Etiket arşivi: Doç. Dr. Niyazi Beki

Anne Yüreği Dayanır Mı?

(Arapça bir şiirden)

Adamın biri, mecnun bir gençle alay etmiş/paralarla muradına ereceğini söylemiş

Annesinin yüreğini koparıp getirmesine karşılık/Büyük paralar mücevherler vâd etmiş

Hançerini alıp koşa, koşa gitmiş /Annesinin kalbini çıkartıp geri dönmüş

Süratle koşarken birden ayağı sürçmüş/ Düşerken elindeki yürek yere yuvarlanmış

Parçalanmış anne yüreği dayanamamış/Yavrum, sana bir şey mi oldu diye seslenmiş

Bu ses bir annenin şefkatini yansıtmış/Ama semadan inen gazabı önleyememiş

Adam cinayetinin boyutunu fark etmiş/ Tarihte asla böyle bir cinayet işlenmemiş

Geri dönüp akıttığı gözyaşlarıyla /Annesinin kalbini yıkamaya başlamış

Ey anne yüreği! Beni affetme, intikamını al/Suçum bağışlanabilir cinsten değil, demiş

Derken canına kıymak için hançerini çıkarmış/Âleme ibret olsun diye ölmek istemiş

Anne yüreği “sakın kendini öldürme”/İkinci kez yüreğim sızlar diye feryat etmiş

Evet, Cennet anaların ayakları altındadır

“Evet aç bir arslan, zaîf bir yavrusunu kendi nefsine tercih ederek, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna vermesi; hem korkak tavuk, yavrusunu himaye için ite, arslana saldırması; hem incir ağacı kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi, bilbedahe nihayetsiz Rahîm, Kerim, Şefîk bir zâtın hesabıyla hareket ettiklerini kör olmayana gösteriyorlar.”(Sözler, 64 )

Doç. Dr. Niyazi Beki

Nurdan Haber

Kulluğun Sembolü: Namaz

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

Kulu olduğumuz Allah’a hamd; ümmeti olduğumuz Resulullah’a, onun âl ve ashabına salat-u selam olsun.

Namaz bütün ibadetlerin bir hülasası, bir fihristi, bir özeti mahiyetindedir. İbadet ve kulluktan söz edildiği vakit ilk akla gelen namaz ibadetidir. Namazın genel ibadetlerle olan ilişkisini görmek ve kulluğun sembolü olan namazın ehemmiyetini yakından müşahede etmek için ibadetin/ubudiyetin/kulluğun ne anlama geldiğini bilmek gerekir. İslam dininin üzerine kurulduğu beş temel esas, dindeki kulluğun dışa yansıyan tezahürleri ve ana ilkeleridir. Buna göre, “Kulluğun Sembolü: Namaz” dediğimizde, namazın kulluk listesindeki yeri ve önemini anlamak gerekir. Namaz kılan kimse, hem kâinatın bir bütün halinde yaptığı ibadet ve tesbihlerine,  hem de şuurlu varlıklardan meleklerin ve şuursuz diğer canlıların hal diliyle ve sözlü olarak yaptığı ibadet ve tesbihlerine iştirak etmiş olur.

“Bilmez misin ki göklerde ve yerde bulunan kimseler, hatta güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar bütün canlılar ve insanların da birçoğu Allah’ın yüceliğine secde ediyorlar. İnsanların çoğu hakkında ise azap hükmü kesinleşmiştir. Allah’ın zelil kıldığını aziz edecek kuvvet yoktur. Şüphesiz ki Allah ne dilerse yapar”[1] mealindeki ayette, Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, gökteki meleklerden balıklara, gezegenlerden atomlara kadar her şeyin Cenab-ı Hakk’a secde ve ibadet ve hamd ve tesbih ettiklerine, özetle; bütün varlıkların Allah’a ibadet ederek kulluk şerefine nail olduklarına işaret edilmiş ve  bu kulluk görevini yerine getirmeyen bir kısım insanların ise bu şereften mahrum kaldıkları gibi, kendilerine emanet edilen bu göreve yaptıkları hıyanetin bedelini de ağır ödeyeceklerine vurgu yapılmıştır.

İnsanların ibadeti, diğer varlıkların, özellikle cansızların yaptıkları ibadetin sözlü bir neşidesi, bir kasidesi hükmündedir. Bu açıdan bakıldığı zaman, insan, bütün varlıkları temsilen öten bir bülbül mesabesindedir. Bilindiği üzere, bülbülün sürekli olarak güllere karşı ilan-ı aşk ederek terennüm ettiği nağmelerinin önemli beş hikmeti vardır. Yüce yaratıcı bu gibi hikmetler için onu görevlendirmiştir.

Birincisi: Canlıların kabileleri namına, bitkiler türüne karşı pek kuvvetli olan münasebetlerini ilân etmek.

 İkincisi: Rahman’ın rızka muhtaç misafirleri hükmünde olan canlılar tarafından Rabbanî bir hatip olarak, Rezzak-ı Kerim tarafından gönderilen nimet hediyelerini alkışlamak ve sevinçlerini ortaya koymak.

 Üçüncüsü: Bülbül, kendi Ebna-yı cinsine/canlılara yardım için gönderilen bitkiler âlemine karşı hüsn-ü istikbal etmek ve bunu bitkiler adına seçtiği güllerin başında göstermektir.

Dördüncüsü: Bütün canlıların bitkilere karşı aşk derecesine ulaşan şiddetli ihtiyaçlarını onların güzel yüzlerine karşı mübarek başları üstünde beyan etmek.

Beşincisi:  Celal ve cemal sıfatların kaynağı,  varlık mülkünün tek maliki, bütün lütufların, ihsan ve ikramların yegâne sahibi olan Allah’ın sonsuz rahmetinin dergâhına teşekkür ve tesbihatını en latif bir şevk içinde, gül gibi en latif bir yüzde takdim etmektir.[2]

İşte insan olan bir insanın bir hayvan olan bülbülden daha aşağı düşmemesi gerekir. O da bülbül gibi, sonsuz lütuf ve ihsanların, nihayetsiz nimet hediyelerinin sahibi olan Allah’a karşı yapması gereken teşekkürlerini ve kulluk kasidesini terennüm etmelidir.  Bir mescit veya bir seccadenin gülistanında bütün varlıkların değişik ibadetlerini içine alan geniş bir kulluk nişanesi olan namaz kılmalı ve bu umumi ubudiyet armonisine iştirak etmelidir.  Böylece insanlık şerefinin zirvesine çıkıp hakiki bir bülbül olmaya çalışmalıdır. Ve olması da şarttır. Çünkü insan kulluk yaparak insanlık şerefesinin zirvesine çıkabildiği gibi, kulluktan uzaklaştığı takdirde onursuzluk çukuruna düşmeye mahkûm olur.

Zira eğer insan,  en güzel kıvamda yaratılmış olmasının nişanesi olarak kendisine verilen manevi cihazlarını ve  insanlık fidanlığına aday olan istidat ve kabiliyet çekirdeğini şu fani ve geçici olan dünya hayatının toprağı altında, nefsin hava ve heveslerine sarf etse; bozulan çekirdek gibi bir cüz’î lezzet için kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp gidecek ve üstelik manevi mesuliyeti de o bedbaht ruhuna yükleyerek, şu dünyadan göçüp gidecektir.

Buna mukabil,  eğer insan söz konusu istidat ve kabiliyet çekirdeğini İslâmiyet suyu ile imanın ışığıyla ubudiyet toprağı altında terbiye ederek, Kur’an’ın emirlerine uyar ve manevi donanımını hakikî gayelerine yöneltse elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecektir.  Bunun neticesinde de âlem-i âhirette ve Cennet’te hadsiz kemalât ve nimetlere medar olacaktır.  Aynı zamanda bu insan, baki bir hayatın ve parlak bir hakikatin cihazlarına sahip kıymettar bir çekirdek ve revnakdar bir makine ve bu kâinat ağacının mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır.

Evet, hakikî terakki/gerçek ilerleme; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hatta hayal ve diğer melekelerin yüzlerini ebedi hayata çevirmek ve her biri kendine lâyık hususî bir kulluk vazifesi ile meşgul olmasını sağlamaktır. Yoksa ehl-i dalaletin ilerleme zannettikleri, dünya hayatının bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşidini, hatta en aşağısını tatmak için bütün latifeleri, kalbi ve aklı nefs-i emmarenin emrine vermek, bir ilerleme değil, tam bir gerileme, bir alçalmadır.[3]

Doç. Dr. Niyazi Beki


[1] Hac, 22/18.

[2] Bk. Bediüzzaman said Nursi, Sözler, Söz yayınları, İstanbul, 2013, 474-475.

[3] Bk. Nursi, Sözler,  431.

Allah’ın İnayeti Şükürle Devam Eder

Bu yazıda iki hususun altını çizmek istiyoruz. Bunlardan biri memleketimizi boydan boya kucaklayan Allah’ın sonsuz rahmet ve inayeti; diğeri ise, milletimizin iman şuurundan kaynaklanan feraset ve şecaati..

Bilindiği üzere, milletimizin her iki dünyasının tamiriyle samimi olarak meşgul olan Cumhurbaşkanı ve diğer yöneticileriyle İslam âleminin teveccühünü kazanan ülkemiz, uzun süredir devam eden PKK, PYD, DAEŞ terörü yanında bir de dindarlık kisvesine bürünmüş, akademik unvanlara sarınmış, asker kılığına girmiş, suret-i haktan görünüp haçlı zihniyetin sinsi planlarının maşası olmuş Gülencilerin oluşturduğu ikiyüzlü bir (FETÖ) terör örgütü kumpaslarına ve darbelerine maruz kalmıştır. Bu konu milletimizce çok iyi bilindiği için fazla söz söylemeye gerek olmadığını düşünüyoruz. Bir Arap şairinin dediği gibi,

Eğer gündüz de bir delile ihtiyaç duyarsa / Artık zihinlerde hiçbir değer ölçüsü yok demektir.

Evet, Türkiye’yi bölüp parçalamak ve küçük lokmalar haline getirip kolayca yutmak isteyen dış güçlerin maşası olan “Fetö” terör örgütünün 15 Temmuzda kalkıştığı darbenin hezimete uğratılmasının arkasında Allah’ın inayeti olduğunda şüphe yoktur;

َمَنْ لَا يَشْكُرِ النَّاسَ لَا يَشْكُرُ الله

İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez” (Tirmizî, Birr 35, 1955); Ebu Dâvud, Edeb 12) hadis-i şerifinin verdiği ders uyarınca, elbette o gecenin kahramanlarına şükranlarımızı sunmanın bir borç olduğunu unutmuyoruz. Sayın Cumhurbaşkanımızı, değerli başbakanımızı, saygıdeğer meclisimizi ve özellikle kahraman halkımızı asla unutmayacağız.

مَنْ قُتِلَ دُونَ مَالِهِ، فَهُوَ شَهِيدٌ

Malını savunurken öldürülen kimse şehittir” (Buhari, Mezalim, 33; Müslim, İman, 326) manasındaki hadis-i şerifin hükmü uyarınca, bu vatanın ahalisi olarak yurdunu savunurken öldürülenlerin şehitlik payelerini kutluyoruz.

Allah’ın, şehitlerimizi sonsuz rahmetiyle kucaklamasını, gazilerimize de acil şifalar lütfetmesini dileriz. O gece, Çanakkale’deki iman coşkusunu, mümin şuurunun yankılarını ve kahramanlık öykülerini müşahede ederken hissettiğimiz hayranlık duygusunun boyutunu sözlerle ifade etmenin imkânsız olduğunu da belirtmek isteriz.

Bütün bu insani cenahta sergilenen bu fevkalade kahramanlıkları seslendirirken; herşeyin dizgini elinde, herşeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitabın sayfaları gibi kolayca çeviren, dünya ve âhireti iki oda gibi bunu kapatıp, onu açabilen bir Kadîr-i Zülcelal olan Rabbimizin himayesini yansıtan o karşı konulmaz rabbani kudretini, bütün yurdumuzu kucaklayan o rahmani imdat ve inayetini de asla unutmamak gerekir.

Yazımızın başlığından da anlaşıldığı gibi, şükür ile Allah’ın nimetleri arasında doğru orantılı bir ilişki vardır. Şükrün artması inayet gibi nimetlerin de artmasına, şükrün zıddı olan nankörlük ise nimetin kesilmesine ve sıkıntıların çökmesine sebep olur.

وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِن شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِن كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ

Hani Rabbiniz size şunu da bildirmişti: Şükrederseniz size daha çok veririm. Nankörlük ederseniz, o zaman da azabım çok çetindir” (İbrahim, 14/7) mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir. En büyük şükür, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmektir.

Bu konuda “İlgililerin, insanları derdest etmek için yarışmamaları, suçsuz olanları mümkün olduğunca suçlulardan ayırmaları, adaletle hareket etmelerine” dair Sayın Cumhurbaşkanının ve Başbakanın talimatlarını biliyoruz.

Keza, bu konuyla ilgili kaleme alınan değişik yazılardan da haberimiz vardır.. Bununla beraber, Meşru iktidarı devirmek, birçok masumun mal ve can güvenliğini ortadan kaldırmak, yüzlerce masum insanın kanına girmek, hadsiz hesapsız zulümler icra etmek üzere 15 Temmuz darbe teşebbüsüne katılan veya katılanlara destek verenlerin hukuk önünde hak ettikleri cezayı görmelerini sağlamak, millet ve memleketin hak ve hukukunu korumakla yükümlü olan devletin öncelikli görevi olduğunu da biliyoruz. Ancak, ceza verirken, hâkimlerimizin yanlış yapmamaya, masumları yakmamaya azami gayret göstermeleri de gerekiyor. Zaten devletin başındaki reislerimiz bunu defalarca seslendirmiş ve gereken uyarıları yapmışlardır. Bununla beraber,

وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرَى تَنفَعُ الْمُؤْمِنِينَ

Resulüm! (insanlara gerçekleri) hatırlatmaya devam et. Şüphesiz hatırlatmak müminlere fayda sağlar” (Zariyat, 51/55) mealindeki ayette yer alan ilahi emir gereğince bunu –tekrar da olsa- yazmakta fayda olacağını düşünüyoruz. Her yönüyle çok iyi bilinen bu konunun detaylarına girmeden, bazı ayet ve hadislerin ilgili uyarılarını hatırlatmakla yetineceğiniz.

1..Suç ve cezanın şahsiliği esastır:

İslam hukukunda yaklaşık 1500 yıldan beri var olan bu prensip, nihayet modern hukuk sistemlerinde de yerini almıştır. Artık çağdaş ceza hukukunda da en önemli ilkelerinden biri suç ve cezanın şahsiliği ilkesidir. Bu kural gereğince, kişi ancak kendisinin işlediği fiiller nedeniyle sorumlu tutulabilir, başkasının işlediği fillere iştirak etmedikçe sorumlu tutulamaz.

Peygamberimiz veda hutbesinde bu konuyu şöyle ifade etmiştir: “Ey İnsanlar! Sizi uyarıyorum, herkes yal­nızca kendi işlediği suçtan sorumludur. Suçlu evlattan dolayı baba sorumlu tutula­maz, suçlu babadan dolayı evlat da sorum­lu tutulamaz” (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an,10)

Kur’an-ı Kerim’de meal olarak;

وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى

Hiçbir suçlu, başkasının suçunun yükünü yüklenmez” (Enam, 6/164; Fatır, 35/18) ifadesiyle ortaya konulan bu prensip yüksek bir adalet ölçüsüdür. Adalet ölçüsü ise, fiili şükrün bir mikyasıdır. Fiili şükür ise ilahi inayetin bir miyarıdır. İlahi inayet ise, kurtuluşun anahtarıdır.

Bu konun izahını –özetle-Bediüzzaman hazretlerinden dinleyebiliriz:

”  وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى  ”

Yani; “Birisinin hatâsıyla, başkası veya akrabası suçlu sayılmaz, cezaya müstehak olmaz” manasındaki ilahî düstura rağmen, bu zamanda,   اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ 
(“Şüphesiz o/İnsan, çok zalim ve çok cahildir- Ahzab, 33/72) mealindeki ayette işaret edildiği üzere, fertler ve kurumlar olarak karşı tarafaşedit bir zulüm ile mukabele eder; tarafgirlik hissiyle, bir caninin hatasıyla, değil yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi adavet eder, elinden gelse zulmeder; elinde hüküm varsa, bir adamın hatasıyla, bir köye bomba atar. Hâlbuki bir masumun hakkı, yüz cani için de feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez. Şimdiki vaziyet, yüz masumu birkaç cani için zararlara sokar. Hâlbuki hatalı bir adama müteallik, bîçare ihtiyar valide ve pederi ve masum çoluk-çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirlikle adavet etmek, şefkatin esasına zıttır.”(Emirdağ Lahikası-I, 39).

2.İntikam duygusu adaleti zedeler:

وَلاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ أَن صَدُّوكُمْ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ أَن تَعْتَدُواْ وَتَعَاوَنُواْ عَلَى الْبرِّ وَالتَّقْوَى وَلاَ تَعَاوَنُواْ عَلَى الإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

( Ey iman edenler…) Sizi Mescid-i Haramın ziyaretinden alıkoydukları için bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. İyilik ve takvada yardımlaşın; günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın cezası pek çetindir.” (Maide, 5/2) mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

3.Zann gerçeğin görülmesini engeller:

Kuvvetli bir suç karinesi olmadan masumiyet karinesi esastır. “Yakin/kesin bilgi şüphe ile ortadan kalkmaz” prensibi, İslam hukukunda önemli bir düsturdur. Bunun anlamı şudur: kuvvetli bir suç delili olmadan herkes masum kabul edilir. Çünkü insanda asıl olan masumiyettir ve delile de muhtaç değildir. Suçlu olmak ise, arızidir ve ancak bir delille ispat edilebilir.

وَمَا يَتَّبِعُ أَكْثَرُهُمْ إِلاَّ ظَنّاً إَنَّ الظَّنَّ لاَ يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئاً إِنَّ اللّهَ عَلَيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ

 “Onların çoğu sadece zanna uyarlar. Hâlbuki zan asla gerçeğin yerini tutamaz. Allah onların bütün yaptıklarını hakkıyla bilir” (Yunus, 10/36) mealindeki ayette bu hakikate işaret edilmiş ve konuyla ilgili güçlü bir uyarı yapılmıştır.

4. Yanlışlıkla affetmek, yanlışlıkla ceza vermekten iyidir:

İslam ceza hukukunda şu iki prensip her konuda geçerlidir:

Birincisi: Suçun sübutunda var olan şüphe sanığın lehine yorumlanır.

İkincisi: Yanlışlıkla affetmek, yanlışlıkla ceza vermekten daha iyidir.

Bu iki prensibin kaynağı şu hadis-i şeriftir:

ادْرَءُوا الحُدودَ عن المسلمين ما استطعتم، فإن كان له مخرج، فخلوا سبيله فإن الإمام أن يخطئ في العفو، خير من أن يخطئ في العقوبة

Hadleri/cezaları imkân bulduğunuz nispette şüphelerle kaldırın; bir çıkış yolunu bulduğunuzda sanığın lehine karar verin. Çünkü İmamın (hâkimin-yetkili kimsenin) hata ile bir suçluyu affetmesi, yanlışlıkla bir masuma ceza vermesinden daha iyidir” (Tirmizi, Hudud,2). Şüphelerle cezaların kaldırılmasını ön gören daha birçok –merfu ve mevkuf- hadis rivayetleri vardır.(bk. Tuhfetu’l-Ahvezi, 4/572-574)

Medeni kanunda bu prensip: “Suçun sübutuyla ilgili her şüphe sanığın lehine yorumlanır” şeklinde ifade edilmiştir.

5. Başkasını hesaba çekerken, bizim de hesaba çekileceğimizi unutmayalım:

Hz. Ömer’in “Hesaba çekilmezden evvel, kendinizi hesaba çekin” (Gazali, İhya, 4/396) manasındaki meşhur tavsiyesini zihnimizden çıkarmayalım.

Karar merciinde olan kimselerin şu hadis-i şerifi bir levha halinde işyerlerine asmaları, hiç olmazsa kalbin “unutmaz” köşesine yazmaları, hem dünya hem ahiret hayatı bakımından son derece faydalı olacaktır:

القضاة ثلاثة: اثنان في النار وواحد في الجنة، رجل عرف الحق فقضى به فهو في الجنة، ورجل عرف الحق فلم يقض به وجار في الحكم فهو في النار، ورجل لم يعرف الحق فقضى للناس على جهل فهو في النار

Kadılar(karar merciinde olan kimseler) üç kısımdır. Bunlardan bir gurup cennete, iki grup ise cehenneme gider. Cennete gidenler: Hakkı bilen ve ona göre hüküm veren kimselerdir. Cehenneme gidenler ise iki kısımdır: Birincisi, hakkı bildiği halde, haksız karara imza atanlardır. İkincisi ise, hakkı/doğruyu bilmediği halde, hüküm veren cahillerdir (bk. Ebu Davud, Akdıye,2; Tirmizi, Ahkâm,1; İbn Mace, Ahkâm, 3)

Not: Bu hadisteki “cahiller” den maksat, konuya hâkim olmayan, ehliyetsiz kimselerle, genel olarak ehliyetli olmakla beraber, gereken araştırmayı yapmadığından yanlış hüküm veren kimselerdir. Yoksa gereken bütün şartlara haiz olan ve gerekli çalışmayı yapmakla beraber, bir içtihat hatası yapan kimse buna dâhil değildir. (İbn Hacer, Fethu’l-Bari 13/319).

6. İdareciler de ikaza muhtaçtır:

Hz. Ebu Bekir halife seçildiği zaman, halka yaptığı konuşmasında bu hususu şöyle dile getirmiştir: “Ey insanlar, sizin en iyiniz olmadığım halde, başınıza idareci seçildim. Vazifemi İslam’a uygun şekilde yaparsam, bana itaat edin. Doğru yoldan saparsam beni ikaz edin.”

Hz. Ömer de halifeliği sırasında bir gün Muhammed b. Mesleme’ye: “Beni nasıl görüyorsun?” diye sormuştu. O da: “Seni arzu ettiğim gibi görüyorum. Eğer sen eğri yola meyil edersen, mızrağın ucu mengenede doğrultulduğu gibi seni doğrulturuz” cevabını vermişti. Hz. Ömer bundan son derece memnun kalmış ve “Haktan ayrılıp eğrilik gösterdiğim takdirde beni doğrultan insanların bulunduğu bir toplumda yaşatan Allah’a hamdolsun” demişti. (bk. Zehebi, Siyeru’Alemin-Nubela, 4/34).

Allah’ım! Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymaya muvaffak eyle;

Bâtılı da bâtıl olarak göster ve ondan uzak kalmayı bize nasip eyle! ÂMİN!

Niyazi Beki (Doç. Dr.) – Nurdan Haber

İstikbal İslam’ındır-3 : Risale-i Nur’dan Müjdeler

1-Bediüzzaman’ın Müdellel Ümidi:

Bediüzzaman hazretleri, (31 Mart hadisesinden bir müddet sonra)Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır. Batum yoluyla Van’a giderken Tiflis’e uğrar. Tiflis’te,Şeyh San’an Tepesi’ne çıkar. Dikkatle etrafı temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:

-Niye böyle dikkat ediyorsun?

-Bedîüzzaman der: Medresemin plânını yapıyorum.

-O der: Nerelisin?

-Bedîüzzaman: Bitlis’liyim.

-Rus polisi: Burası Tiflis’tir!

-Bedîüzzaman: Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir.

-Rus polisi: Ne demek?

-Bedîüzzaman: Asya’da âlem-i İslâm’da üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişa’a başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.

-Rus polisi: Heyhat! Şaşarım senin ümidine.

-Bedîüzzaman: Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.

-Rus polisi: İslâm parça parça olmuş?

-Bedîüzzaman: Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm’ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâm’ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm’ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir… Yahu, şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet’in bayrağını âfâk-ı kemalâttatemevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev’-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.”(1)

2) Ümitsizlik Müslümanların kalbine saplanan bir hançerdir

Ümitsizliğin nasıl bir ölüm fermanı hükmünde olduğunu görmek için Bediüzzaman hazretlerinin aşağıdaki tespitlerine kulak vermek yeterlidir:

“İkinci Kelime ki; müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur: Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, Âlem-i İslâm’ın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş.

Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-ı umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde; o kuvve-i maneviye-i hârika, me’yusiyetle kırıldığı için, zalim ecnebiler dörtyüz seneden beri üçyüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş.

Hattâ bu yeis ile başkasının lâkaydlığını ve füturunu kendi tenbelliğine özür zannedip “Neme lâzım” der, “Herkes benim gibi berbaddır” diye şehamet-i imaniyeyi terkedip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz. لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ(Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin)kılıncı ile o yeisin(ümitisizliğin) başını parçalayacağız.”(2)

3)Âhirzamandan haber veren mühim bir hadîs:

لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ حَتَّى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهِ

Ramazan-ı şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden bu hadîs-i şerif hatırıma geldi. Belki Risale-i Nur şakirdlerinin taifesi ne kadar devam edeceğini düşündüğüme binaen ihtar edildi. لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى (şedde sayılır, tenvin sayılmaz) fıkrasının makam-ı cifrîsi bin beşyüz kırk iki (1542) ederek nihayet-i devamına îma eder. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ

ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi bin beşyüz altı (1506) edip, bu tarihe kadar zahir ve aşikârane, belki galibane; sonra tâ kırk ikiye kadar, gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine remze yakın îma eder. وَ الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ

حَتَّى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهِ (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi bin beşyüz kırk beş (1545) olup, kâfirin başında kıyamet kopmasına îma eder.

لاَ يَعْلَمُالْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰه

Fatiha’da “sırat-ı müstakim” ashabının taife-i kübrasını tarif eden اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ fıkrası, şeddesiz bin beşyüz altı veya yedi (1506-1507) ederek tam tamına ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ fıkrasının makamına tevafuku ve manasına tetabuku …bu hadîsin îmasını teyid edip remz derecesine çıkarıyor.(3)

“…aynen bu اَلَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ bin beşyüz altmış bir (1561) makamıyla, hem وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ bin beşyüz altmış (1560) makamıyla iştirak edip, o taife-i azîmenin mücahedatları ne kadar devam edeceğini mana-yı işarî ve cifrî ile gösterirler. Ve Fatiha ve hadîsinirae ettikleri tarihe, makam-ı ebcedleriyle takarrüb edip, farklı bir derece tevafuk ederler ve manalarıyla da tam tetabuk ederek, parlak bir lem’a-i i’caz-ı gaybiyeyi gösteriyorlar”(4)

4)İslam medeniyetinin hâkim olması bir zarurettir.

“Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hazıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisad ve kanaat esasını bozup, israf ve hırs ve tama’ı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış. Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o bîçare muhtaç beşeri tam tenbelliğe atmış. Sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faidesiz zayi’ ediyor. Hem o muhtaç ve tenbelleşmiş beşeri hasta etmiş. Sû’-i istimal ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla; intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü i’dam-ı ebedî suretinde gösterip, her vakit beşeri tehdid ediyor. Bir nevi cehennem azabı veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’an-ı Hakîm’indörtyüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üçyüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dörtyüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını ve ölümü, i’dam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi; dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın işarat ve rumuzundan anlaşıldığı gibi rahmet-i İlahiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.”(5)

5) Rus da dinsiz kalamaz

İki dehşetli harb-i umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle kat’iyyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz, geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikatadayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna’ eden Kur’an ile bir musalaha veya tâbi’ olabilir. O vakit dörtyüz milyon ehl-i Kur’an’a kılınç çekemez.”(6)

Son olarak âlem-i misalde o meclis-i münevverin asrın müceddidine verdiği müjdeyi Risale-i Nur’dan okuyalım;

“Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır!.” (7)

Doç. Dr. Niyazi Beki – Nurdan Haber

Dipnotlar

1-Tarihçe-i Hayat, 78-79

2-Hutbe-i Şamiye, 43-44

3-Kastamonu Lahikası, 27-28

4-Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 54

5- Emirdağ Lahikası-2, 100-101

6-Emirdağ Lahikası-2, 72

7-Sünuhat-Tuluat-İşarat, 50

İstikbal İslamındır 2: Hz. Peygamberden Beşaretler

Aşağıdaki hadis rivayetlerinde bazı beşaretleri görüyoruz:

a)Ahir zamandaki ceberutlar yıkılacak, barış gelecek

تكون النبوة فيكم ما شاء الله أن تكون ثم يرفعها إذا شاء أن يرفعها ثم تكون خلافة على منهاج النبوة فتكون ما شاء الله أن تكون ثم يرفعها إذا شاء الله أن يرفعها ثم تكون ملكا عاضّاً فيكون ما شاء الله أن يكون ثم يرفعها إذا شاء أن يرفعها ثم تكون ملكا جبريا فتكون ما شاء الله أن تكون ثم يرفعها إذا شاء أن يرفعها ثم تكون خلافة على منهاج النبوة

(أخرجه أحمد (30/355 حديث 18406)، والبزار والطبراني في الأوسط (6577) ، ورواه أيضًا الطيالسي والبيهقي في منهاج النبوة، والطبري ، و صححه الألباني في السلسلة الصحيحة، وحسنه الأرناؤوط)

Hz. Peygamber şöyle buyurdu:“Sizde nübüvvet Allah’ın dilediği kadar kalır sonrasında kaldırılır. Sonra peygamberlik metodu üzerine hilafet dönemi gerçekleşir ve o da Allah’ın dilediği kadar kalır sonra kaldırılır.  Sonra ısırıcı bir saltanat dönemi zuhur eder ve bu dönem de Allah’ın dilediği kadar ayakta kalır ve Allah dilediğinde onu da kaldırır.  Ardından eşedd-i zulüm ve isitbdad dönemi ( totaliter rejimler dönemi) baş gösterir ve o da Allah’ın dilediği kadar kalır ve Allah dilediğinde onu da kaldırır. Sonra peygamberlik metodu üzerine hilafet dönemi gelir ve Allah dilediği kadar onu ayakta tutar …”(bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 30/355, h.no: 18406; Taberani – Evsat- h.no: 6577).

Bu hadisi Bezzar, Tayalisi, Beyhaki ve Taberi de rivayet etmiştir. Nasirüddin Elbani de “Silsiletü Sahiha”sında bu hadisin sahih olduğunu bildirmiş ve kitabın tahkikini yapan El-Arnavud da bunu benimsemiştir.

b)İsrail Devleti hezimete uğrayacak

” لَا تَقُومُ السَّاعَةُ حَتَّى يُقَاتِلَ الْمُسْلِمُونَ الْيَهُودَ، فَيَقْتُلُهُمُ الْمُسْلِمُونَ حَتَّى يَخْتَبِئَ الْيَهُودِيُّ مِنْ وَرَاءِ الْحَجَرِ وَالشَّجَرِ، فَيَقُولُ الْحَجَرُ أَوِ الشَّجَرُ: يَا مُسْلِمُ يَا عَبْدَ اللهِ هَذَا يَهُودِيٌّ خَلْفِي، فَتَعَالَ فَاقْتُلْهُ، إِلَّا الْغَرْقَدَ، فَإِنَّهُ مِنْ شَجَرِ الْيَهُودِ )رواه الشيخان وذكره السيوطي في صحيح الجامع الصغير-2977(

“Müslümanlar Yahudilerle savaşmadan kıyamet kopmaz. (Bu savaşta)Müslümanlar Yahudileri öyle öldürecekler ki Yahudi taşları/ kayaların ve ağaçların ardına saklanacaktır. Fakat -Bir Yahudi ağaca olan Ğarkad dışındaki- taşlar ve ağaçlar(bir mucize eseri olarak) : ‘Ey Müslüman! Ey Allah’ın kulu! Arkamda Yahudi var, gel onu öldür!’ diyecektir.”(bk.Buhari, h.no:2925; Müslim, h.no:82; Suyuti, el-Cami’s Sagir, h.no: 2977.)

c)Ahir zamanda müminler bozulmuş düzenleri ıslah edecek

بَدَأَ الإِسْلامُ غَرِيبًا ، وَسَيَعُودُ كَمَا بَدَأَ غَرِيبًا ، فَطُوبَى لِلْغُرَبَاء) رواه مسلم في صحيحه وأحمد في مسنده وزاد فيه  قيل يارسول الله من الغرباء؟ قال: (الذين يصلحون ما أفسد الناس

“İslam garip olarak zuhur etmiş ve başladığı gibi yine garip olarak dönecektir. Gariplere müjdeler olsun.  ‘Onlar kimdir ya Resûlullah?’ sualine karşı da Efendimiz : “İnsanların bozduklarını düzelten, ıslah eden kimselerdir’ buyurmuşlardır.  (Ahmed Bin Hanbel, Müsned, 2/389)

Merhum allame Elmalılı Hamdi Yazır Efendi, Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsirinde, Neml suresi, 93. ayet-i kerimesini tefsir ederken bu hadisi nakledip, hadisten anlaşılması gereken manayı şöyle izah eder; “Bu âyetin işaretine göre İslâm’ın istikbali gece değil, gündüzdür; sönük değil, parlaktır. Arasıra basan gece karanlıkları, onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir. Bu mânâ, bilinen bir hadis-i şerif ile şöyle açıklanmıştır: Bu h a disteki fiilini birçok kimseler mânâsına nakıs fiil kabul ederek: “İslâm garib olarak başladı (veya zuhûr etti), yine başladığı gibi garib olacak.” diye yalnız korkutma şeklinde anlamış, bundan ise hep ümitsizlik, yayılmıştır. Halbuki Kâmus’ta gösterildiği üzere “âde” fiili de olduğu gibi dönüp yeniden başlamak mânâsına da gelir.

Bu hadiste de böyledir. Yani “İslâm garib olarak başladı (veya ortaya çıktı) ileride yine başladığı gibi garib olarak tekrar başlayacak (yahud yeniden doğacak) ne mutlu o gariblere” demektir. Hadisin sonundaki “fetûbâ” onun korkutmak için değil, müjdelemek için olduğunu gösterir, gerçi bunda da dönüp garib olma korkusu yok değil, fakat sönmeyip yeniden başlaması müjdesi vardır.

İşte “fetûbâ lilgurabâ” müjdesi de bunun içindir. Çünkü onlar “önce geçenler” gibidirler. Bundan dolayı hadis de ümitsizliği değil müjdeyi ifade eder.”

-devam edecek-

Doç. Dr. Niyazi Beki – Nurdan Haber