Nur’dan

* * * * * 

Not: Yukarıda Risale-i Nur’un içinde geçen kutsal metinlerin kaynakları ve bazen ayet numaraları tek tek aşağıda veriliyor. Bunların hepsi bazı zaman dilimlerinde, İslam alimlerince tahkik ve tahriç edilmiş ve eserlerinde beyan edilmiş hakikatlerdir.

Tabi zamanla bu kutsal metinlerin hasid, sapkın papaz ve hahamların tahrifi ile kaybolmaları mümkündür.

Ama önemli olan, o zaman dilimlerinde güvenilir İslam alimlerince kayıt altına alınmış olmasıdır. Bu kutsal metinler kayıt altına alındıktan sonra, tahrif edilip kaybedilmesi, o kutsal metinlerin hüccetine zarar vermez.

Kur’an-ı Kerim ayetleri ile Tevrat ve İncil‘in, Hazreti Peygamberden haber ve müjde verdiklerini bize ihbar ediyor. Şimdi ise o müjde ve haberlerin bir çoğu metin olarak Tevrat ve İncil de bulunmuyor, ya da hafi olarak bulunuyor diye, Kur’an-ı Kerim’i haşa tekzip edip, inkar mı edeceğiz. İşte bu hakikate binaen Üstad, şu anki Tevrat ve İncili değil, geçmişteki İslam alimlerince kayıt altına alınan Tevrat ve İncili ölçü almıştır. Bu yüzden bazı kutsal metinlerin şu anki Tevrat ve İncilde bulunmaması doğaldır. Ama İslam alimlerinin kayıtlarını yukarda tek tek kaynak olarak belirttik, bu yüzden itiraza açık bir kapı kalmamıştır diye umuyoruz.

* * * * * 

Birincisi: Zebur’da şöyle bir âyet var: “Allahım! Fetretten sonra bize Sünneti ihyâ edecek olan zâtı gönder.” Yusuf Nebhânî, Hüccetullah ale’l-Âlemîn, 104, 115. “Mukîmü’s-Sünne” ise, ism-i Ahmedîdir.

İncil’in âyeti: “Ben gidiyorum, tâ size Faraklit gelsin.” Yani, Ahmed gelsin. Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:352; Cisrî, Risâle-i Hamidiye (Türkçe tercümesi), 1:250; Kastalânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniye, 6:201.

İncil’in ikinci bir âyeti: Yani, “Ben Rabbimden, hakkı bâtıldan fark eden bir Peygamberi istiyorum ki, ebede kadar beraberinizde bulunsun.”4 Faraklit, “el-fâriku beyne’l-hakkı ve’l-bâtıl” mânâsında, Peygamberin o kitaplarda ismidir.( Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:743; Yusuf Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 99; Cisrî, Risâle-i Hamidiye (Türkçe tercümesi), 1:255; İncil, Yuhanna, Bâb 14, ayet 16.)

Tevrât’ın âyeti: “Hazret-i İsmail’in validesi olan Hâcer, evlât sahibesi olacak. Ve onun evlâdından öyle birisi çıkacak ki, o veledin eli, umumun fevkinde olacak ve umumun eli huşû ve itaatle ona açılacak.” (Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:743; Yusuf Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 105-106; Tevrat, Tekvin, Bab 17.)

Tevrât’ın ikinci bir âyeti: “Benî İsrail’in kardeşleri olan Benî İsmail’den, senin gibi birini göndereceğim. Ben sözümü onun ağzına koyacağım; Benim vahyimle konuşacak. Onu kabul etmeyene azap vereceğim.” Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:743; Yusuf Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 86; Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:347; Tevrat, Tesniye, Bab 18.

Tevrât’ın üçüncü bir âyeti: “Mûsâ dedi ki: ‘Ey Rabbim, ben Tevrat’ta, insanlara iyiliği emredip onları kötülükten sakındırmak için çıkarılmış, Allah’a iman eden hayırlı bir ümmetin vasıflarını gördüm. Onu benim ümmetim yap.’ Allah buyurdu ki: ‘O, Muhammed ümmetidir.'” Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:746; Yusuf Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 107-118; Tevrat, Eş’ıyâ, Ishah, 42.

İhtar: “Muhammed” ismi, o kitaplarda Müşeffah ve el-Münhamennâ ve Himyâtâ gibi Süryânî isimler suretinde, “Muhammed” mânâsındaki İbrânî isimleriyle gelmiş. Yoksa sarih “Muhammed” ismi az vardı. Sarih miktarını dahi hasûd Yahudiler tahrif etmişler.

Zebur’un âyeti: “Yâ Davud! Senden sonra, Ahmed, Muhammed, Sâdık ve Seyyid olarak anılacak bir peygamber gelecek. Onun ümmeti Allah’ın rahmetine mazhar olacak.” Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:353; Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, 1:18; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2:326; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:739; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 122.

Hem Abâdile-i Seb’adan ve kütüb-ü sabıkada çok tetkikat yapan Abdullah ibni Amr ibni’l-Âs ve meşhur ulema-i Yehuddan en evvel İslâma gelen Abdullah ibni Selâm ve meşhur Kâ’bü’l-Ahbar denilen Benî İsrail’in allâmelerinden, o zamanda daha çok tahrifata uğramayan Tevrat’ta aynen şu gelecek âyeti ilân ederek göstermişler.

Âyetin bir parçası şudur ki: Mûsâ ile hitaptan sonra, gelecek Peygambere hitaben şöyle diyor: “Ey Peygamber! Muhakkak ki Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir sakındırıcı ve ümmîler için bir dayanak olarak gönderdik. Sen Benim kulumsun ve sana Mütevekkil ismini verdim. Sen ne katı kalbli, ne huysuz ve ne de sokaklarda böbürlenerek yürüyen biri değilsin. Sen kötülüğe kötülükle de karşılık vermezsin. Sen affeden ve bağışlayan bir peygambersin. Eğriliğe girmiş olan halk onunla yolunu doğrultuncaya ve ‘Lâilâhe İllallâh’ deyinceye kadar Allah o peygamberin ruhunu almaz.” (Buharî, Büyû’: 5; Burhâneddin Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:346; Dârîmî, Mukaddime: 2; Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, 1:17; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2:326; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 105, 135; el-Acurrî, eş-Şerî’a, 444, 452; Kastalânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniye, 6:192)

Tevrât’ın bir âyeti daha: “Muhammed, Allah’ın Resulüdür. Mekke onun doğum yeri, Medine hicret yeri, Şam onun mülküdür. Ümmeti ise hamd edici kimselerdir.” (Dârîmî, Mukaddime: 2; Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:346-351; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:739; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 116; Ebû Naîm, Delâilü’n-Nübüvve, 1:72)

Tevrât’ın diğer bir âyeti daha: Meâli: “Sen benim kulum ve Resûlümsün. Sana Mütevekkil ismini verdim.” (Buharî, Büyû’: 5; Burhâneddin Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:346; Dârîmî, Mukaddime: 2; Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, 1:17; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2:326; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 105, 135; el-Acurrî, eş-Şerî’a, 444, 452; Kastalânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniye, 6:192) İşte şu âyette, Benî İshak’ın kardeşleri olan Benî İsmail’den ve Hazret-i Mûsâ’dan sonra gelen Peygambere hitap ediyor.

Tevrât’ın diğer bir âyeti daha: “Muhtar kulum, ne katı kalbli ne de huysuz değildir.” (Dârîmî, Mukaddime: 2; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 105, 119; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:739.) İşte, “Muhtar”ın mânâsı “Mustafa”dır, hem ism-i Nebevîdir.

İncil’de, İsâ’dan sonra gelen ve İncil’in birkaç âyetinde “Âlem Reisi” ünvanıyla müjde verdiği Nebînin tarifine dair: Onun demirden bir asâsı, yani kılıcı olacak ve onunla savaşacak. Ümmeti de onun gibi olacak.” Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 99, 114. İşte şu âyet gösteriyor ki, “Sahibü’s-seyf ve cihada memur bir Peygamber gelecektir.” “Kadîb-i hadîd” kılıç demektir. Hem ümmeti de onun gibi sahibü’s-seyif, yani cihada memur olacağını,

Sûre-i Feth’in âhirinde;”Onların İncil’deki vasıfları da şöyledir: Filizini çıkarmış, sonra git gide kuvvet bulmuş, kalınlaşmış ve gövdesi üzerinde yükselmiş bir ekine benzerler ki, ekincilerin pek hoşuna gider. Allah’ın onları böylece çoğaltıp kuvvetlendirmesi, kâfirleri öfkeye boğmak içindir.” Fetih Sûresi, 48:29. âyeti, İncil’in şu âyeti gibi, başka âyetlerine işaret edip, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, sahibü’s-seyf ve cihada memur olduğunu, İncil ile beraber ilân ediyor.

Kur’an-ı Kerim semavi kitaplardaki bu müjdeci ayetleri açıkça ilan eder, Risale-i Nurdan 19. mektuptaki Zebur, Tevrat ve İncildeki pasajlar, bu ayetin doğru ve kati bir tefsiri hükmündedir.

Tevrat ve İncildeki bazı ayetlerin, şimdiki nüshalarda bulunmaması tahrif edilmesindendir. Ama Risale-i Nur’daki ayetler, sahih rivayetler ve İslam alimlerinin tahriçleri ile sabittir. Üstad, bu kutsal metinleri kendinden uydurmuyor, rivayetleri naklediyor. Biraz tahkik ve tedkik neticesinde bunlar kolayca tespit edilebilir. Anlaşılan, bu ayetler kutsal metinlerde geçmiyor deyip, Üstad’ı müfteri durumuna düşürmeye çalışanların kendileri müfteri durumuna düşüyorlar.

Tevrât’ın Beşinci Kitabının Otuz Üçüncü Bâbında ( Tevrat, Tesniye, Bab 33, ayet 1.) şu âyet var: “Hak Teâlâ, Tûr-i Sina’dan ikbal edip bize Sâir’den tulû etti ve Fâran Dağlarında zâhir oldu.” (Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:348; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 90, 102-106; Kastalânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniye, 6:198)

İşte şu âyet, nasıl ki “Tûr-i Sina’da ikbal-i Hak” fıkrasıyla nübüvvet-i Mûseviyeyi ve Şam Dağlarından ibaret olan “Sâir’den tulû-u Hak” fıkrasıyla nübüvvet-i İseviyeyi ihbar eder. Öyle de, bil’ittifak Hicaz Dağlarından ibaret olan “Fâran Dağlarından zuhur-u Hak” fıkrasıyla, bizzarure risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) haber veriyor.

Hem Sûre-i Feth’in âhirinde “Onların Tevrat’taki vasıfları budur.” Fetih Sûresi, 48:29.hükmünü tasdiken, Tevrat’ta Fâran Dağlarından zuhur eden Peygamberin Sahabeleri hakkında şu âyet var: “Kudsîlerin bayrakları beraberindedir. Ve onun sağındadır.” (Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:348; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 113.) “Kudsîler” namıyla tavsif eder. Yani, “Onun Sahabeleri kudsî, salih evliyalardır.”

Eş’ıya Peygamberin Kitabında, Kırk İkinci Bâbında şu âyet vardır: “Hak Sübhânehu, âhirzamanda, kendinin ıstıfâ-gerde ve bergüzidesi kulunu ba’s edecek ve ona, Ruhu’l-Emin Hazret-i Cibril’i yollayıp din-i İlâhîsini ona talim ettirecek. Ve o dahi, Ruhu’l-Eminin talimi veçhile nâsa talim eyleyecek ve beynennâs hak ile hükmedecektir. O bir nurdur, halkı zulümattan çıkaracaktır. Rabbin bana kablelvuku bildirdiği şeyi ben de size bildiriyorum.” Kitab-ı Mukaddes, Eş’ıya, Bab 42, âyet 1-4, 9. İşte şu âyet, gayet sarih bir surette, Âhirzaman Peygamberi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın evsâfını beyan ediyor.

Mişâil namıyla müsemmâ Mihâil Peygamberin Kitabının Dördüncü Bâbında şu âyet var: “Âhirzamanda bir ümmet-i merhume kaim olup, orada Hakka ibadet etmek üzere mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her iklimden orada birçok halk toplanıp Rabb-i Vâhide ibadet ederler, Ona şirk etmezler.” (Kitab-ı Mukaddes, Mîhâ, Bab 4, âyet 1-2.) İşte şu âyet, zâhir bir surette, dünyanın en mübarek dağı olan Cebel-i Arafat ve orada her iklimden gelen hacıların tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i merhume namıyla şöhret-şiâr olan ümmet-i Muhammediyeyi tarif ediyor.

Zebur’da, Yetmiş İkinci Bâbında şu âyet var: “Bahirden bahre mâlik ve nehirlerden, arzın makta’ ve müntehâsına kadar mâlik ola… Ve kendisine Yemen ve Cezayir mülûkü hediyeler götüreler… Ve padişahlar ona secde ve inkıyad edeler… Ve her vakit ona salât ve hergün kendisine bereketle dua oluna… Ve envârı, Medine’den münevver ola… Ve zikri, ebedü’l-âbâd devam ede… Onun ismi, şemsin vücudundan evvel mevcuttur; onun adı güneş durdukça münteşir ola…” (Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 91-104; Cisrî, Risale-i Hamidiye (Türkçe tercümesi), 1:410; Kitab-ı Mukaddes, Mezâmîr (Mezmurlar), Bab 72, âyet 8, 10, 11, 15-17.) İşte şu âyet, pek âşikâr bir tarzda Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâmı tavsif eder. Acaba Hazret-i Davud Aleyhisselâmdan sonra, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka hangi nebî gelmiş ki, şarktan garba kadar dinini neşretmiş ve mülûkü cizyeye bağlamış ve padişahları kendine secde eder gibi bir inkıyad altına almış ve hergün nev-i beşerin humsunun salâvat ve dualarını kendine kazanmış ve envârı Medine’den parlamış kim var? Kim gösterilebilir?

Hem Türkçe Yuhanna İncilinin On Dördüncü Bab ve otuzuncu âyeti şudur: “Artık sizinle çok söyleşmem. Zira bu Âlemin Reisi geliyor. Ve bende onun nesnesi asla yoktur.” İşte, “Âlemin Reisi” tabiri, “Fahr-i Âlem” demektir. “Fahr-i Âlem” ünvanı ise, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın en meşhur ünvanıdır.

Yine İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab ve yedinci âyeti şudur: “Amma ben size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size faydalıdır. Zira ben gitmeyince Tesellici size gelmez.” İşte, bakınız: Reis-i Âlem ve insanlara hakikî teselli veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka kimdir? Evet, Fahr-i Âlem odur ve fâni insanları idam-ı ebedîden kurtarıp teselli veren odur.

Hem İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab, on birinci âyet: “Zira bu Âlemin Reisinin gelmesinin hükmü gelmiştir.” (Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 95, 96, 97; el-Envârü’l-Muhammediyye.)

İşte, “Âlemin Reisi” HAŞİYE 2: Evet, o zat öyle bir reis ve sultandır ki, bin üç yüz elli senede ve ekser asırlardan herbir asırda, lâakal üç yüz elli milyon tebaası ve raiyeti var; kemâl-i teslim ve inkıyadla evâmirine itaat ederler, hergün ona selâm etmekle tecdid-i biat ederler.Elbette Seyyidü’l-Beşer olan Ahmed-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır.

Hem İncil-i Yuhanna, On İkinci Bab ve on üçüncü âyet: “Amma o Hak Ruhu geldiği zaman, sizi bilcümle hakikate irşad edecektir. Zira kendisinden söylemiyor. Bilcümle, işittiğini söyleyerek gelecek nesnelerden size haber verecek.” (Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:346; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:743.)

İşte bu âyet sarihtir. Acaba umum insanları birden hakikate davet eden ve her haberini vahiyden veren ve Cebrâil’den işittiğini söyleyen ve kıyamet ve âhiretten tafsilen haber veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka kimdir? Ve kim olabilir?

Hem kütüb-ü enbiyada, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Muhammed, Ahmed, Muhtar mânâsında Süryânî ve İbrânî isimleri var. İşte, Hazret-i Şuayb’ın suhufunda ismi, “Muhammed” mânâsında Müşeffah’tır. (Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:353; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 112; Kastalânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniye, 6:189.)

Hem Tevrat’ta, yine “Muhammed” mânâsında Münhamennâ, hem “Nebiyyü’l-Haram” mânâsında Himyâtâ, (Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:346, 354; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 112-113.)

Zebur’da el-Muhtar Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:353; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 112; Kastalânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniye, 6:189; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:739. ismiyle müsemmâdır

Yine Tevrat’ta el-Hâtemü’l-Hâtem, (Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 114. ) hem Tevrat’da ve Zebur’da Mukîmü’s-Sünne ( Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 115.) hem suhuf-u İbrahim ve Tevrat’ta Mazmaz’dır. (Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 113; Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:353.) Hem Tevrat’ta Ahyed’dir. 

Derleyen Çetin Kılıç

www.NurNet.Org

Kaynak: seyfislam.com

Son Asırda Müslüman Olmak..

Başta Ortadoğu olmak üzere bir çok İslam ülkesinde savaşlar olmakta orada bulunan Müslüman kardeşlerimiz bombalar ve silahlardan çıkan kurşunlarla şehit olmakta, yaşayabilenler ise o silah ve bombalar arasında yaşam savaşı vermekteler.

Çoluk çocuk, su yok, ekmek yok, soğukta bir barınak yok, yol yok, hastahane sınırlı, okul, eğitim yok, kaçmayı başaranlar, komşu ülkelere sığınabilenler bir nebze olsun daha iyi .

Bu durum bizlere muhacir ve Ensar kardeşliğini hatırlatmakta. Mezalimden kaçan Müslümanlar Medine’ye sığındıklarında Ensar onlara evlerini açtı, aş verdi, iş verdi, eş verdi , oysa bizler hala ”o insanların bizim ülkemizde ne işi var “ diyoruz.

Bizler yemekte, içmekte ,tüketimde israf boyutunda harcama yaparken, aç olan komşumuzu hatıra dahi getirmiyoruz. Ev kirasını ödeyemeyen, elektriği, suyu, gazı kesilen komşumuzdan haberimiz yok.

Hasta yatağında yatmakta olan ihtiyar ve hastalar ziyaretçiye muhtaç, aylarca kapısının çalınmadığını komşularıyla münasebetlerinin çok az olduğunu söyleyen bir çok aile var. Çocuklarının, torunlarının bayramlarda dahi ziyaret yerine tatile gittiklerini gözleri yaşlı anlatan analar babalar var.

Evlenmekten kaçan, kurduğu evlilikten çabuk sıkılan kolayca boşanmayı seçebilen gençlerimiz var.

Çocuk sahibi olmaktan içtinap eden çiftlerimiz var.

Çalışmayı sevmeyen, iş beğenmeyen çocuklarımız var.

Her şeyi anne babasından bekleyen ev arabayla yetinmeyip ” yazlıkta isterim” diyen evlatlarımız var. Dedesinin Nenesinin emekli maaşına göz dikenlerimiz var.

Kötüyü zikretmenin kötü olduğu düsturundan yola çıkarak bu ve buna benzer olumsuzlukları daha fazla zikretmeyeceğim.

Bütün bu olumsuzlukları neden yaşıyoruz? Tabii kader. Murad-ı İlahi böyle istiyor.

Sebepler canibine baktığımızda açık ve net olarak şunu görüyoruz;

Bizler neslimize dinimizi öğretmedik

Bizler örf ve ananelerimizi neslimize öğretmedik

Saadet-i dareyn’i isteyen Kur’an’a yapışsın, sünnete yapışsın Allah (cc) komşumuzdan, çoluk çocuğumuzdan mesul olduğumuzu buyurmaktadır.

Peygamber efendimiz(sav) kuşu ölen çocuğa taziyeye gitmiş, pişirdiği aştan komşusuna ikram etmiş, öz kızı Hz Fatıma’ya namazla ilgili  “Ey kızım Fâtıma, Peygamber kızıyım diye sakın namazı terk etme! Beni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, namazını vaktinde kılmadıkça cennete gireceğini zannetme“ buyurmuştur.

Bizler her işine besmeleyle başlayan bir peygamberin(sav) ümmetiyiz. Kendisi nasıl yaşamış ümmetine neler tavsiye etmiş bunları bilmeli hayatımıza geçirmeliyiz dahası çoluk çocuğumuza öğretmeliyiz.

Benim Peygamberim (sav), suyu üç yudumda oturarak, kıbleye dönerek içerdi, başında “besmele” çeker, sonunda “elhamdülillah” derdi, yolda önüne bakarak hızlı adımlarla yürürdü, selam verir selam alırdı,temizliğe riayet eder misvak kullanırdı, gece yatağa abdestli girerdi, gece yatmadan önce “Felak-Nas Sureleri”ni okuyordu, acıkmadan sofraya oturmaz ve doymadan sofrada kalkardı, ellerini yıkamadan yemek yemezdi, güzel koku sürünür, sadaka verir, misafire ikramda bulunurdu, Kur’an-ı Kerim okurdu, hastaları ziyaret ederdi, hediyeleşirdi, namazını cemaatle kılardı, kapıya geleni durumu ne olursa olsun boş çevirmezdi, bir yere misafirliğe giderken tatlı götürürdü, topluluk içinde yanındaki kişiyle fısıldaşmazdı, güler yüzlü idi, kusurları af ederdi, kötülük edene iyilik ederdi.

Benim atam kendi yumurta yerken gelen misafirine tavuk keserdi, kız çocuklarına yemek yapmayı, ev işlerini öğretir, hususi nasihatlarda bulunur, namazını kılmasını, tesettürüne riayet etmesini tembihlerdi.

Dedem, başı açık gelin ve kızlarına bayramda elini öptürmezdi, birine selam göndereceği zaman ona bir kahve parası verir “bunu kahveciye ver o kimseye kahve yapsın “der öyle selam gönderirdi.

Yeni evlenen damatlar ilk sabah mutlaka camiye sabah namazına götürülür ”sen artık adam oldun adamlar namaz kılar” denirdi.

Gelin olan kız evlenmeden önce tesettürlü değilse bile evlenince tesettürsüz başı açık gezmesi çok ayıplanır “kadın kısmı erinden başka kimseye saçını dahi göstermez” denirdi.

Ebeveynler ailelerinin mesleklerini çocuklarına öğretir, camiiye, ziyarete giderken onlarıda götürüler öğrenmelerini isterlerdi.

Emri maruf nehyi münker aileden başlar

Selam ve dua ile

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Hz. Muaviye (R.A.) Kimdir? Kısaca Hayatı

602 veya 603 yılında Mekke’de doğduğu tahmin edilmektedir. Mekke’nin ileri gelenlerinden olan Ebu Süfyan ile Hind bint Utbe’nin oğlu olarak dünyaya geldi. Babasının yanında yetişti ve onun gözetiminde büyüdü. İslâmiyet’in zuhuru sırasında 7-8 yaşlarında bulunmaktaydı.

Bilindiği gibi, ailesi, Mekke’nin fethine kadar Müslümanlarla savaşan ve mücadele eden cephede yer almıştı.

Mekke fethedildiği gün babası ile beraber, Resulullah(sav)’ın önünde müslüman oldu.

Hazret-i Muaviye (ra), Resulullahın zevcelerinden Habibe validemizin kardeşidir. Eshab-ı kiramın büyüklerindendir.Uzun boylu, beyaz tenli, heybetli. Güzel konuşur, adaletli davranan. Çalışkan, gayretli, azimli. Arabistan’da meşhur olmuş dört dâhi Sahabiden biridir.

Hazret-i Muaviye, Peygamber(sav) efendimizin kâtiplerinden idi. Yazısı güzel idi. Fasih, halim, vakur idi.

Zeyd ibni Sabit diyor ki:

Muaviye, Cebrailin getirdiği vahyi ve Peygamber efendimizin mektuplarını yazardı.

Fahr-i âlemin emniyetlisi idi. Bu yüksek rütbe, derecesinin ne kadar yukarı olduğunu gösterir. Bu büyük zata dil uzatanlar, Server-i âlemin Kur’an-ı kerimi yazmakta emniyet ettiğine dil uzatmış olurlar.  Abdullah ibn-i Mübarek, Peygamber(sav) efendimizin ilmine tam vâris idi. İşte bu büyük âlim buyuruyor ki:

Hazret-i Muaviye, Resulullah(sav)’ın yanında giderken, bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülaziz’den bin kere efdaldir.”

İkinci binin müceddidi imam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:

Hazret-i Muaviye’nin yanılması, Resulullah(sav)’ın sohbeti bereketi ile, Veysel Karani’nin ve Ömer bin Abdülaziz’in doğru işlerinden daha hayırlı oldu. Bunun gibi, Amr ibni As’ın yanlış bir işi, o ikisinin şuurlu işinden daha üstün oldu.

Din-i İslamın en büyük âlimlerinden İbni Hacer-i Mekki hazretleri de buyuruyor ki:

Şüphe yoktur ki, Hazret-i Muaviye Sahabe-i kiramın nesep itibariyle büyüklerindendir. Peygamber(sav) efendimize nesep ile ve nikah ile çok yakın ve mahremleridir. Server-i âlem, Onun hilm ve sehasını meth ve sena buyurdu. Onda İslamiyet, sohbet, nesep, nikahla akrabalık şerefleri toplanmıştır ki, bunların her biri, Cennette Resulullahın yanında bulunmaya sebep olan şereflerdir. Bunlara hilm ve ilim ve Halifelik şerefleri de katılınca, kalbinde az bir safa ve sıdkı ve salahı ve imanı ve izanı olan kimse için artık bu hususta fazla anlatmaya lüzum kalmaz.

Hazret-i Muaviye, Huneyn Gazasında Resulullah(sav)’ın önünde babası ile birlikte kahramanca çarpıştı. Tebük Gazvesine katıldı. Veda Haccında bulundu. Hazret-i Ebu Bekir(ra) ve Hazret-i Ömer(ra) zamanlarında Suriye taraflarındaki savaşlara katıldı. Hazret-i Ömer(ra), onu Şam valisi yaptı. Hazret-i Ömer(ra) zamanında 4 yıl, Hazret-i Osman(ra) zamanında 12 yıl, Hazret-i Ali(ra) zamanında 5 yıl, Hazret-i Hasan(ra) zamanında altı ay Şam’da 21.5 sene vali oldu. Kufe’de halife seçildi. 19 sene, dört ay halifelik yaptı.

Aklı, zekası, fesahatı, sabrı, yumuşaklığı, ikramı, cömertliği fevkalade çok idi. Müslümanların başına geçeceği, hadis-i şerifte bildirildi. Kendisinden çok hadis-i şerif alındı, kitaplara yazıldı. Bu da, büyüklüğünü ve kendisine güvenildiğini göstermektedir.

Hz. Osman(ra)’ın şehit edilmesinden sonra Hz. Ali’ye (ra) biat etmeyen Muaviye, mazeret olarak, şehit halifenin katillerinin hemen bulunmamasını gösterdi. Hz. Ali(ra), Cemel Olayı’ndan sonra Muaviye’yi tekrar biat etmeye dâvet etti. Ancak, kabul etmedi ve bazı şartlar ileri sürdü. Hz. Ali(ra) ve Hz Muaviye(ra) taraftarları arasında 657 yılında Sıffin’de bir savaş meydana geldi. Bu savaşta tam mağlûp olacakları sırada harekete geçen Amr bin As Kur’an’ın hakemliğinde taraflar arasında uzlaşmanın sağlanmasını önerdi ve durum hakemlere havale edildi. Ancak, bundan da bir netice çıkmadı. Bütün bu gelişmeler Hz. Ali’(ra)den çok Hz Muaviye(ra)’nin işine yaradı. Savaş’ın durmasından sonra Hz. Ali(ra) taraftarları arasında ihtilâf çıktı.

Hz. Ali’nin (ra) bir Harici tarafından şehit edilmesi, arkasından Hz. Hasan’ın (ra) da Hz.Muaviye(ra) ile anlaşma yoluna gitmesi ve halifelikten feragat etmesi üzerine halifeliğinin önündeki engeller ortadan kalkmış oldu.

Hz Muaviye(ra), halife olduktan sonra yirmi yıla yakın bu görevi sürdürdü. İç karışıklıklar bittikten sonra İslâmiyet yayılmaya devam ettiği gibi bir çok yeni yer fethedildi. İstanbul kuşatması sonrasında Bizans her yıl vergi vermek zorunda bırakıldı. Hz. Ömer (ra) zamanında fethedilen Kudüs daha sonra elden çıkmıştı. Bu dönemde tekrar ele geçirildi. Emevi Devleti; Mısır, Yemen, Irak, Azerbaycan, Anadolu ve Horasan’da önemli bir üstünlük sağladı ve bölgede en güçlü devlet konumuna yükseldi.

Uzun süren iç karışıklıklar ve çatışmalardan sonra devleti yeniden toparlayan Hz Muaviye(ra), fetih hareketlerine yeniden başladı. İç çatışmalar sebebiyle Bizans’a vergi vermek zorunda kalmıştı. Bizans üzerine birkaç sefer düzenledi. İslâm tarihinde bir ilki gerçekleştirerek 670 yılında İstanbul’u kuşatma altına aldırdı. Bu kuşatmayı dört yıl boyunca devam ettirdi. Afganistan taraflarına çeşitli seferler düzenledi. Buhara ve Semerkand gibi önemli merkezler fethedildi. Bu dönemde İslâmiyet Berberiler arasında hızla yayıldı.

Muaviye, vefatından evvel oğlu Yezid’i veliaht tayin etti. Bu icraatında; Küfe valisi Muğire’nin tavsiyelerinin etkili olduğu, halife seçiminin anlaşmazlıklara ve bölünmelere yol açtığı sebepleri ileri sürüldü. Muaviye’nin bu kararına karşı Hz. Hüseyin (ra) ile Abdullah bin Zübeyr dışında pek karşı çıkan olmadı. Ancak bu hareket ve hilâfetin saltanata dönüştürülmesi daha sonraki dönemde de ciddî eleştirilere sebep oldu. Diğer taraftan bu hareketin ihtilâflara son verdiği ve dolayısıyla netice itibariyle Müslümanların hayrına olduğu şeklinde de yorumlayanlar çıktı.

Halifeliği döneminde önemli başarılar elde eden, devletin sınırlarını genişleten Muaviye’nin iyi bir diplomat ve ileriyi gören bir idareci olduğu nakledilmektedir. Amr bin As ile Muğire bin Şu’be gibi iki başarılı yöneticiye sahip olması, bunlardan azamî ölçüde istifade etmesi ve geniş yetkiler tanıması da dönemine önemli katkılar sağladı. Muhaliflerine karşı nasıl davranılacağını iyi bilmesi, en zor durumlarda bile soğuk kanlılığını yitirmemesi, savaşa son çare olarak bakıp başvurması, çevresindekilere büyük ihsanlarda bulunması başarısını etkileyen diğer sebepler olmuştur. Valilerin sert tutumlarına göz yumması, Şiî ve haricilere karşı sert tutumuyla bilinen Muğire’yi valilikte tutmaya devam etmesi eleştirilen ve tepki çeken yönleri olmuştur.

Peygamber(sav) efendimiz, Hazret-i Muaviye(ra)’ye; “Ey Muaviye! Memleketlere hakim olduğun zaman, iyilik et!” buyurmuştur. Hatta Hazret-i Ömer(ra), Hazret-i Muaviye(ra)’ye her bakışta; Bu, ne güzel bir Arap sultanıdır derdi. Sanki her bakımdan devlet başkanı olmak için yaratılmıştı. Cins atlara biner, kıymetli elbiseler giyerdi. Resulullah(sav)’ın sohbetinin bereketiyle İslamiyetten hiç ayrılmadı. Hazret-i Muaviye, Peygamberimiz(sav)den hayır dua aldı ve övüldü. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

İşlerinizde Muaviye’yi bulundurunuz. Çünkü, o kavi ve emindir. Ümmetimin en halimi ve cömerdi Muaviye bin Ebu Süfyan“dır.

Ebu İdris el-Havlani anlatır: 

Hazret-i Ömer(ra), Umeyr İbnu Sad’ı Humus valiliğinden azledince yerine Muaviye’yi tayin etti. Halk, “Umeyri azledip Muaviye’yi mi tayin etti” diye mırıldandı. Umeyr; “Muaviye’yi hayırla yâd edin. Zira ben Resulullahın, (Allah’ım, onunla (insanlara) hidayetini ulaştır!)”dediğini duydum dedi.

Âmir İbnu Sa’d babasından naklen anlatır:

Resulullah Beni Muaviye Mescidine girdi. Orada iki rekat namaz kıldı, biz de onunla beraber kıldık. Sonra uzun uzun dua etti. Sonra yanımıza döndü. Buyurdu ki:

Rabbimden üç şey talep ettim. İkisini verdi, birini geri çevirdi: Rabbimden ümmetimi umumi bir kıtlıkla helak etmemesini talep ettim, bunu bana verdi. Ümmetimi suda boğulma suretiyle helak etmemesini diledim, bana bunu da verdi. Ümmetimin kendi aralarında savaşmamalarını da talep etmiştim, bu geri çevrildi.

Resulullahın torunlarından seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretleri buyuruyor ki:

İmam-ı Ali şehit olunca, imam-ı Hasan müslüman kanı dökülmemesi ve rahat etmeleri için hilafeti bırakmak istedi. Muaviye’ye teslim eyledi. Onun emirlerine tâbi oldu. O günden itibaren Muaviye’nin hilafeti hak ve sahih oldu. Böylece, (Bu oğlum seyyiddir. Allahü teâlâ, onun ile, müminlerden, iki büyük fırka arasını bulur, barıştırır) hadis-i şerifinin manası meydana çıktı. Muaviye de, imam-ı Hasan’ın tâbi olması ile, dine uygun halife oldu. Böylece, müslümanlar arasındaki bütün anlaşmazlık sona erdi.

İmam-ı Beyheki de diyor ki: Hazret-i Ali(ra) buyurdu ki, Resulullah(sav)’tan işittim, Ümmetimden bazıları, Eshabımı kötüleyecekler. Bunlar, Müslümanlıktan ayrılacaklardır buyurdu.

İmam-ı Azam hazretleri, Eshab-ı kiramın hepsini hayırla anarız buyurdu.

İmam-ı Şafii ve Ömer bin Abdülaziz de, Eshab-ı kiram arasındaki savaşlar hakkında Allahü teâlâ, ellerimizi, bu kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi, biz de, dilimizi tutup, bulaştırmayalım! buyurdu.

İmam-ı Gazali hazretleri de Dinimizi bize ulaştıran Ashab-ı kiramdır. Onlardan birini kötülemek, dini yıkmak olur buyurdu.

Ebussuud Efendi, Muaviye’ye lanet eden kimseye tazir-i beliğ ve hapis lazım olduğu fetvasını vermiştir.

Server-i âlem namaz kıldırırken rükuda semi Allahü limen hamideh deyince, ilk safta bulunan Hazret-i Muaviye de, Rabbena lekel-hamd dedi. Böyle söylemesi, takdir ve tahsin buyurularak, bunu söylemek kıyamete kadar sünnet olarak kaldı.

İslam düşmanları, İslamiyet’i içerden yıkmak için Ehl-i beyti nebeviyi facia ve felaketlere sürüklemişler. Bu cinayetlerini Ehl-i sünnete mal ederek, bu bahane ile İslamiyet’in bekçisi olan Eshab-ı kirama ve bunların yolunda olan Ehl-i sünnet âlimlerine saldırmışlardır. Müslümanların, bu tuzaklara düşmemek için, çok uyanık olmaları lazımdır.

Hz. Muaviye (ra) İslam’ın seçime dayalı hilafet sistemini saltanata çevirmekle tenkid edilmiştir. Ancak şu unutulmamalıdır ki, Hz. Muaviye (ra) de bir sahabedir ve Resulüllahın (sav) hiçbir ayrım yapmadan bütün ashabını temize çıkarmış hangisi olursa olsun dil uzatanı lanet etmiştir. Bütün Ehl-i sünnet uleması, bunu mühim bir esas olarak kabul etmiştir.

Ayrıca, o zamanda olan olaylarda kaderin payını da ihmal etmemek gerekir.

Hz. Muaviye (ra) devri, İslam fetihlerinin devam ettiği bir devirdir.

Elhasıl; Hz. Muaviye (ra) da dahil olmak üzere hiçbir sahabe hakkında, yaptıklarından dolayı itham ve suizan edilemez. Bu, hem Hz. Peygamberin (sav) hadisleri ile ve hem de Ehl-i sünnet alimlerinin ittifakı ile caiz değildir ve yapanlara lanet edilmiştir.

Muaviye’nin ismi, Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde de geçmektedir.

Hz. Ali (ra) ile yaptığı Sıffin Savaşı, “hilâfet ve saltanatın muharebesi” olarak ifade edilmektedir. İmam-ı Ali’nin dini hükümleri, İslâm hakikatlerini ve ahireti esas aldığı, saltanatın bir kısım kanunlarına, siyasetin merhametsiz gereklerine başvurmayarak bu dünyevî gerekleri din için feda ettiği; Hz. Muaviye ve taraftarlarının ise, sosyal hayatı saltanat siyasetiyle takviye etmek için, azimeti bıraktıkları, ruhsat yoluna gittikleri, siyaset âleminde uygulanan bazı fiillere uymaya kendilerini mecbur zannettikleri ve bu yüzden de hataya düştükleri dile getirilmektedir. Açıklamanın devamında sonraki gelişmelere de değinilerek;

Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.

Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.

Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver bir hâkim, millettaşını tercih eder, adalet edemez.” tesbiti yapılmaktadır.

Risâle-i Nur’da, Peygamber Efendimizin (sav) ileriye dönük ve Emevilerle ilgili bazı hadislerine de yer verilmiştir;

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Emeviye devletinin zuhurunu ve onların padişahlarının çoğu zalim olacağını ve içlerinde Yezid ve Velid bulunacağını ve Hazret-i Muaviye ümmetin başına geçeceğini iktidara geldiğin zaman yumuşak ve adil ol fermanıyla rıfk ve adaleti tavsiye etmiş. Ve Emeviyeden sonra Abbas’ın çocukları siyah sancaklarla çıkacaklar ve sahip olduklarının kat kat fazlasını elde edeceklerdir deyip, devlet-i Abbasiyenin zuhurunu ve uzun müddet devam edeceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.”

Hz. Muâviye (ra) ömrünün son günlerinde okuduğu bir hutbede şunları söyledi:

Ey insanlar! Üzerinizde çok kaldım. Sizi usandırdım. Artık ayrılmak istiyorum. Siz de benden ayrılmak ister oldunuz. Fakat size benden daha iyisi gelmez. Nitekim benden evvel gelenler, benden daha iyi idiler. Kim Allah Teâlâ’ya kavuşmak isterse, Allah Teâlâ da ona kavuşmak ister.Yâ Rab! Sana kavuşmak istiyorum, sana kavuşmamı nasib eyle! Beni mübârek ve mes’ud eyle!.

Seksen yıla yakın bir ömür sürdürdükten sonra 680 yılında Şam’da vefat etti. Öleceği zaman, Resulullahın kendisine hediye ettiği bir gömleğe sarılıp, hazinesinde saklamış olduğu, Resulullahın mübarek saç ve tırnak kesintilerinin de gözlerine ve ağzına konularak defnedilmesini vasiyet etmişti..Hz. Muaviye (ra) H. 60 yılında (diğer bir rivayette H. 50 yılında ) vefat etmiştir. Kabri Şam’dadır

Derleyen: Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar;

  • kütüb-ü sitte
  • sorularla islamiyet
  • diyanetansiklopedisi
  • risalei nur

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız