Etiket arşivi: cüneyd suavi

Ramazan Tarifesi

Adamın biri, köyün meydanlık yerinde anîden fenalaşmış. Boylu boyunca serilmiş çamurların içine. Çevredeki insanlar, genç-ihtiyar, kadın-erkek hemen yarışmış ve: “Her hâlde oruç dokundu, tansiyonu düştüğünden bayılmıştır”diyerek, birbirinden değerli yorumlar yapmışlar. Adamcağız güçlükle nefes alıyormuş. Rengi de beyaza dönüştüğünden, acilen bir müdahale gerekiyormuş. Köy sakinleri, bu mübarek Ramazanda sevaba girmek için çok istekliymiş. Zaten köye hiç bir doktor gelmediğinden, ilk yardım konusunda uzmanlarmış.

cukura dusmus adamİlk hamleyi iri-kıyım bir kadın yapmış ve “Yerli Doktorlar” dizisinde gördüğü gibi, ona bir “kalp masajı” uygulamış. Hamur yoğurmaktan iyice güçlenen kolları ve nasırlı elleriyle, adamın böğrünü bir güzel ezmiş ve bu arada birkaç burgu hareketiyle, bir çamaşır gibi sıkmış garibi. Adamın beş kaburgası o an kırılmış, sekizi de çatlamış. Allah’tan ki kadın çok yorulduğu için, bu işten vazgeçerek bir kenara oturmuş. Oturmuş ama, diğer bir kadın itiraz ederek:

“Kız Hatçe!.” demiş. “İşi eksik bıraktın. Biliyorsun o dizide bir hastaya ‘elektroşok’ yapılmıştı. Bu adam başka türlü ayılmaz ki”

Bu teklif çok mantıklı bulununca, evlere kaçak elektrik çekilen kablolardan bir kaçı, adamın dört bir yanına bağlanmış ve beş dakika süreyle “uygulama” yapılmış. Zavallıcık bu sırada, Karadeniz ekibinin folklor oyuncusu gibi titreyip durmuş ama, her nedense bir türlü ayılmamış. O sırada köyün çobanı gelmiş: “Bırakın da bu işi ben halledeyim” diyerek. Kadınlar bir kenara çekilince, çoban yerde yatan adamın suratına, birkaç tane sıkı tokat patlatmış. Çünkü bayılan birini ayıltmak için, bir filmde öyle yapıyorlarmış. Adam buna rağmen ayılmayınca, çoban “b” planını uygulamış ve aynen sığırlara vurduğu türden, bir de tekme yapıştırmış, adamın en hassas bölgelerine.

Daha sonra onu tekrar muayene etmişler. Ayılmaya hiç niyetli görünmüyormuş. Adamın etrafında, pervaneler gibi dolaşırlarken, bu sefer de kasap koşmuş imdatlarına. Çobandan aldığı iple, adamı ayaklarından sıkıca bağlayarak, bir hamlede asmış koca çınara, danaları parçalarken astığı gibi. Esasında bunu boşuna yapmıyormuş. Adamın boğazına bir şey kaçmışsa eğer, böylelikle anında çıkacakmış. Bu ihtimal köylülerin aklına yatmış. Zaten birçok filmde, birbirinden değişik “asma sahneleri” görüyorlarmış.

Biraz sonra demircinin en büyük oğlu gelmiş. Bu sportmen genç, hem son derece güçlü, hem de çok iyi bir TV seyircisiymiş. Nefes borusu tıkanan kişilerin göğsüne basınç uygulanması gerektiğini bir gün önceki filmde seyrettiğinden, ağaçtaki adama, tabi ki özellikle göğüs bölgesine, peş peşe yumruklar indirmeye başlamış, bir kum torbasında çalışan boksör gibi. O da yorulduğunda, yağlı güreş şampiyonu girmiş devreye. Yılların başpehlivanı, adam henüz ağaçtayken ona birkaç tane “elense” çekmiş ve gözüne kestirince, anında “çift dalıp” yere indirmiş. Bunları yaparken bütün gayesi, adamın kan dolaşımını hızlandırmak ve onu bir an önce kendine getirmekmiş. Bu arada teşrif eden Ramazan davulcusu, arkadaşı olan zurnacıyla birlikte, güzel bir “güreş havası” çalmaya başlayınca, başpehlivan acayip şevke gelmiş. Ve “paça kasnak” oyununu uyguladıktan sonra, beş tane de “künde” atmış adama. Son olarak “boyunduruk” da çekmiş ama, rakibi “tuş” durumuna geldiği için, daha fazla ezmeye kıyamamış. Bir “temenna” çakıp kalkmış ayağa, çevredeki halkın alkışlarıyla.

O sırada sokaktan, tekel ürünleri satan bir büfenin sahibi geçiyormuş. Olup biten hiç bir şeyi bilmemesine rağmen, kalabalığı görünce o tarafa yanaşmış. Yerde yatan kişiyi fark edince: “Kardeşler!.” demiş. “Bu adam biraz önce bizim büfedeydi. Eve götürün de kendine gelsin. ‘Ramazanda içki içme, yoksa başın derde girer’ diye söyledim ama, beni dinlemeyip zil-zurna sarhoş oldu. Neyse ki başına kötü bir şey gelmemiş.”

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Geri Alınan Dua

Bir imam ve müezzin, câmilerine getirilen bir cenâzeyi kaldırdıktan sonra, mezarcıyı da yanlarına alarak aynı kabristanda yatan bir evliyâyı ziyaret etmişler. Mezarcı, tam ayrılacakları sırada:

– Muhterem hocam, demiş. Bu fırsat, bir daha ele geçmez. Hazır dua ederken, diğer insanlarda olmayan bir şeyi isteyelim.

İmam, Allah’ın verdiği nimetlerin herkese yettiğini ve daha fazlasına göz dikmenin nankörlük sayılacağını defalarca söylemiş ama boşuna. Sonunda mezarcıyı kıramamış ve hiç kimsenin göremediği şeyleri görecek gözlere sahip olmak için Allah’a niyazda bulunmuşlar. Duaları, icâbet saatine rasgeldiği için kabul edilmiş. Ve bunu ilk farkeden de imam olmuş. İmam efendi, o evliyâya son bir fâtiha okuduktan sonra “âmin” demek için ellerini havaya kaldırdığında bir de ne görsün? Gökyüzünde dolaşan koca bir göl, üzerlerine doğru gelmiyor mu? Rengi bir anda sapsarı kesilen imam, anında kelime-i şahadet getirdikten sonra:

– Hakkınızı helâl edin kardeşler, demiş. Külli nefsin zâikatül mevt. Ölmüşlerimiz birazdan bize kavuşacaklar.

Mezarlığın yanından geçmekte olan köy öğretmeni, imamın bu telaşı üzerine başını yukarı kaldırdığında, hareket hâlindeki bulutları görüp:

– Korktuğun şey, yağmur bulutlarından başka bir şey değil be hocam, demiş. Evet, bir bakıma koca bir göldeki suyu taşırlar ama, onu bir çok yere dağıttıkları için tehlikeli olmazlar.

İmam efendi, o ana kadar hiç kimsenin görmediği şeyleri gören gözlerine mi inansın, yoksa öğretmene mi? Tabi ki hiç aldırmamış denilenlere. İmam, yukarıdaki gölün ne kadar dehşet verici olduğunu anlatıp dururken, beli bir haftadır tutuk olduğu için ancak yere doğru bakabilen müezzin, faltaşı gibi açılan gözlerini topraktan ayırmadan:

– Üstümüzdeki şey göl müdür deniz midir bilmem ama, bir an önce yere aksa iyi olacak hocam, demiş. Bastığımız yerin aşağısında koca bir cehennem var. Belki faydası olur sönmesine. İmam, müezzinin sözü üzerine aşağı baktığında, bu sefer de kıpkırmızı kesilmiş. Erimiş madenlerden oluşan koca bir kazan, ayaklarının altındaki incecik toprak tabakasının altında fokur fokur kaynayıp duruyormuş. Köy öğretmeni, zangır zangır titreyen imamla müezzini sakinleştirmeye çalışarak:

– Dünyanın merkezinde magma tabakası vardır, demiş. Ama ilim gözüyle görülür ancak. Siz maşallah nedense farklısınız. Bu sözlerden de tatmin olmayan imamla müezzin, topraktan biraz olsun uzaklaşabilmek için tırmanacak yüksek bir ağaç ararken, bir korkuluk gibi hareketsiz duran mezarcıyı görüp meraka kapılmışlar. Müezzin, makinalı tüfek gibi takırdayan dişleri arasından zorlukla bir kaç kelime çıkartap:

– Yahu mübârek, demiş. Bir şey görmüyor musun ki, bu kadar tepkisizsin? Mezarcı, derinden inleyerek:

– Keşke öyle olsaydı, demiş. Bu yeni gözlerle, üç gün sonra öleceğimi gördüm. Şimdiye kadar yüzlerce kişiyi mezara koymama rağmen, kendim için böyle birşey düşünmemiştim. Öğretmen, hepsinin deli olduğuna karar verip ayrılmış. Mezarcı ise, gömüleceği yeri de gördüğü için, kendi mezarına fâtihalar okuyup üflüyormuş. İmam, sonunda vaziyete el koyarak:

– Anlaşılan haddimizi çok aştık, demiş. Gelin tekrar dua edelim ki normale dönelim, yoksa ömrümüzün geri kalanını akıl hastanesinde geçiririz.. Biraz önceki evliyâyı şefaatçi yaparak tekrar dua ettiklerinde, icâbet saatinin son saniyelerini yakalayıp eski hâllerine dönmüşler. Ama mezarcı:

– Sizler paçayı kurtardınız, diye ağlayıp duruyormuş. İyi ama ben ne halt yerim şimdi?

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

İskemle İhtilali

 Küçük bir ülkenin insanları sabahleyin radyo ve televizyonlarını açtıklarında, normal programın kesilerek ard arda marşlar çalındığını duyarak meraka kapılmışlar. Biraz sonra ekrana çıkan bir erkek spiker, ayakta dimdik durmuş vaziyette:
–Büyük milletimiz!.. diye konuşmaya başlamış. Sivil bir darbe ile ülke yönetimine el konulmuştur. Bu günden itibaren her türlü iskemle, koltuk ve kanepenin yanısıra yerden yüksek karyolaların kullanılması yasaklanmıştır. Bu yasağı ihlal edenler, acayip şekilde cezalandırılacaktır.
Konuşmayı dinleyenler, bütün ihtilallerde olduğu gibi “kan gövdeyi götürecek” diye endişe ederken, bu tek maddelik bildiri karşısında oldukça ferahlamış ve emirlere her zamanki sessizlikleriyle itaat ederek yasaklanan eşyaları dışarı atmışlar. Fakir fukara da hepsini parçalayıp kışlık odun yapmışlar. İskemle ve koltukları çıkartanlar, evde ne kadar yatak minder varsa hepsini yere indirerek orada oturmaya; geceleri de aynı yerde yatmaya başlamışlar. Ve önceleri biraz sıkıntı çekmelerine rağmen bu işe alışmışlar. Üstelik, kısa bir süre sonra yemek masalarını da kapı dışarı etmişler. Çünkü iskemle ve kanepeler olmayınca, bu yüksek masaların bir işe yaramadığını görmüşler. Fakir halka tekrar gün doğmuş ve masalar da kışlık odunlar arasına katılmış. İnsanlar, yerdeki sedirlerin arasına yaydıkları bir örtü veya yer masası üzerinde yemek yedikten sonra, ortadaki masayı yuvarlayıp kaldırıyor ve daha önce uzun merasimler gerektiren yemek işini şipşak hallediyorlarmış.
Yer minderlerine iyice alışan insanlar, bir müddet sonra yüksek dolap veya sehpalar üzerindeki televizyonlarını seyrederken boyunlarının tutulduğunu farketmiş ve bu zahmetten kurtulmak için onları yere indirip altındaki eşyaları evden atmışlar. Sehpa ve dolapların çıkartılmasıyla birlikte odalar daha da rahatlamış ve “küçücük” denilen evlerin aslında ne kadar geniş olduğu anlaşılmış. Bu arada sokağa atılan yeni eşyalarla, dar gelirli vatandaşların yakacak ihtiyacı da tamamlanmış.
Bir ay kadar sonra herkes: “Allah bu ihtilali yapanlardan razı olsun” demeye başlamış. Çünkü her geçen gün başka bir kolaylık ortaya çıkıyormuş. Yerde oturulduğu için elbise ve pantolonların ütüsü hemen bozulduğundan, TV ekranlarında boy gösteren modacılar:
–Sayın seyirciler!.. diye kırıtıyorlarmış.
Daha önceki yıllarda nasıl ki yırtık kot, dizleri ya da poposu aşındırılmış pantolon ve yamalı elbise modası görülmüşse, şimdi de buruşuk elbise rüzgarı esmektedir. “Buruşmayan kumaşlar ucuzlayıncaya kadar da bu moda geçerli olacaktır.” İnsanlar, duydukları karşısında adeta havalara uçmuş ve haberin bitmesini bile beklemeden evlerindeki bütün ütüleri dışarı fırlatmışlar. Bu sefer de hurdacılar bayram yapmış. Ütülerin atılmasıyla birlikte elektrik faturaları hafiflemiş, hanımların pembe dizileri seyrederken prizde unuttukları ütülerden çıkan yangınlar sona ermiş ve tabi ki ütü masalarının da atılmasıyla birlikte odalar iyiden iyiye ferahlamış. Artık 70-80 metre karelik evler rağbet görüyor ve büyük evlerde yaşamış olan hanımlar, sabah kahvelerini yudumlarken:
Bu evin çilesini boşuna çekmişiz kardeş, gençliğimiz gitti vallahi” diyerek hayıflanıyormuş.
Evlerin küçülmesiyle birlikte ev işlerine yardımcı olan kadınlara ayrılan paralar çocukların harçlıklarına ilave edilirken, sadece “komşularda var” diye alınan lüks eşyalar için harcanan milyonlar da, yine onların dengeli beslenmelerine ayrılmış. Dolayısıyla ikide birde hastalanan çocukların ilaç paraları, kısa bir süre sonra dörtte bire düşerek geçim derdini önemli ölçüde hafifletmiş. Küçük ülkenin bahtiyar insanları, boğazlarını sıkarcasına etraflarını kuşatan eşyaları kullanmaya mahkum olmadıklarını ve eski insanların masallarda kalan mutluluklarının sebebini kavrayarak gerçek hürriyetin ne demek olduğunu öğrenmişler. Ve borçsuz yaşamanın verdiği rahatlıktan mı, yoksa yer yatağı sayesinde düzelen omurgalarından dolayı mıdır bilinmez, her yerde dimdik yürümeye başlamışlar.
Aradan sadece bir yıl geçtikten sonra, insanlar yine marş sesleri ile uyanmışlar. Ve karşılarında yine aynı spikeri görmüşler. Ama adam, bu sefer lüks bir koltukta oturuyor ve:
–Büyük milletimiz!… diyormuş. Geçen yılki darbeciler, yeni bir ihtilalle işbaşından uzaklaştırılmıştır. Bu konuda, başta koltuk ve kanepe üreticileri olmak üzere ülkemizin büyük iş adamlarının desteği alınmış durumdadır. Büyük gazetelerimiz de, yarından itibaren her beş kupona bir iskemle hediyesiyle sizleri ihya edecektir. Ayrıntılı haber “Azzzz sonra” verilecektir.
Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Çocuk Sineması

Sınıf öğretmeni, çocukların uykuları üzerine bir araştırma yapıyordu. Rüya görmenin insan ruhunu ne kadar rahatlattığını ve onlar için ne kadar gerekli olduğunu belirttikten sonra:

— Söyleyin bakalım!. dedi. Bu gece ne gördünüz?

Çocuklar, tek tek el kaldırarak rüyalarını anlatmaya başladılar. O haftaki rüyaların bir çoğu, üç gün önce meydana gelen korkunç tren kazası ile ilgiliydi. Bir de, cinnet geçiren bir emeklinin, karısı ve çocuklarını yol ortasında bıçaklaması ile… Öğretmen, arka sıralarda oturan bir öğrencinin el kaldırmadığını görünce, ona doğru yaklaşıp:

— Hayrola arkadaş!. dedi. Yoksa sen hiç rüya görmüyor musun? Küçük çocuk, yanakları pembeleşirken:

— Elbette görüyorum!. diye gülümsedi. Ama benim rüyalarım çok farklı.

— O zaman, gördüğünü anlat!. dedi öğretmen. Aynı şeyleri görmen gerekmiyor. Küçük çocuk:

— Ben, dedemle birlikte gittiğim balık avını gördüm!. dedi. Köyümüze yakın olan derede idik. Ve koca bir balık tutarak eve götürdük.

Öğretmen, yaptığı çalışmayı, bir sonraki dersinde de sürdürdü. O hafta görülen rüyaların büyük bir çoğunluğunda, petrol zengini bir ülkenin bombalanması sırasında ölen yüzlerce çocuk vardı. Diğer rüyalar ise, meşhur bir şarkıcının ayağından vurulması ve iş adamlarından birinin kaçırılması ile ilgiliydi. Öğretmen, arka sıradaki öğrencinin bu sefer de el kaldırmadığını görerek yanına gitti ve ona ne rüya gördüğünü sordu. Küçük çocuk, dışarıdaki karlı dağlara bakıp:

— Geçen hafta bir çok kuzumuz doğdu, dedi. Rüyamda onları, dağın yamacındaki pınara götürmüştüm. Bu arada çiçeklerle konuşup, gökyüzündeki kuşlarla yarıştım. Onlar gibi uçuyordum havada.

Öğretmen, araştırmasını biraz derinleştirdiğinde, çocuğun diğer kardeşlerinin de aynı türde rüyalar gördüğünü öğrendi. Hatta dedesi bile, onlar gibiydi. Sonunda merak edip:

— Hep bu türden rüyaları görmeniz çok harika!. dedi. Sanki birer film gibi her biri. Yoksa bunun için bir formül mü var? Küçük çocuk:

— Bilmiyorum öğretmenim!. diye gülümsedi. Televizyon alamayacak kadar fakir olduğumuz için, Allah bize bu filmleri gösteriyor olmalı.

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Ortak Noktalar

Zengin sanayici, ihracat bağlantısı için gittiği bir Uzak Doğu ülkesinin en lüks lokantasında yemek yerken, kulağına çarpan sesle irkildi. Biraz ilerde oturan şişman bir adam, yarım yamalak İngilizcesi ile şef garsona yaptığı siparişten sonra, Türkçe bir şeyler söyleyip gülmüştü. Hemen yerinden fırlayıp onun yanına gitti ve büyük bir heyecanla:

— Afiyet olsun!. dedi. Yanılmıyorsam Türksünüz değil mi?

Şişman adam da oldukça şaşkındı. İnsanın kendi dininden olan, kendi dilini konuşan ve aynı değerleri paylaşan birine rastlaması, gerçekten de çok harika bir şeydi. Büyük bir sevinç içinde kucaklaştıktan sonra sanayicinin masasına geçtiler ve yeni siparişin de oraya gelmesini söyleyerek sohbete başladılar. Şişman adam, bir benzin istasyonu işlettiği için, petrol firmaları tarafından tatile gönderilmişti. Gördüğü yerleri tek tek anlatıp:

— Türkiye’de üç beş şehir gezmiştim!. dedi. Burasını adım adım dolaştım. Ve doğrusunu istersen, bu insanları bizimkilerden sıcak buldum.

Sanayici de aynı görüşteydi. Arkadaşının tombul yanaklarından sıkı bir makas alıp:

— Tepeden tırnağa haklısın!. dedi. Türkiye gerçekten de az gelişmiş. Oturup da konuşacak bir insan bulamazsın. Bu yüzden tek bir arkadaşım bile yok. Ne çevremde, ne de apartmanda. Kısmet onu buralarda bulmakmış.

Şişman adam, sanki içini okuyan yeni arkadaşına bir anda ısınmış ve kaderin bu cilvesine hayran olmuştu. Hayat boyu hasret duyduğu bir arkadaş, dünyanın diğer ucunda karşısına çıkmıştı. Üstelik aynı şehirde yaşıyorlardı. Şişman adam, bu durumu öğrendiğinde:

— Bu apaçık bir mucize!. diye bağırdı. Allah bizi ayırmak istemiyor!.

Ortak noktaları bu kadar da değildi. Her ikisi de, kalabalık şehirleri sevmedikleri için İstanbul’dan ayrılmış ve denize yakın bir yere yerleşmek istemişti. Yaşları da tam tamına aynıydı. Şişman adam, arkadaşının telefonlarını cep telefonuna kaydettikten sonra, adresini bir kağıda yazıp uzattı. Ve ülkeye döner dönmez görüşmek istediği için, onun da adresini almak istedi. Sanayici, şişman adamın verdiği kağıda bir göz attıktan sonra, başını uzun uzun kaşıyarak:

— Fazla uzak sayılmayız her halde!. dedi. Aynı apartmanda en üst kattayım.

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi