Etiket arşivi: dava

Neden idealist insanlar az çıkıyor?

Neden idealist insanlar az çıkıyor?

Sosyoloji, insanı düşünme ve konuşma kabiliyetine sahip sosyal bir varlık olarak tanımlar. O halde sosyal hayata muhalefet eden ve sosyal hayattan tecride giren kimseler sosyolojik tabirden ihraç gayretine giren kimselerdir.

Meslek-i Nuriye cihetinden bakacak olursak, içtimai/sosyal hayatın her sahasında insan ve insani ilişkiler söz konusu olacaktır. Ehl-i imanın elinde küfre, fıska çeşit çeşit sapık düşüncelere karşı bir mitralyöz olarak ihsan edilen Risale-i Nur Külliyatı ile kendimizi teçhiz etmek bir zaruret halindedir. Çünkü muhteviyatı itibariyle bu mitralyöz her adüvvü alt edebilir. Lakin istimal etmeyi bilirsek. Yoksa elimizde ne olursa olsun hamallıktan öteye geçemez. Bizler de iddia ettiğimiz nur talebeliği sıfatına liyakat kesbetmek gayretinde olmazsak kuru bir söylemden ibarettir.

Meslek-i Nuriye başta olmak üzere ve tüm fikir akımlarının temelinde düşünceleri anlatmak yani tebliğ metodu vardır. Bu ilk insan ve peygamber ile başlamış olup ilk tebliğ meleklere eşyanın ismi ile olmuştur. Felsefenin ortaya çıktığı zamanda da böyle olmuştur. Ve meşaai (gezici, gezerek fikirlerini anlatan) filozoflar kavramı çıkmıştır. Nitekim bu bir gerçektir ki, kendisini ve davasını anlatan kimse muvaffak olur. Davasını ve düşüncesini anlatmayan kimse ise o dava ve düşüncenin hamalıdır. Ne atabiliyor ne işine yarıyor. Sadece ceremesini çekiyor.

Mitralyöz-ü nuriyede tebliğ metodu ve terk edilmemesi ve muvaffak olmak için temel şartlardan sayılan bir esas olduğuna dair birkaç misal. “Evet talebe, profesör, meb’us, kim olursa olsun, mes’uliyet dairesi olanlar, muhitini tenvir ile mükelleftir. Bir vilayet, hattâ bir memleketin saadet ve selâmeti, tenvir ve irşadı ile mükellef olanlar, elbette çok daha ziyade müteyakkız davranmak mecburiyetindedirler.” (1)

“Mustafa Oruç çok tali’lidir ki, kendi sisteminde ve ruhunda ve ciddiyetinde, az bir zamanda sizleri buldu. Bir iken on Mustafa oldu.” (2)

“Nur kahramanlarından Re’fet kardeşimiz, kendi sisteminde gayet ehemmiyetli Abdül’ehad namında bir büyük hocayı, Risale-i Nur’a tam bağlı bir kardeşi İstanbul’da bulmuş. Cenab-ı Hak ikisini de daima muvaffak eylesin, âmîn!” (3)

Ahir zaman müezzin-i azamı olan Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi, bilhassa cemiyetin içinde ve her kademesinde Nur Talebesinin bulunmasını istiyor ki, “talebe, profesör, meb’us kim olursa olsun..” tabirini kullanarak bu meseleyi nazara veriyor. Çünkü bir Nur Talebesi, Risale-i Nur’un verdiği şuur ve tahkiki iman ile cemiyetin olumsuzluklarının etkisinde kalmadığı gibi okuduklarının verdiği hizmet şuuru ile başkalarına da el atmaya gayret edecektir. Zaten bu hamiyet sayesiyle o insan bu diğergamlık sebebiyle bir dâvâ adamı, bir idealist olur.

Zaten idealist olmayan bir insan hangi hizmet metodunu benimserse benimsesin cemiyetin hangi kademesinde olursa olsun ayakta kalmaya muvaffak olamaz ve sair insanları da kurtarmaya vesile olamaz, erir gider. Zaten seküler dünya tarzı idealist insan üretmeye en büyük bir manidir. Bu sebeple içtimai hayatın zaruretini alıp gayr-ı zaruri olan şeylerden uzak kalındığı nispette muvaffakiyet, başarı ve saadet hasıl olmaktadır.

Bazılarının, “Bu cemiyet çok bozuk, bu insanlar çok fena. Allah bunların şerrinden korusun, aman bunlardan uzak kalalım. Daha çok kendimizi kurtarmaya uğraşalım” şeklinde bütün bütün dünyadan uzak kalmak ve tebliğ metodunu terk etmek gayretine, yoluna düşüyorlar. Biz onların o mesleklerine bir şey demiyoruz ama Üstadımızın hizmet anlayışı böyle değil, ölçüsü de böyle değil. Yani, onun verdiği ölçüde, “Günü kurtaran kaptan!” anlayışının yeri yok. Aksine bu ölçüde, “Karşıda yangın ve fırtınaya tutulmuş görünen gemileri de kurtarmak” var. Çünkü içtimai hayatın gereği budur. Sosyolojik olarak da bu gereklidir. Çünkü, “İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor.” (4) Bu diğergamlık ile insanlaşıyoruz.

O halde beşeriyetin halası ancak tebliğ metoduyla mümkündür. Küllün saadeti ve ferahına ve manevi zenginliğine de bu vesile ile vasıl olabiliriz. Aksi takdirde cüz’ün salahı ve ferahı, küllün dalaletine ve buhranına sebeptir. Bu buhran ise, manevi havayı telvis ederek umuma sıkıntının sirayet etmesine sebep olmaktadır. Ben kendi köşeme çekilip okuyup anlayım terakki edeyim düşüncesi de tebliğ metoduna ters olan bir anlayıştır. Tebliğ etmeyen kimseler de şirk-i hafi tabir edilen enaniyetin kavi olduğu da anlaşılmaktadır. “Bahtiyar odur ki; kevser-i Kur’anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.” (5) Enaniyet insanı tebliğden uzak tutmaktadır.

Ahir zaman müezzin-i azamına talebelik iddia edenleri, müezzin tebliğe davet ediyor.

“Karşımda müdhiş bir yangın var.. alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müdhiş yangın karşısında bu küçük hâdise, bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler… ” (6)

“En bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.” (7)

Selam ve Duayla

Muhammed Numan ÖZEL

Haşiye – Dipnot:

1-Tarihçe-i Hayat ( 29 )
2-Emirdağ Lahikası-1 ( 203 )
3-Emirdağ Lahikası-1 ( 252 )
4-Lem’alar (116 )
5-Lem’alar ( 166 )
6-Tarihçe-i Hayat ( 13 )
7-Mektubat ( 71 )

Kaynak: RisaleHaber 

 

www.NurNet.org

Prensiplerimizden Vazgeçmemeliyiz!

Prensiplerimizden Vazgeçmemeliyiz!

“Bu âhirzaman fitnesinde, açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalalet, bîçare aç ehl-i imanı derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup, ya ikinci, üçüncü derecede bırakmağa çalışacak..”[1]

Ahir zamanda olduğumuz alenidir. Hatta neredeyse alamet-i ekber kaldı sadece. Yani güneşin batıdan çıkması kaldı. Bunun garbdan tulu’ meselesi ise İslamiyet garbda inkişaf etmesidir. Diğeri de zahir manadır.

Ahir zaman denmesinin sebebi ise; eski zamanlarda bir insanın ömrünce işlediği günahları ve haramları bugün bir insan rahatlıkla işleyebilecek bir potansiyele sahip olması ve eskide dünyanın genelinde işlenen günah ve zulümlerin bugün bir mahallede işlenebilir bir hale gelmiş olmasındandır.

Aslında dünya veya zaman kötü değil. Zaman içinde insanlar nefs-i emaresini havalandırıp adeta             “fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi”[2] gelmiş olması neticesinde hevalarını ilahlaştırıp onlara secde eder derekeye inmiş olmasından tezahür etmiştir. Nefsi-i emmarenin de maddi olarak tatminsiz olması neticesinde hayat süresi insanlar için bir yarış atı gibi koşturmak ve mücahede etmek gibi bir şey olmuştur.

            Dünyayı taabbudi bir mertebeye getirmek ise “lâkaydlık perdesi”[3]ni insanlar üzerine bir battaniye gibi sermiş ve bu uyuşukluk da gafleti ve ülfeti netice vermiştir. Okunanlar sadece okunan metinde kalıyor. Yani okunan başka tatbikat başka oluyor.

Sekülerizm; toplumda ahiretten ve diğer dini ruhani meselelerden ziyade dünya hayatına odaklanılması yönündeki hareket olarak tarif edilmektedir. Müslümanlar materyalizmle 19.yy. karşılaştılar ve koca devletler materyalizmin şövalyesi oldular. Rusya ve Çin gibi.. Hatta Türkiye de bir ara meyletti materyalizme.

Materyalizm fikri olarak çökmesine ve şövalyelerinin yok olmasına karşın insanlık fikrî olarak menfaat üzerine endeksli bir hayata teveccüh ettiler. Ve sekülerizmin ellerinde birer kukla olarak kendilerini buldular. Her yapılan şeyde menfaat ve fayda gözetleyip hayat kar ve zarar dengesi üzerine konuldu. Müslümanların şuurlu davranmayanları ise adeta lâ dini yani dinsizcesine bir lâkaydlıkla hayatı bütün “dehşetli vicdan azablarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu..”[4] bilmesine rağmen gaflet  hayatı “batn ve fercin hizmetine..”[5] münhasır zannederek hayvancasına, dinsizcesine bir derekeye indirdi. “Deccal’ın yalancı Cennet’i ise, medeniyetin cazibedar lehviyatı ve fantaziyeleridir.”[6] sözünün insanlık kuvve-i şeheviye ve gazabiyesiyle imza attı. Bir ürünün reklamında en küçük şeyin teşhirinde bile teşhir malzemesi olarak gelincik çiçeklerimiz olan taife-i nisa kullanılır hale geldi. Hal böyle olup kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise ifrata girip insanların istikameti batın ve ferç oldu. “mütemadiyen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu fâni hayata celb ede ede..[7]ehl-i ahiret olan insanlarda da var olan nefsin sesini dinlemeye sevketmiştir. “Şu asırda ehl-i dalalet eneye binmiş, dalalet vâdilerinde koşuyor.[8] Binaenaleyh ehl-i hak ve ehl-i sünnet vel cemaat olan insanlar ehl-i dalaletin kamyonlarla dalalete sevkiyatından her vesileyle uzak durmak gayreti içerisinde olmalıdır. En azından gayret etmelidir. Bu sebeple de salih veya müttaki olarak bildiği insanlarla daha fazla zaman geçirmelidir ki “zaîf şeyler içtima’ ettikçe kuvvetleşir. İncecik ipler topak yapılsa, kuvvetli halat olur. Kuvvetli halatlar topak yapılsa, kimse koparamaz.[9] bu misal hayatında tezahür etsin.

 Hayatında gayesi Hakaik-i imaniye ve Kur’aniye olanların hayatlarında “Hakaik-i imaniye, her şeyden evvel bu zamanda en birinci maksad olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzât olmak lâzım..”[10] iken gaflet ve ülfet battaniyesinin insanı hantallaştırmasıyla bu dava meselesi ötelendi ve hizmet zeminleri garip bir hal aldı. Yeni insanlar kazanmak şöyle dursun var olan mevcud kaybolmaya ve bu hadise umursanmamaya başladı.

            Medreseler mülk olması gibi bir mana tezahür etti. Lüks medreseler ve ortamlar var ama bu lükslük içinde ihlas yetmez veya görünmez oldu. Devasa medreseler oldu ama bazı mefhumlar kaybolmaya, içi boşalmaya başladı.  “اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ âyeti ile اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا âyeti gibi insanlardan istiğna hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir eder. Ve ilim ve dini neşre çalışan insanlar, mümkün olduğu kadar istiğna ve kanaatla hareket etmezse; hem ehl-i dalaletin ittihamına hedef olur, hem izzet-i ilmiyeyi muhafaza edemez. Hem salahat ve neşr-i din gibi umûr-u uhreviyeye mukabil hediyeleri almak, âhiret meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.”[11] Hizmetin temel prensipleri göz ardı edinmeye ve bazı şeyler perdelenmeye başladı.

Sekülerizm dediğimiz melanet ne bulursan at yarım saat kaynat mantalitesiyle her yerde karma bir şey meydana getirdi. Karma bir kültür oluştu. Komünizmin halkların kardeşliği ve sloganının kültürel manada zeminini ihzar etti.

Her yerde aynı manaya gelecek şekilde bir kültür ve kavram yozlaşması tezahür etti.

Bunun neticesinde mefhumlarımız, ideallerimizden ve prensiplerimizden taviz verir bir hale geldik.

Derdimiz davamız olacakken medeniyet-i fantaziyeler almaya başladı. Samimi dostluklar menfaat işlemine döndü.

Samimi bir tevbe ile davamıza mesleğimize dönüp canla başla hizmet etmeliyiz Kur’an tilmizi olmak yolunda. Tebliğ kulak ardı edinmek yerine ön plana gelmeli. Merhum Said Özdemir ağabeyim “bir yere giderken hizmet niyetiyle git ki güzel bir niyetle ibadet hükmünü alsın.” Sözü nazarlara alınmalı.

Ahir zamanda açlık hükmedecek hadisini açgözlülük olarak da görsek zannederim hata etmiş olmalıyız.

Karnı aç olanı doyurmak kolay ama gözü aç olanı doyurmak namümkündür.

Hizmetlerde de manaya hizmet etmeli maevi açlığı gidermeliyiz. Yoksa aç gözlülükle mal mülk ticaret sevdası bir yere kök salarsa orada dava mefhumu kaybolmaya dünya sevgisi köklenme başlamıştır.

Ne mutlu o adama ki medeniyet-i fantaziyeye esir olmaz.

Bedbahtır o adam ki hakkı hak bilir ama imtisal etmez.

Rabbim meslek-i hademe-i Kur’aniyede ayaklarımızı sabit etsin.

“Dostlarla uzun konuşmak hem tatlı, hem makbul olduğundan; şu kısa mes’elede uzun konuştum, belki de israf ettim.[12]

 

            Selam  ve Duayla

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Kastamonu Lahikası ( 140 )

[2] Kastamonu Lahikası ( 111 )

[3] Kastamonu Lahikası ( 111 )

[4] Sözler ( 154 )

[5] Sözler ( 126 )

[6] Mektubat ( 58 )

[7] Tarihçe-i Hayat ( 293 )

[8] Mektubat ( 425 )

[9] Mektubat ( 119 )

[10] Kastamonu Lahikası ( 117 )

[11] Mektubat ( 484 )

[12] Mektubat ( 350 )

Dördüncü Mesele’deki Dâvâ

Risale-i Nur tahlillerinde telif sebebi ve hadisesi önemli olurken zaman, zemin ve makama da dikkat etmek gerekir.

Her bir kelime ve kavramı muazzam itina ile kullanan Bediüzzaman, o günün güncelindeki kelime, konu, kamuoyu ve meşguliyetlerden de uzak kalmamıştır. Bahsettiği imanî meseleleri ders verirken muhatabın anlayacağı dilden, kullandığı kelimeden yani hayatın içinden misaller getirir, kelime ve kavramlar kullanır. Bunların da her türlü mana ve makamına dikkat eder. İşte “dâvâ” kelimesi de bunlardan bir tanesidir.

Denizli Hapsinin bir hatırası olan Meyve Risalesi’ndeki Dördüncü Mesele’de geçen “dâvâ” ifadesi çok rikkatli çağrışımlar yaptırır, her okuyuşumda.

Denizli Mahkeme ve Hapishane dönemi, Eskişehir mahkeme safhasından daha farklılık arz eder. Bu defa ülke genelinden toplarlar Nur talebelerini. Sapı ehl-i iman olan bir baltanın şikâyeti ile harekete geçen ikbal hırslı savcının girişimlerindeki zamanlama çok mânidardır. Her ikisinin de “dâvâ”sı farklı idi. Kastamonu’dan Barla’ya varıncaya kadar nerede bir Nur Talebesi varsa hepsini toplayarak azılı katillerin olduğu soğuk ve büyük koğuşlarda iç içe dâvâları sıraladılar.

Güz mevsiminin son zamanları ki yaklaşan kış, Anadolu’da çok çetin geçer. Anlaşılan, Denizli Hapishanesinin koğuşlarındaki Nur Talebelerinin bu kış aylarında imtihanları da çok zor geçecek. Tarlada kalan mahsullerin ambara, yayladaki hayvanların ahıra alınmasına fırsat bile verilmedi.          

Gariban insanların sıkıntısı içeride de devam eder. Mahkemede beraat ettirecek bir dâvâ vekili lazımdı onlara. Dışarıdaki iş, evdeki eş kendilerini beklerken Üstad ise dâvâyı uzatıyor, müdafaa hakkını sonuna kadar kullanmak istiyor ki dâvâ duyulsun. Mahkemede İman kalesi Ayet-ül Kübra’yı dâvâsına bir delil olarak savunan Bediüzzaman, hemen tahliye istemeyip meşgul oldukları dâvânın ülke gündemini işgal ederek yer almasını istemekte. Böylece Ülke, bütünüyle Risale-i Nur’dan haberdar olacaktı. Dâvâ umumi olarak yankı bulacaktı. Dâvâ vekili Risale-i Nur’a dikkat çekilecekti.

Kur’an hattını okuyamayan gençlerin Osmanlıca yazılı olan Risaleleri okuyamaması Üstadın ayrı dertli bir dâvâsı idi, mânâ âleminde. Nihayet Latin harfle basımı ruhsatını alır almaz Talebelerine yazılması talimatını verir. Ancak Kur’an hattına sadakatle devam etmek isteyen ağabeyler ile Üstadın talimatına uymak isteyen ağabeyleri de ayrı bir dâvâ beklemekte idi. Burada Risale-i Nur’un umuma ulaşması dâvâsı ehemmiyet kazandığından ilk olarak Ayet-ül Kübra’nın yeni harfle basımı yapılır ve gençler dâvâ ile tanışır. Onlar da bu vesile ile anlar ki kabre imanla girme dâvâsı gerçekten çok önemli imiş. Bir an önce tahliye olmayı bekleyen içerideki büyükleri için de dâvâ çok önemli idi. Hem dışarıdakilerin ve hem de içeridekilerin dâvâsında beraat ettirecek kuvvetli bir vekil gerekli idi.

Evet, fevkalâde sıkıntıda olan hapishanedeki Nur Talebelerini savunacak bir dâvâ vekili lazımdır. Kabre imanla girip girememe imtihanı karşısında da çok kuvvetli bir dâvâ vekili lazımdır. Üstada sadakatle her talimatını harfiyen ve itinayla yerine getirene de istikametli bir dâvâ vekili gereklidir.

İşte Üstad bu eserinde dâvâ kelimesini vekil kavramını öyle yerinde ve zamanında kullanmış ki herkese ilaç olmuş. Hem o zamandaki Talebelerine ve hem de istikbaldekilerine.

Mehmet Çetin

Hiçbir Müfsid(Bozguncu) “Ben Müfsidim” Demez!

Ferdleri ve cemaatleri değerlendirirken objektif olmaya, fayda ve zararın nereden gelip gelmediğine dikkat etmelidir. Zira herhangi bir isim ve ünvanla ortaya çıkanların hakiki durumlarını araştırmak ve gerçek zihniyetlerini bilmek, temkinli ve tedbirli olma noktasında lüzumludur. Tarihin kaydettiği acı hakikatlerden ders alınmalıdır. Yakın tarihimiz acı ibret sahneleriyle doludur. Kasıtlı ve art niyetli insanların vatan ve milletimize getirdikleri zararlar malumunuzdur. Bu zararlı ve menfi insanlar dışında, tarih, niyeti halis olmakla beraber, kendilerine teveccüh eden cemaatları da peşlerine takarak büyük hatalar işleyen, hatta telafisi mümkün olmayan zararlara vesile olan pek çok insanları da kaydeder. Bunların misalleri çoktur. Meselâ: 1919 yılında, dindar bir kısım insanlar, İngiliz Muhibleri Cemiyetini İstanbul’da kurarak yabancı parmağına alet oldular.

Yine Mısırlı Said Molla’nın riyasetinde Edirne’de bir camide Müslümanların aleyhine olarak Yunan Başvekili Venizelos’un muzafferiyeti için, kafirler lehine dua edildi. Cemaate “Amin, Allah-umme Amin” dedirtildi.

Pirincin içinde ayrılması zor ve seçilmesi en müşkil taş, pirincin renk ve denginde olan taştır. Millet olarak en büyük ihtiyacımız idrak ve basirete sahip olmaktır.

Nitekim bu hakikatı Bediüzzaman veciz olarak şöyle dile getirmektedir:

Hiç bir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i hakdan görünür. Batılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız, bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız bana reddediniz gönderiniz.” [1]

İnsan ve cemaatleri değerlendirmede objektif bir ölçü olarak Bediüzzaman “Delil ve akibete bakınız” düsturunu nazara vermektedir.

Fikirlerin arkasında zarar ve ihtilaf mı, yoksa maslahat ve  fayda mı var?

Tarih, davasının müdafaasına başladığı anlardaki tutum ve davranışı ile davasının neticelendiği zamanki tutum ve davranışları tamamen zıt olan pek çok insanları  kaydeder. İşte Lavrens… İşte sahte Derviş Wamberi..

Bir İngiliz casusu olan Lavrens, Arapçayı birçok lehçesi ile biliyordu. Şeyh ünvanı ile her türlü ibadeti yaparak, Müslümanların başına neler getirdiği bir ibret levhası olarak ortadadır. İslâm’ın iki bahadır kardeşi olan Araplar ile Osmanlıların arasını açan bu sahte derviş değil mi?

İşte Wamberi! Aslında İngiliz casusu olan Wamberi, derviş kıyafetiyle Türkistan’da dolaşarak Müslüman halkı ifsad etmek için uğraşmadı mı?

İşte Mısır!..İhvân-ı Müslimin cemiyetinin destek ve himayesiyle yükselen ve Müslümanları basamak yaparak Mısır’ı ırkçılığa dayanan bir sosyalizme götüren Nâsır.!

Büyük mücadele veren ve nihayet Ruslar tarafından esir alındıktan sonra, Devrin Osmanlı Padişahı Abdülhamid’in kefaletiyle serbest bırakılıp Hacca gitmek üzere cemaatine veda etmekte olan Kafkas Kartalı yılmaz mücahid İmam-ı Şamil ayrılırken cemaatine şu ibretli sözleri söylüyordu:

“Bizi mağlup eden Çar değil, içimizdeki Çar tabancalarıdır. Vasiyet ediyorum, cihadınızdan vazgeçmeyin. İçimizdeki Çar tabancalarına dikkat ediniz. İçinizdeki Çar tabancalarını yaşatmayınız ve eğer muvaffak olursanız bu toprakları Osmanlılara teslim ediniz.”

Bu sözler sanki bu gün bize söylenmiş gibidir. Biz de içimizde dış güçler namına hareket eden din düşmanlarına dikkat edip onların desiselerine karşı çok uyanık olmalıyız.

Allah vatanımızı ve milletimizi bunların hilelerinden muhafaza buyursun! Amin.

Mehmed Kırkıncı – 6/7/2010

[1] Münâzarât

Bediüzzaman, Düşüncesi ve Aksiyonuyla Evrenseldir

Metin Karabaşoğlu’nun “Gelenekle Gelecek Arasında Bediüzzaman” adlı kitabında Doç. Dr. Ahmet YILDIZ ile yaptığı söyleşiden bir bölümü aktarıyoruz;
Bediüzzaman, düşüncesi ve aksiyonuyla evrenseldir
Bediüzzaman Said Nursi 1960 yılında vefat etti. Vefatının üzerinden yarım asır geçti. Genelde insanlık tarihinde tecrübe ettiğimiz tablo şu. İnsanlar hayattayken daha güçlü, daha etkili oluyorlar ve zamanın aşındırıcılığı bir bakıma onların ortaya koyduğu eserlere de etki ediyor. Buna karşılık bazı isimler zamanın aşındırıcılığına direnen ve zamanın değişmesine karşılık değeri gittikçe parlayan eserler sunuyorlar. Bediüzzaman açısından da gördüğümüz tablo bu.
1960 yılında Bediüzzaman vefat ettiğinde onu okuyan insan ne kadardı, ne kadar etki uyandırıyordu, bugün ne kadar etki ediyor diye baktığımızda, kendisine bir mezar bile çok görülen, yaşadığı ülkenin muktedirleri tarafından izleri silinmeye çalışılan Bediüzzaman’ın küresel bir figür olarak, dünyanın her yerinde etki ettiğini ve yayıldığını görüyoruz. Onun bu durumunu siz nasıl açıklıyorsunuz?
Bediüzzaman nasıl bir davanın öncülüğünü yaptığı, neleri gerçekleştirdiği, zaman içerisinde onun meyvelerinin belirginleşmesi ve görünür hale gelmesiyle aslında anlaşılır hale geldi. Dolayısıyla, yaşadığı dönemde belki İslam’ın ayakta kalan tek toplumsal yüzünü temsil ediyordu.
Zaman içinde ortaya koyduğu düşünce ve aksiyonun küresel çapta ele alınması, değerlendirmeye başlanması ve taşıyıcıların dünyanın her tarafına bu düşünceyi yayma ve sunma çabası içerisine girmesi, Bediüzzaman’ın temsil ettiği hem düşüncenin hem de aksiyonun evrensel bir dava olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla Türkiye’de Kemalizm’in temsil ettiği küresel bir rejime karşı İslam’ın üzerindeki tozları silkeleyen ve onu yeniden dirilten, yenileyen, modern çağın meydan okumasına karşı yeni bir meydan okumayla, cevaplar sistemiyle ortaya çıkan düşünce ve aksiyon hareketi bu.
Bediüzzaman’ın bu düşünce ve aksiyonun kalıcılaşması, onun yaptığı yada onu vesile kılan stratejik tercihin isabetini ortaya koyuyor. Bu açıdan mevcut rejimlerle yada yaşanılan dönemle ilişkili olmayan, ondan bağımsızlaşarak ortaya konan tutumun büyük önemi olduğunu görüyoruz.
1943 yılının şartlarında Denizli hapisanesinde “ Merak etmeyin, bu nurlar parlayacaktır” demek, çağının karanlığını aşarak geleceği görebilmeyi gerektirir. Bu sadece bir ümit ve hüsn-ü kuruntu değildir. Bu, Hamdullah Suphi’nin deyimiyle “Gün içinde değil, yüzyıl içinde düşünebilmek”tir. Bu kuşatıcılık da Bediüzzaman gibi nadir insanlarda tecelli eden, ortaya çıkan bir durumdur.
Dolayısıyla, Bediüzzaman’ın hem düşünce, hem aksiyon olarak taşıyıcılığını yaptığı dava, küresel çapta evrensel bir davadır. Onun nasıl bir nitelik taşıdığı, modern çağda neleri çözmeye aday olduğu, insanların yüz yüze olduğu problemlere getirdiği yaklaşımlar, bugün giderek daha iyi anlaşılıyor. Sadece Türkiye üzerinde ve sadece Müslümanlara has olmayan, insanlık çapında temel problemlere sunduğu yaklaşımlara, aslında bütün insanlığın ihtiyacını da ortaya koyuyor.
Gelenek ve Gelecek Arasında Bediüzzaman
Söyleşi: Metin Karabaşoğlu
06.02.2013
Risale Ajans