Etiket arşivi: cocukaile.net

Davranışa Dönüştürelebilen Kararlar İçin

İnsanın 2 beyni vardır. Bunlardan birincisi üst beyin, buna insan beyni de diyoruz. Çünkü sadece insanda var olan bir yapı. Çok ince bir çizgi halinde primatlarda, maymunlarda da var ama diğer hayvanlarda yok.
Bir de shup corteksimiz var. Bunada biz alt beyin yani hayvan beyni diyoruz. Çünkü diğer hayvanlarla çok benzeşen bir yapı. Fizyolojik olarak benzeştiği gibi işlevleri itibariyle de benzeşen bir yapı sözkonusu.
Alt beyini bizim açımızdan bu kadar önemli hale getiren ne?

Duygularımızın orada oluşuyor olması.

Düşüncelerimiz üst beyinde oluşuyor. Akıl ve vicdan üst beyinde oluşuyor. Kararlar burada alınıyor. Fakat duygularımız hayvan beynimizde oluşuyor. Erişimizin sınırlı olduğu, otonom, özerk, bağımsız çalışma eğiliminde olan bir yapı. Her ne kadar alt beyin ile üst beyin arasında bir koordinasyon söz konusu olsa da bu çoğu zaman istenen tavırları sergilemek açısından yeterli olmuyor. O hayatın doğal seyri içerisinde, aile hayatı içerisinde aldığımız eğitim, okul hayatında aldığımız eğitim, toplumsal hayatta almış olduğumuz eğitim belli ölçüde üst beyin ile alt beyin arasında eşgüdüm oluşturuyor. Üst beyinin alt beyin üzerinde belli bir kontrol oluşturmasını sağlıyor.

Fakat bu çoğu zaman yeterli değil. Çünkü hayatın içerisinde bir yandan aileden eğitim alıyoruz bir yandan okul hayatında, öte yandan da hayat okulundan da eğitim alıyoruz fakat çeldiriciler var. O eş güdümü bozacak olaylar da yaşıyoruz. Dolayısıyla duygu eğitimini önemli bir başlık olarak hayatımızın bir parçası haline getirmek ve beşikten mezara kadar, yediden yetmişe kadar herkesin bu konu üzerinde durması bir gereklilik. Çünkü istediğimiz davranışı oluşturabilmek için o davranışla uyumlu bir duyguya ihtiyacımız var.

Diyelim ki; “bu konuda şöyle bir davranış sergilemeliyiz diye, eşime şöyle davranmalıyım, çocuğuma biraz daha toleranslı davranmalıyım, sabahleyin biraz daha erken kalkmalıyım” gibi bir farkındalık oluştu üst beyinde ve buna bağlı olarak bir karar aldı. Fakat bunu davranış haline dönüştürebilmesi için bir duyguya ihtiyacı var. Çocuğuna o toleransı gösterebilmesi için sabır duygusuna ihtiyacı var. Eşine ilgiyi gösterebilmesi için sevgi, muhabbet duygusuna ihtiyacı var. O şekilde duygu gelmiyor. Tahammülsüzlük, öfke şeklinde geliyor. Duygu ilgisizlik, benmerkezlik şeklinde tezahür ediyor. O zaman kişi düşünce boyutunda almış olduğu o kararları davranışa dönüştüremiyor, hayata geçiremiyor.

Hepimizin hayatında şikayet ettiği durumlardan bir tanesi budur. Eğer bir şeyi davranışa dönüştürebilmek için sadece düşünmek, farkında olmak yeterli olsaydı dünya bir cennet olurdu.

Gerek kendisiyle olan ilişkisinde gerek diğer insanlarla olan ilişkisinde, gerek hayat ile olan ilişkilerinde, gerekse Allahu Teala ile olan ilişkilerinde hatalı yaklaşımlar içinde olan insanlara baktığımız zaman bu insanların bir çoğunun hatalı yaklaşımlarının farkında olduklarını görüyoruz. Kendimi kontrol edemiyorum diye yakındıklarını duyarız. Çünkü duygular, alt beynimizin yani erişimimizin sınırlı olduğu bir yerde oluşmaktadır. Dolayısıyla oraya erişebilmek, oranın üzerindeki kontrolü arttırabilmek ve hepsinden önemlisi orayı terbiye etme zorunluluğu vardır.
Atı kontrol eden süvaridir. Dizginler aracığılıyla kontrol eder. Fakat süvari ile at arasındaki ilişki sadece o dizginlerden ibaret değildir. O sadece zayıf bir bağdır. Dizginler kopabilir. O at aynı zamanda terbiye edilmiştir. O atların eğitiminde iki husus var.
Birincisi, süvarisinden gelecek o yönergeleri anlamak ve tabi olmak konusunda eğitilmiştir. Fakat bu o süvarinin atını özellikle de olağan dışı durumlar söz konusu olduğunda kontrol edebilmesi içini yeterli değildir.
İkincisi, bu tür olağan ya da olağan dışı durumlar söz konusu olduğunda at belli bir tepkiyi verecek şekilde eğitilmiştir. Yani o an süvarinin dizginleri ele almaya gerek kalmaksızın süvariden gelecek yönergeye ihtiyaç duymaksızın spontene, süvarinin de onaylayacağı tepkiyi vermesi öngörülmüştür. Bununla beraber süvarinin onaylamayacağı tepkileri vermemesi de sağlanmıştır.

Mesela süvari atlarını göz önünde bulunduracak olursak, normal şartlarda at top sesinden, tüfek sesinden ürker. Çünkü onun doğasında böyle bir ses yoktur. Fakat o süvari atları eğitilirken özellikle de geçmişte o top sesini, tüfek sesini, mermi sesini duyduğunda ürkmiyecek şekilde eğitilir. Süvari düşmanla mücadele etme sürecei içerisinde, bir yandan da atını kontrol etmeye çalışırsa olmaz. O anda at almış olduğu terbiyenin gereğini yerine getiriyor. Bunu neden anlatıyoruz?

Dedik ya; bizim de hayvan beynimiz var. Düşünceler, duygularımızdan ortalama 5 saniye sonra gerçekleşiyor. Hayatımızdaki en önemli 5 saniye bu. Dolayısıyla o duyguyu henüz daha süvari dizginleri ele alıp ata bir emir vermeden de atın bunu tahmin etmesi ve süvarinin öngördüğü bir duyguyu açığa çıkarması gerekiyor.

Şimdi kişi çocuğuna daha toleranslı olma kararını aldı diyelim ki… Çocukta dikkat dağınıklığı var. çocukta arkadaşlarıyla uyumsuzluk var. Kurallara uymama, öğretmenlerine karşı gelme eğilimi var. Okuldan şikayet geldi ve anne baba aldı çocuğu psikologa götürdü. Psikolog çocukla görüştü ve çocuğunuzun duygu durumu bozulmuş dedi. Anne ve baba sordular “neden bu çocuğun duygu durumu bozuldu? Biz her dediğini yapıyoruz. Yediği önünde yemediği ardında. v.s.”

Babasının biraz daha fazla ilgilenmesi gerekiyor. Babası eve gelir gelmez kızım dersini çalıştın mı? Oğlum ödevini yaptın mı? Demeden önce onunla biraz nasılsın? İyimisin? Demesi ve biraz sohbet etmesi gerekiyor. Biraz sabırlı davranacaksın. Şu an biraz ergenlik belirtileri ortaya çıkmaya başladı. Zaten çocuğun duygu durumuda çok iyi değil. Sosyal anlamda sıkıntıları var. Akademik anlamda başarısızlık yaşıyor. Senin onu tolere etmen gerekiyor.
-eyvallah hocam bunu yapacağız. Diye kararını aldı konuşmadan sonra. Aradan zaman geçiyor ve anne baba yeniden geliyor. Hocam beceremedik, başaramadık. O kararı aldık ama başaramadık. Çünkü alt beyin genellikle üst beyinden önce tepki verme eğilimi içerisinde.

Çocuğun yapmış olduğu bir davranışı alt beyin kendisine yapılmış bir saygısızlık, varlığının dikkate alınmaması, kişiliğinin hiçe sayılması, otoriteye meydan okunması şeklinde algılıyor. Ki öyle bir durum söz konusu değil. Ama öyle algılıyor alt beyin. Geçmişteki yaşantılardan hareketle ve bir anda öfke duygusu açığa çıkıyor. Daha üst beyin devreye girmedi. Akıl ve vicdan daha henüz bu konuda nasıl bir yaklaşım sergilenmesi gerektiğiyle ilgili verileri işleyip bir çıktı açığa çıkmadı. Yani bombalar patladı, at ürktü şaha kalktı ve süvarisini düşürdü. Onun için atlar öncesinden eğitime tabi tutulur.

Genel itibariyle baktığımızda bizim toplumumuzda altbeyin üstbeyine uyması konusunda bir eğitime tabi tutuluyor. Tamam bu olması gereken Bir şey. Ama ikincisi yapılmıyor. O bombalar patladığında silahlar ateşlendiğinde atın sakin olmasını sağlayacak eğitim verilmiyor.
Ya da at aç olduğu halde, at yorgun olduğu halde bir bağdan geçerken, bir bostandan geçerken, o yeşilliklere dalmamasını sağlayacak ya da yatacağı bir yer olduğunda hemen kendisini oraya atmamasını sağlayacak o eğitim verilmiyor. Eğer o eğitim verilmemiş ise at süvarisini dinlemez o bağa, o bostana kendisini atar ve sıkıntı söz konusu olur.

Alt beynimiz korktuğu şeylerden, acıdan uzak kalmak, ve hazza ulaşma eğilimi içerisindedir. Aynı şey hayvanlarda da söz konusudur.

At neden ürküyor, bombalar patladığında, silahlar ateşlendiğinde,bunun varlığını tehlikeye düşüreceğini düşünüyor ve korku tepkisi açığa çıkıyor. Korkuyor şaha kalkıyor ve süvarisi düşüyor. Korktuğu şeyle yüzleşmesi sağlanır, ondan uzak kalmaması sağlanır. Ya da at aç hazza ulaşmak istiyor. O yeşillikleri yemek istiyor. O suyu içmek istiyor. Ya da yorgun dinlenmeye, uyumaya ihtiyacı var. böyle bir imkan söz konusu olduğunda atın oraya meyletmemesi gerekiyor. Kendisine verilen emir doğrultusunda kendisine öngörülen istikamet doğrultusunda işini sürdürmesi gerekiyor. İşte bunun eğitimi de verilir. Ulaşmak istediği hazlardan geri durma eğitimi de verilir.

Şimdi bizlerde alt beynimizi eğitirken, çocukları eğitmekten bahsetmiyorum yanlış anlamayın, kendinizi eğitmekten bahsediyorum. Öncelikli olarak il yapacağımız şey bir acı duyduğumuz durumlarla yüzleşmek. İkincisi de hayatımızda önem verdiğimiz hazlardan kendimizi geri çekmek suretiyle alt beynimizi eğitmek
Bu konuda paket programlar var. Bu paket programlar aracılığıyla bunu yapabiliriz. Bizim dinimizin bize sunmuş olduğu paketler var. Bunun için özel yapılandırılmış programlara gerek yok.

Mesela batı kültüründe böyle bir eğitim yok. Batı kültürü daha ziyade bu eğitimin verildiği uzak doğu ülkerinde özellikle de Hint kültüründe bunun arayışı içerisinde. Çin kültüründe bunun arayışı içerisinde. Orada keşişler kendilerini bu şekilde terbiye ediyorlar. Tabi bu terbiye çoğu zaman istenen sonuçları vermiyor. Çünkü sadece alt beyini terbiye etmek yeterli değil. Süvarinin de atı alıp nereye götürdüğü çok önemli. Evet at süvarisine tabi ama süvari atını uçurumdan aşağı sürüyor. O zaman atın terbiye olması, o duyguların terbiye olması çok da bir anlam ifade etmiyor. Her ikisi de çok önemli.

Bizim paket programımız ne? ORUÇ

Sabahleyin kalktığımızda alt beynimiz kahvaltı yapmak istiyorum diyor. Bakın sahur bu açıdan çok önemli. Sahur alt beynimizi yönetebilmemiz açısından çok önemli. Sahur yapılmadan oruç tutulduğunda alt beyin hadi bakalım kahvaltı yapalım diyor. Diyelim ki her sabah 9 da biz kahvaltı yapmaya alışığız. Sindirim sistemimiz otomatik olarak çalışmaya başlıyor. Alt beyin üst beyine sormadan hemen sindirim sistemine çalış komutunu veriyor. Çünkü alışmış o saatte yemek yemeğe. Ve hemen sabahleyin kalktığımızda açlığında ötesinde midemizde bir kazıntıyla uyanıyoruz. Çünkü sabahleyin kahvaltı vaktimiz geçmiş. Ama biz kahvaltı yapmıyoruz.
Öğlen geliyor yine bir kazıntı. Öglenleyin yemek de yok. Gün içerisinde su kaybettik, su ihtiyacımız var. hayır su da yok. Ne dedik; İhtiyaçların karşılanması nedeniyle hazza ulaşmak. Ve onun hazza ulaşmasına mani oluyoruz.

Biraz serbest gezmek, dolaşmak istiyor. Hayır bu da yok. Oruçluyuz çünkü, halimize, tavrımıza, konuşmalarımıza, bakışlarımıza dikkat etmek zorundayız. Aksi takdirde akşama elimizde kalan açlık ve susuzluk olur. Biz ise bunun ötesine geçmek istiyoruz.
Alt beyin anlayamıyor. Neden böyle yapıyoruz? Bu bir, iki, üç, tekrar edip duruyor. Altbeyin yine yarın sabah kalktığımızda tekrar sindirim sistemine emir veriyor. Hadi hazırlan birazdan kahvaltıya oturacağız. Hayır kahvaltı yok sana. Yine öğlen vakti ayni şey yine yok. Yine yok. Yine yok.

Tabi ilk başta itiraz. O yoksunluk halini oldukça yoğun yaşıyoruz. Çünkü bedenimizi yöneten alt beynimizdir ağırlıklı olarak. Üst beynimizin bedenimiz üzerindeki kontrolü sınırlıdır. Ancak belli kas gruplarını üst beynimiz kontrol eder. Mesela yüzümüzde 12 tane kas varsa bunun 8 ini alt beynimiz kontrol eder, sadece 4 tanesini üst beynimiz kontrol eder. Dolayısıyla mimiklerimizi kontrol etme sürecinde alt beynimiz çok belirleyicidir. Eğer gülümseme isteği gelmiyorsa bu yüzümüze yansır. İçimzde bir öfke varsa bu yüzümüze yansır.

Ya da diyelim ki o anda çocuğumuza karşı ciddi bir duruş sergilemek istiyoruz veya çevremizdekilere karşı, altbeynimiz bunun ciddiyetinin çok farkında değilse o yüzümüze yansır. Çünkü o kaslar harekete geçmez. Üstbeyin emir verir ciddi bir ifadeye bürün diye. Fakat altbeyin o emri dinlemez. Dolayısıyla karşımızdaki insanda o etkiyi oluşturamayız biz.

Oruç alt beynimizi terbiye etme konusunda harikulade bir araç. Bir paket program. Herşey düşünülmüş ekstra bir şeye gerek yok. Fakat burada usule hürmet edeceğiz. Eğer orucu hayatının bir parçası haline getirirsen bir müddet sonra alt beyinde çok ciddi bir duygu eğitimi söz konusu olmaya başlıyor.
Üç ayların girmesiyle beraber oruca ağırlık verilmesi, özellikle de Recep ayında orucun yoğun olarak tavsiye edilmesinin altında yatan en önemli sebeplerden bir tanesi bu.

Tabi bunu yaparken hergün oruç tutmuyoruz. Özellikle de nafile oruçlarda. Genellikle alt beyin bir müddet sonra o uyarıcının varlığına ve yokluğuna uyum sağlama eğilimi içerisine girer. Dolayısıyla orucun çok düzenli bir şekilde değil de bir tutulup bir tutulmaması beyni şaşırtıyor.
Beyin tam oruçsuzluğa alışıyor. Oh diyor tamam bugün kahvaltı gelecek diyor. Fakat bakıyor o gün oruç var kahvaltı yok.
Ki Allahın Resulünün hayatına baktığımız zamanda her ne kadar belirli zamanlarda tutulan oruçlar olmakla birlikte bazen hiç oruç tutmayacakmış gibi davranırdı. Bazen de hiç bozmayacakmış gibi davranırdı. Bazen pazartesi, perşembe oruç tutardı. Bazende cuma günü oruç tutardı. Hadisi Şeriflerde öyle görüyoruz. İşte bu alt beyini şaşırtmaya yönelik. Alıtbeyin alışmasın diye. Çünkü altbeyin alıştığı zaman kendini ona göre ayarlıyor. O zaman o terbiyenin onun üzerindeki etkisi azalıyor.

Dolayısıyla bu günlerde oruca ağırlık vereceğiz. Altbeyini eğitme, terbiye etme konusunda, duygu eğitimi konusunda başka bir etkinlik, başka bir ibadet söz konusu değil.
Bununla beraber namaz, özellikle de gece namazları (teheccüd), günlerin uzadığı şu günlerde yatsı namazı, hatta erkekler için zorda olsa camiye gitmek. Sabah namazlarına kalkmak. Çoğu anne baba çocuklarına kıyamazlar. Halbuki altbeyini terbiye etme açısından harikulade bir araç sabah namazı. Tabi şefkatle, sevgiyle. Ama öte yandan kararlılıkla ve ciddiyetle yapılması gerekiyor.
Ve altbeyin şu soruyu soruyor; biz bütün bunları niçin yapıyoruz?

Sabahleyin kalkıyor okula gidiyor. Bunun somut kazanımları var. fakat söz konusu ibadetler söz konusu olduğunda pozitif bir geri dönüşüm söz konusu değil. Biz bunları niçin yapıyoruz diye soruyor. Bu ona anlamsız geliyor. Ama bir müddet sonra kişi bunu yapmaya devam ettikçe alt beyin bütün bu çabaların, bütün bu uğraşların belli bir amaca yönelik olduğunu birisinin takdirini kazanmaya yönelik olduğunu farketmeye başlıyor ve bu şekilde kişi alt beynine O nun varlığını anlatmış oluyor. Yaşantılar aracılığıyla.
İşte O nun varlığını anlatmayı başardığı andan itibaren alt beyinde O na boyun eğme, O nun koymuş olduğu kurallar çerçevesinde yaşama eğilimi içerisine giriyor. Dolayısıyla unutmuş olan alt beyine O nun varlığını bu yöntemlerle anlatacağız.

Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

cocukaile.net

Bizi Aldatan Bizi Kurtarır

“Bizi aldatan bizi kurtarır…” diyor Virginia Woolf, Pazartesi ya da Salı’da. Katılmamak elde değil. Benim de nicedir düşündüğüm birşeydir ‘kandırılmanın’ kanmak isteğiyle olan ilgisi. Biz bu fiili iki şekilde kullanıyoruz. Birincisi ‘suya kanmak’ta olduğu gibi: Çok ihtiyaç duyduğumuz ve büyük ihtimal vuslat için çok da bekletildiğimiz birşeye ulaşmanın sonucu olarak; hem bedenimizin hem ruhumuzun onu elde ediş, ona sahip oluştaki şiddetini vurgulamak için seçtiğimiz bir kullanım bu.

“Suyu kana kana içtim…” Normal bir içmek değil bu. Ona olan ihtiyacınızın, ‘olmasa da olur’ seviyesinden ‘olmazsa olmaz’ noktasına geldiğini ifade ediyor. “Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizap olur.” Yahut da şunun gibi: “Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır.” Demek cezbe, cazibe, değil hüsnüne bir iltifat; belki hüsne olan ihtiyacın tezahürüdür. Âşık olurken de veren el değilsin yine. Alan elsin. Hakkın naz değil niyaz.

“Ve hem ‘Niçin duam kabul olmadı?’ diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyeyi, mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder.”

İkincisi; daha meşhur olanı, bir yalana gerçekmiş gibi inanmak anlamına gelen kanmak. “Güzel gözlerine, şirin sözlerine kandım…” derken kullandığımız şekli bu. Fakat bu kanış, daha çok kandırılmayı içerse de (yani nisbet anlamında fail, nefsini temize çıkarmak adına, fiili kendisine değil cümlenin nesnesine yüklemeyi sevse de) aslında her kandırılma bir kanıştır. İnsan ancak inanmak istediği yalanlarla kandırılabilir. Bir yönüyle düşmek istediğimiz tuzakların mağduruyuz. Tıpkı Virginia Woolf’un altını çizdiği gibi; “Bizi aldatan bizi kurtarır…” çünkü. Peki, aldatan neyden kurtarır?

Sabırlı okuyucum, seni alıp Bediüzzaman’ın İkinci Lem’a isimli eserine götüreceğim. Orada ‘günah psikolojisine’ dair çok manidar analizlerde bulunuyor çünkü, Hz. Eyyub efendimin kıssasından hareketle. Diyor ki mesela: “Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var…” Ve devam ediyor: “O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.” Peki bu ısırma, bu yolculuk nasıl yaşanıyor dersen, cevabı da şu üç örnekte gizli:

“Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor.

Hem meselâ, Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennemin tehdidâtını işittikçe istiğfarla ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, Cehennemin inkârına cesaret veriyor.

Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan, bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlâhiyeye dair kalbe gelse, kat’î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir helâket kapısı ona açılır.”

Yani demem o ki; kurtulmak istiyorsun birşeylerden. Kurtulmak istiyorsun vicdanından, aklından, korkundan veya kendinden… Her aldatıcı, yani kandırıcı sendeki bu ‘kanmak’ arzusundan besleniyor.

Burada kanmayı iki türlü de anlayabilirsin. Canın o kadar çok meleklerin yokluğunu, cehennemin inkarını ve Allah’ın adem-i vücudunu istiyor ki; suya âşık olduğun gibi âşık oluyorsun bu ihtimale. Suya kanmak istediğin kadar ona da kanmak istiyorsun. Ve bu kanmak arzunu şeytan koklar koklamaz, vehmî emareler taşıyor.

“Dalâlet vehmidir…” diyor Bediüzzaman yine Sözler’de. Vehim ne demek? Olmadığı halde olmuş, oluyor, olacak gibi kabul ettiğin şeydir vehim. Tahayyül dairesinde bir vücuttur. Gerçek bir vücut değildir. Ama sen kurtulmak istiyorsun, hem o kadar istiyorsun ki, seni aldatan bile seni kurtarıyor. Şeytana kanıyorsun, günaha kanıyorsun, şüpheye kanıyorsun, fakat en nihayet kanmak istediklerine kanıyorsun.

“O bedbaht bilmiyor ki, inkâr vasıtasıyla, gayet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlarla o sıkıntıdan daha müthiş mânevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasını kabul eder.”

En nihayet demem o ki: Canını yaksa da doğrudan kaçmamalısın. Yalanla kurtulmaya bakmamalısın. Gerçeğin peşin acılığı, yalanın ‘ertelenmiş sancısından’ yeğdir. Buraya kadar yolu beğendinse, iki şeyi daha bu yoldan yürüyerek tefekkür etmeni önereceğim sana. Birincisi, Tevbe sûresi 37. ayeti: “Ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir…” diye başlıyor. İkincisi, bir hadisi şerif, o da şöyle der: “Ertelemek şeytandandır.” Bitirirken yalnız birşeye dikkatini çekeyim: Takva belki de bedeli ertelememektir.

Ahmet Ay

cocukaile.net

Genler mi Özgür İrade mi?

Fıtrat üzerinde en belirleyici husus genlerdir. Son dönem genlerde yapılan çalışmalar insanoğlunun sadece fizyolojik işleyişinde değil, psikolojik işleyişin zannedildiğinin çok ötesinde belirleyici olduğu gerçeğini ortaya çıkardı. Ve bu beraberinde bir tartışma meydana getirdi.

Acaba gerçekten insanın bir özgür iradesi var mı?

Çünkü genetik çalışmalar öylesine gerçekler ortaya koydu ki insanların suça eğiliminden, eşcinsellikten, eş seçimine, kişilik yapısına varıncaya kadar hayatında belirleyici rol oynayacak unsurlar hep genler tarafından belirleniyor.

Örneğin; Hollanda da üç kuşaktır gangster olan bir ailenin gen haritası çıkartıldı. Ve bu ailenin bireylerinin gangster olmasının sadece çevresel faktörlerle izah edilemeyeceği, bu aileye özgü bir genin bu durumun ortaya çıkışında, suça eğilimde ortaya çıkışında önemli rol oynadığı araştırmalar sonucu ortaya çıktı.

O ailede var olan bir gen kolesterolün olması gerekenden düşük olmasına neden oluyor. Düşük kolesterolde insanlarda şiddet, bencillik, suça eğilim, baskı, problemlerini şiddet ile halletme eğilimi açığa çıkartıyor.

Yine suça eğilimli insanlarda yapılan genetik çalışmalarda, o kolesterolün normalden düşük olmasına neden olan o genin o insanlarda da var olduğunu ortaya koyuyor.

Genler konusundaki çalışmalar henüz bu seviyeye ulaşmadan önce bu tür durumlar daha ziyade çevresel faktörler ile izah ediliyor idi. Elbette ki çevrenin etkisi yadsınamaz. Ama bununla birlikte genetik faktörlerin etkisi de göz ardı edilemez. Sadece bu konuda değil, eş seçiminde de önemli rol oynuyor.

İsviçreli bir bilim adamı tarafından yapılan meşhur Tişört Deneyi vardır.

Bir grup kadına, spor yapıp terleyen bir grup erkeğin atletleri koklatılıyor. Ve onlardan tercih ettikleri bir atleti ayırmaları isteniyor. Onları görmedikleri halde sadece spor yaparken giydikleri atletlerini koklayarak bir tercihte bulunuyorlar. Ve kadınların tercih ettikleri erkeklerle genetik benzeşimleri üzerinde bir çalışma yapılıyor. MHC genine özellikle bakılıyor. Çok ilginçtir MHC geni kişinin bağışıklık sistemini belirleyen bir gen.  Antikor üretimini düzenleyen bir gendir. Ve araştırmanın neticesinde kadınların MHC geni farklı olan erkekleri tercih ettikleri ortaya çıkıyor. İnsanlar eş seçerken ki hayvanlarda da bu söz konusu mümkün olan MHC geni farklı olan kişileri seçme eğilimi içerisine giriyorlar.

Bu da esasında Allahın Resulü nün Hadisi Şerifi ile ne güzel örtüşüyor. “Yakın akrabanızla evlenmeyin zira çocuğunuz zayıf olur” buyruluyor ya!

MHC geni ne kadar farklı ise çocuğun bağışıklık sistemi o kadar güçlü oluyor. Çünkü genetik olarak bir zenginleşme söz konusu oluyor.

Bununla beraber MHC geni ne kadar birbiriyle yakın olursa da çocuğun bağışıklık sistemi o kadar zayıf oluyor. Çünkü genetik açısından bir fakirlik söz konusu oluyor.

İnsan beyni ne kadar harikulade.

O açıdan kadınların hiç görmedikleri halde sadece kokudan hareketle DNA larına varıncaya kadar analiz edebilecek bir kapasiteye sahip bizim beynimiz.

Biz bunun farkında değiliz. Bu bilinç dışı gerçekleşen bir süreçtir. O açıdan koku kişiler arası ilişkilerde çok önemlidir. Özellikle de eş seçiminde görüldüğü üzere çok önemlidir.

Burada da yine genetik faktörler belirleyicidir.

Yine bu konuda yapılmış ilginç çalışmalar var. Bu çalışmalar çoğaldıkça ve yapılan çalışmalar insanların iradesinin bu tür hayati konularda etkisinin azaldığını ortaya koydukça git gide tartışmalar alevleniyor.

Gerçekten özgür irade var mı? Yoksa her şey genler tarafından mı belirleniyor?

Tabi bilim bu tartışmayı genler üzerinden yürütüyor. Fakat bu tartışma esasında felsefede ya da dini alanda binlerce yıldır var olan bir konudur.

Cüzi irade – Külli irade mi?

Kader mi irade mi?

Ne kadar kader belirleyici?  Ne kadar kişinin iradesi belirleyici?

Genetik alanda yapılan çalışmalar da adeta bir kaderin varlığına, bir düzenleyici unsurun varlığına, bir global varlığın planına işaret ediyor.

Tabi biz şunu biliyoruz; genetik faktörler ne kadar belirleyici olursa olsun eş seçiminden tutun da, cinsel tercihlere, suça eğilime ve kişiliğe varıncaya kadar sonuçta irade elbette ki etkilidir.

Hadisi Şerifte ne buyruluyor; “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar.” Ve o fıtrat insanın kendisini bekleyen yazgının kendisine tevdi edecek sorumluluğu kaldırabilecek özelliklerle donatılmıştır.

Bir kul her ne için yaratılmışsa o şey ona kolaylaştırılmıştır hükmü gereğince zaten bununda böyle olması gerekmektedir. İnsanoğlu hayatın içerisinde ne tür sorumluluklar üstlenecekse, eş olma, ebeveyn olma, kul olma, evlat olma, vatandaş olma, gibi hangi sorumlulukları üstlenecek ise elbette ki kişinin o sorumlulukları yerine getirebilecek bir fıtrat ile donatılmış olması beklenir.

Bununla beraber fıtratımızda bir imtihan gereği olarak çeşitli hikmetlere mebni olarak bazı zaaf gibi görünen bazı durumların olması da mukadderdir.

Fakat, şunu biliyoruz ki biz; “her zorlukla beraber bir kolaylık vardır, bir kolaylık daha vardır” gereğince eğer kişide böyle bir gen varsa ve bu gen o çevresel faktörlerin de etkisiyle aktive olup kişide böyle bir eğilim meydana getirme potansiyeli taşıyor ise bunu muhakkak yönetmemizi sağlayacak, onu tolere etmemizi sağlayacak içsel ve çevresel kaynaklarda beraberinde verilmiştir.

Evet bir suça eğilim geni vardır fakat öte yandan da bir başka gen muhakkak suretle verilmiştir. Ki onu dengeleyebilsin ve kişi o genetik unsur sayesinde kendisinde var olan bu eğilimi yönetebilsin.

Bu çok kati ve kesindir. Kevni prensipler bunun böyle olması gerektiğini ortaya koyuyor. Kelami prensipler de bunun böyle olması gerektiğini ortaya koyuyor.

Yine bilim dünyasında tartışma konusu olan bir husus;

İnanç geni var mı? 

Genetik alanda yapılan çalışmalar böyle bir genin varlığını da ortaya koydu. Beynimizde ibaret ettiğimizde, Mevla ya dua ettiğimizde bir protein sentezlenmesini, huzur duygusunun açığa çıkmasına, dopamin salınımına neden olan bir proteinin sentezlenmesine neden olan bir genin var olduğu keşfedildi. Ve bu gen kimi insanlarda baskın, kimi insanlarda ise çekinik, Dolayısıyla kimi insanlarda aktif, kimi insanlarda pasiftir.

 

Yine yapılmış çok ilginç bir araştırma var. Bu araştırma da dindar insanların daha fazla çocuk sahibi olma eğiliminde olduklarını ortaya koymuş. Dünya genelinde dindar insanlarda ortalama çocuk olma oranı 2.5 iken ataistler de (herhangi bir dine mensup olmadığını ileri sürenlerde) bu oran 1.6 olarak ortaya çıkmış. Ortada neredeyse 1 puanlık bir fark var.

Ve araştırmacılar, özellikle de Darwinist araştırmacılar bir müddet sonra bu doğurganlık oranlarından hareketle toplumların git gide dindarlaşacağını ortaya koyuyorlar.

Çünkü dindar insanlarda inanç geni aktif, baskın, bununla beraber inançsız insanlardaki genler ise inanç geni pasif. Buna bağlı olarak dindar insanların da gerek çevresel koşulların, gerekse de genetik yönelimlerin etkisiyle daha dindar olması. Buna bağlı olarak doğurganlık oranlarının artmasıyla beraber genetik faktörlerin de etkisiyle toplumların daha dindar olması ve buna bağlı olarak doğurganlık oranlarının daha fazla olmasıyla beraberde toplumların git gide dindarlaşması ortaya koyan çalışmalar var.

Bu bize hemen Allah ın Resulünün “Evleniniz, çoğalınız. Zira ben sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim.” Hadisi Şerifini bizlere hatırlatıyor.

Gerçekten de dünyada dinlerin yayılma süreçlerine baktığımız zaman ki İslam da da öyle olmuştur, diğer semavi dinler de de öyle olmuştur. Doğurganlık çok önemli rol oynamıştır.

Mesela o semavi dinlerden bir tanesi olan ve Hristiyanlığa kıyasla daha az tahrif olmuş Tevrat a sahip olan Yahudilik dininin dünya üzerinde İslam ve Hristiyanlığa kıyasla yayılma olanağı bulamamasının temelinde de bu vardır.

Yahudilerin kendilerinden başka kimselerle evlenmemesi ve dolayısıyla o Yahudiliğin, Museviliğin sadece Yahudi ırkına mensup insanlarla dar çerçeve içerisinde kalmış olmasıdır.

Fakat bizim dinimizde böyle bir sınırlama söz konusu değil. Farklı ırklarla evlilik tercih bile ediliyor ve buna baktığımız zaman evet fetihler olmuştur, tebliğ çalışmaları olmuştur fakat esas yayılma doğum aracılığıyla olmuştur.

Mesela 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti ilan edildiğinde Türkiye nin nüfusu 13 milyon idi. Aradan geçen 90 yıllık süre içerisinde Türkiye de yaşayan Müslüman nüfusu 74 milyona yükseldi. İşte 60 milyonluk bu fark doğumların etkisiyle geldi.

Evet, insanlarda bazı olumsuz gibi görünen genler olabilir fakat büyük resme bakmak durumundayız. O genlerle birlikte muhakkak suretle bunu tolere etmemizi sağlayacak farklı genlerinde olması gerektiğini biz biliyoruz. Tabi ki genetik çalışmalar henüz büyük resmi görecek kadar ileri boyutlara varmış değil. Fakat o boyutlara vardığında kesinlikle o kelami prensibin her insanın fıtrat üzere doğacağı, kaderinin ihtiva ettiği o sorumlulukları yerine getirebilecek, onların üstesinden gelebilecek o genetik kodlarla doğduğu gerçeği muhakkak suretle ispatlanacaktır. Bunda şek ve şüphe yoktur.

Her ne kadar fıtratımız bu zaaflara sahip olsa da ki bunlar genetik kodlarımızdan da geliyor olabilir, içinde yaşadığımız koşullardan ve yaşantılardan da geliyor olabilir. Bu zaaflarımız yönetebilecek, bunların sürece olan etkisini asgari düzeye indirecek, bunları kabul edebilecek seviyeye getirebilecek içsel ve çevresel kaynaklarımız muhakkak suretle vardır.

O zaman şikayet etmek, kadere kızmak, başkalarına imrenmek yerine, yakınmak yerine kendimize dönmek ve zaaflarımızı yönetmek sürecinde bize verilmiş olan içsel ve çevresel kaynakların neler olduğunu tespit etme hususunda kendimizi daha iyi tanımaya, olaya farklı bir pencereden bakmaya çalışmak çok daha faydalı bir yaklaşımdır.

Bu dünyada ve ahirette mutlu ve başarılı olmak için mükemmel olmak gibi bir zorunluğumuz yok. Kaldı ki ne de içinde bulunduğumuz çevresel koşullar açısından ne yazık ki mükemmel olabilmek mümkün değildir.

Fakat bazı zaaflarımızın var olması bir eksiklik, bir zayıflık değildir. Aksine eğer o zayıflıklarımızın farkına varır, onları yönetebilirsek onlar bizim için hayatın içerisinde karşılaştığımız o sorunları çözebilmek, o fırsatları değerlendirebilme sürecinde bir kaynak haline gelecektir. Uçurtmayı yüksekte tutan rüzgar değildir. O rüzgara karşı uyguladığı dirençtir.

Benzer bir şekilde insanın kendi içinde var olan o zaaflarını fark etmesi ve bu zaafları ile bir mücadele içerisine girmesi, o zaaflarını yönetilebilir hale gelmesi için bir çaba içerisine girmesi, bir kaynak, bir zaman harcaması onun kişiliğini olgunlaştıracak, onun kişiliğini geliştirecek aynen Niyazi Mısri nin dediği gibi “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş” derdinin derman olmasını sağlayacaktır.

Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

cocukaile.net

Fıtrat

Fıtrat genetik olarak bir insanın içine kodlanmış fizyolojik, psikolojik, sosyal özellikleri ihtiva eder.

Özellikle son dönemlerde genetik alandaki çalışmaların ilerlemesiyle beraber, araştırmalar genetik faktörlerin, DNA ların insanoğlunun sadece fizyolojik özelliklerinin oluşumunda ve işleyişinde değil aynı zamanda kişiliğinin oluşumunda ve kişiliğin işleyişinde son derece belirleyici olduğunu ortaya koymuştur.

Artık her şeyin bir geni var. Her hastalığın bir geni var. Psikolojik hastalıkların ortaya çıkışında da yine genetik faktörlerin zannedildiğinin çok  ötesinde belirleyici olduğu da yine genetik alanda yapılan çalışmalar sonucu ortaya çıkıyor. İnsanoğlunun psikolojik özelliklerinin büyük ölçeği de genetik faktörlere dayanıyor olması o insanın bu doğuştan gelen özelliklerinin hayatın içerisinde, hayata uyum sağlayabilme, hayatın içerisinde var olabilme, engelleri aşabilme, karşısına çıkan fırsatları değerlendirebilme sürecinde onların muhafazasının son derece önemli olduğu görüşünü beraberinde getiriyor.

Diğer bir deyişle fıtratı muhafaza etmek çok ama çok önemlidir.

Neden çok önemli?

Çünkü bir insan kendisini bekleyen o hayatı yaşayabilmek için ihtiyaç duymuş olduğu kaynakların önemli bir bölümü nü o fıtratı diğer bir deyişle doğuştan gelen genetik özellikleri  barındırmaktadır.

Bir insanın sorunlarla baş etme, sorunlara çözümler bulma ve bu çözümleri hayata geçirme sürecinde özellikle 3 tür zeka son derece önemli rol oynamaktadır. Bunlardan bir tanesi IQ (    bilişsel zeka      ), ikincisi İQ ( duygusal zeka ) üçüncüsü de SQ ( ruhsal zeka  ).  Bu üçüncüsü  özellikle son dönemlerde çok konuşulmuş bir zeka türü.

Birincisi bilinçsel zeka, ikincisi duygusal zeka, üçüncüsü ise ruhsal zeka diğer bir değişle sağ duyu veya vicdan olarak da bahis ettiğimiz unsurlar. Bir insanın kişiliğinin işleyişinde özelliklede üst beyin de yerleşik korteks olarak tanımladığımız yönetim mekanizması olarak da altını çizdiğimiz o korteks te  yerleşik olan  bu üç zeka türü, diğer bir değişle zeka, yetenek ve vicdan son derece önemli. Ve bunlar büyük ölçüde genetik faktörlere bağlı olarak belirlenmektedir.

Bir insanın bilinçsel zekası doğuştan geliyor. Elbette ki zekanın kişinin almış olduğu eğitime bağlı olarak geliştiği bir gerçek. Fakat kişinin zekasının kat sayısı sabit. Almış olduğu eğitim olsun, içinde bulunduğu koşullar buna çok fazla etki etmiyor. Boy gibi bir şey.  Kişinin beslenmesi , fiziksel aktivitesi, içinde bulunduğu koşullar elbette boyuna etki ediyor fakat sonuçta o kişinin genetik olarak kodlanmış bir boyu var çok iyi beslense de, spor da yapsa o genetik yapının çok fazla üstüne çıkamıyor. Zeka da böyledir.

O zaman bir insanın hayatının işleyişinde eğer bu üç zeka türü son derece belirleyiciyse- ki belirleyici- o zaman kişinin işleyişinde genetik faktörler yani fıtrat da son derece belirleyici.

Madem bu kadar önemli o zaman anne ve babaların en önemli görevi çocuklarının fıtratını yani orjinalliğini, özgünlüğünü korumaktır. Eğer o fıtrat, özgünlük, orjinallik bozulursa çocuk hayatın daha sonraki evrelerinde hayatla baş edebilme, engelleri aşabilme, fırsatları değerlendirebilme,  sorunlara çözümler bulup hayata geçirme evrelerinde kendisine bahşedilmiş olan ihtiyaç duyacağı o, IQ, İQ, SQ sunda ciddi anlamda bir bozulma söz konusu oluyor.

Çocuğun hayatla baş edebilmek için ihtiyaç duyduğu tabiri caiz ise o silahları elinden alıyoruz. Onları tutuk hale getirmiş, dumura uğratmış oluyoruz. O açıdan anne ve babaların en önemli görevi çocuklarının fıtratını muhafaza etmektir.

Fıtratın korunması son derece önemlidir. Bütün dinler, bütün şeriatlar, bütün hukuk sistemleri  diyelim daha genel anlamla gerek seküler (dini temele dayanmayan) gerek dine dayanan hukuk sistemleri olsun özellikle beş şeyi korumayı esas almıştır. Nedir bu beş şey?

1)      Aklı korumayı esas almıştır. Onun için insanın aklına zarar verebilecek uyuşturcu, alkol vb. şeyler hiçbir hukuk sisteminde serbest bırakılmamıştır.

2)      Malın korunması. Çünkü insanın hayatını idame ettirebilmesi için bir miktar mala ihtiyaç vardır. Mal canın yongasıdır demişler.

3)      Canın korunması . Yani o insanın fiziksel bütünlüğünün korunması önemlidir buna yönelik kanunlar konulmuştur.

4)      Nesli korumak. Onun için nüfus müdürlükleri ihdas edilmiş, kişinin soy bağı orada en ince ayrıntısına kadar işlenmiştir.

5)       Dini korumak. Vicdan ve din özgürlüğü bütün kanunlarda dini temele dayansın veya dayanmasın hepsinde koruma altına alınmıştır.

Baktığımızda bunlar aslında bir şeyi koruyor. Evet hukuk sistemleri bu beş şeyi koruyor fakat bu beş husus başka bir şeyi, çok değerli bir şeyi korumaya çalışıyor. Oda FITRAT dır.

Akıl bozuldu mu fıtrat bozuluyor. Kişi vicdan ve din özgünlüğüne sahip olamadı mı fıtrat bozuluyor. Fıtratı en ziyade koruyan şey dindir. Mal gitti mi de fıtrat bozuluyor. Kişi yeterli beslenemediği zaman, barınamadığı zaman, fizyolojik dengesini oluşturabilecek ortamı bulamadığı zaman da fıtrat bozuluyor. Aynı şekilde nesil de çok önemli. Kişinin kendi anne-babasıyla birlikte bulunması, hayata onların yanında hazırlanması da son derece önemlidir.

Bütün bunların var oluş amacı fıtratı korumaktır.

Baktığımız zaman bireyin bu fıtratı korumaya yönelik önemli görevleri vardır. Ailenin, toplumun ve devletin önemli bir rolü rolü vardır burda. Fakat bütün bunların içinde en stratejik olanı AİLE dir. Fıtratı koruyan esas korunaklı yapı ailedir. Aile bozulduğu zaman fıtrat da yıkıma uğramaya başlıyor. Üst beyinde IQ, İQ. SQ da ciddi anlamda sorunlar olmaya başlıyor.

Bu konuda yapılmış ciddi araştırmalar var. Mesela anne sevgisi yeterince alamamış, babasıyla yeterince temas kuramamış, huzurlu bir aile ortamında büyüyememiş çocukların bu üç zeka türünde ciddi anlamda sıkıntılar olduğunu gösteren çok ciddi araştırmalar var.

Bilinçsel zekaları bir kere olumsuz etkileniyor. Dikkat dağınıklığı, hiperaktivite, odaklanma gibi problemleri olabiliyor. Duygusal zekaları ciddi anlamda zarar görmeye başlıyor. Diyelim ki duygusal zekanın bir alt versiyonu olan sanatsal zekası varsa bu dumura uğruyor. Sosyal zekası varsa bu dumura uğruyor çocuk sosyalleşemiyor. Yine aynı şekilde ruhsal zeka, bizim kültürümüzdeki karşılığıyla vicdan. Vicdani melekeleri zarar görüyor. Neden? Çünkü güvenlik problemi yaşayan bireylerin ruhsal zekaları gelişemiyor. Kişi karnını doyuramamış, kişi kendisini güvende hissedememiş, kişinin fizyolojik ve biyolojik ihtiyaçları karşılanamamışken o insanın dini düşünebilmesi, akli ve vicdani melekelerin gelişmesi son derece  zordur.

Sağlıklı bir aile yapısı fıtratı koruma açısından son derece önemlidir. Sağlıklı bir aile yapısına sahip olmadığımız zaman ne gibi problemler ortaya çıkar. Kısaca ona değinelim.

Mesela bugün aile yapısının ziyadesiyle bozulduğu, yıkıma uğradığı, zafiyet gösterdiği yer batı. Bugün bu aile yapısının bozulmasıyla evlenme oranları çok ciddi oranlarda azaldı. Evlenme yaşı erkeklerden 34-35 kadınlarda, 31-32 ler de geziniyor. Buna bağlı olarak doğurganlık oranı ciddi miktarlarda düşmüş vaziyette. Evlenen çiftelerin büyük bir çoğunluğu çocuk yapmıyor, yapanlar 1 çocukla yetiniyor. Nüfusun artış hızı 2 lerde. İrlanda, italya gibi ülkelerde 1 in altına düşmüş vaziyette. Nüfus hızlı bir şekilde yaşlanıyor.

Babasız çocuklar problemi var.  Çok önemli bir problem.  İngiltere de bugün çocukların %56 sı kendi  öz babaları tarafından yetiştirilmiyor. Babasız çocuklar problemi özellikle erkek çocuklarda eşcinselliğin çok ciddi bir şekilde artması sonucunu beraberinde getirmiş vaziyette. Yine İngiltere de her 100 erkekten 8 inde eşcinsellik probleminin olduğundan bahis ediliyor. İşte bu babasız yetişme, çocuğun kendi babasıyla etkileşim içerisinde bulunamamasından ileri geliyor.

Yine İngiltere de evli her 10 erkekten 8 i, her 10 kadından ise 4 ünün  eşini aldattığını söylüyor . işte bu da neslin bozulmasına sebep olan en önemli faktörlerden birisidir. Çocukların gerçek babalarıyla temas edemiyor olması sık görülen boşanmanın yanı sıra sadakatsizliktir.

Diğer bir deyişle aile yapısı bozuldu. Aile yapısı bozulunca da fıtrat bozuldu.

Bugün batı dünyada intiharın en yüksek olduğu, uyuşturucu ve alkol kullanımının en yüksek olduğu ülkeler kategorisinde. Ne oldu fıtrat bozuldu.

Ve bakıyoruz dini duygular son derece zayıflamış vaziyette. Kendisini ateist olarak tanımlayan insanların, toplam nüfusa oranı %80 lere  hatta bazı ülkelerde özellikle baltık ülkelerinde Estonya, Letonya vb. gibi % 90 lara ulaşmış vaziyette.

Aile bozulunca dinde ortadan kalkıyor. Çünkü insan din eğitimini ailede alır. Aile ortadan kalkınca dinde ortadan kalkıyor.

Huzur evleri, çocuk bakım yuvaları son derece artmış vaziyette. Aileler çocuklara sahip çıkmıyor, çocuklarda büyüyünce anne- babasına sahip çıkmıyor. Sosyal  etkileşim asgari düzeye inmiş vaziyette. Sosyal yardımlaşma asgari düzeye inmiş. Böylesine tehlikeli bir durum söz konusudur.

Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu – cocukaile.net

Nazik Yürekler

Hiç dikkatinizi çekti mi?

Nerede bir çocuk varsa, orada en çok duyulan şey, çocuk cıvıltısı değil emir cümleleri oluyor:

“Hemen yatağa!”

“Çabuk elini yıka!”

“Git odana!”

“O tabak bitecek!”

“Sus artık, kesme sözümü!”

“Çabuk topla şunları!”

“Çek elini dokunma!”

Bu ne büyük tezattır ki, en emrolunmaya ters kişilerdir çocuklar…

Yaradan’ın en kıymetlisi, hiçbir şekilde yaptıklarından sorumlu tutulmayan varlıklardır onlar. Kainat Sultanı Efendimiz’in mübarek sırtında taşıyacak kadar değer verdiği, nezaketi en çok hak edenlerdir.

Zira çocukların büyüklerin talimatlarını yerine getirmekten çok daha önemli işleri var.

Onlar öğrenme peşindeler, yenice geldikleri dünyanın bilinmezlerini çözebilmek için.

Aç zihinlerini doyurmak,  gördüğünü anlamlandırmak zorundalar. Cümle âlemi keşfetme telaşındalar.

Oynamalılar her an,  oynadıkça gelişecek çünkü zihinleri, ruhları…

İstediğinde ağlamak zorundalar ki ağladıkça genişlesin duygu dünyaları.

Var yoğa gülmeliler onlar, neden sebep sorulmaksızın kaygısızca tebessüm edebilmeliler ki kendileri olabilsinler.

Koşmaya, hoplamaya, zıplamaya ihtiyaçları var, en az yemek içmek kadar… Hareket, gelişimlerinin en temel gıdası…

Dokunmak zorundalar renkli, farklı, yeni… herşeye… Tutarak, bakarak, bazen de kırarak…

İçlerinde uyanan merakın peşinden gitmek zorundalar. Merak yoksa öğrenme de bir o kadar uzak.

Her yerde sormak zorundalar, devamlı konuşmaya, anlatmaya muhtaçlar. Yeni cümlelerle kendilerine açacakları ufuklara tutunacaklar çünkü bir ömür boyu…

Ya biz büyükler?  Ne çok şeyle doldurmuşuz hayat kabımızı. Anlamlı anlamsız kaygılar, telaşlarla dağılmışız kaç bin parçaya.

Merakımızı yitirmişiz, hem de kaç defa bulup, yeniden kaybetmişiz…

Geçmişimizin keşke’leri altında toz duman olmuş heyecanımız.

İçten gülüşlerimiz uzaklaşmış, kim bilir nerelerde mahsunca bekliyor gizli saklı…

Doyasıya ağlamaya çekinecek kadar kendimize yabancılaşmışız.

O yabancı, soğuk, donuk dünyamıza çocukları sürüklemek neden?

Kendimizi hapsettiğimiz sıkıcı dünyanın parmaklıkları arasında ne işi var çocukların? Onca kıymetli işleri varken…

Bizim gibi değil onlar… Farketmeliyiz… Kişilik inşasındalar. Henüz kaygısızca, içlerinde Yaratıcı’nın koyduğu büyük güçle, kendilerini var etme çabasındalar. Koşmaları, susmaları, kızmaları, inatları… Herşeylerinin bir anlamı var.

Yaptıklarının da yapmadıklarının da var bir sebebi… Biraz durup, susup, dinlemeli, izlemeli…

Suskunluklarına bakıp ‘uslu’ diye övünmeden, hızlılığına bakıp ‘yaramaz’ diye etiketlemeden.

Hayatlarını onlara teslim etmeli yeniden, talimatlarla eğip bükmeden.

Kendimizi görmek ve belki de kendimizi yeniden bulmak için onların dünyasına sokulup, kıvrılmalı biraz. Sıcacık, dingin, masum hallerinde can bulmalı… Yaratıcı’nın içine rızasını gizlediği nazik yüreklerini öpüp, koklamalı… Büyük ve karmaşık dünyamıza çekip, incitmeden…

Gonca Anıl/cocukaile.net