Etiket arşivi: cuma namazı

Azerbaycan’dan Gelen Acı Haber

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 9. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

SOFİA İLE birlikte hizmetler devam ediyordu. Resul, Azerbaycan’dan gelen acı bir haberle sarsıldı. Nişanlısı ani bir rahatsızlık geçirip hastaneye kaldırdmıştı! Resul, hemen Azerbaycan’a gitmek üzere harekete geçti. Bu arada Sofia, radyo programlarına iyice alışmış, tek başına da olsa yürütebilecek seviyeye gelmişti.

Yine de birlikte başlattıkları bu güzel hizmetten kopmak Resul’e çok ağır geliyordu. Sofia ile vedalaşırken dokunsalar ağlayacak gibiydi. İçine sebebini bilmediği bir hüzün çöktü. Ruhunda, sevdiklerinden ayrılacağını fısıldayan bir sesin yankılandığını hissetti. Sofia’ya ‘Allah’a ısmarladık‘ derken gözleri dolu dolu oldu. Sofia’nın da gözleri dolmuştu.

Abdülkerim’le kucaklaştıklarında yine aynı hislerle doldu. Bu mert ve cesur insan, hizmette hep yanı başında olmuş ve onu desteklemişti.

Resul, uçağa bindiğinde Rusya’da geride bıraktığı güzel hizmetleri düşünüp teselli bulmaya çalıştı. Hizmetle geçen olağanüstü günler, bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Abdülkerim’le tanışmaları, hapishanede yaptıkları dersler, radyoda kaset kayıtları ve Sofia ile karşılaşmaları, Sofia’nın hastaneye kaldırılması, ardından gelen hidayet müjdesi ne kadar da çabuk gelişmişti. Diğer yandan da nişanlısı ile yeni bir hayat kurup, evlerini cennet köşesi haline getirmeyi hayal ederken gelen acı haber, dünyasını altüst etti. Uçağın tekerleri Azerbaycan havaalanına değdiğinde daldığı hayalden uyandı. Ama bu defa ruhunda, endişe dolu bir fırtına kopmaya başladı. Eve gidene kadar aklından bin bir türlü soru geçti. Acabalar zihnini kurcalayıp duruyordu.

Uçaktan iner inmez zaman kaybetmeden hemen bir taksiye atladı. Eve vardığında kapıdan itibaren kendisini karşılayanların garip bakışlarından bir şeylerin olduğunu hissetti. Evet, kalp krizi sonucu yoğun bakıma alınan nişanlısı, çoktan başka bir âleme göçmüştü!

Bunu duyar duymaz bir külçe gibi kendini yere bıraktı. Koluna girip teselli etmeğe çalıştılarsa da nafile… “Beni kendi halime bırakın” deyip bir süre öylece kaldı.

Resul neden sonra imanın verdiği nurla gerçeği kabullendi. Artık elden bir şey gelmeyeceğini anladı. Olan olmuştu. “Yaratan yarattığını aldı” diyerek kadere teslim oldu. Konu komşu ve akrabaların taziyeleri acısını ona bir nebze de olsa unutturdu.

Sofia Hastanede!

Azerbaycan’da günler geçerken, Resul’ün aklı hep Rusya’daydı. “Geride bıraktığı hizmetler ne haldeydi? Sofia programları tek başına yürütebiliyor mu?” diye düşündü. Başlattıkları hizmetlerin akıbetini sürekli merak ediyordu.

Resul, Azerbaycan’da iken henüz nişanlısının acısı geçmeden bu defa Rusya’dan acı bir haber geldi. Abdülkerim’den, Sofia’nın fenalaşıp ikinci kez hastaneye kaldırıldığını öğrendi.

Resul bu defa ulvi duygularla bağlandığı, gönlü hizmet aşkıyla dolu Sofia’nın haberiyle sarsıldı. Dünya ile olan bağları iyice zayıflamıştı. Gözünde hiçbir şeyin değeri kalmadı. “Meğer dünya ne kadar aldatıcı, ne kadar yalanmış!” dedi. Üstad’ın; “Dünya gaddardır, mekkârdır, değmiyor alaka-i kalbe” ifadesini hatırlayarak, kalan hayatını tümüyle hizmete vakfetmeye karar verdi.

Uçak Moskova’ya doğru havalanınca derin düşünceler zihnini yine kurcalamaya başlamıştı. Nişanlısından sonra şimdi de Sofia’nın kaybı endişesi içini doldurmuştu.

Henüz hizmetinin başında bulunan Sofia’nın, daha çok hizmetler yapacağını düşünüp, kaybına gönlü razı olmadı. Yolculuk boyunca onun iyileşip yeniden hizmete dönmesi için dua etti.

Nihayet uçak Moskova havaalanına inip de Nikolay’la (Abdülkerim’le) karşılaştığında o daima şen ve neşeli insanın da ilk defa hüzünlü olduğunu gördü:

– Hayrola Abdülkerim, Sofia’nın durumu nasıl?

– Kötü!

Bu söz Resul’ün beynine bir ok gibi saplandı ve bir süre hiçbir şey demeden sustu. Daha sonra;

– Çok mu kötü, dedi. Abdülkerim,

– Evet, hem de çok! İyileşmesinden ümit kesildiği için doktorlar eve göndermişler!

– Ne diyorsun?

– Maalesef Resul kardeşim, beyindeki tümör iyice büyümüş, her tarafı kaplamış, yapacak bir şey yokmuş!

İki dost içleri kan ağlayarak yollarına devam ettiler. Sofia ile başladıkları o güzel hizmetlerin bu kadar kısa sürede kesintiye uğramasını bir türlü kabullenemediler. Ama kaderin tecellisine boyun eğmekten başka çareleri de yoktu.

Tümör

Nişanlısını kaybedişinin üzerinden birkaç hafta geçtikten sonra Resul Cemalov tekrar Rusya’ya döndü.

Birinci Söz’lü Başlangıç

Anonstan sonra kendi haline bırakılan mahpuslar acaba derse gelecek mi, yoksa müdürün dediği gibi birkaç kişi ile kendi aralarında ders yapmak zorunda mı kalacağız, diye merakla beklemeye başladılar.

Saat 14:00’e doğru Nikolay’la (Abdülkerim’le) Cemalov salona geçtiler. Kitaplar, önceden sahnedeki masanın üzerine yerleştirilmişti. Nikolay Cemalov’a:

– Sahnedeki yerine geç otur, dedi. Resul Cemalov hazırlıklı olmasına rağmen, ilk defa bir derste bu kadar heyecanlı olduğunu hissetti. O güne kadar sayısız ders yapmıştı, ama böylesi bir topluluğa, böyle bir yerde ilk defa yapacaktı. Bir yandan da, müdürün dediği gibi, “Ya kimse gelmezse?” diye düşünmekten kendini alamıyordu. Nikolay’ın, “Bunlar başkalarına benzemez!” sözü ise zihninin bir köşesinde duruyordu.

Henüz salonda üç beş kişi vardı. Cemalov Nikolay’a:

– Sen de gel yanıma otur, diye rica etti. Fakat Nikolay amirane bir ses tonuyla;

– Hayır, dersi sen yapacaksın, yerine otur, dedi.

Nikolay, kitle psikolojisine hâkim olduğundan, neyi ne zaman yapacağını gayet iyi biliyordu. Ön sıralardan birine oturup beklemeğe başladı.

Derken ceketi omuzlarında pala bıyıklı bir koğuş ağası salına salına salona girdi. Etrafa şöyle bir göz gezdirdikten sonra sahnedeki Resul Cemalov’a gözlerini dikti. Arkasından yüz kişilik bir grup onu takip ederek salona girdi. Ağanın gözü Cemalov’u kesmemiş olacak ki, herkesin duyacağı şekilde küçümser bir tavırla:

– Bize bu sübyan mı ders verecek, diye söylendi.

Arkasından bir grup daha içeriye girdi. O da ne? Mahpuslar gruplar halinde salonu doldurmağa başladılar. Salonun dolmaya başladığını gören Cemalov’un sevinciyle beraber heyecanı da artıyordu. Sekiz yüz kişilik salon kısa zamanda dolup taştı. Ama lakırdılar, laf atmalar ve “Bu süt çocuğu da kim?” gibi küçük düşürücü ifadeler duyulmaya devam etti. Cemalov bunları duydukça morali iyice bozuldu. Bu arada müdür de salona girdi, kalabalığı görünce gözlerine inanamadı. Hayretle elini havada döndürdükten sonra önde kendisi için ayrılan koltuğa oturdu.

Bu arada olabilecek bir karışıklığı önlemek için salona takviye gardiyanlar getirtilip yerleştirildi. Salona bir uğultu hâkim oldu. Tam bu esnada Nikolay (Abdülkerim) yerinden kalktı, ağır adımlarla sahneye doğru gitti.

Merdivenin üst basamağına adımını atıp da kalabalığa yüzünü döndüğünde, “Aaa, Cin Kole!” diyerek bütün salon birden sessizliğe gömüldü. Zira bu eski mafya liderine, bu efsanevi adama büyük saygıları vardı.

Resul Cemalov’un bozulan morali yerine geldi. Fakat heyecanı tam olarak yatışmış değildi. Çünkü böyle büyük bir kalabalığa ilk defa hitap edecekti. Nikolay, Cemalov’un yanındaki sandalyeye oturmasından sonra Cemalov’a başlamasını işaret etti. Cemalov, alışkanlık icabı derse besmele ile başladı. Besmelenin manasını Rusça ifade etse de kalabalık içinden biri ayağa kalktı:

– Ne demek bu, dedi. Cemalov telaşlandı. Zira gece tespit ettikleri sorular arasında bu yoktu.

– Eyvah, bunu hesap etmemiştik, şimdi ne yapacağım, diye düşünürken, yanı başında bir güven abidesi gibi oturan Nikolay Abdülkerim:

– Aç Birinci Söz’ü oku, dedi. O söylemese Birinci Söz belki de heyecandan aklına gelmeyecekti.

Cemalov, Birinci Söz’ü okumaya başladı. Fakat bir yandan da aklı hep adamdaydı.

– Acaba cevabı tatminkâr bulup yerine oturacak mı, yoksa çıkıp gidecek miydi?

Birinci Söz bitti ve adam yerine oturdu. Resul Cemalov derin bir nefes aldı. Zira çok önemli bir engeli atlatmıştı.

Moral bozukluğunu ve heyecanını atan Cemalov, artık derse iyice konsantre oldu, salona hakimiyeti arttı.

Bir müddet sonra, birisi daha parmak kaldırdı. Bir soru yöneltti. Bu soru gece Nikolay’ın (Abdülkerim’in) işaretlediği soruydu. Cemalov bu defa rahattı, çünkü ne cevap vereceğini biliyordu. Sorunun cevabını tane tane açıkladı. Açıklama sona erince adam tasdik eden bir el işareti ile yerine oturdu.

Bu soru cevap sahneleri tekrarlandıkça ders hararetlendi. Salona manevî bir hava geldi. Enteresan olan, Abdülkerim’in “Bu soru gelebilir” diye işaret ettiği bütün soruların çıkmış olmasıydı. Soru ve cevaplar güvenlerini artırdığı gibi derse olan dikkati de artırdı. Ders başlayalı bir buçuk saat olmasına rağmen, sanki birkaç dakika olmuş gibi salondan kimse çıkmak istemiyordu. Resul derse son verecek oldu. O esnada müdür oturduğu yerden kalkarak;

– Devam et, kardeşim, dedi.

Derse bu derece alaka olacağını kimse beklememişti. Müdürün devam et demesi ve salondakilerin dinleme istekleri üzerine ders bir saat daha devam etti. İki buçuk saatlik süre sonunda herkes manevî bir temizlikten geçmiş halde tarif edilmez bir huzur hissetti. Mahpusların çoğu takdir ve tebriklerini bildirmek için Nikolay’la Cemalov’un başına toplandı. O sırada müdür kendilerini odasında bekliyordu.

Müdür, derse gösterilen bu alakadan son derece memnundu. Tebrikleşmenin ardından sonra birlikte müdürün odasına girdiler. Müdür kendilerini ayakta karşıladı:

– Kardeşim bu kitaplar neymiş böyle? Bunlardan bana da verin. Bunları hem okuyacağım, hem de yakınlarıma okutacağım, dedi.

Yanlarında bulunan İngilizce Lem’alar’ı müdüre hediye ettiler. Merakla kitabı eline alıp göz gezdirirken, birden:

– Arkadaşlar, aklıma başka bir şey daha geldi. Bu kitapları kasetlere okusanız da bütün hapishaneye dinletsek, olmaz mı?

Hizmet için tetikte bekleyen Nikolay, bu teklifi adeta havada kaptı.

– Tamam, müdür bey, merak etme, onu olmuş bil! Kahvelerini içtikten sonra Nikolay, Cemalov’a,

– Haydi, gidiyoruz, dedi ve hapishaneden ayrıldılar. Otomobille şehrin merkezine doğru yol alırken Cemalov, nereye gittiklerini sordu. Nikolay, muhteşem bir tevekkül tavrıyla cevap verdi:

– Nereye gittiğimizi bilmiyorum. Ama Allah’ın bize göstereceği bir yer olacağına inanıyorum!

Ruslan Cemalov, halis niyetle giriştiği her gayrette kerametkârane hallerle karşılaşıyordu. Bu adamın ihlâsına hayran kaldı. Ve hizmeti ilmin değil, İhlasın yaptığına bir kere daha kanaat getirdi.

devam edecek…

Kitap İlanı

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 8. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

KİTAPLAR hapishanenin kütüphanesindeki masanın üzerine özenle dizildi. Sonra mahkumlara anons yapıldı:

– Dikkat, dikkat! Bediüzzaman Said Nursî’ye ait beklenen kitaplar, hapishanemize gelmiştir. İsteyenler kütüphaneye gelip alabilirler!

Cemalov, mahkumların bu anonsa ilgi duyup geleceğine ihtimal vermiyordu. Ancak kütüphanenin önünde kitap almak için kuyruğa girenleri görünce şaşırdı, gözlerine inanamadı. “Bu nasıl iştir, bunlar peynir ekmek almaya mı geldiler?” diye düşünürken, birden Üstad’ın, “Bir zaman gelecek, hapishane müdürleri bu kitapları, mahpuslara peynir ekmek gibi dağıtacaklar!” sözünün doğruluğunu açıkça görmüştü.

Evet, sırası gelen, her kitaptan birer tane ayırarak kucakladığı gibi koğuşuna koştu. Fakat ilginçtir ki, kuyruk bitmeden kitaplar bitmişti! “Evet, Üstad’ın, ‘Risaleler’deki hakiki teselliye mahpuslar pek çok muhtaçtır’ sözü, ne kadar doğruymuş” diye düşündü.

O gün Nikolay, yeni bir hizmet hedefine ulaşmanın mutluluğunu yaşadı. Cemalov ise ilk defa şahit olduğu olay karşısında şaşkındı. Hatta bunun Risale-i Nur’un hizmet metoduna uyup uymadığından emin değildi. “Nikolay, hizmet prensiplerini pek bilmiyor. Ama ihlâsla yürüdüğü için inşallah bir şey olmaz” diye düşünüp endişelerini hayra yordu.

Hapishaneden ayrıldılar. Nikolay her zamanki gibi onu medreseye bırakıp evine gitti. Fakat Cemalov gece boyu, “Acaba yaptığımız işin sonucu ne olur?” diye düşünmeden kendini alamadı.

Nikolay’ın bir diğer özelliği de takipçiliğiydi. Başladığı işin sonunu getirmeden bırakmazdı. Bu arada Cemalov’un haberi olmadan birkaç kez hapishaneye gidip kitaplarla ilgili gelişmeleri takip etmişti.

Kitapların büyük bir ilgi ile okunduğunu ve mahpuslar üzerinde müspet tesirler bıraktığını öğrendi. Bundan hapishane müdürünün de çok memnun olduğunu haber aldı. Bir gidişinde müdürle de görüşüp istişare etti. Müdür, kitapların mahpuslar üzerindeki olumlu etkisinden son derece memnundu.

Nikolay, isyanla geçmiş yıllarını telafi etmek için devamlı koşturuyordu. Yeni hizmet kanalları arayıp devreye sokuyordu. Müdürle yaptığı bir görüşmesinde Resul Cemalov’dan bahsetti. Rusya’ya bu kitapları yaymak için geldiğini, çok etkili dersler vermesi halinde, eğer mahpuslara ders yaparsa çok daha faydalı olacağını söyledi.

Müdür pratik bir kişiliğe sahipti, yapacağı işe anında karar verir ve onu hemen uygulamaya geçirirdi.

– Hapishanenin sinema salonu ne güne duruyor. Arkadaşını davet edelim çağırırız, mahpusları doldururuz salona, onlara ders yapar, olur biter, deyip Nikolay’dan Cemalov’un telefonunu aldı. Cemalov hâlâ bir şeyden haberdar değildi.

Hapishane Yolu…

Çok geçmeden bir gün Resul Cemalov’un telefonu çaldı.

– Alo siz Ruslan mısınız?

– Evet, buyurun.

– Hapishaneden arıyorum. Müdür bey sizi çağırıyor. Gelirken pasaportunuzu yanınıza almayı da unutmayın!

Cemalov, hapishaneden çağrıldığını duyunca endişelendi.

– Eyvah, tedbirsizce yapılan işin sonucu böyle olacağı belliydi! Pasaportu da istediklerine göre evet, mutlaka bu işte bir iş var, dedi.

Az sonra Nikolay gelişmelerin verdiği keyifle Cemalov’un yanına geldi.

– Ne haber Cemalov, seni hapishaneden aradılar mı? Resul Cemalov, endişeli bir ses tonuyla:

– Evet, maalesef aradılar, gözün aydın olsun, pasaportumu da istediler, deyince Nikolay, Cemalov’un gelişmelerden haberi olmadığını ve endişeye kapıldığını fark etti. Şaka olsun diye rol yapmaya başladı. Hemen ciddi bir tavır aldı ve sesini endişeli bir havaya büründürerek:

– Allah Allah, pasaportunu da mı istediler, dedi.

– Evet, altı yüz tane kitap birden verilir miydi?

Nikolay, Cemalov’un hapishane için çağırıldığına inandığını anlayıp konuşmasını şöyle sürdürdü:

– Şimdi ne olacak?

– Ne olacak, herhalde hapse atacaklar!

– Neyse hemen endişelenme, hele bir gidip bakalım.

Taksiye binip hapishaneye doğru yol aldılar. Fakat yol boyunca Resul Cemalov’un ağzını bıçak açmadı. Nikolay bütün muzipliği ile devam etti:

– Cemalov ne üzülüyorsun, hapiste de hizmet var, orada da hizmet edersin!

– Ya, ne demek, dışarıdaki hizmeti bitirdik de hapis kaldı değil mi?

Nikolay, Resul Cemalov’un kapıldığı endişeye içten içe gülüyordu.

Nihayet hapishanenin kapısına vardılar. Geldiklerini haber alan görevli hemen Cemalov’un pasaportunu alarak müdüre götürdü. Nikolay rolünü ustalıkla oynamaya devam etti:

– Cemalov, ben burada yattığımdan biliyorum. Bak şuradan yemekhaneye gidilir, tuvaletler şu bölümdedir, kantin şu taraftadır. Şimdiden öğrenirsen rahat edersin!

Resul Cemalov çok düşünceliydi:

– Nikolay benimle alay etme, dedi.

Hapishanenin girişindeki bankların üzerinde heyecanlı bir bekleyiş başladı. Adeta saniyeler saat gibi uzuyordu. Cemalov’un endişesi yüzüne yansımaktaydı. Derken memur seslendi.

– Buyurun, sayın Cemalov, müdür sizi bekliyor!

Açılan demir kapıdan genişçe bir bahçeye geçtiler. Hafifçe yağmur çiselemekteydi. Bahçenin ortasındaki parke taşlardan geçerek, yüz metre ötedeki idare binasına vardılar. Dış kapıdan girip sağdaki odanın önüne geldiklerinde memur:

– Buyurun girin, müdür sizi bekliyor, dedi.

Resul Cemalov, açık olan kapıdan içeri girip de pasaportunun müdürün elinde olduğunu ve ona bakıp kâğıda bir şeyler yazdığını görünce, “Tamam, herhalde tevkif yazısını yazıyor!” dedi içinden… İnsan her şeyi içindeki niyete göre görüyordu.

Müdür, kafasını kaldırıp Cemalov’u karşısında görünce:

– Buyurun, Ruslan Cemalov sen misin?

– Evet benim.

Müdür, Resul şen şakrak birine benziyordu. Nikolay, Cemalov’u kendisine öyle tanıtmıştı ki, yerinden kalktı ve kollarını iki yana açarak, “Sen nerdesin kardeşim, gel şöyle!” diyerek onu büyük bir sevgi ile kucakladı, koltuğa oturttu. Cemalov, şaşkındı. Müdür, Resul Cemalov’un şaşkınlığını fark etti.

– Rahat ol Bay Cemalov. Rusya’ya hoş geldin aziz dost! Bize senin gibi birisi lazımdı. Şu faydalı kitapları mahpuslara okuyup ders yapmana hiçbir mani yok!

Resul Cemalov, Nikolay’ın kendisini işlettiğini ancak o zaman anladı. Nikolay da o esnada kıs kıs gülüyordu. O zaman endişesi tümüyle gitti, rahatladı ve Nikolay’ı müdüre fark ettirmeden yavaş bir sesle,

– Seni gidi mafya bozması seni, diyerek şakayla tehdit etti. Sonra müdüre dönerek:

– Demek beni bunun için çağırdınız?

– Evet Bay Cemalov, bunun için, vakit geçirmeden derse başlasak fena olmaz.

Hapishanede Nur Dersi

Resul Cemalov, hapse girmeyi göze alarak geldiği hapishanede ders yapmak için çağırıldığını öğrenince sevinçten ne yapacağını şaşırdı.

Kâbus dolu bir rüyadan uyanmış gibi derin bir nefes aldı ve rahatça koltuğuna yaslandı, ikram edilen kahveyi yudumlamaya başladı. Heyecanlı bir yapıya sahip olan müdür:

– Kardeşim, biz bu kitaplardan daha nasıl istifade edebiliriz, derken, Nikolay, sizin çok güzel dersler yaptığınızı söyledi. Ne dersiniz?

– Estağfurullah, elimden geleni yaparım.

– Tamam, o zaman yarın başlıyoruz. Ben anons eder, mahpusları sinema salonuna toplarım!

Resul Cemalov, anons meselesini duyunca pek hoşlanmadı. Çünkü bugüne kadar böyle alâyişle nümayişle ders yapmamıştı. Hem bu tarz, Risale-i Nur’un ruhuna pek uygun değildi.

– Müdür bey, siz sadece “İsteyen gelsin” diye duyursanız olmaz mı? Hem arzu edenler olursa daha etkili olur, dedi. Müdür, gözlükleri üstünden Cemalov’a bakarak, ümitsiz bir ses tonuyla:

– O zaman kendi aramızda ders yaparız, kimse gelmez, dedi. Cemalov o an daha fazla üstelemedi.

Akşam dershaneye vardıklarında Nikolay:

– Bu çok ciddi bir iş, buna iyi hazırlanmalıyız. Bunların en çok Tabiat Risalesi’ne ihtiyacı var. Tabiat Risalesi’ni esas alacağız, dedi.

Gece geç vakte kadar Tabiat Risalesi’ni paragraf paragraf ele aldılar. Zaman zaman Cemalov’u uyku bastırıyordu. Nikolay:

– Hey, buraya seni uyutmaya getirmedik, diye kendisine takıldı. Bu şekilde Tabiat Risalesi’ni baştan sona okudular. Mahpusların ruh yapısını çok iyi bilen Nikolay bazı paragraflar sonunda durup:

– Burada şöyle bir soru gelebilir. Risale-i Nur’un başka yerindeki izahını yaparsın gibi ifadelerle muhtemel tam sekiz önemli soruya işaret etti. Çalışma bitince sporcuyu maça hazırlayan çalıştırıcı gibi son taktiklerini verdi:

– Ha unuttum söylemeyi. Çok dikkatli olmalısın. Bu, dershane de yaptığın derse benzemez. Sana biri kalkıp soru sorarsa, sen cevabını verene kadar ayakta durur. Cevabı tatminkâr bulursa yerine oturur. Değilse, daha dinlemez, arkasına bakmadan salonu terk edip gider! İş bu kadarla kalsa iyi, ardından onunla birlikte büyük bir kitie de çıkıp gider. İşte o zaman işimiz zorlaşır!

Resul Cemalov içinden, “Yahu biz ders mi yapacağız, yoksa miting mi?” diye geçirdi.

Gece yarısına kadar, yapılacak dersi iyice müzakere ettikten sonra istirahata çekildiler.

Ertesi gün saat 14:00’ten önce hapishaneye vardılar.

Müdür yine kendilerini şen şakrak haliyle karşıladı. Anons vakti geldi. Resul Cemalov yine ısrar etti:

– Müdür Bey, anonsu, “İsteyen gelsin” diye yapsak. Müdür yine:

– Ben yaparım, ama dediğim gibi kendi aramızda ders yapmış oluruz!

– Tamam, siz öyle yapın, gerisine karışmayın…

– Madem ısrar ediyorsun istediğin gibi olsun, deyip mikrofonu eline aldı:

– Dikkat dikkat! Bediüzzaman Said Nursî’nin kitaplarından ders yapmak üzere uzman bir kişi hapishanemizde bulunmaktadır. Saat ikide sinema salonunda bir konferans verecektir. Dinlemek isteyenler, sinema salonuna gelsinler!

Her şeyi emir vererek yapmaya alışmış olan müdürün ağzından “İsteyenler” kelimesi isteksizce dökülüyordu.

devam edecek…

Ders Başlıyor!

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 7. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

SOFİA’NIN Hastalar Risalesi’ni defalarca okuması, olağanüstü bir şekilde maddi hastalığının iyileşmesine sebep olmuştu. Ayrıca, manevî bakımdan da hidayetine vesile olmuştu. Resul ile aralarındaki buzlar erimekle kalmamış, sıcak bir dostluğa dönüşmüştü. Resul, tam da kendi hallerini anlatan şu âyeti hatırlayarak Allah’a şükretti:

Allah’ın dinine ve Kur’an’a hep birlikte sımsıkı sarılın; ayrılığa düşüp dağılmayın. Bir de, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, siz birbirinize düşmanken, O sizin kalplerinizi kaynaştırdı da, Onun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarındaydınız; Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Doğru yola erişesiniz diye, Allah size ayetlerini işte böyle açıklıyor.” (Al-i İmran Suresi, 103)

Risaleler’den Radyoevinde haftada bir program yapmak üzere karar aldılar. Resul de kendisinden günde bir saat diksiyon dersi alacaktı. Resul, her gün radyoya gidip, bu ünlü spikerden Rusça diksiyon dersi almaya başladı. Özellikle dudak tembelliğini gidermek için kalemi dudaklarının arasına yerleştirerek yaptığı temrinler, Resul’ün çok garibine gidiyor ve kendini gülmekten alamıyordu.

Fakat Sofia işinde kararlı ve ciddi idi. Resul’e sıkı ve hızlı bir eğitim uyguladı. Bir hafta içinde telaffuzu bir hayli düzeldi. Sofıa Resul’deki bu hızlı gelişmeden çok memnun oldu. Bir an önce programa başlamak istedi. Bir yandan diksiyon derslerine devam ederken öte yandan, Radyoda “Nur’dan Damlalar” adını verdikleri programlarına başladılar.

Tebliğ Hediyeleri

Bu arada Abdülkerim, Cuma namazı için camiye her gidişinde, orada satılan İslam motifli hediyelerden birini alıp Sofia’ya getiriyordu. Hediye bazen Mekke-Medine resimli bir tablo, bazen bir çalar saat oluyordu. Bir defasında İslam’da kadın haklarından ve tesettürden bahseden bir kitap ve namaz ilmihali getirmişti.

Sofia her ne kadar iman konusunda bilgilenmiş olsa da, henüz İslam’a yabancı, tesettür ve namaz gibi konulara uzaktı. Bu yüzden Resul, Abdülkerim’in aldığı bu iki hediyeyi zamansız görse de ses çıkarmadı. “Bir bildiği vardır” diye düşündü.

Programlara Büyük İlgi Var

Nur’dan Damlalar” programı, beklenenden de büyük bir ilgi gördü. Canlı yayına katılmak isteyen dinleyiciler yüzünden telefonlar zaman zaman kilitleniyordu. Bu arada dinleyicilerden ilginç sorular geliyordu. Sorular genellikle iman konularına dairdi.

Sofia, gelen soruları Resul’e aktarıyor, o da Risaleler’den yerlerini bulup okuyarak cevaplandırıyordu.

Sofia Valentinovna, yaptığı bu hizmetine bütün benliği ile sarılmıştı. Zira hayatında bu kadar benimseyip içten gelerek yaptığı bir iş yoktu. Bu yüzden programa büyük önem vermişti ve her defasında çok ciddi hazırlanıyordu. Sonraki haftayı adeta iple çekiyordu. Sofia, gerek mektup ve e-mail gerekse telefon yoluyla gelen sorulan ve dilekleri asla cevapsız bırakmıyordu.

Ayrıca Resul’le birlikte doldurmuş oldukları kasetlerden ve Rusça Risaleler’den bizzat kendi parasıyla satın alarak dinleyicilerin adreslerine postalıyordu. Böylece yayın yoluyla yapılan hizmeti, daha yaygın ve verimli hale getiriyordu.

Risaleler Silahlarla Yer Değiştirecek!

NOVGOROD’DA akşam oldu. Namazın ardından Cemalov ders yapacağı salona oturup gelecek olan kişileri beklemeye başladı. Fazla zaman geçmeden zil çaldı.

Nikolay, eliyle Cemalov’a oturmasını işaret ederek dış kapıya yöneldi. Cemalov, içeri girenleri oturduğu yerden göremiyordu.

Fakat seslerinden beş veya altı kişi olduklarını tahmin etti. Bu arada şangır şungur şeklinde bazı sesler kulağına geldi. Merakı iyice arttı. Gelenleri merak ederken o zamana kadar hiç görmediği garip kılıklı kişiler salona girmeğe başladılar. Gömlekleri, pantolonları, hatta çoraplarına varıncaya kadar baştan aşağı deri giyinmişlerdi. Yakalarında bir takım demir askılar vardı.

İçeri giren, ses çıkarmadan Cemalov’un karşısına geçip dizüstü oturdu.

Yüzleri bir yöne dönük, adeta put gibi duruyorlardı. Cemalov “hoş geldiniz” diye bir şeyler söyleyecek oldu, fakat pek karşılık alamadı.

Bunlar in mi, cin mi?” diye düşünürken Nikolay içeri girdi ve Cemalov’a derse başlamasını işaret etti. Cemalov daha önce hiç böyle bir ders yapmamıştı. Durumu biraz yadırgasa da, denilene uymak zorundaydı. Bir Risale açıp okumaya başladı. Adamlar hiç kıpırdamadan dinlediler, pek de tepki vermiyorlardı. Nihayet ders bitti, çaylar ikram edildi. Sıra herkesin dağılmasına geldi. O sırada Cemalov da onları yolcu etmek için peşlerinden gitti. Bir de ne görsün, masanın üzeri uzun namlulu silahlarla doluydu! İçine bir korku düştü. Karanlık adamlar gecenin karanlığına dalıp gittiklerinde endişesi sesine yansıdı:

– Nikolay ne oluyoruz, bu silahlar da neyin nesi böyle, dedi. Nikolay parmağını dudağına götürüp Cemalov’a sus işareti yaptıktan sonra emin bir tavırla konuştu:

– Bak Cemalov, bu silahlar, içerdeki silahlarla (Risalelerle) yer değiştirecek!

Bunun üzerine Cemalov biraz rahatladı. Bu cesur ve garip adama duyduğu hayranlık daha da arttı.

Cemalov Novgorod’da alışmadığı tarzdaki bu derslere bir müddet daha devam etti. Güneş karşısında eriyen kar gibi, bu soğuk iklimin insanları Risale-i Nur’un kalpleri ısıtan nuruna muhatap oldukça adeta eriyor ve şekil değiştiriyordu. Kısa zaman sonra gelenlerden üçü Müslüman oldu. Eski hallerini terk edip, namaz kılmaya ve Risaleleri okumaya başladılar. Diğerleri ne yazık ki, alıştıkları o hayatın karanlığından kurtulamadılar. Bir gün otomobille yuvarlandıkları nehirden ölü olarak çıkarıldıkları haberi geldi.

Koli Koli Silah

Nikolay, geçmişte insanlar için hep fenalık düşünürken artık devamlı hizmeti düşünüyor ve karanlıkta kalmışlara Nurları götürmek için çırpınıyordu. Bunun için, her gün bir kurmay gibi hizmet planlan yapıyor, yeni stratejiler geliştiriyordu. Seyyiatta kullandığı kabiliyetlerini şimdi hasenat yolunda kullanıyordu. Bu arada dönüşüne sebep olan hapishaneyi ve oradakileri unutmadı. Onlara şükran borcu olduğunu düşünerek Risaleleri onlara da ulaştırmak istedi. Bu maksatla, hapishanenin kütüphane sorumlusunu ziyaret etti. Rusça’ya tercüme edilmiş Risaleler’den bir kısmını verip mahpuslara okutturmasını söyledi. Daha sonra durumun ne olduğunu anlamak için gittiğinde, kitapların çok beğenildiğini ve elden ele dolaştığını öğrendi.

Her yeni hizmet, Nikolay’ın hızını biraz daha artırıyordu. Yeni hedeflere koşmasına sebep oluyordu. Bu defa, Rusça’ya tercüme edilmiş Risaleler’in hapishane kütüphanesine konularak daha çok kişinin istifadesine sunulması için harekete geçti. Fakat bu düşüncesinden Cemalov’a bahsetmedi. Çünkü çoğu tasarılarını kendinde saklıyor, olgunlaşıp belli bir noktaya gelmeden kimseye açmıyordu. Bir gün gelip, Cemalov’a aniden:

– Haydi, Petersburg’a gidiyoruz, dedi.

– Hayrola, ne yapacağız? Avuçlarını ovuşturarak:

– Silah alacağız silah, dedi.

Nurları tanıdıktan sonra maddi silahları bir kenara bırakan Nikolay, manevî cihatta sarıldığı Risaleler’e silah adını vermişti.

– Tamam, gidelim.

Otomobiline atlayıp Petersburg’un yolunu tuttular. Dershaneye varınca biraz soluklandıktan sonra, sıra kitap ayırmaya geldi. O güne kadar Rusça’ya altı kitap tercüme edilmişti. Cemalov, Nikolay’ın kütüphaneye kitap alacağı niyetinden habersiz olduğu için, her birinden üçer beşer tane alacaklarını sanıyordu. Çünkü bulundukları yerde fazla bir cemaat yoktu. Fakat Nikolay kitapları yüzer yüzer kolilere doldurmaya başlayınca,

– Ne yapacaksın bu kadar kitabı Nikolay, dedi.

– Silahın fazlasından zarar gelmez!

– İyi de kaç kişiyiz, bu kadarına ihtiyaç yok. Bitince yine gelir alırız…

– Parasını ben vereceğim, sen karışma!

Cemalov, bu gizemli adamın “Yine bir bildiği vardır” diye düşündüğünden üstelemedi.

Nikolay çıkan her kitaptan yüzer tane kolilere doldurdu. Taksinin bagajı ve arka koltuklar kolilerle doldu. Hatta bu yüzden yol boyunca kitap kolileri enselerine değip duracaktı.

Nikolay, devamlı büyük düşünür ve büyük adım atardı. Engel tanımazdı. Bir hedefe ulaşınca başka bir hedefe odaklanırdı.

Şehre vardıklarında dershaneye uğramadan doğru hapishanenin yolunu tuttular. Varır varmaz Nikolay, kütüphane müdürünü çağırttı. Adamın haberi vardı, kitapları beklemekteydi.

– Tamam mı, kitapları getirdiniz mi, dedi.

– Getirdik, deyince kolileri kütüphaneye taşımaya başladılar. Cemalov, olup biteni hayretle seyrediyordu.

Kitapların hepsinin hapishaneye getirilmesine şaşırmıştı. Bir ara Nikolay’dan habersiz kütüphane sorumlusuna yaklaşıp, sordu:

– Bunları ne yapacaksınız?

– Mahpuslara dağıtacağız.

– Dağıtacak mısınız?

– Evet.

Cemalov, kitapların dağıtılması halinde kıymetini bilmeyenlerin eline geçip zayi olacağını düşünerek,

– İhtiyaç duyan olur, duymayan olur. İlan etseniz de isteyen gelip alsa, daha iyi olmaz mı, diye teklifte bulundu.

Bu teklifi Nikolay da makul buldu.

– Tamam, dediğin gibi olsun, öyle yapalım, dedi.

***

İlginç manzara

GÜN Resul programa yetişmek için acele etmişti. Fakat programdan önce gelen Risale paketini almak için havaalanına uğraması gerekmekteydi. Resul, “Kitap kolisini alıp oradan programa yetişirim” düşüncesiyle havaalanına gitti. Fakat yoğun trafik sebebiyle programa geç kaldı. Sofia, dakik olduğundan beş dakika bile beklemeden programa başladı.

Resul nefes nefese radyodan içeri girdiğinde Sofia’nın sesi kulağına geldi. Sofia Resul’ün geciktiğini düşünerek yayına başlamıştı bile. Fakat Sofia’nın sesinde o gün her zamankinden farklı bir hal vardı. Okuduğu metni benimseyen bir edayla, içtenlikle okumaktaydı. Üstelik o gün Tesettür Risalesi’nden ders yapıyordu. Aralarda, ancak inanmış ve tesettürün hakkaniyetini kabul etmiş bir Müslüman’ın yapabileceği açıklamalarda bulunuyordu.

Resul, bu düşüncelerle stüdyonun kapısına vardığında o güne kadar hiç rastlamadığı manzara ile karşdaştı. Bütün radyo çalışanları stüdyonun önüne toplanmış, yayında olan Sofia’yı seyretmeğe çalışıyordu. Resul ne olup bittiğini anlamadan çalışanların, “Çabuk içeri gir, geç kaldın” sözleri ile karşılaştı. Stüdyodan içeri girdiğinde ise gördüğü manzara karşısında şaşkına döndü ve çalışanların neden stüdyonun önünü doldurduklarının sebebini anladı. Evet, Sofia Valentinovna “Tesettür Risalesi” dersini yaparken, bir Müslüman kadın gibi baştan aşağı tam tesettüre bürünmüştü! Resul onu bu halde görünce olduğu yerde dondu. Hatta dili tutuldu ve bir süre ne diyeceğini de bilemedi. Sofia, Resul’ün bu şaşkın halini fark etti, eliyle gelip okumasını işaret etti. Fakat Resul’de ne hareket etmeye ne de okumaya mecal yoktu.

Program sona erdiğinde Resul, bir parça kendisine geldi ve dilinden gayr-i ihtiyari şu cümle döküldü:

– Sofia Hanım, çok değişmişsiniz?

Buna karşı Sofia, Resul’ün şaşkınlığını daha da artıran bir cümle ile cevap verdi:

– Artık Sofia yok Resul, Meryem var!

Resul, kısa zaman önce bu stüdyoda kendisinden işittiği azar ve hakaretleri hatırladı. Demek bir kimse ne kadar koyu bir ateist de olsa, Allah’ın hidayeti eriştikten sonra kısa zamanda bu hale gelebiliyordu. “Tesettür ona ne kadar da yakışmış ve onu nasıl bir masumiyete büründürmüştü” diye düşünürken, Sofia:

– Resul, galiba kelime-i şahadet de getirmek lazım değil mi, dedi. Resul bu sözleri işitince Sofia’nın rol yapmadığını ve gerçekten Müslüman olmaya karar verdiğini anladı. Gözlerinden sevinç gözyaşları akmaya başladı. Sofia:

– Stüdyodan çıkmadan hemen burada kelime-i şehadet getirelim, dedi. Ve ikisi birden gözyaşları içinde, Novgorod şehrinin radyo binasının üçüncü katındaki stüdyoda “Eşhedu en lâ ilahe illallah ve eşhedu erine Muhammeden abduhû ve Resuluhû” dediler.

Çok değil bir ay önce kavga ile başlayan dostluk, kelime-i şahadetle noktalanmıştı. Kalpleri sımsıcak İslam kardeşliği ile birbirine bağlandı. Sonsuza dek sürecek bir iman kardeşliği kuruldu.

Ah o stüdyoda getirilen kelime-i şehadet… Resul’ü, hayatında hiçbir şey Rus şivesiyle getirilen bu kelime-i şehadet kadar etkilememişti. Çünkü onun kısa zamanda bu derece bir değişim geçirebileceğine ihtimal vermemiş ve onun hidayetini hep imkânsız görmüştü. Oysa Sofia Valentinovna bu gerçeğin yeni ve canlı bir şahidi olarak karşısında duruyordu, hakkında düşünüp söylediklerinden dolayı pişmanlık duydu ve Allah’tan istiğfar etti.

Üstad’a Ağlar

Sofia ile başladıkları radyo programları üzerinden yaklaşık on hafta geçmişti. Artık Sofia sadece program yaparak değil, her geçen gün öğrendiklerini hayata geçirerek tam bir mümin ve Müslüman olarak yaşamaya başlamıştı. Lisan-ı haliyle de İslam’ı tebliğ ediyordu. Okuduğu Nur Risaleleri’yle her geçen gün biraz daha olgunlaşıyor ve kalbi yumuşuyordu.

Cuma günleri Resul’ün kaldığı dershaneye gelerek onları dışarı çıkarıyor; içeri girip dershanenin odalarını baştan sona silip süpürüyor ve kendi eliyle kardeşlere yemekler hazırlıyordu.

Risale-i Nur okudukça ve Üstad hakkında yeni şeyler öğrendikçe Sofia’nın şevki daha da artıyordu. Hele Üstad Bediüzzaman’ın yaşadığı çileli hayatın hatıralarını öğrenmeye kalbi dayanamıyor, okudukça gözlerinden yaşlar akıyordu. Hidayetine vesile olan Üstad’a öylesine minnettar olmuştu ki, resmini bile yanından ayırmıyordu. Öyle ki, ne zaman Üstad’ın ismi geçse gözleri yaşla doluyordu.

Bir defasında Resul ile program sonrası söz yine Üstad’dan açıldı. Üstad’ın hayatından konuştular. Rusça basdan Ayetü’l-Kübra’nın sonunda Üstad’ın kısa bir biyografisi vardı. Sofıa Resul’den orayı okumasını istedi. Resul kendisinin daha iyi okuduğunu söyleyerek kitabı Sofia’ya uzattı. Sofia Hanım okumaya başladı. Özellikle, “Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim, karşımda müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? Bu büyük yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler” ifadelerini okurken, Sofıa hıçkırıklara boğulmuş, Resul de onun bu haline dayanamayıp, soluğu yan odada almıştı.

Evet, bir kalbe iman girdiğinde, onu işte böyle eritip, nurlandırıyordu. Bu gerçeğin en çarpıcı örneği Sofia Valentinovna’ydı.

devam edecek…

Buluşma

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 6. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

ARADAN bir müddet geçtikten sonra Dr. Ali İhsan ve arkadaşı söz verdikleri gibi bu Müslüman Rus grubun davetine icabet ettiler. Kısa sohbetin ardından yeni Müslüman Rus’ların soru bombardımanı başladı. Cevaplar ise hep Risale-i Nur’dan oluyordu. Öylesine cevapların cazibesine kapıldılar ki, kendilerini bırakmak istemediler. Dr. Ali İhsan, Risale-i Nur’dan böylesine etkilenen bu insanların, kitap istemeyişlerine şaşırıyordu. Ellerindeki kitabı merak etti:

– Yahu şu sözünü ettiğiniz kitabınızı görebilir miyim, diyerek istedi.

Nikolay birden ayağa kalktı ve kütüphanenin en üst rafında sargılar içinde sakladıkları kitabı indirdi. İtina ile sargılarını açtı ve Ali İhsan’a uzattı. Bu arada hepsinin gözleri Ali İhsan’daydı. Acaba kitaplarını beğenecek miydi? Bu bilge kişinin de kendileri gibi bu kitabı takdir etmesini arzuladılar. Ali İhsan, paylaşmak istemedikleri kitabın, Risale-i Nur’dan Yirmi Üçüncü Söz olduğunu görünce, gayr-i ihtiyari gülmeye başladı. Ruslar:

– Ya siz sadece ismini ve kapağını görünce gülüyorsunuz. Bir de içindekileri okusanız, ne yapardınız, dediler.

Ali İhsan bu defa daha da yüksek sesle güldü. Ve çantasında bulunan Rusça’ya tercüme edilmiş Risaleleri bir bir çıkarmaya başladı. Her birini eline aldıkça:

– Bu ne?
– Tabiat Risalesi…
– Avtor, (yazarı) Bediüzzaman Said Nursî, deyip kenara koydu. Sonra ötekini eline aldı.
– Peki, bu ne?
– Ayetü’l-Kübra
– Avtor, (yazarı) Bediüzzaman Said Nursî. Onu da kenara koydu.
– Bu ne?
– Küçük Sözler…
– Avtor, (yazarı)?
– Bediüzzaman Said Nursî. Sonra kendi kitaplarını eline aldı.
– Bu ne?
– Yirmi Üçüncü Söz
– Peki, Avtor, (yazarı)?
– Bediüzzaman Said Nursî!

Ruslar, almak istemedikleri kitabın da kendilerininkinden olduğunu öğrenince sevinçten uçacak gibi oldular. Meğer bu kitaplar, kendi kitaplarına rakip değil, kardeşmiş.

– Vay demek onlar da bizim kitabımızdan, deyip sevinçle birbirlerine sarıldılar. Hele bunların bir külliyatın parçaları olduğunu öğrenmek, onları eşsiz bir hazineye sahip olmuşçasına sevindirdi.

Yeni Bir Ufuk

Bu tanışma, onlara yepyeni bir ufuk açtı. Kitapların bulunduğu şehirdeki dershanenin adresini aldılar. En kısa zamanda oraya gidebilmenin hayalini kurmaya başladılar.

Ali İhsan ve arkadaşını yolcu eden Müslüman Ruslar, onların bıraktığı kitaplara adeta hücum ettiler. Her biri kitaplardan birini alıp okumaya koyuldu. Okuyan, elindekini diğeri ile değiştirdi. Böylece kitapları kısa zamanda devrettiler. Bu kitaplarda kafalarının içindeki sorulara cevaplar, komünizmin ruhlarına açtığı yaralara devalar buldular.

Ayrıca bu kitaplarda kalplerini okşayan, sebebini bilmedikleri bir sıcaklık vardı. Tekrar tekrar okuyorlar, her okuyuşlarında bu kitapların kendileri için yazıldığı hissine kapılıyorlardı.

O Günden sonra her hafta Cuma namazını kılmak ve dershaneye uğramak için tuttular

Ne Yapabilirim?

ABDÜLKERİM arabasını her zamankinden hızlı sürüp radyoevi parkına bıraktıktan sonra Resul’le birlikte radyoevine doğru hızlı adımlarla yürüdüler. İçeri girer girmez onları sekreter karşıladı ve:

– Sofia Hanım odasında sizi bekliyor, dedi.

Asansörle üçüncü kata çıktıklarında Sofıa Hanım’ın gerçekten odasının önünde kendilerini ayakta beklediğini gördüler. Tıpkı eskisi gibi üzerinde hastalıktan hiçbir eser yoktu. Şaşkındılar:

-Sofia Hanım, iyi misiniz?

– İyiyim, hem de çok iyi!

– Bizi çok şaşırttınız, nasıl oldu bu iş anlatır mısınız? Kendisi önden, onlar arkadan odasına girdiler.

– Oturun, siz gittikten sonra yaşadığım olayları anlatacağım. Sofia masasına geçti, Resul’le Abdülkerim de masanın önündeki koltuklara oturup Sofia’ya kulak verdiler. O anlattıkça hayretten hayrete düştüler. Sofia, son derece neşeli bir ses tonuyla olanları anlattı:

– Çocuklar, siz gittikten sonra çok ağladım. Neden sonra bıraktığınız Hastalar Risalesi’ni elime alıp, okumaya başladım. Okudukça içim açıldı, gönlüm ferahladı, ruhum rahatladı. Sadece ruhum değil, bedenimin de hafiflediğini, hastalığımın da azaldığını hissettim. Kitabı sabaha kadar tam altı kez okudum.

– Altı kez mi?

– Evet, tam altı kez okudum. Her okuyuşumda hastalığımın biraz daha hafiflediğini hissettim. Doktorlar beni kontrole geldiğinde, “Ben artık iyileştim, beni taburcu edin!” dedim.

– Olamaz böyle şey Sofia Hanım, tedavinizi yarıda bırakamayız, böyle bir sorumluluğun altına giremeyiz, dediler.

– O halde beni muayene edin, hastalığım eskisi gibi ise sizin dediğiniz olsun. İyileşmişsem, beni serbest bırakın gideyim, dedim.

Tekrar muayene ettiler, tetkikleri yaptılar. Hastalığımın onda bire düştüğünü söylediler.

– Hayret! Böyle bir şeye ilk defa rastlıyoruz. Gerçekten Sofia Hanım, hastalığınız büyük oranda iyileşmiş, bu kadar kısa zamanda bu nasıl oldu, anlayamadık, dediler.

Bunun üzerine onlara Hastalar Risalesi’ni gösterdim:

İşte, diye bağırdım, Benim hastalığımı iyileştiren budur! Doktorlar şaşkın gözlerle bir bana, bir kitaba baktılar. Buna bir anlam veremediler. Kitabın, bir hastalığı iyileştirdiğine ilk defa şahit oluyorlardı. Ama gerçek ortadaydı. Olmaz denilen şey olmuştu. Bu, Allah’ın, Said Nursî eliyle bana verdiği bir şifa idi. İşte işimin başındayım. Bunu Hastalar Risalesi’ne ve size borçluyum. Şimdi söyleyin bana gerçek dostlarım, sizin için ne yapabilirim?

Abdülkerim ve Resul, sevinçle şaşkınlığı ilk defa bu kadar yoğun yaşıyorlardı.

– Sofia Hanım, biz hiçbir şey istemeyiz, sadece sizin sağlığınızı isteriz, dediler.

Sofia:

– Hayır, sizin için mutlaka bir şeyler yapmalıyım.

– Kendimiz için bir şey istemeyiz. Gayemiz bu kitapları insanlığın hizmetine daha fazla sunabilmektir. Bu konuda bize yardım ederseniz, bizim için en iyi şeyi yapmış olursunuz.

– Tamam, zaten bundan sonra bu kitapların tanıtımıyla ilgili elimden geleni yapacağım. Ama ben, sizin için özel bir şey yapmak istiyorum, dostlarım.

Abdülkerim, Resul’ü göstererek:

– Bak, Sofia Hanım. Bu genç, hayatını bu davaya vakfetti. Bu kitapların yayılması için ta Azerbaycan’dan kalkıp buralara kadar geldi. Kitapların tanıtımı için yapacağınız her şey, aynı zamanda ona ve bize yapılmış bir iyilik olacaktır.

Tamam!

Sofia, davalarını nefislerinden daha üstün tutan bu gençlerin ihlâsından çok etkilendi ve hemen Resul’e dönüp:

– O halde Resul, bu haftadan itibaren radyoda birlikte programa başlıyoruz. Bu kitaplardan on beş dakika sen, on beş dakika ben okuyacağım, tamam mı?

– Tamam, bizim istediğimiz de bu zaten! Sofia Resul’e dönüp:

– Yalnız öyle Azerbaycan şivesiyle okumak yok. Sana gerçek Rusça nasıl okunur onu öğreteceğim, tamam mı?

– Tamam!

Sofia ile başlayan gergin münasebetin, kısa zaman sonra yerini sıcak bir dostluğa terk edeceğini kim tahmin edebilirdi? O ilk karşılaşma sahnesi Resul’un gözü önüne tekrar geldi. Kovularak çıkarıldığı odada şimdi sevgi ve hürmetle karşılanıyordu! “Ey Yüce Rabbim, sen nelere kadirsin! Dilersen zelil, dilersen aziz edersin! Ve sen dilersen dinini bir recül-i facirle (günahkâr bir kişiyle) de güçlendirirsin.

Bunun en çarpıcı örneği Sofia Valentinovna değil mi? Baştan nasıl da küçümsemiş ve nefretle reddetmişti. Ama şimdi mesleğinin ona kazandırdığı bütün maharetiyle ve şöhretiyle onların emrinde, dinin hakikatlerini tebliğ için çırpınıyordu. Bu, Allah’ın nurunu tamamlayacağı vaadinin tecellisinden başka bir şey değildi.

Neden Üzgünsün?

YİNE BİR Cuma günü, Nikolay ve diğer Müslüman Ruslar Petersburg’taki dershaneye vardılar. Dershanede onların sorularını cevaplayabilecek yeni bir Nur talebesi Ruslan Cemalov ile tanıştılar. Güzel bir Risale dersi yapıldı. O gün yine üst üste sorular sorup, yine tatminkâr cevaplar aldılar. Cemalov, sorularının cevaplarını Risaleler’den bulup okudukça, yüzleri güldü. Nikolay, kafasına takılan bir soruyu paylaştı:

Allah’ın birliği ile beraber, bütün kâinatı birden yönetmesi nasıl olur, dedi. Cemalov, henüz Rusça’ya tercüme edilmemiş olan bu bahsi, Türkçe On Altına Söz’den buldu. Okuyup açıklama yapmaya başladı. Maddi cisimlerin ve nuranilerin yansıması, güneşin gökte bir tane olduğu halde, yerdeki bütün şeffaf şeylerde yedi renkli ışığıyla ve ısısıyla bulunmasını anlattı. Nikolay adeta yerinde duramıyordu.

– Müthiş, diye bağırdı.

Dersin ardından sofra kuruldu, bir şeyler yiyip içtikten sonra sıra Ruslar’ı yolcu etmeğe gelmişti. Dershanede kalan Nur talebeleri arabalarına kadar onları yolcu ettiler. Yürürken Nikolay’ın düşünceli hali Cemalov’un dikkatini çekti. Yanına yaklaşıp,

– Hayrola Nikolay! Bir şey mi oldu? Seni düşünceli görüyorum, dedi.

– Evet, Cemalov!

– Hayırdır, söyle bakalım neymiş?

– Düşünüyorum da, sizin medreseniz var, sizinle ders yapacak kişiler var. Gelenlerin sorularına hemen cevap verebilecek insanlar var. Novgorod’da buna daha çok muhtaç olduğumuz halde maalesef böyle bir imkânımız yok. İşte ben buna üzülüyorum. Cemalov kendisine moral vermek için:

– Üzüldüğün şeye bak. Açarsınız bir dershane, biz de gelir gideriz, olur biter.

Bu cevabı alınca Nikolay’ın gözleri parladı:

– Sahi, dershane açsak gelir misiniz, dedi. Bu sorunun arkasında ne saklı olduğunu bilmeden Cemalov cevap verdi:

– Tabii geliriz, ne demek?

– Söz mü?

– Söz…

Nikolay, hemen eliyle Cemalov’un kolunu kavradı:

– Öyleyse haydi, medresemiz hazır, gidiyoruz, dedi.

– Yahu dur, bir dakika, nereye gidiyoruz, demeye kalmadan, kolundan sürüklemeye devam etti.

– Söz verdin, itiraz yok, gidiyoruz, dedi.

Meğer Nikolay, dershaneyi açmış, orada ders yapacak biri olmadığından Cemalov’u götürmeyi kafasına koymuştu. Kendisinden söz almak için de böyle bir plan düşünmüştü. Oysa Cemalov söz verirken, nasıl olsa Rusya’da bir ev tutmak öyle kolay değil, epey zaman alır. O zamana kadar bulundukları yerde hizmet de belli bir seviyeye gelir. Sonra gelir gideriz, diye düşünmüştü. Fakat Nikolay kurnazlık yapmıştı.

– Olur mu, böyle ani kararla gidilir mi? Buradaki ev arkadaşım ne der? hele bir görüşüp konuşalım demeğe kalmadan,

– Bak, dedi. Ve devam etti:

– Biz mafyayız, bizde söz senettir. Başka hiçbir şeye itibar etmeyiz. Söz verdin mi, sözünden dönemezsin. Gelmeyecek olursan, seni kendi yöntemlerimizle getirmesini biliriz!

Cemalov, bir mafya liderinin önceden kullandığı metotlarla iman hizmetinde bulunacağına ihtimal vermiyordu. “Yahu böyle apar topar olur mu?” diye düşünürken, nihayet arkadaşının tasdikini aldı ve bir oldu bitti ile Novgorod’un yolunu tuttular.

Cemalov Nikolay’ın otomobilinde Novgorod’a doğru yol alırken, kaderin hükmüne boyun eğdi ve olacakları merak etmeğe başladı. Bu arada Nikolay kendisine, eski hayatından, ailesinden, arkadaş çevresinden bahsetti.

Müslüman olduktan sonra mafya zamanından kalan bütün servetini haram diye bıraktığını ve hayata yeniden başladığını anlattı. Cemalov, “Keşke hepsini terk etmeyip, bir kısmını hizmette kullansaydın” diyecek oldu. Nikolay:

– Sen onların hangi yollardan kazanıldığını biliyor musun? Bilsen böyle demezdin, diye karşılık verdi. Haram yollarla elde ettiği servetinin hepsini bırakmıştı. Ailesini geçindirmek için de küçük bir manav dükkânı açmıştı.

Dediğin Gibi Olsun…

Novgorod’a vardıklarında yüksek bir binanın yedinci katında gayet güzel, dayalı döşeli bir daireye girdiler. Nikolay:

– Nur dersini akşam namazından sonra yapacağız, dedi. Akşam namazı dediği saat yirmi dörttü. Çünkü Rusya’da ‘Beyaz Geceler‘ sebebiyle geceler çok kısaydı. Akşamdan bir saat sonra yatsı, bir saat sonra da sabah namazı kılınıyordu. Cemalov, biraz da yorgunluğunu ileri sürerek:

– Nikolay şu dersi ikindiden sonraya alsak olmaz mı, dedi.

– Olmaz. Bu derse gelenler, senin bildiğin kimseler değil, onlar ancak o zaman gelebilirler.

Haa bir de söyleyeyim, sen hiçbir şeye karışmayacaksın. Kapıyı açmak, çay yapmak, ikram etmek hep bana ait. Sen sadece yerinde oturup ders yapacaksın, o kadar?

– Kim bunlar Nikolay, nasıl insanlar?

– Gelince görürsün, deyip geçiştirdi. Cemalov:

– Böyle müderris gibi ders okumak hoşuma gitmiyor, hizmeti müşterek yapsak olmaz mı?

– Olmaz, sen sadece ders okuyacaksın!

İçinden “Ne olacak, ne kadar da değişse, adam bir mafya babası degil mi?” diye geçirdi, ama yine de ona uymak zorunda kaldı.

– Peki, dediğin gibi olsun…

devam edecek…

Cuma Namazı

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 5. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

CUMA SABAHI abdestlerini alıp otomobile atladıkları gibi merakla Petersburg’un yolunu tuttular. Heyecanlıydılar. Çünkü ilk defa bütün Müslümanlar’la birlikte namaz kılacaklardı. Yolda, akıllarına takılan soruları Abdülveli’ye sormaya devam ettiler.

Şehre vardıklarında adresi bulmak için hayli vakit kaybettiler. Tam camiye vardıklarında namazın kılınıp cemaatin camiden çıkmakta olduğunu gördüler. Cumaya yetişemediklerini anlayınca üzüldüler. Yetkili biriyle görüşmek istediler. Cemaat kendilerini imama yönlendirdi. İmam, Türkiye’den yeni gelmiş bir gençti. Karşısında heyecanla sorular sorup bir şeyler öğrenmek isteyen Ruslar’ı görünce heyecanlandı, cemaate seslendi:

– İçinizde Rusça bilen yok mu? Gelin şunlara bir şeyler anlatın!

O sırada tevafuk eseri olarak Azerbaycanlı Emin ile yine Türkiye’den gelen Dr. Ali İhsan Bey oradaydılar. İmamın talebi üzerine yaklaşıp onlara muhatap oldular. Yeni Müslümanlar büyük bir merakla sorularını sıraladılar. Biraz ayakta sohbet ettiler; ardından caminin bir köşesine çekildiler. Zira onlar öğrenmeye açtılar. Anlatılanları can kulağı ile dinlediler.

Sohbet çok hoşlarına gitmişti. Zira sorularına mantıklı cevaplar veren kişilerle karşılaşmışlardı. Bu yüzden Emin’le Ali İhsan’ı ısrarla Novgorod’a davet ettiler. Ali İhsan yanında bulunan Rusça Ayetü’l-Kübra’yı kendilerine hediye etmek istedi. Fakat Ruslar, kitabın ismine ve mahiyetine bakmadan:

– Bizim bütün sorularımıza cevap veren bir kitabımız var. Başka kitaba ihtiyacımız yok. Fakat sizin sohbetiniz çok güzel, ne olur gelin, bize anlatın, diye yalvardılar. Aslında sordukları soruların cevapları o kitaplarda vardı. Ama bunu bilemezlerdi. Ali İhsan, bu derece makul düşünen insanlara en iyi hediyenin Risale-i Nur’lar olduğunu düşünerek kitaplardan takdim isteğini tekrarladı. Fakat her defasında aynı cevapla karşılaştılar:

– Bizim kitabımız var. Siz bize sohbete gelin! Buna pek bir anlam veremeseler de daha fazla üstelemediler. Evet, Yirmi Üçüncü Söz gönüllerinde öyle bir taht kurmuştu ki, adeta ona rakip olabilecek bir kitabın varlığına razı olmuyorlardı. O kadar ki, kendilerine verilen kitabın, ismine ve yazarına bile bakmadan, “Bizim kitabımız var!” diyorlardı. Bunun farkına varan Emin ve İhsan da ısrar etmediler, ama davetlerine mutlaka katılacaklarını söyleyerek yanlarından ayrıldılar.

İlginç Manzara

SOFİA VALENTİNOVNA’NIN yattığı üç yüz iki numaralı odanın önüne gelen Abdülkerim ve Resul kapıdan içeri girdiler.

İçeride onları beklenmedik bir manzara bekliyordu. Sofıa Valentinovna yatağı üzerinde oturmuş, başını iki eli arasına alarak derin düşüncelere dalmıştı. Kendinden geçmişçesine hoparlörden gelen sesi dinlemekteydi. Evet, daha üç gün önce stüdyoda kaydederken kendini kaptırdığı Yirminci Mektup’tu bu! Sofİa önce hayal gördüğünü sandı. Hatta bir ara sesin beyninin içinden gelip gelmediğine şüphe etmişti. Başını kaldırıp Abdülkerim’le Resul’ü karşısında görünce, rüyadan uyanır gibi oldu.

Abdülkerim elindeki hediye paketini masanın üzerine bırakırken Resul de cebinden çıkardığı Hastalar Risalesini masaya koydu. Her ikisi birden “Sofia Hanım geçmiş olsun!” dediler! Sofia Valentinovna’nın gözlerinden sel gibi yaşlar aktığını görünce ayrı bir şaşkınlık daha yaşadılar.

Resul gözlerine inanamadı. İçinden, “Mucize olarak taştan suyun akmasına inanırdım, ama bu kadının gözünden yaş geleceğine inanmazdım” diye geçirdi. O soğukkanlı adam Abdülkerim de neye uğradığını şaşırmış bir haldeydi.

Odaya sessizlik hâkimdi. Adeta aralarında sessiz ve sözsüz bir konuşma başlamıştı. Diller lâl kesilirken, kalpten kalbe kurulan gizli bir hat ile çok şeyler ifade edildi.

Neden sonra Sofia, biraz kendine geldi. Bitkin bir ses tonuyla konuşmaya başladı. Dilinden şu cümleler güçlükle döküldü:

– Benim onca dostlarım ve yakınlarım var. İki gündür burada olduğum halde, hiçbiri ziyaretime gelmedi. Fakat siz, en uzak sandığım, hatta düşman bildiğim kişiler, beni ziyarete geldiniz!

Sofia bunları söylerken tekrar hıçkırıklara boğuldu.

Abdülkerim’le Resul de çok etkilenmişlerdi. Konuşacak halleri kalmamıştı. Sessizce oradan ayrıldılar. Öylesine etkilenmişlerdi ki, yol boyunca ağızlarını bıçak açmadı.

Konuşsalar, sanki içine girdikleri o lahutî halin büyüsü bozulacak, sırrı kaybolacaktı…

Gece Boyu

Resul dershaneye vardıktan sonra uzun süre gördüklerinin etki¬sinden kurtulup kendisine gelemedi. Bir türlü hayalini ondan ayıramadı. Düşündü, düşündü. Gece uykusu kaçtı. Aklında, hayalinde hep Sofia vardı. Karşılaştıkları esnada, o soğuk ve haşin kadın geldi gözlerinin önüne… Ardından Kur’an nurunun sıcaklığında eriyip akmış son hali. Bir insan, hele onun gibi katı kalpli biri bu kadar kısa zamanda böyle değişebilir miydi? Bu soruya cevabı kendi iç dünyasında verdi: “Allah’ın hidayeti yetişirse, evet!

Resul’un Sofia hakkındaki kanaatleri tamamen değişmişti. Ona karşı beslediği kırgınlık, küskünlük, yerini şefkat ve acımaya bırakmıştı. Öyle ki, “Neden ona o kadar kırıldım ve düşmanlık ettim?” diye kendini suçlamaya başladı.

Keşke onun yerine nefsimi suçlasaydım. ‘Nefis cümleden edna, vazife cümleden ala’ diyebilseydim. O hakaretlerini nefsime alıp birer ihtar ve ikaz olarak kabul edebilseydim” dedi.

Resul, Sofia’nın kendisine bağırmalarını bile artık başka türlü yorumlamaya başlamıştı.

İlk karşılaştıklarında o bağırmalarıyla adeta kendisine:

– Nerde kaldınız? Neden daha önce bu hakikatleri bana yetiştirmediniz? Neden hayata veda edeceğim zamana kadar geciktiniz, der gibi olduğunu düşündü.

Resul’ün o gece boyunca, yaşadıklarından bu dersleri çıkardı, durdu.

Alo Resul!

Ertesi sabahın ilk vakitlerinde, Resul’ün telefonu çalmaya başladı. Gece boyu gözüne uyku girmediğinden isteksizce telefona uzandı.

-Alo?

– Resul, sen misin?

– Evet buyurun!

– Ben Sofia Valentinovna!

– Ne, Sofia Valentinovna mı?’

– Evet, ta kendisi… Radyoevindeyim, sizi bekliyorum. Abdülkerim’i de getirmeyi unutma!

Resul önce rüya gördüğünü sandı. Sofia’nın sesi hiç de hastalıklı değildi. Oysa akşam sesi çıkmayacak derecede durumu ağırdı. “Bir yanlışlık olmasın” diye düşünerek,

– Sahi, siz Sofia mısınız?

– Evet, Sofia’yım ve radyoevindeyim.

– Akşam hastanedeydiniz, nasıl olur efendim?

– Çabuk gelin, her şeyi size burada anlatacağım!

Resul, telefonu kapattı, rüya görmediğinden emin olmak için odada ileri geri giderek duvarlara dokundu. Uyanık olduğuna kanaat getirince şaşkınlığı daha da arttı. Acaba kendileri çıktıktan sonra ne olmuştu? Ölümcül hasta olan Sofia hastaneden nasıl çıkmıştı? Oysa başhekim durumunun çok ağır olduğunu, en az dört ay daha hastanede kalacağını söylemişti. Ayrıca hastanede güçlükle çıkan sesi, eskisi gibi dinç çıkıyordu. Üstelik sabahın erken saatinde radyoevinden arıyordu! “Bu nasıl iştir?” diye başladığı sorular zinciri Resul’ün zihninde dolanıp durdu. Hemen Abdülkerim’i aradı:

– Alo, Abdülkerim…

– Buyur Resul!

– Az önce Sofia Valentinovna aradı. Bizi radyoevinde bekliyor.

– Ne! Radyoevinde mi?

– Evet radyoevinde!

– Bir yanlışlık olmasın Resul?

– Hayır, bizzat aradı, sesi de çok iyiydi, “Her şeyi orada size anlatacağım” dedi.

Abdülkerim de şaşkındı. Çünkü akşam bıraktıkları kadının sabah hastaneden çıkmasına imkân yoktu. “Bunda bir iş var” deyip, arabasına atladığı gibi dershanenin yolunu tuttu. Resul zaten çoktan hazırlanmış, dış kapının önünde kendisini bekliyordu. Hemen radyoevine doğru hareket ettiler.

– Nedir bu işin aslı sence Abdülkerim?

– Vallahi anlayamadım, kadın ölümcül hasta idi?

– Hem de sesi eskisi gibi, hiç hasta değilmiş gibi çıkıyordu. Bu işte bir iş var! Hele bir gidip bakalım.

devam edecek…