Etiket arşivi: demokrasi

Bediüzzaman’a göre, Batı uygarlığının esasları

 Biz “Batı uygarlığı”nın demokrasi ve insan hakları üzerine müesses olduğunu sanıyoruz. Oysa böyle bir şey yoktur. Batı uygarlığının özü “sömürgecilik”tir. Tarih boyunca, “demokrasi”, “hümanizm” ve “insan hakları” gibi süslü argümanları, hedef milletleri daha rahat sömürebilmek için kullanmıştır.

Bediüzzaman, “Batı uygarlığı”nı beş esas üzerine oturtuyor ve bir bir sayıyor:

Birincisi: Kuvvet,

İkincisi: Menfaat,

Üçüncüsü: Savaş,

Dördüncüsü: Irkçılık,

Beşincisi: Heva ve heves (eğlence).

Bu yüzden Batı zorbadır, gaddardır, zalimdir, ahlâksızdır, ilkesizdir. Açıkçası, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” havasındadır. Meselâ Suriye’de Esed’in attığı sarin gazı ile boğularak ölen çocuklar, göç esnasında batan teknelerden sahile vuran çocuk cesetleri, bir diktatörün bekası için yüzbinlerce insanın ölmesi, milyonlarcasının yerinden-yurdundan ayrılmak zorunda kalması yüreklerinde zerre kadar iz bırakmaz.

Biz de hayret eder durur, “Bunlar nasıl insan?” diye diye ömrümüzü bitiririz. Çünkü Haçlı seferleri sırasında yaptıkları iğrençlikler bize unutturuldu. 

“Büyük” dedikleri İskender’in cinayetleri unutturuldu…

Bırakınız eski dönemi, yeni dönemde sivillerin üstüne attıkları atom bombasının etkileri unutturuldu…

Dresden katliamı (İkinci Dünya Savaşı), Ruanda katliamı, Cezayir katliamı unutturuldu…

Afrikalılara yaptıkları zulüm unutturuldu…

“Batılı değerler” diye (politikacılarımız bu sözü pek severler) köksüz ve mazisiz bir safsata icat edip hepimize yutturdular. Sandık ki, Batı’da vicdan var, acıma hissi var, demokrasi var, merhamet var, insanlık var, yardımseverlik var, insan hakları var…

Oysa Batı’da bunların hiçbiri yoktur. Bunların yerine kuvvet, menfaat, savaş, ırkçılık, heva ve heves var. Bir kuruş çıkarları uğruna dünyayı ateşe vermekten çekinmezler. Nitekim aynı hırsla iki büyük savaşı başlattılar, petrol yataklarına el koydular.

Bediüzzaman’ın bu konuda tespitleri gerçekten muhteşemdir. Şöyle diyor: 

“Sefih, mütemerrid, gaddar, mânen vahşi şu medeniyet-i habise” (lütfen bu kelimeleri öğrenmeye çalışın, böylece kelime dağarcığınıza yeni bir şeyler eklenirken, bir yandan da dedelerinizin lisanına âşina olunsunuz), insanlığın mutluluğunu temin hülyasına, insanlığı kurban etmiş; çevreyi bozmuş, kâinatın dengesiyle oynayıp ozon tabakasını dahi delmiştir, ama “beşeriyetin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış”tır… Üstelik maddî refahın yanısıra mânevî tatmin, huzur ve saâdeti sağlayamamıştır. 

Bugün içki, uyuşturucu, savaş, terör, intihar, boşanma gibi mutsuzluk göstergesi sayılan hadiselerin en yoğun biçimde yaşandığı ülkeler, maddî refahın zirvesinde bulunan ülkelerdir. Bunu göre göre, geri bırakılmış Müslüman ülkelerin gelişmiş Avrupa ülkelerine özenmeleri ve “medeniyet-i hazıranın” (Batı uygarlığı) seyyiatlarına (günahlarına) da talip olmaları ne büyük gaflettir.

Alternatif mi yok? Bir yandan teknolojik gelişmeyi temin ederken, öte yandan, zemin yüzünü ahlâksızlık gibi pisliklerden temizleyip barışı sağlayacak ve insanlara insanlıktaki lezzeti tattıracak “Vahiy Medeniyeti” ne güne duruyor?

Ona da yarınki yazımızda bakalım inşallah.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Hükümet-i Hazıra ve Reis-i Cumhura

Bediüzzaman Said Nursi’nin 1. Meclise Hitabesinden Günümüze

Alem-i İslama asırlarca sancaktarlık yapmış olan bir ülkenin pay-ı tahtında kurulmuş ve bu millet manevi/kalbi olarak daima bu sancaktarlığı gönlünde hissetmiştir. Risale-i Nur Külliyatı ve Müellifi Bediüzzaman Said Nursi de daima müsbet hareket metodunu takip ederek gönüllerinde sancaktar-ı islamiye hissinin şuurunu sinelere nakşetmiştir.

Bu ülkede bu millette hükümet süren hal-i hazır Ak Parti Hükümeti ve Reis-i Cumhur Recep Tayyip Erdoğan’a Risale-i Nur Külliyatından 1923’te yazılmış lakin geçerliliğini muhafaza eden nutku nazara vermeyi ehemiyetine binaen derc ediyorum.

Bu Mektubun Tamamı Tarihçe-i Hayatta Geçmektedir.

Necib bir milletin torunları olan “Ey mücahidîn-i İslâm ve ey ehl-i hall ve akd!

Şu muzafferiyetteki harikulâde nimet-i İlâhiyye bir şükür ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa, nimet böyle şükür görmezse, gider. Madem ki Kur’anı, Allahın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız. Kur’anın en sarih ve en kat’î emri olan “salât” gibi feraizi imtisâl etmeniz lâzımdır; tâ onun feyzi, böyle harika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin.[1]” Allahın izniyle 15 senedir hüküm sürmektesiniz. Buna şükür olarak Allah’ın farzlarına riayet etmeniz bu millet namına boynunuza borçtur. Muvaffakiyetin yolu budur.

İslamiyet namına yaptınınız icraatlarla ve islamiyetin onurunu savunmak gayretinizle “Âlem-i İslâmı mesrur ettiniz. Muhabbet ve teveccühünü kazandınız; lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira müslümanlar, İslâmiyet hasebiyle sizi severler.[2]” Bu muhabbetin devamı ise islamiyeti tatbik etmeniz ve şeair hükmünde olan manaları kuvvetlendirmenizdir. Zira milletimiz sizi İslamiyet namına sevmektedir. Sizler de İslamiyeti ihya etmenizle milletimiz daha da etrafınızda kenetlenecektir.

Şanlı tarihimiz zaferlerle ve şehametle kahramanlıkla doludur ve şimdi sıra sizde “Bu âlemde, Evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık ettiniz!.. Kur’anın evamir-i kat’îsine imtisâl etmekle, öteki âlemde de o nuranî güruha refik olmaya çalışmak, âlî himmetlilerin şe’nidir. Yoksa, burada kumandan iken, orada bir neferden istimdad-ı nur etmeye muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniyye, şan ve şerefiyle öyle bir meta’ değil ki, aklı başındaki insanları işbâ etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzat olsun.[3]” Mazisi Şüheda ve Gazi ile dolu olan bu milletin mümessili sizlersiniz. En elzem vazifeniz İslamiyetin emirlerini tahkim ve Rasul-ü Zişan efendimiz (a.s.v.) sünnet-i seniyyesini imtisaldir.

Bu millet-i İslâmın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hattâ fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister.[4]” Milletimiz fıska da düşse kebaire de düşse sizler asla fısk ve sefahet ile meşgul olmamalı veya onları öyle idare etmemelisiniz. Çünkü milletimiz din ve diyanetine ne kadar fasıkta olsa hürmetlidir.

Tarihe baktığımızda “Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garbda gelmesi Kader-i Ezelinin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir; akıl ve felsefe değildir. Madem Şarkı intibaha getirdiniz.. fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebaen-mensurâ gider veya sathî kalır.[5]” 80 küsür sene boyunca ihmal edilen şark vilayetlerine tabir-i caizse geçmişin kazasını yaparcasına maddi yatırımlar yaptınız. Bunlar gelip geçici hükmündedir lakin milletin kalbine yapacağınız yatırımlar ilelebed kalacaktır. Çünkü “O Vilâyât-ı Şarkiye, Âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmündedir; fünun-u cedide yanında, ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü: Ekser enbiyanın Şarkta, ekser hükemanın Garbda gelmesi gösteriyor ki; Şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilâyetlerde sırf fünun-u cedide okuttursanız da, Şarkta her halde; millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa, Türk olmayan müslümanlar, Türke hakikî kardeşliğini hissedemiyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız.[6]” seksen küsür senedir ihmal edilen şarkta sosyalist ve komunist ve ateist fikri ve misyonelerin faaliyetleri yayıldı bu ihmalle beraber. Sizler laakal seksen senelik bir ihmali devraldınız. Tabiri caizse enkaz haline gelmiş olan bir ülkeyi devraldınız ve ihya etmek gayretindesiniz. Allah yardımcınız ve yardımcımız olsun inşaallah. Şark vilayetlerinde fıtratlarına muvafık olan İslamiyet cereyanını vermeniz ve bunun için de mevcud STK’ler ve Diyanet işbirliğiyle ve okullarda Değerler Eğitiminin kapsamını genişleterek muvaffak olabilirsiniz.

“Sizin muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden ve sizi seven cumhur-u mü’minîndir ve bilhassa tabaka-i avamdır ki, sağlam müslümanlardır. Sizi ciddî sever ve tutar ve size minnettardır; ve fedakârlığınızı takdir ederler; ve intibaha gelmiş en cesim ve müdhiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evamir-i Kur’aniyeyi imtisâl ile onlara ittisal ve istinad etmeniz, maslahat-ı İslâm namına zaruridir. Yoksa, İslâmiyetten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu, frenk mukallidlerini avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâma münafi olduğundan; Âlem-i İslâm, nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecektir.”

“zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak, şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, za’f-ı milliyeti gösterir. Za’f ise, düşmanı tevkif etmez, teşçi eder.”

Tarihten gelen “hasmınız ve İslâmiyet düşmanı İngiliz, dindeki kayıdsızlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki; Yunan kadar İslâma zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına bu ihmali, a’mâle tebdil etmeniz gerektir.” Dinden uzak ve tavizkar bir şekilde olmanız halinde ise İslamiyet namına ve sizden şeairlerin ihyasını bekleyen bu millete için büyük bir tehlikedir. Malumdur ki tavizler tavizi getirir. Bu sebeple azimet ve ruhsatlarla amel etmelisiniz.

Son dönem Osmanlıya bakınca “ittihatçıların o kadar azm ü sebat ve fedakârlıklariyle; hattâ, İslâmın şu intibahına da sebeb oldukları halde, bir kısmı dinde lâubalilik tavrını gösterdikleri için, dahildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. [7]” Sizler inşaallah onların bu hatasına düşmeyecek ve düşmemek gayretinde olmalısınız. Yoksa “Hariçteki İslâmlar, dindeki ihmâllerini görmedikleri için, onlara takdir ve hürmet verdiler ve veriyorlar.[8]” İdi ittihadçılara. Sizler de şeairle amel etmelisiniz.

Hal-i alem şahittir ki tarihten günümüze “Âlem-i küfür; bütün vesaitiyle ve medeniyetiyle, felsefesiyle, fünuniyle, misyonerleriyle; Âlem-i İslâma hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettikleri halde; Âlem-i İslâma dinen galebe edemedi. Ve dahilî bütün firak-ı dâlle-i İslâmiye, birer kemmiyye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı ve İslâmiyet, metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâubaliyane, Avrupa medeniyet-i habisesinden süzülen bir cereyan-ı bid’akârâne sinesinde yer tutamaz. Demek Âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâbvari bir iş görmek; İslâmiyetin desatirine inkıyad ile olabilir; başka olamaz, hem olmamış, olmuş ise çabuk ölüp sönmüş.[9]” Bu ülke Osmanlının pay-i tahtıdır ve jeopolitik konum gibi sebeplerle başı boş bırakmazlar ki siz de bunun farkındasınız. Bir şey nerede kaybolursa orada aranır. Gemi nerede battı ise batık oradan çıkartılır. Alem-i islamın başı, tahtı bu ülkedeydi ve tekrar bu ilkeden bu ittihad u ittifak çıkacak biiznillah lakin bu sadece siyasi faaliyetlerle olamaz. İslami ülkeler arasında istişare sistemini geliştirmek, alimler arasında istişare sitemini geliştirmek ve teknolojik ve ekonomik manada da birliktelikle mümkün olabilir. Unutmayın ki “Türkiye, İslâm dünyasının garbî kalesidir. Türkiye’siz ittihad-ı İslâm mümkün değildir.[10] ” sizler de “CEMAHİR-İ MÜTEFERRİKA-İ İSLAMİYE”yi tesis etmekle mükellefsiniz. Bu saik ile meşgul olmayı ihmal etmeyin. Alem-i islamın yek sada olması da sizin gayretinizle doğru orantılıdır. ” şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır!” [11]

AB’nin parçalanmaya yüz tutması gibi ve “Za’f-ı dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’anın zaman-ı zuhuru geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez. Menfice tahribkârane iş ise, bu kadar rahnelere maruz kalan İslâm, zaten muhtaç değildir.[12]” Müsbet manada hadim-ül islam olmanın yolu müsbet ve ciddi hareket ile olabilir başka olamaz.

“Acaba, dine ve dünyaya zarar olan ihmâl ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Bahusus, bu mücahidîn kumandanlar ve büyük meclis taklid edilir. Kusurlarını, millet ya taklid veya tenkid edecek. İkisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibadı da tazammun ediyor.

Sırr-ı tevatür ve icmaı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delâili dinlemiyen ve safsata-i nefs ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla, hakikî ve ciddî iş görülmez. Şu inkılâb-ı azimin temel taşları sağlam gerek… [13]” yol arkadaşlarınızı iyi seçiniz ki sağlam ve ciddi manada hizmetlere imza atasınız ve milletçe destek göresiniz.

Parlamentomuz ise Şu meclisin şahsiyet-i maneviyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle, manâ-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisâl etmek ve ettirmekle manâ-yı hilâfeti dahi vekâleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç; fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan, şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan milletin hâcât-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecburiye, mânâ-yı hilâfeti tamamen kabul ettiğiniz isme ve resme ve lâfza verecek; ve o mânâyı idame etmek için, kuvveti dahi verecek. Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikiyle olmayan öyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise,  وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمِيعًا Âyetine zıddır. [14]” Hilafetin ilgası ile o vazife meclisimize geçmiştir ve halen de  öyledir. Bu sebeple meclis eliyle İslami faaliyetlere ve STK’lere destek verilmelidir ki mecliste rahat etsin.

Şu zamanda hilafet şahs-ı manevi konumundadır şahıs değildir. Ama bu şahs-ı manevinin de bir mücessem mümessili vardır. Alem-i İslamın teveccühüne mazhar olan reis-i cumhurumuz bir mümessil gibidir. Zaten “Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezâifini deruhde edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur.[15]” Bu sebeple bir vazife alan kimse daha ziyade teyakkuz halinde olmalıdır. Ve bir iş hassaten islami hususlarda olacak ise mutlak surette enaz bir istişare heyeti şarttır. ve bir şahs-ı manevi teşkil ettirip yapmak en istikametlisidir.

“Bilirsiniz ki; ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeâirini tahrip ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak, şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, za’f-ı milliyeti gösterir. Za’f ise, düşmanı tevkif etmez, teşçi eder.[16]”

Risale-i Nurdan burayı okurken dedim burası halen güncel bir yer o sebeple bu tarz-ı nazarla tekrar edilmeli diye düşündüm bu yazıyı kaleme aldım.

Ülkemizi idarede eden hal-i hazırdaki hükümetimiz, hayırlı hizmetlerinizin tezyid edilmesi ve bu hususta muvaffakiyetinize dua ederiz ve Risale-i Nur külliyatının tamamının Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından neşredilip hutbeler ve vaazlarla ümmete ders verilip okullarda ders olarak okutulmasını niyaz ederiz.

Biz nur talebeleri olarak beklentimiz budur sizden.

Muhammed Numan özel

 


[1] Tarihçe-i Hayat ( 139 )

[2] Tarihçe-i Hayat ( 139 )

[3] Tarihçe-i Hayat ( 139 )

[4] Tarihçe-i Hayat ( 140 )

[5] Tarihçe-i Hayat ( 140 )

[6] Tarihçe-i Hayat ( 143 )

[7] Tarihçe-i Hayat ( 140 )

[8] Tarihçe-i Hayat ( 140 )

[9] Tarihçe-i Hayat ( 140 )

[10] Tarihçe-i Hayat ( 720 )

[11] Tarihçe-i Hayat ( 133 )

[12] Tarihçe-i Hayat ( 141 )

[13] Tarihçe-i Hayat ( 141 )

[14] Tarihçe-i Hayat ( 142 )

[15] Tarihçe-i Hayat ( 142 )

[16] Tarihçe-i Hayat ( 142 )

 

www.NurNet.Org

“Cumhuriyet” ve “Demokrasi” İSLAM’a Aykırı mıdır?

İlk olarak konunun can alıcı sorusunu soralım:

–  İslami inanca sahip olan bir toplumun belirli bir yönetim şekli var mıdır? Varsa bu yönetim şekli nasıldır ve bunun meşruiyet kaynağı nedir? Yoksa, böyle bir toplumun demokratik yönetim şekliyle yönetilebilme imkânı olabilir mi?

İlk olarak Müslüman toplumun verili bir yönetim şeklinin olmadığını vurgulamış olalım. Bu konuda Kur’an ve Hadis’in bize sağladığı malzeme sadece genel ilkelerdir. Geri kalan düzenleme insanların akıllarına havale edilmiştir. İnsanlar yaşadıkları çağın genel eğilim ve ihtiyaçlarını da dikkate alarak İlahi ilkeler çerçevesinde toplumsal düzenlerini kurmak durumundadırlar. Ancak bunu nasıl gerçekleştireceklerdir?.. Vahyi ilkelere dayalı belli bir düzenleme gerçekleştirilirken hangi yöntemleri kullanacaklardır? İslam tarihinin bu konudaki geleneği (özellikle Maturidi gelenek) dikkatle incelendiğinde, bu konuda izlenen yöntemin akıl yürütme yöntemi olduğu görülür.

Temel Referans Kaynakları

İlk olarak bu konuda müracaat edilecek temel referans kaynakların açık nas, gelenek ve akli ilkeler olduğunu vurgulayalım. Gelenek, özünde tarihsellik taşıdığından zamanlıdır, dolayısıyla bu konuda yararlanılabilir özelliği sınırlıdır. O zaman geriye vahiy ve akıl olmak üzere iki önemli referans ilke kalır. Vahiyden yararlanabilmek için ilk olarak bu konuda vahiy bize hangi malzemeleri sağlamaktadır, bunun tesbit edilmesi gerekir. İkinci olarak bu ilkelerden yönetim modeli üretirken hangi tip toplum için çalıştığımızı, bu toplumun bireylerinin eğilimleri, düşünce ve inanç sistemleri, dünya görüşleri, hayata bakış tarzları, ekonomik refah seviyeleri ve kültürel yaşantı şekillerinin ayrıntılı ve derinliğine incelenmiş olarak elimizin altında bulunması gerekir. Üçüncü olarak yeni bir yönetim modeli üretirken temel amaçlarımız neler olacaktır bunları belirlememiz, buna göre yöntemimizi seçmemiz gerekir. Dördüncü olarak da belirlenen yönetim şeklinin dokunulamaz değil, tersine toplumsal zaruretlere göre sürekli yenilenebilir olduğunu bilerek, toplum üzerinde sınayarak en iyi yönetim şeklini elde etmeye çalışmalıyız.

O zaman temel referans kaynağımız olan Kur’an âyetleri ve mütevatir hadisler bize bu konuda hangi malzeme ve ilkeleri vermektedir acaba? Kanımca ne Kur’an ne de Hadis külliyatı bize belli bir yönetim şablonu dayatmamaktadır. Bu konuda Kur’an’ın bize önerdiği ilkeler “adalet”, “istişare”, “liyakat”, “hak” gibi evrensel ilkelerdir.

“Allah adaleti, iyiliği, vermeyi emreder, her türlü kötülükten de men eder…”(Nahl, 16/90)

Bu âyete göre insanlar hayatlarının tüm cephelerinde adalet ve iyiliği gerçekleştirmek durumundadır. Siyasal, ekonomik, kültürel, dinsel, ahlaksal tüm yapılarını adalet ve iyiliğe uygun, kötülükten uzak şekilde dizayn etmelidirler. Kur’an’da Allah “adalet şudur” demediği ve yeni bir adalet tanımı ortaya koymadığı ve var olan bir olguya atıfta bulunduğuna göre, bu adalet vahiyden bağımsız nesnel ve evrensel bir olgu olmalıdır. O zaman bu adalet olgusunu nasıl bulabileceğiz? Bu konuda da elimizde biri Hz. Peygamber (asm) diğeri de yine akıl olmak üzere iki araç bulunmaktadır. Hz. Peygamber’in tarihsel olan sözleri ve davranışları (yararlanılma özelliği saklı kalarak) bir tarafa bırakılırsa, kaynağını vahiyden alan ilkeler adalet ve iyiliği belirlemede bize temel referans olacaktır. Ancak Hz. Peygamber de son peygamberdir, ondan sonra peygamber gelmeyecek, dolayısıyla vahiy inmeyecektir, peki o zaman bundan sonra adalet ve iyiliğe nasıl ulaşılacaktır?

Zaten bir insanın ömrü sınırlı olduğundan hem ilkesel sözleri hem de hikmetli davranışları da sınırlı olmak durumundadır, oysa hayat kıyamete kadar devam etmekte, sosyal-siyasal hayat her gün karmaşıklaşmakta, insanların önüne yepyeni “iyi-kötü” problemi çıkmaktadır. Bu durumda geriye temel referans olarak sadece akıl kalmaktadır. İnsanlık vahyi ilkeleri anlama sürecinde Hz.Peygamber (asm)’in anlayış ve yorumunu da dikkate alarak, ileri düzeyde bir akıl yürütme yöntemiyle vahyi kavramaya çalışacaktır.

Ancak bu akıl nasıl bir akıldır? Aklı genel olarak ve her hangi bir felsefi kategoriye tabi tutmadan “saf akıl”, “kısmen kirlenmiş akıl”, “kirlenmiş akıl” olarak üçe ayırarak inceleyebiliriz.

Saf akıl fıtrata yakın akıldır. İlahi gerçekliği en yalın şekilde kavrayabilen, beşeri günahlarla kirlenmemiş akıldır. İnsanın çıkarı, hazzı, kin ve intikamı, ideolojisi, bağımlılığı vs tarafından kirletilmemiş, törpülenmemiş akıldır. Bu akla en güzel örnek Hz. Peygamber (asm)’in aklı verilebilir.

Kısmen kirlenmiş akıl ise, kişinin beşeri özelliklerinden kısmen etkilenmiş olmakla birlikte, kaba içgüdülerinin etkisi altına girmemiş kısmen bağımsız akıldır. Mücedditlerin ve müçtehitlerin aklı bu akla örnek olabilir. Bunların akılları doğal olarak beşeriliklerinden etkilenmekte ve kısmen de olsa kirlenmektedir, ancak bir şahsın, grubun, devletin, toplumun çıkarı, hazzı ve ideolojisi emrine girmediğinden, özsel ve nesnel niteliğini koruyabilmektedir.

Kirlenmiş akıl ise belli bir ideolojinin, kişi veya grubun, toplum veya devletin emrine amade kılınmış, bağımsızlığını kaybederek nesnelliğini yitirmiş akıldır. Bu akılla belli bir toplumun veya genel olarak insanlığın problemlerine çare bulmak mümkün değildir, çünkü bu akıl, kölenin efendisine hizmet ettiği gibi sadece emrine girdiği şahıs, grup veya toplumun çıkarına hizmet etmektedir. Modern çağda Batı’da yetişen bilim adamları ve filozofların çoğunun aklı özelde burjuva sınıfı ve genelde de Batı toplumlarının çıkarına amada kılınmış akıl olduğundan nesnel niteliğini kaybetmiştir. Dolayısıyla bu aklın genel olarak insanlığın kurtuluşu için nesnel adalet ve nesnel “iyi”i arama ve bulma gibi bir amacı olamaz. Zaten bu akıl araçlaştırılmış, kişiler, firmalar veya devletlerarası yıkıcı rekabetin emrine tahsis edilmiş olduğundan nesnel ve evrensel adalet ve iyi gibi olguları tanım amaktadır.

Bununla birlikte Müslüman aklı dışında nesnel olarak çalışabilen akıl olamaz mı? Şâyet varsa bunlardan yararlanamaz mıyız? Doğal olarak Müslüman aklı dışındaki tüm akılların nesnelliğini kaybederek araçsallaştığını düşünmek doğru değildir, aklını beşeri kirleriyle kirletmeden mümkün olduğu kadar saf tutabilen insanlar olabilir, vardır da. O zaman bunların adalet ve “iyi”yi arama konusundaki birikimlerinden Müslüman olarak yararlanmamız mümkündür. Aşağıda Bediüzzaman ve demokrasi konusu incelenirken bu konu üzerinde tekrar durulacaktır.

Yöntem Sorunu

Yukarıda anlatılan süreçler acaba İslam tarihinde dikkate alınan süreçler midir? Siyasal ve ekonomik sistemler kurulurken, bu akılcı yöntem ne ölçüde etkili ve belirleyici olmuştur? Aslında “zaman” son derece önemli bir öğretici ve müfessiridir. İnsanların deneyim ve tecrübe birikimi arttıkça kişilerin aklın ve vahyin açık ilkelerinin doğruluk ve yararlılık derecelerini kavrama kapasiteleri de artmaktadır.

İslam uleması vahyin ilkelerini mümkün olan en az kirlenmiş akılla kavrama çabasında önemli başarılar elde etmiş ve bu konuda temel yöntemleri üretmiştir. İslam uleması kategorisi içine çok sayıda ekol girdiği, bu konularda çok geniş bir yelpazenin üretildiği dikkate alındığında işin içinden çıkmak doğal olarak güçleşmektedir. Ancak burada biz daha fazla Maturidi ulemayı dikkate alarak analizimizi onların geliştirdiği yaklaşımlar çerçevesinde sürdüreceğiz.

Maturidi ulema deyince akla doğal olarak Türkler (burada Türk kavramından bir etnik yapıdan ziyade belli bir kültürel coğrafya kastedilmektedir)gelmektedir. Gerçekten İslam tarihinde Türklerin İslami düşünceye katkılarının boyutu gerçekten inanılmayacak düzeydedir. Karahanlılardan itibaren Türk dünyasında çok sayıda muhaddis, müfessir, kelamcı, filozof ve fakih yetişmeye başlamıştır. Bunların büyük ekseriyeti Hanefi-Maturidi çizgiye intisap etmiş, bu düşünce sistemini çağı da aşacak şekilde geliştirmişlerdir. Bunların temsil ettiği okula “Maveraünnehir Okulu” demek mümkündür. 13-14. yy Maveraün-nehir Okulunun altın çağı olmuştur. Usul ve kelamda Fahru’l İslam Pezdevi, İbn-i Hacip, Sadru’ş-Şeria, Taftazani ve Cürcani gibi düşünce adamları İslami-Maturidi düşünceyi önemli ölçüde işleyerek netleştirmişlerdir. Bu düşünürlerin ortaya koyduğu Müslümanlık “yaşayabilir Müslümanlık”tır. İçinde; devletin, dinin, aklın, bilimin, kültürün harmanlandığı pratik hayatta uygulanabilirliği çok yüksek bir Müslümanlıktır.

Çağımızda “nasıl bir sosyal-siyasal sistem” sorusuna söz konusu okulun geliştirdiği yöntemlerle cevap bulmak mümkündür inancındayım. Bu okulun düşünce sisteminde bireyin özgürlüğü, can ve mal güvenliği, akli melekelerinin geliştirilmesinin garanti altına alınması, dini hayatını yaşama hakkının eksiksiz şekilde sağlanması, sefalet ve fakirlikten kurtarılması gibi hedefler temel amaç olarak belirlenmiştir. Usul diliyle ifade edersek, İlahi emir ve nehilerin (ibadetlerin şekli ve miktarı dışında) mutlaka bir illeti ve hikmeti vardır. Ünlü usulcü alame Sadr’ş-Şeria’ya göre bu illet insanın canını, malını, neslini, dinini, ahlakını ve aklını koruma ve geliştirmeye yönelik olmalıdır. İnsanın malını, canını, neslini, dinini, aklını ve ahlakını riske edecek herhangi bir hüküm Kur’an ve Hadis’ten çıkartılamaz. Bu, Allah’ın hikmetine aykırı olur. Yani Kur’an’dan elde edilen hükümler insanlar için ya menfaat sağlayıcı (celb-i menafi) ya da zarar yok edici (def-i mefasid) özellikte olmalıdır. Şâyet bir hüküm belli yönleriyle zarar belli yönleriyle fayda doğuruyorsa (savaş veya kısas gibi) burada fayda-zarar karşılaştırılması yapılır, şâyet fayda zarardan fazla ise o hüküm meşru, az ise gayr-i meşru sayılır. Yine usul diliyle ifade edersek çok hayırın yanında az şer bulunabilir. Bu yönteme dayanarak şunu açıkça ifade edebiliriz:

Kur’an insanların ellerinde bulundukça insanların can, mal, akıl, din, hürriyet ve ahlaklarını ihmal edecek hiçbir açık ilke Müslüman birey tarafından tasvip edilemez ve savunulamaz. Biraz daha açarsak;

1. İnsanların yaşama imkânlarını riske eden,
2. Gelir ve servetlerini azaltarak fakirleşmelerini doğuran,
3. Akli yetkinliklerini körelterek insanları ahmaklaştıran,
4. Dini inanç ve yaşantılarını engelleyip, insanları günah ve haramlara sevk eden,
5. Hürriyetlerini kısıtlayarak tamamen ya da kısmen köleleştiren ve
6. Ahlaki güzelliklerini tahrip ederek ahlaksızlaştıran,

 hiçbir sistem, düzen ve politika benimsenemez, kabullenemez ve savunulamaz.

Toplumsal Zaruret Bir Meşruiyet Kaynağıdır

İslam tarihinde Maturidi-Hanefi Türk kültür coğrafyasında tüm hukuk sistemleri, ekonomi politikaları, ceza kanunları bu ilkeler çerçevesinde düzenlenmiştir. Bu coğrafya parçasında özellikle “toplumsal zaruretler” çok ciddi bir meşruiyet kaynağı olmuştur. Çok sayıda düzenleme o konuda nas olmadığı veya olduğu halde naslar toplumsal zaruretlere uygun olmadığından (Hanefi usulde istihsan veya maslahat) toplumsal zaruretler dikkate alınarak çözümlenmiştir. Bu ilkeulemanın elinde hayatı esnetici, rahatlatıcı, makulleştirici bir araç olmuştur.Alternatif bir yönetim şekli olarak demokratik yönetim şekli gündeme geldiğinde Bediüzzaman hiç tereddüt etmeden toplumsal zaruret olduğunu ifade ederek demokrasiyi savunmuştur. Gerçekten Maturidi anlayışın dışında başka bir yaklaşımla demokrasiyi açık şekilde savunmak zordur.

Ancak Bediüzzaman demokrasiyi savunurken Batı’dan geldiği şekilde değil, yukarıda ifade edilen ilkeler çerçevesinde savunur. Demokratik rejiminsanların can, mal, hürriyet, akıl ve ahlak güvenliğini garanti altına almalıdır.Ancak bu durumda demokratik rejim “Meşru Demokrasi” olabilir. Meşru demokrasinin bir insan tabanı bir de devlet tabanı olmalıdır. Bediüzzaman Maturidi-Hanefi usulün tüm esnekliklerinden yararlanarak, zaman zaman özgün içtihatlarda da bulunarak çağımızın şartlarına uygun, temel vahyi ilkeleri de içeren bir toplumsal yönetim modeli geliştirmeye çalışır. Burada Bediüzzaman’ın meşru demokrasinin beşeri tabanını teşkil eden insan özgürlüğü konusundaki yaklaşımlarını kısaca hatırlatalım.

Bediüzzaman ve İnsan Özgürlüğü

Geçmiş usulcülerin vurguları daha fazla can, mal, ahlak ve din güvenliği üzerine idi. Bu vurgu çağımızın genel eğilimlerine uygun olarak Bediüzzaman’la insan özgürlüğüne kaymıştır. Artık çağımızdaki insan geçmiş çağlarda olduğu gibi çeşitli baskı ve istibdatlara mahkum olamaz. Çünkü her türlü istibdat ve dayatma Bediüzzaman’a göre insanın insanlığının gelişmesine ciddi bir engeldir.

Bediüzzaman, Maveraünnehir ulemasından ceddimiz Sadru’s-Şeria tarafından ortaya atılan ve özellikle ünlü Osmanlı alimi Gelenbevi tarafından işlenerek belli bir formülasyona sokulan “insan özgürlüğü” yaklaşımını esas alarak düşüncesini geliştirir. Bu yaklaşım insan iradesinin mevcut olmadığı, tersine nisibi ve izafi bir olgu olduğu, dolayısıyla insana verilebilir olduğunu temel alarak insanın her türlü yaptığı eylemlerden sorumlu olduğunu vurgular. İnsan iradesi iki alternatiften birini seçebilir bir özellikte olduğundan, doğrudan insanın emrinde ve tasarrufundadır. Bu nisbi ve izafi olguyu Cenab-ı Hak insan fiilini yaratmasına bir şart-ı adi yapmıştır. Yani insan kendi tasarrufunda olan yaratılmamış iradesiyle tercih yapabilme özelliğine sahiptir, dolayısıyla insan yaptığı her şeyden sorumlu olan bir varlıktır. Çünkü insanın sahip bulunduğu bu cüzü irade özellikle olumsuz ve ademi şeylerin ortaya konulmasında son derece etkili ve fonksi-yoneldir. Düşünüre göre günah, küfür, zulüm, dalalet gibi şeyler olumsuz ve ademi olduklarından çok basit bir “terk” ve “ihmalle” gerçekleştirilebilirler. Böylece son derece basit bir olgu olan insan iradesi bunların gerçekleştirilmesi için bir temel olabilir ve insanı yaptıklarından sorumlu kılabilir.

– İnsanın seçici ve yapıcı bir varlık olması İlahi hakimiyet ve kudretle nasıl bağdaştırılabilir? Hatta “Allah’ın Hakimiyeti” ile “Halkın Hakimiyeti”nasıl bir arada düşünülebilir?

Bediüzzaman bu konuda ilginç sayılabilecek “mülk-melekut” ayırımını yapar ve yaklaşımını bunlar üzerine bina eder. Mülk âlemi fizik ve organik âlemi, melekut âlemi ise fizik ötesi olan gayb âlemini ifade eder. Mülk âleminde hikmet, melekut âleminde ise kudret hakimdir. Mülk âlemi sebeplerin ve tabiat kanunlarının egemen olduğu âlemdir. Melekut âleminde ise doğrudan İlahi kudret egemendir. Sebepler ve fizik âleme ait kanunlar orada geçerli değildir. (Nursi, 1994, s. 236).

Bu yaklaşıma göre bizim muhatap olduğumuz âlem mülk âlemidir. Bilim, hukuk, siyaset, ekonomi gibi olgusal şeyler mülk âlemine aittir. Bu âlemde her şey İlahi hikmet tarafından belli sebeplere bağlanmıştır. Başka bir açıdan varlık âleminin mülk kesimi insan eylemlerinin bağımsızca gerçekleştiği kesimdir. İnsan iradesi bu alanda etkili olmakta, serbestçe seçebilmekte, insanın kudreti kendi fiillerini üretebilmekte ve bundan dolayı insan yaptığından da sorumlu olabilmektedir.

Başka bir ifade ile varlık âleminin mülk tarafı “daire-i muamelat”tır. İnsanın günlük olgusal ilişkilerinden ahlak, hukuk, bilim, siyaset ekonomi bu alanda belli sebep-sonuç etkileşimi çerçevesinde oluşur. Burada insanlarca gerçekleştirilen tüm akitler, eylemler, objektif olarak değerlendirilir, kararlar rasyonel olarak verilir. İnsan bireyinin yaptığı her şey kanun önünde belli bir anlama sahiptir ve insan onlardan sorumludur.

Melekut âlemi ise “daire-i itikat”tır. İnsan her şeyin dizgini Allah’ın elinde olduğuna itikat etmekle yükümlüdür. Ancak muamelat âleminde kendi aklıyla ve iradesiyle en iyi ve en yararlıları seçmek ve yapmak durumundadır. Doğal olarak “iyi”yi bulma konusunda Cenab-ı Hakk’a sürekli dua etmelidir.

Mülk-melekut ayrımıyla “Allah’ın Hakimiyeti” “Halkın Hakimiyeti”kavramlarının ilişkisini de izah edebiliriz. İlahi hakimiyetin doğrudan kuşattığı alan melekut âlemidir, mülk âleminde ise özellikle siyasal alanda milli hakimiyet söz konusudur. Bu birbirini çelen ve olumsuzlayan iki farklı unsur değildir. Kâinattaki tüm varlıkların Allah’ın egemenliği altında olması nasıl insanların gayr-ı menkul ve menkullere malik olmalarına, onlar üzerinde çeşitli tasarruflarda bulunmalarına engel teşkil etmiyorsa sosyal ve siyasal alanlarda millet hakimiyetinin de Allah’ın hakimiyetine engel teşkil etmesi düşünülemez.

Mülk âlemindeki etkinlikleri Cenab-ı Hak insanların tasarrufuna bırakmıştır. Akli ve vehyi ilkeleri dikkate alarak insanlar sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel düzenlerini kendi ihtiyaçları doğrultusunda geliştirip kurabilir, gerektiğinde de değiştirebilirler. Sonuçlarından da doğal olarak doğrudan kendileri sorumlu olurlar. Böyle olmaması durumunda dünyada sosyal ve siyasal hayatta belli bir düzen ve kurumdam söz etmek mümkün olamazdı. Hukuk sistemiyle kişilerin mal ve can güvenliği garanti altına alınmış, cana ve mala tecavüz çok sert cezai müeyyidelerle önlenmeye çalışılmıştır. Kimsenin “nasıl olsa her şey Allah’ın mülküdür” deyip gelişi güzel hareket etmesine izin verilmemiştir. Ünlü Türk alimi Nesefi bu konuları Tabsıra adlı eserinde önemli ölçüde makül bir çerçeveye oturtmuştur. Zaten Maturidi yaklaşımın hakim olduğu kültür coğrafyalarında bu konularda her hangi bir zihinsel karışıklık ortaya çıkmamıştır.

İnsan hürriyetine bu kadar değer veren Bediüzzaman, bu hürriyetin ancak meşru demokrasilerde sağlanabileceğini, her türlü siyasal, dini, ve ilmi istibdadın insanın duygularını çökerteceğini, insanlar arasında kin ve nifak tohumlarını yeşerteceğini, insanları sefalete sürükleyip fakirliğe mahkum edeceğini, hatta bu istibdadın İslamı bile zehirleyeceğini savunur. Ona göre Müslüman birey aklını kullanan, kendine güvenen onurlu, sadece Allah’a kul olup başka hiçbir şeye köle olmayan bireydir. Çünkü Bediüzzaman insan hürriyetini imandan bir parça saymaktadır. Ona göre Allah’a hakiki kul olan ne başkasına kul olur ne de başkasını kendisine kul yapar. O zaman insanların demokratik ilkelere göre yerlerini yeniden gözden geçirmelidir. Âlimlerin, şeyhlerin ve uluların yerleri yeniden belirlenmeli, ilişki tarzları yeniden ortaya konmalıdır. Bediüzzaman’a göre artık bu çağda şeyhlerin Müslüman birey üzerinde büyüklük taslayarak sulta kurması, onun onurunu kırıcı şekilde ezmesi kabul edilemez. Bu tip şeyhler şeyh değil müteşeyyihtir (çocukça şeyhtir). Çünkü ilmin ve şeyhliğin gereği tasallut, tahakküm değil tevazu ve mahfiyettir. İnsanlara saygı ve güvendir. Beraber yaşayabilme sanatıdır. Karşılıklı taviz verebilme becerisidir. Bediüzzaman alim ve şeyhlerden bu ilkelere uymayanların Müslümanlar tarafından ilim ve şeyhliğinin tanınmaması, onlara gereğinden fazla saygı gösterilmemesi gerektiğini ister.(Nursi, Münazarat, 1991, s. 59-60) Ona göre insanların iradesine ve hürriyetine müdahaleye kimsenin hakkı yoktur.

Siyasal ve Ekonomik Mekanizmalar Makine Gibidir

Demokrasinin bir burjuva kurumu olduğu, burjuvaların ise Hristiyan veya Yahudi olduğu, Müslümanların dışında başka insanların yaptığı ve geliştirdiği şeylerin Müslümanlar tarafından nasıl alınabileceği problemine Bediüzzaman son derece ilginç bir içtihatta bulunarak, siyasi ve ekonomik konuların büyük kısmının saat veya makine gibi şeyler olduğu, saat veya makineyi din ve ahlaki durumuna bakmadan nasıl en iyi saat veya makine yapan ustadan alıyor, bozulduğunda yine o konuda uzman olan ustaya tamir ettiriyorsak, ekonomik ve siyasi mekanizmaların çoğunu da din ve ahlakına bakmadan o konuda uzman olan kişilerden almamızda dinen hiçbir mahzurun olmadığını vurgular. Çünkü herhangi bir Müslümanın tüm sıfatlarının Müslümanca olamayabileceği gibi herhangi bir kafirin de tüm sıfatlarının kâfirce olması gerekmez. Müslümanın bazı sıfatları kâfirce olabildiği gibi kâfirin bazı sıfatları da Müslümanca olabilir.

Sevgi ve nefret zati (özsel) olmadığından güzel sıfatlar kimde olursa olsun sevilir, hatta takdir ve taklit edilir, kötü sıfatlardan da nefret edilir. (Nursi, Münazarat, s.41-42) O zaman Bediüzzaman’a göre kâfirlerin güzel sıfatlarının bir tecellisi olarak ortaya konulan ekonomik, siyasal ve kültürel kurumlardan Müslümanların yararlanmasında her hangi bir mahzur olamaz. Adalet, hürriyet, verimlilik, tasarruf, yardımlaşma gibi temel ilkeleri odak alan sosyo-ekonomik mekanizmalar, kurumlar, politikalar Müslüman toplum tarafından orijinine bakılmaksızın alınabilir ve taklit edilebilir. İslamiyet, Hıristiyan ve Yahudilerden, her hangi bir Müslüman bireyin (erkeğin) sadece ekonomik ve siyasal kurumları almalarını değil, bunlardan çok daha hayati özelliğe sahip olan hanımlarını bile eş olarak alabilmelerine izin vermiştir. (a.g.e, s. 71)

Bu ilkeden hareketle Müslümanların her türlü hürriyetini, can, mal, ve akıl güvenliğini, ekonomik ve kültürel gelişmesini en etkin ve en verimli şekilde demokratik yönetim şekli gerçekleştirecekse, orijinine bakmaksızın bu kurumu benimsemelerinde herhangi bir mahzurun olmadığı söylenebilir. Buna mukabil söz konusu güvenliklerden herhangi birinin gerçekleştirilememesi ya da sınırlı düzeyde gerçekleştirilmesi durumunda, o düzenin adı “İslam Cumhuriyeti” de olsa özü İslami olamaz.

Demokrasinin Ortamı

Doğal olarak demokratik ilkelerin serbestçe yaşayabileceği belli bir kültürel ortam gereklidir. Bediüzzaman’a göre demokratik sistemi inşa edip devam ettirebilmek için insanların bilgi, teknoloji, ahlak ve kültürde belli bir düzeyi tutturmaları gerekir. Vahşetin, cehaletin, bağnazlığın, ilkelliğin, kırsal kültür ve geleneklerin egemen olduğu sosyal ortamlarda demokrasi var olamaz, var olsa da ayakta kalamaz.

Ona göre demokrasinin temel ilkelerinden bazıları kuvvet yerine hakkın, cehalet yerine bilginin, kin ve düşmanlık yerine sevginin, keyfilik ve şahsiyetçilik yerine objektif kanunun ve ilkelerin ikame edilmesi, sosyal ve siyasal hayatın bu ilkeler çerçevesinde dizayn edilmesidir. Aynı şekilde tüm kararların, keyfî ve kişisel heveslere göre değil, kolektif bilgi ve hikmete dayalı kurum ve kurullarla istişare edilerek alınması ve uygulanmasıdır. Bu ilkelerin hayata geçirilebilmesi için ise toplum fertlerinin ciddi bir eğitim-öğretim seviyesine ulaşmış olması gerekir.

Meşru demokrasi sadece insan bireylerinin özgür olmasını sağlamayacak, aynı zamanda toplumun hatta belli bir kıtanın ekonomik olarak gelişmesini de sağlayacaktır. Bediüzzaman’a göre despotizme, keyfî karar ve iradelere, bilim ve hikmet dışı eğilimlere dayanan bir toplumun sağlıklı bir şekilde gelişmesi ve varlığını istikrarlı bir şekilde devam ettirmesi mümkün değildir. Özellikle İslam toplumlarının sosyo-ekonomik gelişmesi her türlü, istibdat ve baskıdan uzak İslamî hürriyet ve Şurâ ile mümkündür.

Gerçekten Bediüzzaman ve benzeri şahsiyetler, İslam toplumlarının ve genel olarak Asya kıtasının geri kalmasının esas nedeninin gerekli hürriyet ve şurâ kurumlarını geliştirememiş olmalarına bağlarlar:

“…mânâ-yı meşrutiyete iptilâ ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın ve âlem-i İslâm’ın istikbalde terakkisinin birinci kapısı meşrutiyet-i meşrua ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve talih ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrutiyetteki şûrâdır.” “Müslümanların hayat-ı içtimaiyye-i İslamîyyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şeriyyedir. Ve emruhum şura beynehüm (Şurâ suresi, 42/38) âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak émrediyor. Evet, nasıl kı, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.” (Nursî, 1994, s. 1928)

Sonuç olarak, yeniden demokrasi arayışına çıktığımız şu günlerde can, mal, akıl, ahlak ve özgürlük güvenliğini sağlayacak şekilde yeniden dizayn edilen siyasal sistemimize Müslümanların karşı çıkmaları bir yana şiddetle savunmaları gerektiği inancındayım. Bunu bize temel referans kaynaklarımız vahiy ve akıl önermektedir. Akıl ve tecrübenin önderliğinde yukarıdaki hedeflerin nasıl gerçekleştirileceği serbest tartışma veya deneyip yanılma yoluyla bulunabilir. Bu ilkelerin bir kaçı veya tümünü ihmal eden, ortadan kaldırmak isteyen her türlü siyasal, ekonomik veya kültür politikası ne adına olursa olsun akıl ve vahiy adına muhalefetle karşılaşacaktır. Doğal olarak muhalefet yeni can, mal, akıl ve din güvensizlikleri doğurur nitelikte olmayacaktır.

Ülkemizin geleceğini inşa etmek isteyenler akli ilkelerde buluşmak durumundadırlar.

(Prof. Dr. Bünyamin Duran, Köprü Dergisi, Güz-1999, Sayı:68)

İnsanlık “Dinsiz” Kalamaz!

Dindar Cumhuriyet kitabının yazarı İbrahim Ethem Deveci, Bediüzzaman’nın İslamiyet’i siyasal bir ideoloji gibi algılamadığını belirterek “Said Nursi, İslamiyet’in yüzde doksan dokuzu ahlak, ibadet, ahret ve fazilet; yüzde biri ise siyasete bakar. Onu da bu işle uğraşanlar düşünsün, diyor.” dedi.

İbrahim Ethem Deveci, Birand Yapım’ın hazırladığı “Bediüzzaman’ın Entelektüel Hayatı” konulu belgesele Said Nursi’nin Cumhuriyet ve laikliğe bakışı hakkında özel açıklamalarda bulundu. Deveci, “Bediüzzaman, dini bir araç olarak kullanmadı. Bediüzzaman dini araçsallaştırıp, onunla siyasi, ekonomik bir sonuç elde etmeyi kendisine yakıştırmaz. O sadece Kur’an’ın bu asra bakan mesajlarını, iman hakikatlerini insanlara ders verir. Aynı zamanda kendisi de ders aldığını ifade eder.” diyerek Moralhaber.Net’e Said Nursi’nin Cumhuriyet hakkındaki düşüncelerini şöyle anlattı:

Dine ideolojik bakmak onun sınırlarını daraltmak ve yorumlardaki çoğulculuğu engellemek anlamına da gelebilir. Doğrunun birçok boyutu olabilir ve hepsi de İslamiyet’in içinde kendine yer bulabilir. İdeolojik bakış bu zenginliğe engeldir ve özünde dayatmacı bir mahiyet taşır. Bediüzzaman’ın iktidarı ele geçirmek gibi bir niyeti, gizli veya açık bir programı yoktur. İnsanları imana, ahlaka, fazilete, ibadete davet etmektedir. Onlara hürriyetin insan olmanın vazgeçilmez bir özelliği olduğu, dünyevi mutluluk ve gelişmenin özgürlükçü, demokratik yönetimlerle mümkün olduğunu anlatmaktadır. Kendisini de dindar bir cumhuriyetçi olarak tanımlamaktadır.

Bediüzzaman her kavramı vahiy ekseninde algılar ve tanımlar

Deveci, Bediüzzaman’ın cumhuriyet anlayışını özgürlüğün kurumsallaşmış hali olarak tanımlayarak şunları kaydetti: “Üstat her kavramı vahiy ekseninde algılar ve tanımlar. ‘Hürriyet-i şeriyye yani insaniyete layık olan en yüksek kamalata olan meyil ve arzu ile cihazlanmış olmak.’ Özgürlük insanın kalitesi ile doğru orantılıdır. Mükemmel insan olmak aynı zamanda özgür bir insan olmaktır. Bediüzzaman’a göre insanın varlığının derinliklerinden gelen hürriyet arzusu insani ve İslami bir duygudur.

DİNDAR CUMHURİYETİN TEMEL KARAKTERİ

Bugüne kadar hürriyetin tanımlarında iki unsur dikkate sunuluyordu. Birisi kanunlarla korunan hürriyetler ve kanunların izin verdiği ölçüde hürriyet. Diğeri kişinin diğer insanlara zarar vermeksizin istediğini yapabilmesi. Bediüzzaman bunlarla beraber nefsin boyunduruğu, esareti altına girmemeyi ve böylece kendi mükemmel varlığına zarar vermemeyi de hürriyet olarak tanımlıyor.” diyen Deveci, Bediüzzaman’a göre dindar cumhuriyetin temel karakterini 10 maddede anlattı:

  1. Keyfi değil kanuni, hukuki yönetim.
  2. Herkesin kanun önünde eşit olması; imtiyazsızlık
  3. Parlamentolu sistem, kararların meşveretle alınması.
  4. Anayasal rejim, kurumların siyasi ve hukuki statüsü ve sosyolojik derinlik uyumu
  5. İktidarın millet tarafından seçimle oluşturulması
  6. Meclis hürriyeti, özgür bir istişare ortamı
  7. Şahsi menfaatlerden önce kamu menfaati (hukukullah hükmünde)
  8. İnsan fıtratına uygun marifet, muhabbet, doğruluk hâkim olmalı. Bu sosyopsikolojik zemin.
  9. Kamuoyunun iktidarları denetleyebilmesi, hesap sorabilmesi
  10. Hakkın hâkimiyeti. Kuvvet haktadır. Hukukun üstünlüğü asıldır, üstünlerin hukuku değil.

Deveci, sözlerine şöyle devam etti: “Bediüzzaman farklı yorumlanabilecek meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi, anayasal düzen gibi kavramların nüanslarından ziyade temel karakterlerini vurgular.” diyerek “Hepsini birbirinin yerine kullanır. ‘Cumhuriyet ve demokratlık manasındaki meşrutiyet ve kanun-u esasi denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet. ‘Cumhuriyet ki: (O zaman meşrutiyet. Şimdi o kelime yerine cumhuriyet konulmuş) adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. Bir nokta daha var ki çok önemlidir: Müslümanların içinden çıkmış bir hükümete hükümet-i İslami diyen Bediüzzaman İslami kavramını değişik ve alışık olunmayan bir şekilde kullanıyor. Buradan anladığımız kadarıyla en geniş anlamıyla Müslümanların yönetimi temel dini hükümlere aykırı olmamak kaydıyla İslami’dir.

BEDİÜZZAMAN’IN LAİKLİĞE BAKIŞI

Bediüzzzaman’ın laikliğe bakışı açısı pek çok kişi tarafından bilinmemektedir.” diye konuşan Deveci, Said Nursi’nin laiklik konusundaki düşüncelerini şöyle özetledi:

“Bediüzzaman, Kur’an’daki ‘Dinde zorlama ikrah yoktur’ ayetinin bu zamana baktığını ve önemli vurgular içerdiğini ifade eder. Bu ayet İslam âleminde asırlarca farklı dinlerin ve milletlerin medeni haklarının garantisi olmuş ve bu farklı unsurlar bir arada rahatça yaşamışlardır. Bediüzzaman bu ayetin cifir hesabıyla 1930’lu yıllara baktığını izah eder ve der ki; ‘bu ayet mana-yı işarisiyle der; o tarihte dini dünyadan tefrik (ayırma) ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silahlı cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-i esasi, bir düstur-u siyasi oluyor ve hükümet laik cumhuriyete döner.’ (Asay-ı musa meyve risalesi 11.mesele) Din ve vicdan hürriyeti dünyada genel kabul görür ve bir üst hukuk normu olarak kabul edilir. Hükümetler laik bir nitelik kazanır. Böylece din için silahlı savaş anlayışı sona erer. “

BEŞER DİNSİZ KALAMAZ

Deveci, sözlerine şöyle devam etti: “Dünya İslamiyet’in asırlardır uyguladığı din ve vicdan hürriyeti anlayışına yaklaşır. Çünkü Ortaçağ’da kilise tahakkümü altındaki Avrupa’da fikir hürriyeti yoktu. Fikir ve vicdan hürriyeti din adına engelleniyordu. Tahrif edilmiş Hristiyanlığın yorumları mutlak gerçek olarak insanlara dayatılıyor ve kilise engizisyon mahkemeleri ve aforoz mekanizmasıyla insanları adeta boğuyordu. Avrupa’da din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması ve kilise tahakkümünün yıkılması ve ladinilik akımlarının meydana gelmesi bu sebepledir. Sonuçta pozitivist ve Materyalist akımların da etkisiyle, Avrupa insanının dinden kopuk, seküler bir hayat tarzını benimsemesi, hakikati daha rahat görerek, tevhit dinine yaklaşmalarını da sağlamıştır. “Beşer dinsiz kalamaz” hükmü gereği, kilisenin baskısından kurtulan Avrupalının hak dini kabulünün önündeki engeller azalmıştır.

Özgürlüğün ve gerçeği araştırma meylinin yaygınlaşması ölçüsünde, papazların ve ruhanî reislerin tahakkümlerinin sona ermesi veya azalması Bediüzzaman’a göre İslamiyet’in kabulü açısından uygun bir ortam sağlamaktadır. Bediüzzaman bu zikredilen ayetin işaretinden hareket ederek, artık – harici düşmanın saldırısı olmadığı sürece – din için silahlı cihat devrinin kapandığı yorumunu yapar. “Düşmanlarınızın seyyiâtı (kötülüğü)—tecavüz olmamak şartıyla—adavetinizi (düşmanlığınızı) celbetmesin” ifadesi de bu anlama gelmektedir.

Bediüzzaman ecnebilerdeki düşmanlık ve taassubun ortadan kalkmakta olduğunu, medeni insanların ikna metoduyla gönlünün kazanılacağını, zorlamadan, İslamiyet’in ulviliğini ve kutsiyetini dikkatlere sunarak, ona ait güzel ahlakı yaşantımızla göstermemiz gerektiğini ifade eder.

LAİKLİĞİN TÜRKİYE’DEKİ UYGULAMASI PROBLEMLİDİR

Bu ifadelerden fikir ve vicdan hürriyeti çerçevesinde tatbik edilecek bir laiklik anlayışının ipucunu veren Bediüzzaman bundan böyle ‘iman-ı tahkiki kılıcıyla manevi bir cihad-ı dini’ döneminin başladığı yorumunu yapar. Ona göre Kur’an’ın elmas kılıçları ilim ve fennin hükmettiği bu modern çağlarda fikri ve dini hâkimiyetini gerçekleştirecektir.

Laikliğin Türkiye’de uygulanması problemlidir. Batı’da din ve vicdan hürriyetinin temini mücadelesi sonucunda ortaya çıkmış bir kavram olan laiklik ülkemizde dine karşı, dine yer vermeyen bir hayat tarzını dayatma aracı olarak kullanılmıştır. Buna karşı Bediüzzaman Said Nursî de: “Lâik cumhuriyet, dinî dünyadan ayırmaktır. Yoksa dinî reddetmek ve bütün bütün dinsizlik olmadığını biliyoruz. Laiklik dine karşı tarafsız kalmaktır. Eğer lâik cumhuriyeti soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik manası bîtaraf (tarafsız) kalmak, yani hürriyet-i vicdân düstûruyla dinsizlere ve sefahatçilere ilişilmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişilmez bir hükümet telâkki ederim” demektedir.

BATI’DA HAKİM FELSEFE İKEN DOĞU’YU AYAĞA DİN KALDIRACAKTIR

Öncelikli olarak bu tarafsızlığın sağlanmasını ister. Tarafsızlık laikliğin asgari şartıdır. Bediüzzaman bu tarafsızlığın yanında ve ötesinde İslamiyet’e taraftarlığın da ülkemiz için sosyokültürel bir zorunluluk olduğunu dile getirir. Çünkü ona göre Asya ve Doğu, Batı’ya benzemez. Batı’da hâkim felsefe iken doğuyu ayağa kaldıracak dindir. Dolayısı ile İslam âleminin gelişmesi din dışlanarak sağlanamaz. Bilakis dinin aktif hale getirilmesi ile sağlanır.

Devlet, hangi dinden ve etnik kökenden olursa olsun vatandaşlarının dinle ilgili taleplerini dikkate almalıdır. Yüzde doksan dokuzu Müslüman olarak ifade edilen Türkiye’de, Müslüman milletin kendi inançlarıyla ilgili talepleri mutlaka dikkate alınmalı, devlete düşen ilgili hizmetler yerine getirilmelidir. Devlet millet içindir, milletin ihtiyaçlarını karşılamak için vardır. Milletimiz kendisini Müslüman olarak tanımlamaktadır. Toplumun bu ön önemli aidiyet duygusunu görmezden gelerek kendini konumlandırması mantık dışıdır. Bu açıdan; devlet en azından dinin gerek fert, gerekse toplumsal anlamda yaşanmasına engel olacak düzenlemelere asla girmemelidir.

Dursun Kabaktepe / www.moralhaber.net

Kurt, Gövdenin İçine Girdi! Demokrasi Eşkiyaları

“Mü’minin ferasetinden korkunuz. Zira o Allah’ın nuruyla nazar eder.” demişti peygamberler zincirinin en son ve en büyük halkası (s.a.v)…

Öyle bir Nur ki, zamandan ve mekândan münezzeh; çağları aşan ve bütün zamanları bir kitabın tek bir sayfası gibi gözü önünde müşahede ve mütalaa ettiren bir nazara sahip kılar; müttaki, ihlaslı ve muhsin kullarını…

Bir tarafta yaptıkları hesap kitaplarla, çevirdikleri dolaplarla, beşeriyet âleminde yaktıkları fitne ateşleriyle insanlığı fesada veren hayvanat-ı muzırra nev’indeki birer firavuncuk olan insancıklar ve bunlara ait plan ve programları

Diğer taraftan “Bizim uğrumuzda mücahede edenlere, mutlaka yollarımızı gösteririz.” buyurarak iman ve kur’an uğrunda candan ve cihandan geçen mücahitlere hakikat ve hidayet yollarını göstereceğini vaat eden büyük Allah ve bütün zamanları içine alan ezeli kader plan ve programı…

Allah’ın nuru ile nurlanmış gönüller “Bildirilirse, bilirler.”  kaidesince Cenab-ı Hakk’ın hıfz ve himayesinde ilhama mazhar olmakla, o ilahi nurun billur ışığı altında kader programının en ince çizgilerini ve en hassas noktalarını görüp sezebilme nimetine kavuşmuşlardır.

İşte Bediüzzaman böyle harikalar harikası bir inayete mazhar olan mübarek bir şahsiyettir.

Zira o, ruhundaki Şecaat-i imaniye ile kat’i inanıyordu ki, dava ettiği hakikat bir gün milletçe benimsenecek…

İnsanlık camiasında neşrettiği hakaik-i imaniyenin fütuhatı başlayacak…

Afakı İslam’ı saran zulmet bulutları, Kur’andan eline verilen bu meş’ale-i hidayet olan Nur Risaleleriyle dağılacak…

Ölmeye yüz tutmuş zannedilen iman ruhu yeniden canlanacak; canlara can katacak, manen ölmeye yüz tutan millet-i islamiyeyi ihya edip diriltecek…

Ve âleme efendi olan İslamiyet’in –Biiznillah- cihana efendiliğinin maddi manevi mübeşşiri, müjdecisi olacaktı.

Haşa, Cenab-ı Hak va’dinde hulfetmez; yeter ki, bu azim va’di ilahiyi icap ettirecek şartlar tahakkuk etsin.

Çünkü dünya dar-ül hikmettir. Bir şeyin vücud bulması sebeplere bağlanmıştı kader programında.

Evet, Bediüzzaman kaderden bildirilen bu müjdelerin tahakkuku için cebbar kumandanlara boyun eğmemiş, kudsi davasından dönmemiş, dağlar gibi hadiselerden dalgalarından yılmamış, şarkın yalçın dağ ve derelerinde milletini irşat etmekten ve Kur’an nuruyla nurlandırmaktan bir an dahi geri durmamıştı.

Ümitsizliğin içimizde yeniden hayat bulup dirilmesi üzerine de yılgınlık göstermeyerek asırdaşlarıyla konuşmayı terkedip; yüz sene sonra gelecek olan müstakbeldeki nesl-i ati ile yani bizlerle konuşmuştu.

“Feraset” nimetine nail olmakla birlikte Cenab-ı Hakkın hususi inayetine de mazhar olan bu zat-ı şahane, sadece bulunduğu zamandaşlarıyla alakadar olmamış, belki kıyamete kadar kader programında mevcut olan ve bildirilen çok ehemmiyetli gaybi haber ve müjdeler vermiştir, yüz sene sonraki asr-ı hazır insanlarına…

Evet, 1911’de Münazarat adlı bir eser neşreder. Şark seyahatleri esnasında sorulan sualleri ve cevaplarını içeren bu eserde, Bediüzzaman gayb aşina bir nazarla gördüğü gelecekteki bazı hadiseleri haber veriyordu.

Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarını “manasız bir isim ve resim” olarak değil de, hakiki manasını izah ettikten sonra, şöyle ilginç bir soru ile karşılaşır;

“Tarif ettiğin demokratik hak ve özgürlüklerin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?”

Bediüzzaman, Cumhuriyet ve Demokrasinin coğrafyamızdaki gelişim serüvenini ve önündeki engelleri tahlil ederek; Şu anda yaşadığımız hadiselere ışık tutup perde arkasında yaşanılanları anlatan şöylece bir ders verip, bizleri ihtar ederek uyarıyor:

“Demokratik hak ve özgürlüklerin ancak on kısmından bir kısmı size gelebilmiş. 

Zira sizin şu vahşet-engiz, cehalet-perver, husumet-efza olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehalet ejderhalarından, husumet kurtlarından biçare “demokrasi” korkar. Kolaylıkla gelmeğe cesaret edemez. 

Eğer siz tembel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz.  

Zîrâ sizinle İstanbul arasındaki mesâfe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet arasındaki mesâfe bin aydan fazladır.  

Zîrâ eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nâzik meşrûtiyet, İstanbul havâlisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesâfeden geçmekle, cehâlet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gâyet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast gelecektir.  

Ezcümle, bâzı cezâ-i sezâsını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bâzı bir meşhur bektâşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve gâret ediyorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bâzı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar.

Helaket ve felaket asrının adamı, verdiği bu cevapta şu an yaşadığımız hadiselere temas eden çok ilginç noktalar vardır.

Demokrasinin Vahşet ayıları, cehalet ejderhaları ve husumet kurtları gibi çok sayıda düşmanı olduğundan bahisle, bu düşmanların demokrasinin gelişme gösterip hayatımızın bir parçası haline gelmemesi için büyük gayret gösterdiklerini de ayrıca belirtmiştir.

Bu olağanüstü gayret ise maalesef birçok cephede artarak devam etmektedir.

Özellikle şark bölgesinde yaşayan insanlar üzerinde büyük oyunlar oynanmaktadır.

Şahsi Menfaatleri icabı, Bölge insanları siyasi bir rant kapısı olarak kullanılmakta bir beis görülmemektedir.

Bu oyunların hepsinin ortak noktası, bu insanları, bu bölgeyi, bu kültürü bahane ederek demokrasinin bu ülke için lüks olduğunun her fırsatta ifade edilmesiyle; bu topraklarda yaşayan insanlarımızın, insanlık şerefine yaraşır bir hayat sürmesine, özgürce düşünüp karar vermesini engellemek çabalarıdır.

Baskı, Zulüm ve şiddetten beslenen ve varlıklarının devamiyeti buna bağlı olan bir avuç zavallı; demokratik hak ve özgürlüklerin hayatımızın her alanında yaşanır hale gelmesinden elbette rahatsız olacaklardır.

Zira Türk ve Kürt ırkçıları bu rant kapısını asla kaybetmek istemiyorlar.

Evet demokratikleşme adımları, uzunca bir süreden beridir Ankara havalisindeki yılanlardan kurtulmanın kavgasını vermektedir.

Hayatları boyunca kendi vatanlarına çakılı bir çivisi olmayan; Sürekli olarak tertip ve kaos planları yaparak ve bunları uygulayarak saltanatlarını devam ettiren bu bedbaht zındıka komitesi; yıllardır sürdürdükleri hakimiyetlerinin yıkılmaya başlamasının şaşkınlık ve bu şaşkınlığın beraberinde getirdiği hırçınlık ile ne yapacaklarını bilemez bir haldedirler.

En büyük baş düşmanımız olan cehaletin esiri olarak, hak ve hukukumuzun farkında olmadan onurlu ve hür vatandaşlar olarak insanlık şerefine yaraşır bir yaşam sürmemiz mümkün değildir.

Milletçe, Fakirlik gibi, insanları dehşete düşüren kıraçlara benzeyen dünyamızı yeşillendirmeden ve canlandırmadan medeni dünyanın onurlu ve değerli bir üyesi olarak kendimize yer bulamayız.

Düşmanlık gibi, aramıza kin ve nefret tohumları eken büyük bir manevi hastalığı tedavi edip “Bütün mü’minler, ancak kardeştir.” İlahi mesajına kulak verip muhabbet bağlarını kuvvetlendirmeden, yeryüzünde bir ailenin fertleri gibi huzurlu ve mutlu bir hayat sürdürme şansımız yoktur.

Bütün bu engelleri aşsak bile, bu sefer de karşımıza çıkacak eşkıya ile de mücadele etmek ve bunları da alt etmemiz gerekir.

Demokratik hak ve Özgürlüklerden bütün bir milletin istifade etmesini engellemek için her yolu mübah gören ve bu uğurda canlarını, mallarını ve mukaddesatlarını bile feda etmekten geri durmayan Demokrasi eşkıyaları, Bediüzzaman’ın ifadesi ile dört ana gruba ayrılmakla birlikte dört farklı cephede demokrasiyle savaş verecektir.

Bunlardan birincisi, demokrasinin cezâ-i sezâsını hazmetmeyenlerdir.

Bu, herkesin hak ettiği bir şekilde yaşaması, sahip olması gereken haklarını elde etmesi ve bu konuda herhangi bir engel ile karşılaşmamasıdır.

Bu durumun bazı kesim insanları rahatsız ettiği açıktır.

Zira bu bedbaht güruh, kendi insanlarının mallarını ceplerine indirdikleri gibi bunların akıllarını da ceplerine indirerek, bunları güdülecek bir koyun sürüsü olarak görüp, bu milletin demokratik hak ve özgürlüklerine kavuşup uyanmalarını hazmetmeyecekleri aşikârdır.

Bunu engellemek için de ellerinden gelen bütün yalan, hile, tertip ve oyunların içinde olacaklardır.

 

İkinci grup eşkıya ise, başkasının etini yemekten dişi çıkarılan hunhar ve yamyamlardır.

Bu grup insanlar, kendi kurulu düzenlerini bozmamak ve saltanatlarını kaybetmemek için, hak hukuk tanımadan nice mazlumun ahını alıp, nice ocakları ateşe vermekten geri durmamışlardır.

Tam demokrasinin yerleşmesi ile birlikte, böyle bir imkandan, rant ve sömürü düzeninden mahrum kalacak olan bu komiteler, demokrasinin önünde bir büyük engel olarak durmaya devam etmektedirler.

 

Üçüncü grup eşkıya ise, bâzı bir meşhur bektâşi gibi mânâ vererek, demokrasiyi hem yanlış  anlamakta ve hem de yanlış anlatarak engellemeye devam etmektedir.

Demokrasinin bütününe karşı olan insanların, bazı değişiklikleri onaylamaları veya bu konuda atılacak adımlara destek vermeleri beklenmemelidir.

Demokrat görünüp, esas yapıları itibariyle demokrasiye karşı olan, maddi makamlarını bazı imtiyazlar ile sürdüren insanlar ile dinde kavi ve muhakeme-i akliyede nakıs bazı insanları da bu kategori içinde değerlendirmek mümkündür.

 

Dördüncü grup eşkıya ise, bir kısım gevezelerdir ki; hiç yoktan bahaneler ile  demokrasiyi parça parça etmek istiyorlar.

Bunlar esas itibariyle herhangi bir görüşe ve düşünceye dayanarak değil, kendilerini göstermek ve dikkatleri üzerlerine çekmeye devam etmek için laf salatası yaparak ve hezeyan dolu bazı bahaneler ileri sürerek demokrasiye karşı çıkan insanlardır.

Bu bahaneler çok farklı şeyler olabilir.

Tam demokrasinin yerleşmesi ile kabiliyetsizlikleri ortaya çıkıp geri planda kalacak insanlardan tutun, demagoji ile her şeye muhalefet edip karşı çıkmayı meslek edinen bazı insanlara kadar, çok kişi bu grup içinde mütalaa edilebilir.

Esasında, bu konuda, bunlar çok fazla dikkate alınması gereken insanlar değildir.

Ankara havalisindeki yılanlar ile yolda tuzaklar kurmuş eşkıyadan kurtulmak için gayret gösteren demokrasi cananına, yol açmak ve gelişmesini tamamlamak için gayret göstermek, her vatandaşın görevi olmalıdır.

Bütün bir insanlığın geleceğini alakadar eden demokratikleşme yolunda atılan adımların, yapılan çalışmaların ve gösterilen gayretlerin her kimden ve nereden gelirse gelsin hoşamedi ile karşılayıp sahiplenmek gerekir.

Zira demokrasinin dili, dini, ırkı yoktur ve olamazda.

Artık tembellik yaparak, atılan adımları görmezden gelme gibi bir lüksümüz olmadığı gibi lakayt kalma gibi bir şansımız ve sabrımız kalmamıştır.

Belirli bir zümrenin yahut komitenin, derinden derine yıllardır sürdürdüğü baskı ve zulümlerin bedeli çok ağır bir şekilde ödenmiştir.

Dünya, büyük bir maddi ve ma’nevî buhran geçiriyor.

Dünyanın her yerinde insanlar, insanlık şerefine layık bir yaşam sürmek ve yıllardır gasp edilmiş doğuştan yaratıcımızın bizlere hediye ettiği demokratik hak ve özgürlüklere yeniden kavuşmanın canları pahasına kavgasını vermektedirler.

Ne zaman ki tahribat, zulüm ve baskılar haddini aştı, uçurum kendini gösteriyor.

Büyük felaketler güler yüzlü uyanışlar doğurur.

En büyük saadetler büyük ve acı felaketlerin neticesidir.

Hazreti Yusuf, mısır azizliği gibi bir saadete; ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nail olmuştur.

Pürşer beşer, türlü oyun ve kaos planlarını yapıp bunları devreye sokarak bütün bir milletin huzurunu bozmaya çalışadursun; Cenab-ı Hakkın kader plan ve programı yürürlüktedir ve “Allah nurunu tamamlayacaktır. Kafirler istemese bile” va’dini yerine getirmeye muktedirdir.

Evet, evet.. eğer sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa; sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz.

Zîra, kâinatı nağamatiyle raksa getiren ve hakâikın esrarını ihtizaza veren mûsika-i İlâhîyye hiç durmuyor, mütemadiyen güm güm eder.

 

Hal aldatıyor… Aldanmayınız. İstikbal hesabına konuşuyor… Öyle dinleyiniz.

Zira İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.

Evet ümitvar olunuz.. Şu istikbâl inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır!.

İstikbâl, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak; ve hâkim, hakâik-ı Kur’âniye ve îmaniye olacak.

Vesselam

kuraneczanesi.com