Etiket arşivi: diyanet

Asâ-yı Mûsâ Risalesi Diyanet İşleri Yayınları Tarafından Baskısı Yapıldı

Asâ-yı Mûsâ Risalesi

Diyanet İşleri Yayınları Tarafından Baskısı Yapıldı

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Bu acib asırda ehl-i iman, Risale-i Nur’a; ve ehl-i fen ve mekteb muallimleri “Asâ-yı Musa”ya şiddetle muhtaç oldukları gibi, hâfızlar ve hocalar dahi “Zülfikar”a şiddetle muhtaçtırlar.
Evet meselâ i’caz-ı Kur’anî bahsindeki ekser âyetlerin medar-ı şübhe ve itiraz olmuş aynı yerlerde, i’cazın lem’aları ve Kur’an’ın güzel nükteleri isbat edilmiş.
Umum Risale-i Nur Şakirdleri namına
Said Nursî
* * *
Asa-yı Musa ( 5 )

islamiyet inancının dışında kalan “dalalet, şirk, İktezathu’t-tabiat” gibi fikirlere karşı imani meselelerin izahı ile tehvid inancı yani kainatın tek yaratıcısı olduğuna ve bunun da ALLAH’tan başkasının olmasının imkansız olduğunu akli ve mantıki çerçevede ispatı üzerinde yoğunlaşmıştır.

imani ve İslami meselelerde şüpheye ve inkâra düşenler için ”lazım ve tiryak” olduğunu ifade etmektedir.

Felsefi değil Dini bir bakış açısı ile etrafımızdaki varlıkları inceler Asa-yı Musa.

Ayrıca, ibadet, gençlik, ölümden sonra diriliş ve âhiret inancı ile dünyadaki mutluluk arasındaki ilişkiler de ele alınıyor.

•           Beş vakit namazın ehemmiyeti.
•           Allah’ın emirlerine uymanın, yasaklarından kaçmanın lüzumu.
•           Gençlik taşkınlıklarından sakınmanın ehemmiyeti.
•           İnsanı alâkadar eden daireler ve onlardaki vazifeleri.
•           Herbir fen ve ilmin kendi lisanıyla Allah’ı tanıttırdığı.
•           Allah’ın isimlerinin âhireti iktiza ettiği.
•           Cehennem’e dair bir-iki şüpheyi izahla beraber, âhirete imanın insanın şahsî ve içtimaî hayatına ait faydaları.
•           İmanın altı esasının birbirinden ayrılmayacağının izahı.
•           Kur’andaki âyet tekrarlarına gelen itirazlara cevap.
•           Meleklere imanın meyveleri.
gayet kuvvetli izahlarla beyan edilmektedir.
Eserin basılmasını tebrik ederim, ancak DİB YAYINLARININ diğer eserlerine göre fahiş sayılabilecek bir rakamla raflarda yer alması okuyucular için hüzün verici bir sebeptir.
Aynı eser diğer yayınlarda 150 tl gibi makul bir rakamla okurla buluşurken ve 5ciltlik başka bir tefsirin -DİB BASKISI OLAN- 406TL den okuyucuya sunulması akla başka soruları da getirmiyor değil.
DİB YAYINLARINDAN TALEBİMİZ ESERİN MAKUL OLARAK OKUYUCUYA SUNULMASI VE BASKISI TÜKENEN ESERLERİNDE BİR AN EVVEL BASILMASIDIR.
Muhammed Numan ÖZEL

 

www.NurNet.Org

Risale-i Nur’u Diyanet’e kazandıran başkan: Ahmet Hamdi Akseki

Türkiye Cumhuriyeti’nin üçüncü Diyanet İşleri Başkanı, görev yaptığı zor dönemde İslam aleyhine yapılan tahribatı en aza indirmek için çalışan âlim Ahmet Hamdi Akseki vefatının 69. yılında rahmetle anılıyor.

Saltanat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini görüp yaşadı. Görevde bulunduğu zamanlar dahil, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesi ile namaz kılınması yönündeki görüşlere şiddetle karşı çıktı. Batı emperyalizmine yol açacak tarzdaki Garpçılık ve milliyetçilik akımlarına karşı mücadele verdi. Risâle-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi‘ye karşı samimi duygular besledi. Said Nursi’den Risâle-i Nur isteyince iki takım el yazması gönderildi.

Akseki, Başkanlığı döneminde ısrarla kendisine Risâle-i Nur gönderilmesini istedi

Akseki ile Bediüzzaman arasında samimi ve dostane bir münasebetin özellikle 1947 yılından itibaren artmaya başladığı, karşılıklı haberleşmelerden anlaşılmaktadır. Gerek Bediüzzaman’a gerekse Risâle-i Nurlara yakın alaka gösteren Akseki, Başkanlığı döneminde beş-altı kez ısrarla Risâle-i Nurların kendisine gönderilmesini istemiştir. 

Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur, Ankara’da (1950) bulunduğu sırada Diyanet Riyasetine uğrayarak Akseki ile görüşmüştür. Bu görüşmede hürmet ve övgülerini dile getiren Akseki, Bediüzzaman’a selam söylemiştir. 

Diyanet olarak Risale-i Nur’u tedricî tedricî neşrine çalışacağız

Bu görüşmeden sonra Ankara’dan ayrılıp Emirdağ’a gelen Mustafa Sungur, iki takım Külliyatı, biri Akseki’ye diğeri de Müşavere Kuruluna verilmek üzere Ankara’ya götürmüştür. Bediüzzaman, Külliyat ile birlikte mektup da yollamıştır. Mustafa Sungur, emanetleri yerine ulaştırdıktan sonra şu notu göndermiştir:

“… kıymetli mektubunuzu Diyanet Riyaseti Başkanı Ahmed Hamdi Efendiye teslim ettik. Sevinçler içinde mübarek mecmua ve Nurları kendi hususî kütüphanesine koydu. ‘İnşaallah bunları kendi öz ve has kardeşlerime okumak için vereceğim ve bu suretle tedricî tedricî neşrine çalışacağız’ dedi. … mektubunuzdaki emirlerinizi yapacağını söyledi. ‘Fakat şimdi hemen birden bire bunların neşri olmaz. Ben bu eserleri has kardeşlerime okutturup, meraklılara göre ileride neşrederiz. İnşaallah tam ve parlak şekilde ileride neşrine çalışacağını” söyledi. 

Akseki: Bediüzzaman’ın eserleri, Kur’an ve hadis çerçevesi içindedir

Akseki’nin görüşlerini aktaranlardan birisi de uzun süre Risâle-i Nur hizmetinde bulunan Selahaddin Çelebi’dir. Hem Şerafettin Yaltkaya hem de Ahmet Hamdi Akseki’nin Başkan bulundukları dönemlerde kendileriyle görüştükten sonra yaklaşımlarını aktarmaktadır. Yaltkaya’nın; “Diyanet Riyaseti Kur’an ve hadisten başka hiçbir eserle ilgilenmez” şeklindeki ifadelerine karşılık daha sonra başkanlık yapan Akseki şu ifadeleri kullanmıştır:

“Üstadın hayatı, eserleri, Kur’an ve hadis çerçevesi içinde bulunmaktadır. Onda menfi milliyetçilik ve ırkçılık yoktur…”

Akseki bu ve benzeri ifadeleri kullanırken o sırada yanında bulunan Nazif Paşa; Üstadı 31 Mart hadiselerinden beri tanıdığını, o isyanda yaptığı çok tesirli konuşmalarla Avcı Taburlarının itaate getirdiğini söylemiştir. 

Görmez’den Akseki-Said Nursi muhabbetine vurgu

Görev yaptığı sürede Risale-i Nur’un Diyanet bünyesinde neşredilmesinde büyük emekleri olan Diyanet İşleri eski Başkanı Mehmet Görmez de Akseki ile Bediüzzaman arasındaki münasebetlere vurgu yapmıştı. 

Görmez, “Ahmet Hamdi Akseki Diyanet İşleri Başkanı iken Said Nursi için şunları söylemiş. ‘Ey medresede arkadaşım. Ders halkalarında kardeşim. Kur’an’ın hakikatlerini genç nesillere anlatmak için bu eserlerin sahibi sensin.’ Bu sözlerin karşısında Said Nursi’nin cevabı ise, Ahmet Hamdi Akseki’ye görevini hatırlatarak, ‘dinsizlik cereyanının revaçta olduğu dönemde Diyanet dairesinin vazifesidir’ demiştir. 

Risale-i Nur’un bir kısmını neşretmeyi arzulamasına rağmen ömrü yetmemiştir

Yine Görmez, Diyanet tarafından basılan Risale-i Nur eserlerinin önsözünde aynı muhabbete şöyle değinmişti:

“1947 yılında Diyanet İşleri Başkanı Merhum Ahmed Hamdi Akseki, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye yıllarından beri tanıyıp dostu olduğu ve devrin ulemâsı arasındaki yüksek mevkiini takdir ettiği Bediüzaman’dan ısrarla bir takım Risâle-i Nûr Külliyatı istemiştir. Ancak o günlerde Külliyât’ın elyazması ve bazı nüshalarının teksir olması münasebetiyle tashih gerektiği ve 1948-1950 yılları arasında Bediüzzaman’ın Afyonda hapiste bulunmasından dolayı ancak 1950 yılında bir takımı Din İşleri Yüksek Kurulu’na verilmek üzere, iki takım hâlinde gönderebilmiştir. Merhûm Ahmed Hamdi Akseki eserlerin bir kısmını neşretmeyi arzulamasına rağmen buna ömrü yetmemiştir.”

Said Nursi’den Akseki’ye gönderilen mektup

Afyon hadisesi başlamadan evvel Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi Akseki, Said Nursî’den iki takım Risale-i Nur eserlerini, bir takımını Diyanet İşleri Kütüphanesine koymak, bir takımını da şahsına alıkoymak için istemişti. Fakat hapis hâdisesi çıktı, gönderilemedi. Üstad, hapisten sonra Emirdağı’na geldiği vakit, evvelce hazırlanan iki takımı tashih ederek Ahmed Hamdi’ye gönderdi ve aşağıdaki mektubu kendisine yazdı. (Emirdağ Lahikası)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ

Muhterem Ahmed Hamdi Efendi Hazretleri; Bir hâdise-i ruhiyemi size beyan ediyorum: Çok zaman evvel zâtınız ve sizin mesleğinizdeki hocaların, zarurete binaen ruhsata tâbi ve azîmet-i şer’iyeyi bırakan fikirler, benim fikrime muvafık gelmiyordu. Ben hem onlara, hem sana hiddet ederdim. “Neden azîmeti terk edip ruhsata tâbi oluyorlar?” diye, Risale-i Nur’u doğrudan doğruya sizlere göndermezdim. Fakat, üç dört sene evvel, yine şiddetli, kalbime, size tenkitkârâne bir teessüf geldi. Birden ihtar edildi ki:

“Bu senin eski medrese arkadaşların olan başta Ahmed Hamdi gibi zatlar, dehşetli ve şiddetli bir tahribata karşı ‘ehvenüşşer’ düsturuyla, mümkün olduğu kadar bir derece bir kısım vazife-i ilmiyeyi mukaddesatın muhafazasına sarf edip tehlikeyi dörtten bire indirmeleri, onların mecburiyetle bazı noksanlarına ve kusurlarına inşaallah kefaret olur” diye kalbime şiddetli ihtar edildi.

Ben dahi sizleri ve sizin gibilerini, o vakitten beri yine eski medrese kardeşlerim ve ders arkadaşlarım diye hakikî uhuvvet nazarıyla bakmaya başladım. Onun için benim bu şiddetli tesemmüm hastalığım vefatımla neticelenmesi düşüncesiyle, sizi Nurlara benim bedelime hakikî sahip ve hâmi ve muhafız olacağınızı düşünerek, üç sene evvel mükemmel bir takım Risale-i Nur’u size vermek niyet etmiştim. Fakat şimdi hem mükemmel değil, hem tamamı değil; fakat ekseriyet-i mutlaka eczaları Nur şakirtlerinden gayet mühim üç zatın on-on beş sene evvel yazdıkları bir takımı sizin için hastalığım içinde bir derece tashih ettim. Bu üç zatın kaleminin benim yanımda on takım kadar kıymeti var. Senden başka bu takımı kimseye vermeyecektim.

Buna mukabil onun mânevî fiyatı da üç şeydir:

Birincisi: Siz mümkün olduğu kadar Diyanet Riyasetinin şubelerine vermek için, mümkünse eski huruf, değilse yeni harfle ve has arkadaşlarımdan tashihe yardım için birisi başta bulunmak şartıyla, memleketteki Diyanet Riyasetinin şubelerine yirmi otuz tane teksir edilmektir. Çünkü haricî dinsizlik cereyanına karşı böyle eserleri neşretmek, Diyanet Riyasetinin vazifesidir.

İkincisi: Madem Nur Risaleleri medrese malıdır. Siz de medreselerin hem esası, hem başları, hem şakirtlerisiniz. Onlar sizin hakikî malınızdır. Münasip görmediğiniz risaleyi şimdilik neşrini geri bırakırsınız.

Üçüncüsü: Tevafuklu Kur’ân’ımız mümkünse fotoğraf matbaasıyla tab edilsin ki, tevafuktaki lem’a-i i’câziye görünsün. Hem baştaki Türkçe târifatı ise, o, Kur’ân ile beraber tab edilmesin, belki ayrıca bir küçük risalecik olarak ya Türkçe veya Arabîye güzelce çevirip öylece tab edilsin.

Ahmet Hamdi Akseki kimdir? İşte hayatı

Antalya’nın Akseki ilçesinin Güzelsu nahiyesinde 1886 yılında dünyaya gelen Ahmet Hamdi Akseki, 5-6 yaşlarında Kur’an okumaya başladı ve ilk Arapça derslerini Mecidiye Medresesi’nde Abdurrahman Efendi’den aldı.

Birçok ilim yuvasında eğitim gören ve tahsili boyunca geçimini mühür kazıma işi ile sağlayan Akseki, 1905’te İstanbul’a giderek Medresetü’l Mütehassısin’de doktora eğitimi aldı ve birincilikle mezun olup 32 yaşında 3 fakülteyi tamamladı.

Akseki, Medresetü’l-Mütehassısin’in son sınıfındayken Heybeliada’daki Mekteb-i Bahriyye-i Şahane’ye din dersleri, din felsefesi ve ahlak dersleri hocası olarak tayin edildi.

Ayrıca 1908’den sonra yazı hayatına başlayan ve bazı makaleleri “Beyrut” ile “Mısır” gazetelerince alıntılanan Akseki, Balkan Harbi’nden önce Sebilürreşad dergisinin Bulgaristan ve Romanya muhabirliğini yaptı. Akseki, izlenimlerini “Bulgaristan Mektupları” başlığı altında bu dergide yayımlandı.

Milli Mücadele’yi yazı, vaaz ve konferanslarıyla destekledi

Milli Mücadele için Anadolu’ya geçerek yazı, vaaz ve konferanslarıyla Anadolu harekatını destekleyen Akseki, Ocak 1922-Kasım 1923 tarihlerinde Ankara Lisesi’nde ulum-i diniyye muallimliği yaptı. Akseki, bu görevi yürütürken Umur-ı Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti Tedrisat Umum Müdürlüğü’ne tayin edildi.

Akseki, medreselerin müfredat programlarını ıslah ederek hazırladığı rapor ve layihalar ile Darülhilafe medreselerinin sayısını 13’ten 38’e çıkardı.

Akseki, Diyanet İşleri Reisi Mehmet Rifat Börekçi’nin isteği üzerine 1924’te Diyanet İşleri Reisliği Hey’et-i Müşavere azalığına tayin edildi. Akseki, bu görevi sırasında Elmalılı Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili” tefsiri ile “Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi”nin yayıma hazırlanması için çalıştı.

Öte yandan, 1920 yılında kurulan Tarikat-ı Salahiyye Cemiyetinin üyesi olduğu ve bu cemiyetin faaliyetlerine katıldığı gerekçesiyle 1925’te Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan Akseki, cemiyetle ilgisi bulunan 11 kişinin idama, bir çoğunun da ağır hapse mahkum edildiği mahkemede, suçsuz bulunarak beraat etti.

Dini, Batı kalıpları içinde değerlendirenlerle mücadele etti

Kur’an’ı ve hadisi esas alarak İslami ilimlerin canlandırılmasını, gelişmelerin ışığında İslami müesseselerin yeniden düzenlenmesini gerekli gören Akseki, bir taraftan hurafe ve batıl inançlar ile diğer taraftan da dini, Batı kalıpları içinde değerlendiren, modası geçmiş bir müessese şeklinde gösterip İslam’a hücumda bulunanlarla mücadele etti.

Akseki, “garpçılık” ve “milliyetçilik” hareketlerine karşı çıktı, Müslüman toplumların kurtuluşu için “İslam birliği” fikrini savundu.

Kur’an’ın Türkçe tercümesiyle namaz kılınması tartışması

Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesiyle namaz kılınması yönündeki temayüllere karşı gelen Akseki, bu yönde bir kanaate sahip bulunan Diyanet İşleri Başkanı Mehmed Şerafettin Yaltkaya’nın isteği üzerine rapor hazırladı. Akseki, raporda, Kur’an’ın Türkçe tercümesiyle namaz kılınması uygulamasının, dini ve ilmi hiçbir dayanağı bulunmadığını ortaya koydu.

Arapça, Farsça ve İngilizce bilen Akseki, İslam dini ve ahlakı ile ahlak ilmi üzerine yazdığı eserler ile halkın uzun süre ihmal edilen dini bilgi ihtiyacının karşılanmasında büyük hizmet verdi.

Diyanet İşleri Başkanlığı yanındaki camiye adı verildi

Başkan yardımcısıyken Diyanet İşleri Başkanı Yaltkaya’nın ölümü üzerine 1947’de bu göreve getirilen Akseki, 9 Ocak 1951’de Ankara’da vefat etti.

Naaşı Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedilen Akseki, resmi hizmetinin yanı sıra 70’e yakın eser kaleme aldı.

Akseki’nin başlıca eserleri arasında “İslam Dini”, “Dini Dersler 1-2”, “İslam Dini Fıtridir”, “İslam Dini Tabii ve Umumi Bir Dindir”, “Ahlak Dersleri” ile “Askere Din Kitabı” yer alırken yayınlanmış ve yayınlanmamış çok sayıda eseri bulunuyor.

Öte yandan Diyanet İşleri Başkanlığınca kurumun binasının yanına 2012’de inşa edilen ve aynı anda 6 bin kişinin ibadet edebildiği camiye Akseki anısına, “Ahmet Hamdi Akseki” adı verildi.

www.NurNet.org

Kaynak:RisaleHaber

Kur’an-ı Kerim Hakkında Hezeyanlara Cevap

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Öztürk’ün sebep olduğu kargaşa sonrası Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan basın açıklaması yapıldı.

Diyanet’in basın açıklaması

Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı, son zamanlarda Kur’an-ı Kerim’in mahiyeti ve Kur’an’da yer alan kıssaların gerçekliği konusunda kamuoyunda tartışmalara yol açan birtakım iddialara ilişkin bir açıklama yayınladı.

Son zamanlarda Kur’an’ın mahiyeti ve Kur’an’da yer alan kıssaların gerçekliği konusunda kamuoyunda tartışmalara yol açan birtakım iddiaların ileri sürüldüğü görülmektedir.

Söz konusu iddialara göre Kur’an’ın sadece manası bir öz olarak Hz. Peygamber’e indirilmiş, o da bunu kendi kültürünün kelimeleriyle söze dönüştürmüştür. Diğer bir iddia ise, Kur’an kıssalarının tarihsel gerçekliğinin olmadığı, sadece bazı mesajların verilmesi için kurgulanmış anlatımlar olduğu şeklindedir.

Bu iddialar, hem bizzat Kur’an-ı Kerim’in kendi ifadelerine, hem onu insanlığa duyuran Hz. Peygamber’in açıklamalarına hem de tarih boyunca benimsenen İslam ilim geleneğindeki temel kabullere açık bir aykırılık taşımaktadır.

Yüce Allah’ın bütün insanlığa gönderdiği son mesajı olan Kur’an-ı Kerim’de yer alan birçok ayet, onun bütünüyle yani hem manası hem de lafzıyla Yüce Allah’a ait olduğunu açıkça ortaya koymaktadır:

“Şüphesiz bu Kur’an, âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir. Onu, senin kalbine uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça ile Rûhulemîn indirmiştir. (Şuarâ 26/192-195),

“Şüphesiz bu Kur’an sana, hüküm ve hikmet sahibi, hakkıyla bilen Allah tarafından verilmektedir.” (Neml 27/6),

“İşte, sakınsınlar yahut hatırlamalarını sağlasın diye onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda uyarılarımıza tekrar tekrar yer verdik.” (Taha 20/113),

“İşte sana, Ümmülkurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman ve hakkında asla şüphe bulunmayan toplanma gününün dehşetini haber vermen için böyle Arapça bir Kur’an vahyettik” (Şura 42/7) ayetleri vahyin lafızlarının yani sözlerinin onu indiren Yüce Allah tarafından Arapça olarak belirlendiğini göstermektedir.

Kur’an’ın, gerek indiriliş keyfiyeti gerekse indirildiği lafız örgüsüyle ilgili bu doğrultuda pek çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif bulunmaktadır. Nitekim İslam ilim geleneğinin temel kabulleri doğrultusunda Müslümanlar da tarih boyunca böyle inanmışlardır.

Kur’an’ın lafız değil sadece mana ve mefhum olarak indirildiğine delil olarak ileri sürülen “O Kur’an, şüphesiz öncekilerin kitaplarında da vardır.” (Şuara 26/196), “Bunlar önceki kitaplarda, İbrâhim ve Mûsâ’nın kitaplarında da vardır.” (A’la 87/18) ayetleri Kur’an mesajlarının özü olan tevhid ilkesinin önceki kutsal kitaplarda da bulunduğunu bildirmektedir.

İnzal aşamasında Kur’an’ın lafzı ve manası üzerinde Hz. Peygamber’in herhangi bir tasarrufunun kesinlikle söz konusu olamayacağı hususu da birçok ayette belirtilmiştir:

“Kendilerine âyetlerimiz açıkça okunup anlatılınca bizimle karşılaşacaklarına inanmayanlar, “Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir” dediler. Onlara şöyle de: “Onu kendiliğimden değiştirmeye hak ve yetkim yoktur, ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Eğer rabbime itaatsizlik edersem şüphesiz dehşetli bir günün azabından korkarım.” (Yunus 10/15),

“Sen onlara bir ayet getirmediğin vakit, “Onu da derleyip toplasaydın ya!” derler. De ki: “Ben sadece rabbimden bana vahyedilene uyarım. İşte bu Kur’an, rabbinizden gelen kanıtlardır, inanan bir topluluk için hidayettir, rahmettir.” (A’raf 7/203) ayetleri bu gerçeği ifade etmektedir.

Şu ayetler ise Hz. Peygamber’in, Kur’an’ın lafızlara dökülmesi konusunda hiçbir rolünün olamayacağı hususunda çok açıktır:

“Eğer peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra onun can damarını koparırdık. Hiçbiriniz buna mâni olamazdınız.” (Hakka 69/44-47),

“Vahyi tam alma telâşı yüzünden dilini kımıldatma. Onu zihninde toplayıp okumanı sağlama işi bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra onu anlatmak elbette bize aittir.” (Kıyâme 75/16) Bu ayeti kerimeden vahyin indirilişi sırasında Hz. Peygamber’in, ayetleri ezberlemek için bir çaba içerisine girdiği anlaşılmaktadır. Bu durum, ayetlerin lafız ve manasıyla kendisine nazil olduğunu göstermektedir.

Hal böyleyken Kur’an’ın sadece mana olarak nazil olduğu, lafzının ise Hz Muhammed’e ait olduğu şeklindeki bu şaz görüş, hiç bir İslam mezhebi tarafından kabul edilmemiştir. Bu görüşlerin bazı kitaplarda yer alması bunların benimsendiği anlamına gelmez. Nitekim İmam Matüridî, bu şaz görüşü Te’vilâtü’l-Kur’an adlı tefsirinde eleştirmiş, reddetmiş ve Kur’an’ın hem lafız hem de mana olarak Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed’e indirildiğini net bir şekilde ifade etmiştir. (I, 74; III, 121, 541)

Kur’an kıssalarının gerçekliği olmayan kurgusal anlatılardan ibaret olduğu iddiasına gelince, bu yorum da yine bizzat Kur’an’ın kendi ifadelerine ters düşmektedir. Zira Kur’an-ı Kerim, kendisinin anlattığı kıssalar için dile getirilen “öncekilerin masalları/uydurmaları” nitelendirmesini birçok ayetinde reddettiği gibi (Furkan 25/5-6; Nahl 16/24-25; Kalem 68/15-16) yine pek çok ayetinde anlatılanların “gerçek ve yaşanmış” olduğunu vurgulamıştır:

“Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem’i kim himayesine alıp koruyacak diye kalemlerini (kur’a için) atarlarken sen yanlarında değildin. (Yine bu konuyu) tartışırlarken de sen yanlarında değildin.” (Al-i İmran 3/44),

“İşte bu (kıssa), gayb haberlerindendir. Onu sana biz vahiy yolu ile bildiriyoruz. Yoksa onlar tuzak kurarak işlerine karar verdikleri zaman sen onların yanında değildin.” (Yusuf 12/102),

“Biz sana onların (Ashab-ı kehf’in) haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz: Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.” (Kehf 18/13)

Kur’an’ın bu apaçık beyanları da gösteriyor ki, Kur’an-ı Kerim hem lafzıyla hem de manasıyla Yüce Allah’ın katındandır ve her şeyiyle O’na aittir. Anlatılan kıssalar da gerçekten yaşanmış olaylara aittir ve gayb haberleri olarak vahyedilmiştir.

Sonuç olarak Kur’an-ı Kerim, lafız ve manasıyla Allah’ın kelamıdır. Allah’ın koruması ile tek harfi bile değişmeden günümüze kadar gelmiştir ve kıyamete kadar da baki kalacaktır. Nitekim geçmişten günümüze dünyanın her tarafındaki Mushafların hiçbirinde herhangi bir farklılığın olmaması da bu hakikatin ve mucizenin en somut göstergesidir. Hz. Peygamber’den bu tarafa mucizevi bir şekilde Müslümanların zihninde yer etmiş olan Kur’an’ı Kerim’in lafız ve manasıyla Allah’ın kelamı olduğu hususunda tereddüt uyandırabilecek söylemlerden uzak durmak bütün Müslümanların ortak sorumluluğudur.

Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı

“Yasal ve Haram” Konusu

Devletimizin lâik olmasına rağmen, halkımızın %99’unun Müslüman olduğu söylenilir. Bunu söyleyenlerin “Müslüman”kelimesiyle kastettiği, muhtemelen nüfus belgelerinde dini ile ilgili yerde “İslâm” yazılı olanlardır.
Ziya Paşa bir beyitinde“Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz demiştir. Kişiler hakkında onların dini konusundaki laflardan çok; onların işinin (hangi niyet, inanç ve kabul ile hangi yaşayışta olduklarının) nazar-ı itibara alınması daha doğru olabilir.
Nüfus kaydındaki “Müslüman” kelimesinden hoşlanmayan bazı vatandaşları nazar-ı itibara almasak bile, diğer “Müslüman”lar arasında İslâm imanını taşımaktan sonraki en mühim İslâmî vazifesi olan günde beş vakit namazı kılanların yüzdesi, toplam nüfusumuzun ancak %25’idir ve bunların çoğu da kırsal kesimde yaşayanlardır.
Günlük hayatta, bazı “Müslüman”ların İslâm’ı doğru yaşamayışlarının  çeşitli belirtileri olur. O belirtilerden bazıları da “Miladî Yılbaşılar” yaklaşırken onların söz, hâl ve davranışlarında görülür.
Laik devlette diğer gelir kaynaklarından başka, 1939 yılında Maliye Bakanlığına bağlı Millî Piyango Müdürlüğü de kurulmuştur; o tarihten beri, kuruluş kanununda yapılan çeşitli değişikliklerle, en büyük ikramiyeleri “Miladî Yılbaşılar”ında verdiği, yılda birkaç çekiliş yaparak, devlete  bundan helal olmayan bir yolla gelir sağlamaya çalışmaktadır.
Şuurlu dindar Müslümanlar, Millî Piyango’nun diğer tüm şans oyunları gibi İslâm’da haram olduğunu bilirler ve bundan uzak dururlar. Diğer “Müslüman”lar ise, Millî Piyango bileti almaktan kaçınmazlar.
Bu hâl 1939 yılından beri ülkemizde devam etmiştir ve bir Miladî Yılbaşı daha yaklaşırken, bugünlerde tekrar güncel hâle gelmiştir.
Bu yazının başlığında yer alan “YASAL VE HARAM”kelimesi, Diyanet İşleri Başkanımızın muhtemelen bir soruya cevap olarak, Milli Piyango bileti almak konusunda söylediği, medyada yer almış iki kelimelik bir cevabıdır ve çok mühimdir.
Türkiye laik bir ülke olduğu için 1939 yılında Maliye Bakanlığına bağlı Millî Piyango Genel Müdürlüğü şimdiye kadar faaliyetine devam etse de, vatandaşı olduğu devletin laik olması vatandaşların da laik olmasını gerektirmez. Hem din ve vicdan hürriyeti ve hem de İslâm’ı aslına uygun olarak yaşamak mükellefiyeti, laik bir devletin vatandaşı olan her “Müslüman” için de vardır. Bunu bilmeyen bazı cahil Müslümanlar, maalesef Millî Piyango bileti almak mevzuunda da yanlışı, doğru zannederek haram işlemektedirler.
Devlet organize etse de, Millî Piyango ve diğer şans oyunları haramdır. Devletimiz, bu haram kazançlarla bütçesine katkı sağlayarak milletine hizmet götürmeye çalışmak yanlışından vazgeçerek, bunlarla ilgili kanunları yürürlükten kaldırmalıdır.
Fakat Diyanet İşleri Başkanlığı personeli de, o kanunların kaldırılmasını beklemeden “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki 633 Sayılı Kanun”un “Görev” alt başlığıyla ilgili 1. Maddesinde Diyanet İşleri Başkanlığının görevlerinden biri olarak yer alan “din konusunda toplumu aydınlatmak”görevini hakkını vererek yapmalıdırlar:
“Görev:
Madde 1 – İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere kurulmuştur.”
 
Bu kanun maddesine rağmen, yüzyirmibin kadar personeli bulunan Diyanet İşleri Başkanlığımızın din konusunda toplumu şimdiye kadar gerektiği gibi aydınlattığı maalesef söylenememektedir. Hizmet İçi Eğitim Kurslarında bu aydınlatmanın nasıl yapılması gerektiği üzerinde daha fazla ehemmiyetle durulmalı; Diyanet İşleri Başkanlığının dinî irşadla görevli personeli kendi haklarında soruşturma açılabileceği, açığa alınabilecekleri veya görev yerlerinin değiştirilebileceği gibi endişelerle, “din konusunda toplumu aydınlatmak”tan geri kalmamalı, “yasal fakat haram” olan her konuyla ilgili olarak İslâm’da tebliğin  usullerine uymak suretiyle, içinde yaşadıkları topluma “hakkı tebliğ”i ihmal etmemelidirler.
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Cuma Hutbesi “Kapanmayan Yaramız KUDÜS!” (08.12.2017)

Cumanız Mübarek Olsun Aziz Müminler!

Okuduğum ayet-i kerimede Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”1

Okuduğum hadis-i şerifte ise Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyuruyor: “Üç mescit için ibadet maksadıyla yolculuğa çıkılabilir: Mescid-i Haram, Benim şu mescidim ve Mescid-i Aksa.”2
Kardeşlerim!

Kudüs, bizim gözbebeğimizdir. Kudüs, bizim tükenmeyen özlemimizdir. Kudüs, nice peygamberin tevhid mücadelesine sahne olmuş, ismiyle ve çevresiyle mukaddes ve mübarek kılınmış bir şehirdir. Kudüs, Kutsi Şerif’tir. Diğer adıyla Beytü’l-Makdis’tir. Binlerce yıldır birçok medeniyete beşiklik yapan Kudüs ve çevresinde Hz. İbrahim, Hz. Yakub, Hz. Musa, Hz. Süleyman ve Hz. İsa gibi nice peygamberler yaşamıştır. İsrâ ve Mirâc olayı ile Kudüs’ün son kutlu misafiri Efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.s) olmuştur. İslam’ın ilk kıblesi Mescid-i Aksâ da Kudüs’tedir.

Kudüs ve Mescid-i Aksa, bize Peygamberimizin müjdesi ve emanetidir. Kudüs, her müminin gönülden bağlandığı ve aziz bildiği bir şehirdir. Kudüs, herhangi bir toprak parçası değildir. Kudüs, sadece Filistin ve Mescid-i Aksa civarında yaşayanların değil, tüm dünya Müslümanlarının ve insanlığın ortak meselesidir.

Kıymetli Kardeşlerim!

Kudüs, Hz. Ömer’in fethiyle huzura kavuşmuştur. Müslümanlar, Kudüs’te uzun yıllar adaletli bir yönetim sergilemişlerdir. Herkesin canına, malına, inancına saygı duymuşlardır. Hatta gayr-i müslimler, aralarındaki anlaşmazlıkların çözümünde İslam’ın adaletine sığınmışlardır. Ama Darü’s-selam, yani barış ve huzurun merkezi olan Kudüs uzun zamandır mahzundur, yıllardır kan ağlamaktadır. Kudüs, bugün kapanmayan yaramız, dinmeyen sızımızdır. Kudüs, her türlü saldırıya maruz kalarak barışın şehri olmaktan çıkmıştır. Peygamberler diyarında silahlar susmamaktadır. Masum insanlar acımasızca katledilmektedir.

Kardeşlerim!

Kudüs ve çevresinde yaşayanlar, baskı, şiddet ve yalnızlaştırma gibi insanlık dışı uygulamalara maruz bırakılmaktadır. İnsanların yaşama, inanç ve düşünce özgürlüğüne insafsızca kastedilmekte, kimlik ve kişilikleri, onur ve haysiyetleri hedef alınmaktadır. Gözbebeğimiz olan Mescid-i Aksa’dan daha dün müminler alıkonmuşken bugün ise Kudüs, işgal edilmeye çalışılmaktadır. İnsanlığı, kadim geleneği ve uluslararası hukuku hiçe sayan pervasız bir anlayış, Kudüs’ü İsrail’in başkenti yapma gayreti içerisindedir.

Bilinmelidir ki; böylesi fütursuzca girişimler, Kudüs ve çevresini huzursuzluk ve çatışma yurdu haline getirecektir. Bu tür kabul edilemez teşebbüsler, sağduyuya ve insanlığın vicdanına vurulan büyük bir darbedir. Huzuru, barışı ve güvenliği yok etmeye yönelik tehlikeli bir adımdır.

Kıymetli Müminler!

İnsanlık şiddet, zulüm, savaş ve göç gibi olumsuzluklar nedeniyle büyük acılar yaşamaktadır. Bütün bunlara ilaveten Kudüs’e yönelik basiret ve ferasetten uzak, insaf ve vicdandan mahrum bu teşebbüsler, sağduyu sahibi her insanı endişeye sevk etmiştir. Bütün bunlar karşısında her birimize düşen vazife, bu tür olumsuzluklara asla rıza göstermemektir. Dünyanın neresinde olursa olsun, kime karşı yapılırsa yapılsın, yanlışa ve haksızlığa boyun eğmemektir.

Şu bir gerçektir ki; bugün İslam coğrafyasının, kardeşlerimizin ve insanlığın maruz kaldığı tüm felaket, zulüm ve mağduriyetlerden çıkaracağımız dersler vardır. Geliniz, bir an önce ümmet bilinciyle iman kardeşliğimizi pekiştirelim. Birbirimizin saygınlığını ve haklarını koruyalım. İçinde bulunduğumuz zorluklardan, acılardan, mahrumiyetlerden kurtulabilmek için her birimiz olanca gücümüzle çalışalım. İnancımızı, değerlerimizi yaşayalım ve gelecek nesillerimize öğretelim.

Kıymetli Kardeşlerim!

Aziz milletimiz, tarih boyunca Kudüs’le, Mescidi Aksâ ile ve Filistinli mazlum kardeşlerimizle gönül bağını hiçbir zaman koparmamıştır. Bundan sonra da koparmayacaktır. Bizler bu bilinçle bu Cuma vaktinde Rabbimize el açıp şöyle niyaz ediyoruz: Allah’ım! Bizi yeryüzündeki bütün mazlum kardeşlerimizin acısını yüreğinde hisseden ve onlara yardım için maddi-manevi varlığını seferber eden samimi Müslümanlar eyle! Bizi basiretsizlerden, ferasetsizlerden, vicdansızlardan, zalimlerden yana eyleme!

Allah’ım! Kudüs’ü ve İslam beldelerini işgale yeltenenlere, ıslah adı altında ifsat edenlere ve barışı baltalayanlara fırsat verme! Şu mübarek Cuma günü hürmetine dualarımızı kabul eyle Allah’ım!

Hazırlayan: Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü

1 İsrâ, 17/1.
2 Müslim, Hac, 511.