Etiket arşivi: dostluk

Selamımızı ve tebessümümüzü kaybettik!

Eski Müslümanlar insana, Müslüman olduğu için değil, “insan” olduğu için “insanca” yaklaşırlardı. Şimdi Müslüman Müslümana “düşmanca” yaklaşıyor! Hatta kimse kimseye selam bile vermiyor. 

Eskiden bu topraklarda selam çok yaygındı. İnsanlar birbirlerine gülümseyerek selam verirlerdi. Osmanlı atalarımız, tanısınlar tanımasınlar, “Gülümseyiniz, müminin mümine gülümsemesi sadakadır” hadisi ve “Selamı yayınız” tavsiyesi çerçevesinde, karşılaştıkları herkese gülümseyerek selam verirler, tanıdıklarına ayrıca hal-hatır sorarlar, aile efradına (ailenin diğer bireylerine) selam yollarlardı.

Böylece gönüller bir birine ısınır, geniş anlamlı toplumsal bir mutabakat oluşurdu. Toplumda “dostluk, barış ve kardeşlik” hüküm sürerdi.

Hasbelkader nefsine yenilip biriyle kavga edeni, mahallenin önde gelenleri birkaç gün içinde barıştırırdı. Olmaz da küslük uzarsa, dört gözle bayram beklenir, bayramlar barışın ve kardeşliğin vesilesi yapılırdı.

Bu durumu Avrupalı gezginlerden Villamont, takdir hisleriyle kaydeder: 

“Her kimin bir düşmanı varsa, bayramlarda ona gidip af dilemek zorundadır. Öteki de el öpmeden ve tokalaşmadan önce affettiğini söylemek mecburiyetindedir. Aksi takdirde bayramlarının mübârek olması mümkün değildir. Bu esaslara riâyet etmeyen kimseler ise, neredeyse fâsık (tabii ki abartıyor) telâkkî edilip dışlanırlar.”

Du Loir görüp incelediği bu toplumsal yapıdan o kadar etkilenmiştir ki, Osmanlı toplumunun bazı kötülüklerden haberdar olmadığını düşünmekten kendini alamamıştır:

“Türkler herhangi bir intikam hissi beslemekten son derece çekinirler: Dinlerinin bu husûsa âit bir hükmü gereğince cuma namazına başlamadan önce düşmanlarını affettiklerini âdetâîlân etmek durumundadırlar. Aksi halde namazlarının kabul edilmeyeceğine inanırlar. Ayrıca her bayramın birinci günü onlar için umumi bir barış günüdür. Birbirlerine rastladıklarında el sıkışırlar. Küçükler büyüklerin elini öptükten sonra başına koyup, ‘Bayramın mübârek olsun!’ der.” 

Böyleydi, çünkü kişisel ve toplumsal ilişkilere henüz “menfaat” hükmetmiyordu. “İnsanca kardeşlik” en belirleyici unsurdu. Bu yüzden insanlar arasında kıyasıya bir rekabet oluşmaz, en azından rekabet, kırıcı ve incitici boyutlara ulaşmazdı.

Osmanlı edebi ve nezaketi dünyaca meşhurdur. İslâm’la yoğrulan yürekler bugünkü halimizle mukayese edilemeyecek kadar duyarlıydı. 

“Tevazu” ve “doğallık” sıradan meziyetler sayılırdı. Hayata “Alçakgönüllülük” ve “yardımseverlik” hâkimdi.  

“Küstahlık” nedir bilinmez, büyüklerin sözü kesilmez, bilgiçlik taslanmaz, ar, namus ve hayâ gibi kutsallar es geçilmezdi.

Kadınlara karşı dinamiklerini imandan alan derin bir hürmet beslenirdi. Erkek ve kadın arasında mutlak surette bir mesafe vardı. Bu duruşun temeli “Zinaya yaklaşmayın” mealindeki âyetti. 

Sokakta karşılaşılan kadına asla dik dik bakılmaz, derhal başlar öne inerdi. Kadının sokakta rahatça yürümesi için, erkekler kendilerini hafif alargaya çekerler, kadına yol verirlerdi (Sonra nasıl olduysa bu durum tersine döndü: Köylerde kadınlar erkeklere yol vermek için kenara çekilip çömelmeye başladılar).

Her kadın toplumsal edebin bir gereği olarak “anne”, “teyze”, “abla”, “hala” ve “bacı” olarak görülürdü. Onları rahatsız edecek en küçük davranışta bile bulunulmaz, bulunanı toplum müthiş yadırgar, büyükler derhal müdahale ederlerdi.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Allah’ın Ahlakıyla Ahlaklananlar Dost Olup Bir Olabilirler…

Dost yürekler bulur birbirini… Daha doğrusu buldurulur birbirine layık yürekler. Rabbim iyileri iyilerle karşılaştırır. Dostları dostlarla… Dünyada tesadüf yoktur. Dostluk da tesadüf olmaz… Dostlar da tesadüfen bulmaz birbirlerini… Buldururlar… Dost arayan, dost olmalıdır

İnsan müthiş ve muazzam bir varlıktır. Yaratıkların en mükemmeli ve en üstünüdür. Bu üstünlüğün en önemli özelliği ise, bilmesi ve sevmesidir.

İşte bu sebeple bilmeyen ve sevmeyen insan, yaratılış çizgisinden uzaklaşmakta ve üstünlüğünü yitirmektedir.

Bilginin ve sevginin en tatlı meyvesi ve neticesi ise, DOST olmaktır.

Dost olmak, dost bulmak demektir. Gerçekten var olan sevgi, yürekten taşar ve etrafını kendinden haberdar eder.

Çevresinde bilinir sevgi de, güzel gönüllü insanları mıknatıs gibi çeker, toplar, birleştirir. Dost yürekler bulur birbirini… Daha doğrusu buldurulur birbirine layık yürekler. Rabbim iyileri iyilerle karşılaştırır. Dostları dostlarla… Dünyada tesadüf yoktur. Dostluk da tesadüf olmaz… Dostlar da tesadüfen bulmaz birbirlerini…

Buldururlar…

Dost arayan, dost olmalıdır.

***

Dostluğu, sevgi ve şefkat dolu sohbetlerle yaşatanların sarsılmaz birliği ve beraberliği, toplum yapısını da güçlendirir, sağlamlaştırırdı. Gerçek dostları, ancak ölüm ayırırdı.

Dost öyle derin ve tarifsiz bir güzelliğin temsilcisiydi ki, “Dostun dostu da dost”  sayılırdı… Zira dostluğun altyapısını oluşturan muhabbet, şefkat, merhamet, vefa manevi ve ruhani özelliklerdir. Bunlar başkalarına da sirayet eder, yakın duranları da rengine boyardı.

Yaratılışımızın gereği olan dostluk, Rabbimiz’in de emridir. Yüce Yaratıcı bizi, kendisinden korkarak, yaratılış çizgimizi bozmamaya ve dolayısıyla da, SADIK’larla beraber olmaya çağırır. (Tevbe,119)

Efendiler Efendisi de şöyle buyurur: “Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de kamil mümin olamazsınız.”

“Size bir şey söyleyeyim mi? Onu yaptığınız takdirde birbirinizi seversiniz: Aranızda selamı yayınız ve hediyeleşiniz…”

Bir Kutsi Hadiste de, birbirlerini Allah için severek dost olanlar şöyle müjdeleniyor:

“Ey Habibim, benim için birbirlerini sevenleri müjdele… Benim için birbirlerine ikramda bulunanları müjdele…

Senin için birbirine itimat edip de dost olanları müjdele… Onlara benim de muhabbetim tahakkuk etmiştir. Ben de o kullarımdan razıyım…”

Dünyaya dostluğu ve sevgiyi en sağlam ölçülerle hediye eden Güzeller Güzeli Efendimiz, kazanılan her arkadaşın Cennet’te bir derece kazandıracağını haber veriyor.

Allah için birbirlerini seven dostların ahiret alemleri öyle nur, huzur ve mutluluk dolu olacak ki, bunu ancak Efendimiz  (SAV) anlatabilir.

“Kıyamet gününde, Arş-ı Ala’nın etrafına kürsüler konacak. O kürsülere oturanların yüzleri, ayın ondördü gibi parlayacak…

Diğer insanlar korku ve endişe içinde çalkalanırken, onlarda korku ve endişe olmayacak… Nebiler ve şehitlerden olmadıkları halde, bütün iman ehli onlara imrenecek…

Kürsüleri nur, elbiseleri nur, vücutları nur… Yüzlerinin ışığından ay ve güneş olmadığı halde, mahşer yeri pırıl pırıl olmuş.

“Ya Rabbi, bunlar kimlerdir?…” diye soracak mahşer halkı…

Onlar öyle kimselerdir ki, ayrı ayrı memleketlerden, uzak şehirlerden Allah için bir araya gelip toplanırlar, sevişirler ve Allah’ı zikrederler…

Onlar ne birbirlerine haset ederler, ne buğzederler, ne kin beslerler. Gönül birliği içinde Hakk’a müstağraktırlar. Allah sevgisinde yok olmuşlardır.

İşte onlar, o kürsülerde oturanlar, Allah için birbirlerini sevenlerdir.”

Kenetlenmiş tuğlalar gibi, ayrılmaz bir bütün olmuşlar, kaynaşmışlar, kopmazlaşmışlar… Kardeş olmuşlar, dost olmuşlar… Onların biri binden fazladır.

Rabbimizin sevgisinden sevgisiyle yarattığı insan, böylece erer insanlığın sırrına… Böyle layık olur insanlığa… Bu sebeple,  “Sevmeyende ve sevilmeyende hayır yoktur…”

Bu sevgiyle bir kubbeyi meydana getiren taşlar gibi olurlar… Birinin hayatı, ötekilerle irtibatlanır ve asla yalnız ve tek olmazlar. O dost gönüllüler birbirlerinde fani olmuşlar, erimişler, kaybolmuşlardır.

Dost adama, yedi kat yabancı da dosttur. Allah’ın ayali olan halkın her bir ferdini, bir dost adayı olarak görür, dostluk gösterir. Dostluğun gerektirdiği gibi davranır…

***

Dostluğun bedeli nefsaniyetten arınmaktır. Nefsani duyguları bir kenara atmak, kötülükleri emreden nefsin burnunu her daim toprağa sürtmektir. Çünkü dostluk vefa ister, fedakarlık ister, aşk ister, kadir-kıymet bilmek ister, katlanmak, katlanmak, katlanmak ve asla kırılmamak ister…

Üstelik, kendi varlığını daima daha aşağı görmek ister, ancak tevazu tabanına oturur. Kibirle, gururla, kendini beğenmişlikle, bencillikle yürümez…

Bu sebeple dostluk önce HAKK’A DOSTLUK olarak temellenmelidir.

Ancak Allah’ın ahlakı ile ahlaklananlar dost olabilirler, tek’leşip, bir olabilirler

NÜKTE

Yavuz Sultan Selim, Mısır yolunda, “Ordu-yu Hümayun” saatlerce Kocaeli’nin bağ ve bahçelerinden geçer. Yavuzun içinde bir endişe: “Acaba asker izinsiz bir tek elma koparmış mıdır?…”

Bir müddet sonra ordusunu durdurur. Yeniçeri ağasını yanına çağırarak, bütün askerin heybelerinin aranmasını emir verir. Arattığı şey; tek bir elmadır. Fakat yok. Yarım elma bile çıkmaz heybelerden. Yavuz sevinçlidir:

– Eğer bir askerin üstünde halkın bahçesinden koparılmış tek elma çıksaydı, Mısır seferinden vazgeçecektim. Şükür Allah’ıma, der.

Tarih gösteriyor ki; gerçek “ZAFER”ler yalnız kılıçların ucunda değil, üstün ahlak anlayışının ve faziletlerin burcundadır.

VEHBİ VAKKASOĞLU

Çay kimi çağırır?

Vakti vardır…

Ve can çeker. Ama berrak ve demli bir çaydan daha iyi olan şey, o çaya sohbet katan, lezzet katan dostlardır. Çay da, dost da, teselli makamında bir talihtir. Yalnızlığa hüzün taşır çay…

Sohbete muhabbet…

….. Hayatın neresinde, ne şekil ve görüntüde olursak olalım; mesele şudur: Bir bardak demli çayın yanında ne kıymetimiz var? Hangi dostun bir bardak demli çayı için ”hasretin adı” ve ”katma değer”iyiz? …..

Vakti vardır..

Ve can çeker. Can, çayı bahane edip dost ister. Profesör istemez, genel müdür hiç istemez…

Makam ve mevki…

Ve dahi şan ve şöhret…

Ve dahi mal ve mülk sahibi istemez. Aradığı insandır. ”İnsan” sıfatının yanında, som altına şekil katmak için sokuşturulmuş bakır kadar ehemmiyeti olmayan unvanları hesaba katmaz…

Ve can, insan çeker. Bir bardak demli çayın her yudumunu, ab-ı hayata dönüştüren insan! …..

Bir daha mesele şudur: Canımız kimi çeker ve kimin canı bizi çeker? Ve neden? …..

Hayattan aldığımız ve hayata kattığımız can sıkıntılarının çoğunun sebebi, maalesef değersiz şeylerden ibarettir. Ne bu dünyadan çekip giderken bizimle birlikte gelirler. Ne sonrası için işe yararlar. Üstelik, bir bardak demli çayın yanında bile, sahibini ”beş kuruş” sahiplenmezler …..

Su kaynar…

Aşk ateşinde…

Bir tutam çay yaprağıyla karışmak, vuslattır. Bu sıcaklığa…

Bu buhara ram olur ve yayılır duygular. Sonra aşkın rengidir ve demidir görünen. Ve aşkın rayihası. …..

Söyleyin şimdi: Can kimi çeker? Kimin canı bizi çeker? Bu şiire kim bir mısra katar gönlünden? Sohbeti kim demler?

Murat Başaran / Zafer Dergisi

Bir mucize mümin: “Hz. Ebu Bekir (R.A.)”

Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın (c.c.) kâinata koyduğu yasalarından biri de insana doğru yolu göstermesi için peygamberler göndermesidir. Hadislerde geçtiği üzere 124 bin ya da 224 bin peygamber gönderilmiş, Kur’an bunlar içerisinden seçtiği 28 peygamberi bizlere anlatmıştır.

Gönderilen bu peygamberler muhatap oldukları insanların hassasiyetlerine göre çeşitli mucizelerle geldiler. Mesela, Hz. Davud büyük bir hükümranlıkla gelmişti. Oğlu Süleyman’a Allah (c.c.) onlarca mucize vermişti. Hz. Musa sihrin revaçta olduğu bir zeminde böyle mucizelerle geliyor, Hz. İsa Allah’ın izni ile ölülere yeniden hayat veriyor, hastaları iyileştiriyor, cüzamlılara eli ile şifa ulaştırıyordu.

Son Peygamber olan Efendimiz de (a.s.m.) çeşitli mucizeler gösteriyordu. Efendimiz’in (a.s.m.) bir çok mucizesi arasında en büyük mucizesi ise Kur’an’dır.

Peki, Kur’an’ın en büyük mucizesi nedir?

Bu soruyu sorduğumuzda onlarca cevap gelir zihnimize… Kur’an’ın nazmı, belağatı, edebi niteliği, evrensel özelliği, az söz ile çok şey beyan etmesi, korunmuşluğu ve daha birçok özelliği de birer mucizedir.

Bu mucizelerden bir tanesi de şudur: Kur’an’ın insan yetiştirme, terbiye etme ve geliştirme potansiyeli… Daha dün deve çobanları iken, yol kesip şakilik yaparlarken, diri diri kız çocuklarını toprağa gömerlerken, böyle bir toplumdan yeryüzünde ikinci bir örneği olmayan Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı bir topluluk meydana getirmiştir. Öyle bir topluluk ki, kıyamete kadar, kul olma gayreti olanların gaye-i hayalleri olmuştur. Öyle bir topluluk ki, kim onların yolunda yürüse cennete, kim onlar gibi yapmazsa azaba yürüyeceklerdir. İşte bundan dolayı diyebiliriz ki; Nübüvvetin en büyük mucizesi Kur’an, Kur’an’ın en büyük mucizesi Sahabedir.

Peki, sahabenin en büyük mucizesi nedir? Sahabenin en büyük mucizesi ise Hz. Ebû Bekir’dir.

Kırk üç yılllık dostluk

Neden Hz. Ebû Bekir?

Bunun birçok sebebi olsa da, ancak biz sadece bir noktada dikkatlerimizi yoğunlaştıracağız. Hz. Ebû Bekir, Miladi 573’te Mekke’de doğuyor, yani Efendimiz’den (a.s.m.) iki yaş küçük olarak dünyaya geliyor. Efendimiz de (a.s.m.) Hz. Ebû Bekir de Mekke’de oldukları için ta çocukluktan itibaren birbirlerini tanıyorlar. Ama ilk sıcak buluşmaları Efendimiz (a.s.m.) 20 yaşlarında, Hz. Ebû Bekir 18 yaşlarında iken bir erdemliler harekâtı olan Hilfu’l-Fudul’da oluyor. Kim olursa olsun zalime karşı, kim olursa olsun mazlumdan yana ilkesi ile kurulan bu faziletliler topluluğunda yer alan Efendimiz (a.s.m.) ve Hz. Ebû Bekir, o günden sonra bir daha hiç ayrılmıyorlar. Öyle bir dostluk başlıyor ki aralarında 20 yıl Nübüvvet öncesinde, 23 yıl da Nübüvvet günlerinde tam 43 yıl fasılasız devam ediyor.

Hz. Ebû Bekir ile Efendimiz (a.s.m.) Nübüvvet öncesi tam 20 yıl süren bu dostluklarında, bu ifadeye dikkat edin; hep bir adım önde olan Hz. Ebû Bekir’dir.  Neden mi? Hz. Ebû Bekir o günler iyi bir tüccardır, tam 40 bin dirhemlik bir sermayesi vardır; ama Efendimiz’in (a.sm.) böyle bir imkânı yoktur. O (a.sm.) Hz. Hatice’nin yanında sermaye-iş ortaklığı üzerinden çalışmaktadır. Hz. Ebû Bekir okuma-yazma bilmektedir; ama Efendimiz (a.s.m.) kâğıdı-kalemi hiç eline almamıştır, almayacaktır da… Hz. Ebû Bekir Mekke’nin sosyal yapısı içerisinde söz sahibi biridir. Daru’n-Nedve’ye girme yaşı 40’tır; ancak üç insandan bu zorunluluğu Mekke kaldırmıştır; Bu üç insan Ebû Cehil, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir’dir. Hz. Ebû Bekir’in Daru’n-Nedve’de Eşnak diye bir görevi vardır. Eşnak, diyetleri belirlemedir.

Nübüvvet öncesi böyle bir durum ortada varken, yani Hz. Ebû Bekir hep bir adım öndeyken, Miladi 610’da bir pazartesi gecesi vahye muhatap olan Efendimiz (a.s.m.) salı günü Hz. Hatice’yi kadınlardan, Hz. Ali’yi çocuklardan, Hz. Zeyd b. Harise’yi kölelerden kazandıktan sonra o zamana kadar 20 yıllık dostu olan Ebu Bekir’e bu dini arz ettiğinde, Hz. Ebu Bekir hiç tereddüt etmeden, düşünmeden, şüphe duymadan, iman etmiş ve 20 yıldır bir adım öndeyken bir anda bir adım arkaya geçmiş ve 23 yıl boyunca da Efendimiz’in (a.s.m.) hep sağında ama arkasından yürümüştür. Bu bir mucize değil de nedir? Bu İslam’ın, imanın ve tabii ki Kur’an’ın bir mucizesidir. Kur’an’ın insan kazanma ve yetiştirme potansiyelinin ne kadar büyük olduğunun bir göstergesidir.

Yaşanılması zor bir hayat

Hz. Ebû Bekir’in hayatı başından sonuna kadar; bu manada hep mucizelerle doludur. Mucize; şahit olanları aciz bırakan, görenleri kendine hayran eden hadiseler demektir. Gerçekten Hz. Ebû Bekir’in hayatı böyle bir hayattır. Bundan dolayıdır ki Hz. Ömer, onun vefatının ardından şöyle demiştir: “Ey Ebû Bekir! Arkanda kalanlara yaşanamaz, yapılması çok güç bir hayat bıraktın.”

Hicri olarak 63 yıl süren bu hayatın her karesi çok farklı hadiseler ve mesajlarla doludur. Öyle bir bereketli hayat ki, hayat defterinin hiçbir sayfasında boşluk yok, boşa geçmiş bir zaman yok, atlayıp dikkate almayacağınız bir vakit yok; bereket var, anlamlı yaşama var, hedef var, büyük bir emel var, gayret var, mücadele var; var da var…

Hz. Ebû Bekir’i birkaç sayfa içerisinde anlatmak nasıl mümkün olabilir ki? Bu çok kolay bir iş değildir. Dolayısı ile biz yazımızın çerçevesini biraz daraltarak Hz. Ebû Bekir’in hayatında çok önemli gördüğümüz ve bizlerin hayatında da ne yazık ki istenilen düzeyde şahit olamadığımız, beş temel kavram üzerinden onu anlamaya çalışacağız. Bu kavramlar: Muhabbet, Sadakat, Teslimiyet, Celadet ve Evveliyet’tir.

Muhabbet

Muhabbet, bu zorlu işin olmazsa olmazıdır. Sevgi deyip geçmeyin, hakkı ile seven, sevdiğinin yolunda olur. Feda eder, feda olur, neyi varsa vazgeçer, gözü sevdiğinden başkasını görmez, hayatını sevgilisinin yoluna kurban eder. Biz bunların hepsini Hz. Ebû Bekir’in hayatında görüyoruz.

Hz. Ali Kufe’de halife iken, bir gün İslam’ın destan yazdığı o ilk günlere şahit olmayan genç nesle: “Söyleyin bakalım insanların en cesuru kimdir?” diye sormuştu. Soruya muhatap olan o günün Müslümanları, cesaret deyince akıllarına hep Ali geldiği için: “Ente Ya Emir’el-Mü’minin/ Sensin Ey Müminlerin Emiri!” demişlerdi. Hz. Ali: “Hayır, ben değilim. İnsanların en cesuru Hz. Ebû Bekir’dir” demişti. Neden Hz. Ebû Bekir olduğunu merak eden o bakışları görünce, Hz. Ali anlatmaya başlamıştı: “Bizler bir avuç iman eden kardeşlerimizle beraber nübüvvetin ilk günlerinde Kâbe’de namaz kılıyorduk. O anda Mekke’nin kara yüzlü adamları bize ve Efendimiz’e (a.s.m.) saldırdılar. Kimi Allah Resulü’nü (a.s.m.) itekliyor, kimi cübbesini çekiyor, kimi üzerine çöreklenmiş O’na (a.s.m.) vuruyordu. Biz ise elimiz kolumuz bağlı hiçbir şey yapamadan sadece olanları seyrediyorduk. Bir anda baktık ki ötelerden cübbesi rüzgârda savrulan, ama gelişi ile etrafa izzet saçan biri bize doğru yaklaşıyor. Gelenin kim olduğunu merak etmiştik. O yiğitçe gelen, naif bedeni ile o gün bir aslan kesilen Hz. Ebû Bekir’den başkası değildi. Koşa koşa bize doğru geliyor, kendisine engel olanları bir bir deviriyor ve Kâbe’nin duvarlarında yankılanan şu sözü haykırıyordu: “Rabbim Allah’tır dediği için birini mi öldüreceksiniz?” Bu sözleri en gür sedası ile haykıran Hz. Ebû Bekir, gelip kendini o anda Mekkelilerin saldırılarına muhatap olan Efendimiz’in (a.s.m.) üzerine atıyordu. Bu sefer o kara yüzlü adamlar Efendimiz’i (a.s.m.) bırakıyor; Hz. Ebû Bekir’i ortalarına alıyorlardı ve başlıyorlardı onu dövmeye… Yumruklar, tekmeler, hakaretler havada üşüşüyordu… Ağzı, gözü, burnu dağılan Hz. Ebû Bekir daha fazla acılara dayanamıyor; oracıkta bayılıyordu. O anda kabilesi Benî Teym, olaydan haberdar oluyor, gelip Hz. Ebû Bekir’i onların elinden kurtarıyorlardı. Her tarafı kan-revan içerisinde ve baygın bir halde evine taşıyorlardı. Nice sonraları Hz. Ebû Bekir gözlerini açıyor, biraz kendine gelir gibi oluyordu.  Uyanır uyanmaz ağzından çıkan ilk söz “Allah Resulüne ne oldu?” sözü oluyordu. Söyler misiniz böyle bir cesareti ortaya koyarak insanların en cesuru olmayı hak eden Hz. Ebû Bekir değil de kimdir?”

Hz. Ali’nin nübüvvetin ilk yıllarında yaşadığı ve yıllardır unutmadığı bu tablo, Hz. Ebû Bekir’in, Efendimiz’e (a.s.m.) nasıl bir sevgi ile muhabbet ile bağlandığının bir örneğidir. O günden sonrada Hz. Ebû Bekir, hayatının birçok sayfasında muhabbetin ne kadar önemli olduğunu hep gösterip durmuştur.

Sadakat

Sadakat, sözünde ve özünde sadık olma, doğru olmadır. Sadakatin iki önemli vechesi/yüzü var. Biri; doğruluktan asla ayrılmama, başına ne gelirse gelsin, ne kaybederse kaybetsin; doğruluğu hayatın en temel şiarı kılma. İkincisi ise; doğruları tasdikleme, söylenen doğruyu tereddütsüz bir şekilde kabul etme… Biz sadakatin bu iki halini de Hz. Ebû Bekir’in hayatında zirve noktalarda görüyoruz. Zaten zirve olduğu için o Sıddık’tır; sadakat onunla âleme öğretilmiş ve o sıdkın en zirve hali olarak bu işin abidesi olmuştur. Sadece İsra ve Miraç hadisesinde onun tavrı hatırlandığında bu sözlerin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılacaktır.

Teslimiyet

Teslimiyet, Müslümanın olmazsa olmaz vasfıdır. Zaten Müslüman demek, hiçbir tereddüde, şüpheye kapı aralamadan teslim olan demektir. Hz. Ebû Bekir’in teslimiyeti söz konusu olduğunda kesinlikle Rûm Süresi’nin nazilindeki tutumunu hatırlamamız gerekir.

Bi’setin beşinci yılı, Milâdi olarak 614 senelerinde iki komşu ve rakip devlet, birbirleriyle kanlı bir muharebeye girişmişlerdi. İran devleti tahtında 2. Hüsrev, Rûm İmparatorluğunda ise Heraklius bulunuyordu. O yıl yapılan son savaşta İranlılar galip gelmişti. Romalıların bu mağlubiyet haberi Mekke’ye ulaşınca müşrikler sevinmişler, Müslümanlar ise üzülmüşlerdi. Müşrikler bu hâdiseyi vesile yaparak Müslümanları rahatsız etmeye ve: “Siz ve Hıristiyanlar Ehl-i kitapsınız; biz ve İranlılar ise ümmiyiz. İranlı kardeşlerimiz, sizin Rûm kardeşlerinize galebe çaldı. Biz de, sizinle muharebeye girişirsek, sizi mağlup ederiz” diyerek şamataya başlamışlardı. Bu hadise üzerine Rûm Süresi nazil oldu ve yakın bir gelecekte Rûmların galip geleceğinin haberini verdi. İlgili ayetler nazil olduğu zaman, Rûm İmparatorluğu öylesine perişan olmuştu ki, Romalıların bir kaç sene zarfında canlanıp yeniden galip geleceklerine katiyetle hükmetmek şöyle dursun, ihtimal vermek bile akılların havsalasına sığacak bir şey değildi.  İşte böyle bir zeminde inen ayetler Rûmların kısa bir zaman sonra galip geleceklerini haber veriyordu.

Hz. Ebû Bekir, bu ayetleri Efendimiz’den (a.sm.) dinler dinlemez onları, Mekke’nin bir tarafında yüksek sesle okudu. Sonra da o sevinen müşriklere, “Rûmlar, birkaç sene sonra İranlılara muhakkak galebe çalacaklardır” dedi. Müşrik liderlerden Übey b. Halef bu sözleri duyunca hemen Hz. Ebû Bekir’in yanına geldi ve onunla bahse girmek istediğini söyledi. Allah’ın ayetlerine karşı büyük bir teslimiyet içerisinde olan Hz. Ebû Bekir onun bu teklifini kabul ederek, bahse girdi ve elbette netice Allah’ın dediği gibi oldu. Sadece bu olay bile Hz. Ebû Bekir’in teslimiyet noktasında nasıl bir duruşu olduğunu anlamamız açısından yeterlidir.

Celadet

Celadet, yiğitliktir, kahramanlıktır. Tabir caiz ise Ömerce davranmaktır. Yeri gelince aslan gibi kükremek, yeri gelince masaya yumruk vurabilmek, yeri gelince bakışları ile ödler koparmak, yeri gelince zalimin yüzüne hakkı haykırabilmektir. Bu vasıflar Hz. Ömer’de çok var da sanki Hz. Ebû Bekir’de yok gibidir. Ancak işin aslı böyle değildir. Gerçekten celadet Hz. Ebû Bekir’in de şahsiyetinin en önemli kavramlarından biridir. Onun Efendimiz’in (a.sm.) vefatındaki tavrı, Üsame ordusunu belirlenen hedefe göndermesi, peygamberlik iddiasında bulunanlara karşı ortaya koyduğu mücadelesi, dinden çıkanlara, iman ile zekât arasını ayıranlara karşı başlattığı cihadı nasıl bir celadet sahibi olduğunu bize göstermektedir.

Evveliyet

Evveliyet, ilk olmanın ayrıcalığını ilk günden son güne kadar devam ettirmek, başta heyecan ile başlayıp sonunda yorulmamak, hayırlarda hep yarışmak, her şeyin ilki olmasına rağmen , “hel min mezid” şuuru ile yani; “daha ötesi yok mu?” anlayışı ile yaşamaktır. Hz. Ebû Bekir, hayatı boyunca hep ilklerden, öncülerden oldu. Buna rağmen hiçbir zaman yaptıklarını yeterli görmedi. Her ne yapmışsa hep bir adım ötesine geçmek için gayret gösterdi.

Hz. Ömer Tebûk Gazvesi öncesini anlatıyor: “O günler Hz. Peygamber (a.s.m.) sadaka vermemizi emir buyurdu. O sırada benim malım çoktu. Kalbimden ‘Eğer Ebû Bekir’i geçeceğim bir gün varsa o, bu gündür‘ dedim ve malımın hepsini hesaplayarak, tam yarısını getirip, Efendimiz’in (a.sm.) önüne bıraktım. Peygamber Efendimiz bana ‘Ey Ömer! Çocuklarına ne bıraktın?’ diye sordu. ‘Getirdiğim kadar da onlara bıraktım’ dedim. Sonra Ebû Bekir geldi. Meğer o nesi varsa hepsini getirmişti. Peygamber Efendimiz ona da ‘Ey Ebû Bekir! Çocuklarına ne bıraktın?’ diye sordu. Ebû Bekir ‘Ben onlara Allah ve Resulünü bıraktım’ dedi. O zaman kalbimden ‘İmkânı yok, ben Ebû Bekir’i hiçbir zaman geçemeyeceğim’ dedim.”

İşte Hz. Ebû Bekir bu… Salih amellere doymayan biri o…

Muhammed Emin Yıldırım

Moral Dünyası Dergisi

Gerçek Dost Nasıl Olur ve Gerçek Hayat Nasıl Yaşanır?

Şam’ın büyük alim ve velisi Bilal’in babası Saad, sahabedendi.

Efendimiz (sas) Hazretleri, baba Saad’ın Medine’de başını okşayarak dua etmişti. Bu duadan sonra Saad’ın oğlu Bilal’in Şam’daki manevî hayatı kısa zamanda inkişaf etmiş, ‘Şam’ın Hasan Basri’si’ diye söylenir hale gelmişti.. Şam’daki evini öğrenci yurdu haline getiren Hazret-i Bilal’in bir dost tarifi vardır. İşte bu dost tarifine bir bakalım isterseniz. Gerçek dost nasıl olurmuş bir görelim. Çünkü gerçek dosta ihtiyacımız var gerçekten de. Yetiştirdiği öğrencilerine gerçek dostu şöyle tarif ediyordu Şam’ın büyük velisi:

Her karşılaştığında senin avucuna bir altın koyan değildir gerçek dost. Her karşılaştığında senin dindarlığını bir kat daha artıran kimsedir gerçek dost!..

Bu tarifin açıklamasını da şöyle yapıyor:

Sokaka hayvanları, köpekleri besleyen kadın– Çünkü diyor, dünyada avucuna konan bir altın, ahirette geçer akçe değildir. Ama gerçek dostunun sana kazandırdığı dindarlık, ahirette geçer akçedir. Orada seni altınların değil dindarlığın kurtarır. Öyle ise, dindarlığınızı kuvvetlendiren gerçek dostlar yetiştirin, faydaları ahirete kadar uzanan gerçek dostlar kazanın, sonra da kazandığınız böyle gerçek dostlara ömür boyu sahip çıkın, kaybetmemeye bakın!..

Ne dersiniz, bizim de her görüştüğümüzde dindarlığımızı bir kat daha kuvvetlendiren gerçek dostlara ihtiyacımız var mı? Bu konuyu bir düşünsek mi?

****

Şimdi bir de Hicri 200’de yine Şam’da vefat ettikten sonra da tasarrufu devam eden yedi büyük veliden biri olan Maruf-u Kerhi’ye bakalım. Hayatımızı değerlendirme konusunda neler anlatıyor bir de onu dinleyelim. Ariflerin kutbu Maruf-u Kerhi diyor ki:

1- Hayatımızı İslam’a hizmet ederek yaşamaya öylesine adamalıyız ki, bu sırada dünyamızı kaybetsek de üzülmemeli, kazansak da sevinmemeliyiz. Çünkü diyor, bu hayatın hedefi, dünyayı değil ahireti kazanmaktır! Ahiretini kazanan hiçbir şeyini kaybetmemiş demektir. Kaybeden ise hiçbir şeyini kazanmamış sayılmaktadır!..

2- İslam’a sadece sözle değil, halle yaşayarak da hizmet edileceğine dikkat çeken Maruf Hazretleri, bu konudaki ikazını da şöyle yapar:

-Bir kul niyetini düzeltir de ihlaslı yaşamaya yönelirse, Allah ona halle örnek olma kapısını açar, dilinden önce hali konuşur! Zaten insanı kurtaran da ‘sadece diliyle iddia ettiği değil; haliyle de ifade ettiğidir!’ Bu sebeple yaşayarak örnek olma hizmetinin önceliği hiç unutulmamalıdır!.

3- Maruf-u Kerhi, hizmet hayatı boyunca maruz kaldığı sıkıntıları tevekkül ve teslimiyetiyle yendiğini anlatırken de şu tavsiyede bulunur:

Hayatınızda Allah’a öylesine tevekkül edin ki, bütün sıkıntılarınızda dayanak ve desteğiniz yalnız Allah olsun. Kullar bundan sonra sizin desteğinize koşar.

4- Çok mütevazı yaşayan Maruf Hazretleri bir gün yol kenarına oturmuş elindeki ekmeğini yerken karşısına dikilen bir aç köpeğin gözlerini kendisine diktiğini görünce ekmeği tek başına yemekten utanır da, bir ucundan kendisi ısırır, öteki ucunu da gözünü dikmiş bekleyen aç köpeğe uzatır, birlikte yemeye başlarlar. Bu sırada uzaktan yaklaşan bir adam:

-Utanmıyor musun elindeki ekmeği köpekle birlikte yemeye, der.

-Utanmaz olur muyum der, utandığımdan dolayı tek başıma yiyemedim de onunla birlikte yemeye başladım. Şöyle sorar:

-Sen olsan utanmaz mıydın aç bir köpek karşısında iştiha ile karnını doyururken onun açlığına ilgisiz kalmaktan?

5- Hayatını İslam’a hizmete adadığından dolayı dünya malı adına hiçbir şeye sahip olmayan büyük veli, meşhur talebesi Seriyyü’s-Sakati’ye son anda vasiyetini şöyle yapar:

Vefatım kesinleşince hemen gömleğimi çıkarıp bir yoksula verin, dünyaya nasıl geldi isem ahirete de öyle gitmek istiyorum, hesabını vermek zorunda kalacağım bir gömleğim dahi olmasın üzerimde!.

– Ne dersiniz, düşünmeye değer mi bu örnekler?

Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi

a.sahin@zaman.com.tr