Etiket arşivi: dost

Dostu talebeye tercih etmek

Bizde bir hastalıktır şu. Ben de Rahman’ın rızası için yazacağım. “Bir dert görünürse devâsı âsândır!” sırrınca Şafî-i Hakiki olan Allah’tan cümlemize şifa vermesini dilerim. Yazacağım şeyin Nurcular tarafından acilen yüzleşilmesi gereken bir sorun olduğunu düşünüyorum. Kendim de bu çamura vaktiyle battığım için, itiraf ile o derdi önce açık etmek, sonra istiğfar ile ondan soyunmak isterim. “Böyle şeyleri aramızda konuşmamız gerek…” diyen, fakat aslında “En iyi eleştiri mümkünse yapılmamış, yapılmışsa yayılmamış, yayılmışsa önemsenmemiş eleştiridir!” arzusunu yansıtan sözde tedbirci, özde statükocu yaklaşımlara kulağım kapalı. Onlar da isterlerse bu yazıya gözlerini kapayabilirler. Mürşidim gibi derim: “Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez, başkasına gece yapamaz.

Şu bir gerçek: Bediüzzaman’ın ismini yolundan daha fazla önemsiyoruz. İsmine edilmiş iltifatları çizgisi için atılmış adımlardan daha çok seviyoruz. Hatta gittiği yol nasıl bir yol olursa olsun, isterse ehl-i sünnet çizgisinden de çıksın, eğer Bediüzzaman’a muhabbeti (!) varsa bir adamın, o muhabbeti belirtir bir kelamına şıp diye tav oluyoruz. Sevgiyi dilden ‘Bediüzzaman’ adıyla çıkan cümlelerde arıyoruz sadece. Kalpte neler taşınıyor, elden nasıl ameller çıkıyor, dilden daha ne cümleler sâdır oluyor, hiç sormuyoruz. Yeter ki bir adam bir cümlecik olsun Bediüzzaman’a iltifat etsin! O bizim muteberimiz oluyor.

Daha sonra, isterse cemaatleri toptan tezyif etsin, bazılarımızdaki muhabbet gitmiyor. Direniyor! Ta ki Bediüzzaman’ın şahsına bir kem söz edene kadar. O zaman jetonumuz düşüyor. Daha tuhaf olansa: Bu tutumu sadece avamımız değil ‘aydın abilerimiz’ de sergiliyor. Birisi Bediüzzaman’ı mı övdü? Daha başka neler dediğine bakmadan onu sinemize basmaya çalışıyoruz. “Ondan başka neler demiştir? Ne kadar öğretisinde Bediüzzaman’ın yolunda, cadde-i kübrada veya ehl-i sünnetin çizgisinde kalmıştır? Anlattığı Bediüzzaman ne kadar hakiki Bediüzzaman’dır?” Bütün bu başlıklar silinip gidiyor. Neden? Çünkü o Bediüzzaman’ı övdü. Sarsıcı birşey ama söyleyeceğim: Bazı Alevilere lafz-ı Ali (r.a.) ne kadar yeterse bazı Nurculara da lafz-ı Bediüzzaman yetiyor.

Ben bu temayülün vaktiyle Ertuğrul Özkök’e, Caner Taslaman’a, Emre Dorman’a, Mustafa İslamoğlu’na veya Yaşar Nuri Öztürk‘e kadar uzandığına şahit oldum. O kadar Bediüzzaman’a mana-i ismi ile bakıyor ki bu arkadaşlar, bir kişinin Bediüzzaman’ı övmesiyle, ‘sanki ona bir paye daha katılacak’ gibi coşuyorlar. Zarar yalnız bu kadarla da kalmıyor: Bu isimlerin de Nurculuğun etki alanına sızabilmesine sebep oluyorlar. Hem de hiçbir uyarıda bulunmadan. Körkütük bir övgüyle… Ne için? Çünkü o Bediüzzaman’ı övdü. İyi de Bediüzzaman’ı ‘ismen’ övmek, yolunu tutmak veya endişelerini birebir taşımak mıdır? Bediüzzaman’ın yolunu tutmanın/taraftar olmanın (dostluğun) delili, ismini iltifatla beraber anmak, ‘sadece zatını beğenmek’ midir?

Hatırlayalım: “Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyen Sözlere ve envâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın. Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir. Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.

Bu tanımların hemen öncesinde ise şunun altını çiziyor Bediüzzaman: “Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.

Barla Lahikası’nda Refet abiye yazdığı bir mektubunda ise şöyle diyor mürşidim: Bir talebe yüz dosta müreccahtır. Fakat şimdilerde bir şekilde Risale-i Nur’la ilgili yapılarda üst kademeleri tutmuş kimi insanlar şu cümleye yukarıdakinden daha fazla inanıyorlar: “Bir dost yüz talebeye müreccahtır.” Tüm mesaisini Risale-i Nur hizmetine vermiş herhangi bir ismin, tüm bu mesai ve istikametine rağmen, beş paralık kıymeti olmazken; ehl-i sünnet çizgisinde kaldığı bile şüpheli kimi isimler, ağızlarının kenarıyla sırf Bediüzzaman’a iki iltifat ettikleri için, beşyüz altın kıymetinde fiyatla satılıyorlar. Ne dediği de çok önemli değil. İsterse Risale-i Nur’un ölçülerine uymayan yüz tane yanlışı anlatsın. Önemli olan Bediüzzaman’ı övmesi. Ha bir de tabii biraz şöhret bulmuş olması lazım.

Sormamız gerek: Şu an Nurcular içinde Risale-i Nur’dan alacakları bitmemiş kaç tane mütefekkirimiz var? Bakın daha ‘kaç tane gencimiz var’ bile demedim. “Kaç tane mütefekkirimiz var?” diye sordum. Bence, bu mütefekkir yokluğunun birinci sebebi cemaatler içindeki istibdatsa, ikinci sebebi de ‘talebenin dost kadar itibarlı olmaması’dır. “Evin danasından öküz olmaz!” atasözünün canlanmış hakikatini gören genç Nurcular, eğer kalplerinde bütün bunlara rağmen direnecek bir sebat yoksa, en nihayet ya Nurlar üzerine mesaiyi azaltıyorlar yahut da büsbütün başka alanlara geçiyorlar. Çünkü biz onların ‘söylediklerine’ bakmıyoruz. Cidden bakmıyoruz. Bizim gözümüz elin danasından öküz çıkarmakta.

Eğer hakikaten insan yetiştirmek gibi bir amacımız varsa, ki umarım vardır, o zaman bunun ilk adımı: Bu dairenin, ilgi de dahil, bütün kaynaklarını gayrın iltifatlarına kullandırmaktan öte talebe yetiştirmeye kullanmaktır. Talebe dostu ancak böyle bastırır. İki dakika Bediüzzaman’dan ya bahsedecek ya bahsetmeyecek, o bahsettiğinden de birşey ya anlaşılacak ya anlaşılmayacak isimlere bir sürü para, vakit, gayret vs. harcayıp sonra gençlerin yaptıkları en samimi çalışmalara bile burun kıvırmak… Feleğin ters döndüğünün resmidir. Buralardan birkaç günlük nümayişler dışında bir muvaffakiyet de çıkmayacaktır.

Ahmet AY

Dinimizin Kadına Verdiği Değer

Toplumda kadın demek ,anne demek,eş demek ,bacı demektir.Kısacası kader ortağı ve dert ortağı demektir.

Günümüz toplumunda maalesef  kadına yeterli değer verilmemektedir.Kadın hakları adı altında kadınlar çeşitli şekillerde sömürülmektedir.Kadın haklarından en çok bahsedenler kadınları en çok sömürenlerdir.Medyaya  bir bakalım,hiç alakasız reklamlarda bile kadınlar reklam aracı olarak kulanılmaktadır.Düşünün araba tekeri reklamı ile kadın arasında ne bağ olabilir.Teker reklamında bile kadının cinsel yönünü kulanıp  reklam yapanlar var.Bu durum kadına değer vermek mi? kadını sömürmek mi ?

Şefkat abidesi olan kadına en büyük  değeri yüce dinimiz İslam vermiştir.Hiç bir din İslam dini kadar kadına değer vermemiştir.O kadar ki İslam dini analarını memnun etmeyi cenneti kazanmanın şartı olarak görmüştür.Hz Muhammed (s.av) in “CENNET ANNELERIN AYAĞI ALTINDADIR”hadisi de en büyük delildir.

Anne’ye günah olan bir şeyi emretmedikçe itaat etmek vacipdir. Hatta onun iznini almadan gönüllü olarak savaşa katılmak bile caiz değildir. Hatta Resulullah bu durumda olanları geri çevirmiş izin almalarını istemiştir.

Başka bir yerde  de; Bir gün Resulullah’a bir kimse gelir ve sorar:
– Benim kendisine hizmet ve ülfet etmeme, insanlar içinde en layık ve en haklı olan kimdir? Resulullah efendimiz:
– Anandır.
– Sonra kimdir?
– Sonra anandır.
– Sonra kimdir?
– Sonra anandır, buyurdular. O zat gene :
– sonra kimdir, deyince Peygamber Efendimiz buyururlar:
– Sonra babandır.

Yine Resulullah efendimiz,bir gün sahabeyle otururken  Beni İsrail zamanında yaşayan Cüreyc isimli bir rahibin kıssasını anlatarak bu konuda ümmetine ders vermiştir.
Cureyc namazda iken, annesi ona seslenmişti. Cureyc bir müddet namazı bozup, bozmamak hususunda tereddütten sonra namazını kılmaya devam etmişti. Annesi bir kaç kere seslenmesine karşın cevap alamayışından eza duymuş, oğluna beddua etmişti. Daha sonra Cüreyc bu bedduaya aynı aynına uğradı.

İşte bütün bu ayet ve hadislerden anlaşılacağı üzere, İslamiyet anne olmak haysiyetiyle kadına en büyük, en muhterem bir mevkii vermiştir.Bu verilen değer günümüz çağdaş toplumlarından  kat kat üstün ve kadına değeri  bir güne sığdırmayan bir değer anlayışıdır.

Hamit DERMAN


Bir Dünya İstiyorum

Çocukları cıvıl cıvıl oynayan
Mutfağında yemekleri kaynayan
Muhabbete ve sevgiye doymayan
İnsan dolu bir dünya istiyorum

İnsanları birbiri ile kardeş
Her biri diğerine dost ve de eş
Çevresini aydınlatan bir güneş
Işık saçan bir dünya istiyorum

Dedikodu ve fitnesi olmayan
Doğru dürüst sağa-sola sapmayan
Yalan ve iftiraya inanmayan
Halisane bir dünya istiyorum

Burada ne terör var ne cinayet
Ne katil var ne hain ne hıyanet
Bütün insanlar birbirine hasret
Merhametli bir dünya istiyorum

Hürmetin ve saygının çok olduğu
Dik başlı insanların yok olduğu
Nemelazımcı fikrinin solduğu
Sevgi dolu bir dünya istiyorum

Bu dünyaya uğramamış husumet
Ne adam kayırma vardır ne rüşvet
Ne kin vardır bu dünyada ne haset
Doğru dürüst bir dünya istiyorum

Açlık denilen nesne burada yok
Buradaki insanların karnı tok
Muhabbet ve sevgi desen hepsi çok
Neşesi bol bir dünya istiyorum

Münafıklık desen burada olmaz
İnsan yüzlü şeytanlar hiç bulunmaz
Cehalet desen bu dünyada pek az
İlmi seven bir dünya istiyorum

Savaş diye bir şeyin olmadığı
Burada barınmaz din düşmanlığı
Zalim kimselerin bulunmadığı
Barış dolu bir dünya istiyorum

Allah’ın emrine itaat eden
Resulüne salât ve selam eden
Tanyeri’nin günahını eriten
Dua dolu bir dünya istiyorum

Ahmet Tanyeri – Diyarbakır

www.NurNet.org

İyilikleri Kötülüklerini Geçen Sevilmeye Layıktır

“Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurat Sûresi: 49:10.)

“Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.” (Fussilet Sûresi: 41:34.)

“Öfkelerini yutanlar, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever.” (Âl-i İmrân Sûresi: 3:134.)

Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde açıklamıştır.

Şöyle ki: “Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir. Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı veçhini beyan ederiz.

Birinci Vecih: Hakikat nazarında zulümdür.

Ey mü’mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.

Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir mü’minin vücudunda, İmân ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür.” (22. Mektup Uhuvvet Risalesi)

“Mü’minlerde” deyimin genel anlamı, mü’minin iç dünyası ve ehl-i iman ile iyi ilişki kurma bağlamında önemli bir mesajdır. Uhuvvet insanlar arasındaki ilişkiyi güçleştirir. Hatta bu kardeşlik bağı devam edilmesi halinde sair insanların İslamiyet’in bu güzel hasletine özen göstererek İslama teveccüh artar. Aksi takdirde mü’minlerde nifak ve şikak gibi olumsuz bir sıfatın bulunması hem mü’minler arasında hem de cemiyette kin ve hasede sebebiyet vermektedir. Bu nedenle kin ve düşmanlığa yol açan olumsuz sıfatların insanlık için zararlı bir zehir olduğu belirtilmektedir.

Mü’minler arasında ve özellikle Nur Talebeleri arasındaki tesanüdün muhafaza edilmesi, uhuvvetle doğrudan ilgilidir.

Ayrıca Bediüzzaman’ın yukarıda verdiği örnekte, adalet-i mahza ve adalet-i izafiye ayrımında, İslam’ın adalet anlayışının adalet-i mahza türünden; yani ferdin hakkını toplum ve devlet yararına feda etmeyen türden bir adalet olduğunu, uhuvvetin aynı zamanda adaletin önemli bir sonucu, adavetin ise zulüm olduğunu göstermektedir.

İnsanları zatı için değil, sıfatı için sevmek lazımdır. O halde önemli olan hangi kıymetli sıfatlara sahip olduğudur. Yani kişide bir tane olumlu sıfat dahi varsa, diğer olumsuz sıfatları için kin bağlamak ve ona düşmanlık etmek zulümdür. Mü’minin mü’min kardeşinde gördüğü kötü bir sıfatı için ona düşmanlık değil, belki o kötü hasletten kardeşinin kurtarılması için ona acımalı ve yardımcı olması gerekir. Bir kardeşini kötü bir sıfatından kurtulması için çaba gösteren bir mü’min, aslında kendini de huzurlu ve manen gönül hoşluğu içinde görür.

“İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin birtek seyyiesiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, o mü’mine adâvet ederler.

Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti, mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lazımdır.

Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını birtek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesat âleti olur.” (13.Lem’a-13.Nota.3. İşaret)

Hane-i rabbaniye ve Sefine-i ilahiye(ilahi gemi) olan bir müminin vücudunda(ruhunda benliğinde) İman, İslamiyet, komşuluk gibi dokuz değil belki bir çok masum sıfat(özellik) varken sana çirkin gelen ve hoşuna gitmeyen bir cani sıfatı yüzünden ona kin ve düşmanlık bağlamakla o vücudun manevi hanesinin boğulmasına ve yanmasına teşebbüs veya arzu etmen fena ve zalimcedir.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

11.05.2011

Kim Dost? Kim Düşman?

Allah, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle açıklar: “Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur. Ancak onlardan sakınma haliniz müstesnadır. Allah size kendisinden korkmanızı emrediyor. Nihayet dönüş Allah’adır.” (Âli İmrân, 3/28)

Din düşmanlarını sevmek ve onlara dost olmak, hiçbir mümine yakışmaz, zaten onlar da müminleri sevmezler ve dost olmazlar. Zira Kuran-ı Kerim’de Cenab-ı Allah (c.c.): “Ey iman edenler! Sizden olmayanlardan hiçbir sırdaş (dost) edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların kinleri konuşmalarından apaçık ortaya çıkmıştır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz size ayetleri açıkladık.” (Âli İmrân:118)

Başka bir Ayeti Kerimede de: “Kâfirler de birbirlerinin velileridir. (dostlarıdır) Eğer siz bunların gereğini yapmazsanız yeryüzünde bir karışıklık ve büyük bir bozulma olur.” (El-Enfâl:73) buyurmaktadır.

Dostluklar ancak Allah (c.c.) içindir. Allah rızası için ve hiçbir menfaat beklemeksizin olursa devamlı olur. Bir müminin bütün müminlere dostluk göstermesi sünnettir. Müminlerin birbirini sevmesi ve birlikte hareket etmeleri mecburidir. Cemaat, Allah’ın rahmet ve bereketine, rızasına, af ve mağfiretine, iki dünya mutluluğuna sebep olur. Ayrılık ise, Allah’ın azabını, çağrıştırır.

Kim ki bir insanı makam, rütbe, zenginlik, güzellik, şan ve şöhret için seviyorsa, bu sevgi çıkar amaçlıdır. Yapılanlar Allah rızası için olmayınca mutlaka bir çıkar içindir ve bu, insanı kötülüklere sürükler.

Hz. Peygamber (s.a.s.): “Zengine zenginliği için saygı duyan kimsenin dininin üçte biri gider” buyurmuştur.

Bir Müslüman, kimle dostluk kurabilir, kime dost olabilir? Hakikaten bu benim dostumdur diye kim veya kimleri tercih edebilir? Kuran-ı Kerim, bu konuya açıklık getirmektedir. Hakiki dostun Allah olduğunu ve bu dostluğun çerçevesini kesin olarak belirlemiştir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle tanımlanmıştır: “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostudurlar.” (Et-Tevbe:71) Dostluk, ancak Allah içindir. İslâm dışı bir gaye için dostluk kurulmaz.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir Hadis-i Şeriflerinde şöyle buyururlar: “Amellerin en faziletlisi, sevdiğini Allah (c.c.) için sevmek, sevmediğine de Allah (c.c.) için düşman olmaktır.”

Bilindiği üzere insanoğlu, dünyaya ağlayarak geliyor ve beşikle tabut arasındaki upuzun bir yolculuk onu beklemektedir. Bu yolculuk her ne kadar uzun gibi görünse de aslında çok kısacık bir ömürden ibarettir. İşte insan kendisine takdir edilen bu kısacık ömrünü doldurup kabir denilen amel çukuruna girerken eğer gülebiliyorsa ve geride kalanları ardından ağlıyorlarsa asıl o zaman mutludur.

O halde asıl maksat, dünyaya gelirken değil giderken gülebilmektir. Buna layık olabilmek için de hayatımız müddetince Hak yoldan ayrılmamak mecburiyetindeyiz. İşte bu mecburiyet şuuru ile Müslümanların dikkat edecekleri en önemli hususlardan biri, dostunu – düşmanını gayet iyi tanımaları, dostlarına karşı sevgi ve muhabbet göstermeleri, düşmanlarına karşı da daima tedbirli olmalarıdır.
Şimdi düşünelim, bakalım kim dost, kim düşman?

İSLAMA GÖRE MÜSLÜMANIN DOSTU:

Allah’tır,
Rasulullah’tır,
Kitabullah’tır,
Beytullah’tır,
Sünnet-i Rasulullah’tır,
Ashab-ı Habibullah’tır,
İmandır,
Ameldir,
Ahlaktır,
Doğruluktur,
İyiliktir,
Hayırdır,
Haktır,
Hakikattir,
Şefkattir,
Merhamettir,
Fazilettir,
Adalettir,
Camidir,
Cemaattir,
İlimdir,
Çalışmaktır,
Helal Kazançtır,
Edeptir,
Hayâdır,
Temizliktir,
Ahde vefadır,
Kendi Din Kardeşidir.
MÜSLÜMANIN DÜŞMANLARINI DA ŞÖYLE SIRALAYABİLİRİZ:

Allah’ın emirlerine karşı gelendir,
Rasulullah’ı sevmeyendir,
Kitabullah’ı saymayandır,
Ashab-ı Habibullah’ı tanımayandır,
Veliyullah’ı görmeyendir,
Hak ve Hakikati duymayandır,
İmansızlıktır,
Amelsizliktir,
Ahlaksızlıktır,
Yalancılıktır,
Kötülüktür,
İftiracılıktır,
Vicdansızlıktır,
İnsafsızlıktır,
Merhametsizliktir,
Adaletsizliktir,
Cami ve Cemaatten uzaklaşmaktır,
Cehalettir,
Hıyanettir,
Tembelliktir,
Haram Kazançtır,
Edepsizliktir,
Hayâsızlıktır,
Ahde Vefasızlıktır,
Din Kardeşini Sevmeyenlerdir,
Gıybettir,
Dedikoduculuktur,
Şeytandır,
Fitneciliktir,
Fesatçılıktır,
Faizciliktir,
Tefeciliktir.

O halde Dostlarım! Dostlarımızı ve düşmanlarımızı iyi bilelim. Her zaman pusuda bekleyen düşmanlarımıza karşı tedbirli olalım. Allah (c.c.)’nün dininden ve Rasulullah(s.a.v.)’ın sünnetinden uzak yaşamayalım. Unutmayalım ki: “ALLAH (C.C.), DOSTLARIYLA BERABERDİR” Vesselam…

Ahmet Tanyeri – Diyarbakır

www.NurNet.org