Etiket arşivi: Dr.Selçuk Eskiçubuk

İnsan Hayatının Gayesi Var Mıdır?

hedefÇevremizdeki canlı varlıklar, bitkiler, hayvanlar ve insanlardır. Bugün dünya üzerinde 7 milyara yakın insan yaşıyor. Kutuplardan ekvatora kadar her yerde, her kıtada her dilden, her dinden ve her renkten insan var.

Genel olarak cansız varlıklar, canlıların hizmetinde, bitkiler hayvanların ve insanların hizmetinde, hayvanlar ise insanların hizmetindedir. Cansız varlıklar da insana hizmet ederler. Hayat, bir üst tabakaya geçirilerek hizmete devam ettirilir.

İnsan hayatının da bir gayesi olmalıdır. Hayatın tam ve mükemmel saadeti bazı şeylerin anlaşılmasından geçer.

Bu konuda Bediüzzaman Sözler isimli eserinde şunları anlatır:

*Ey gâfil nefsim! Senin hayatının gâyesini ve hayatının mahiyetini, hem hayatının sûretini, hem hayatının sırrı-ı hakikatini, hem hayatının kemâl-i saadetini bir derece anlamak istersen, bak; senin hayatının gâyelerinin icmâli dokuz emirdir.

Birincisi: İnsan vücuduna konulan duygular birer terazidir. Onların he biriyle, kendine ait özellikleri kullanarak Allah’ın insanlar için yarattığı rahmet hazinelerini tartarak bilmek ve şükretmektir. Örneğin sevgi, merhamet, aşk ve ene gibi birçok duygularla, verilen nimetleri tartmak, bu duyguları kalbimize koyduğu için Yaratana karşı büyük şükür borcunu yerine getirmektir.

Birincisi şudur ki: Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlâhiyenin hazînelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.

İkincisi: Senin fıtratına konulan bazı aletleri anahtar gibi kullanarak Allah’ın noksansız, kusursuz ve yüce isimlerinin gizli hazinelerini açmaktır. Her türlü kusurdan uzak olan Allah’ı o isimleri aracılığı ile tanımaktır.

İkincisi: Senin fıtratında vaz’ edilen cihazâtın anahtarlarıyla, esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin gizli defînelerini açmaktır, Zât-ı Akdesi o esmâ ile tanımaktır.

Üçüncüsü: Şu dünya sergisindeki varlıklar arasında İlahi isimlerin sana taktıkları hayret verici sanatları ve onların yansımalarını hayatınla göstermek ve duyurmaktır.

Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlûkat nazarında, esmâ-i İlâhiyenin sana taktıkları garip san’atlarını ve latîf cilvelerini bilerek, hayatınla teşhir ve izhâr etmektir.

Dördüncüsü: Dilinle, sözlerinle ve bedeninle O’nun kapısında kulluğunu ilan etmektir.

Dördüncüsü: Lisân-ı hal ve kâlinle Hâlıkının dergâh-ı Rubûbiyetine ubûdiyetini ilân etmektir.

Beşincisi: Nasıl ki bir asker törenlerde padişahından aldığı her türlü nişanları takıp onun bakışlarına bu iltifat eserlerini gösterirler, sen de Allah’ın ilahi isimlerinini sana taktıkları o manevi duyguların süsleriyle süslenip zaman ve mekânla sınırlı olmayan ve her şeyi gören Allah’ın bakışlarına ve şahitliğine onları sunmaktır.

Beşincisi: Nasıl bir asker, padişahından aldığı türlü türlü nişanları resmî vakitlerde takıp, padişahın nazarında görünmekle onun iltifatât-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi, esmâ-i İlâhiyenin cilvelerinin sana verdikleri letâif-i insaniye murassaâtıyla bilerek süslenip, o Şâhid-i Ezelînin nazar-ı şuhud ve işhâdına görünmektir.

Altıncısı: Canlı varlıkların, Yaratıcıya karşı gösterdikleri birer manevi selam ve dua olan hayata ait görüntüler, hayat işareti olan tesbihatları yani Yaratcıyı noksan sıfatlardan uzak tutuşları ve hayatın gayesi ve neticesi olarak hayatı veren Allah’a karşı kulluklarını bilinçli bir şahitlik içinde arz etmek ve tefekkür ile görüp tanık olmaktır.

Altıncısı: Zevi’l-hayat olanların tezâhürât-ı hayatiye denilen, Hâlıklarına tahiyyâtları; ve rumuzât-ı hayatiye denilen, Sâni’lerine tesbihâtları; ve semerât ve gâyât-ı hayatiye denilen, Vâhibü’l-Hayata arz-ı ubûdiyetlerini bilerek müşâhede etmek, tefekkür ile görüp, şehâdetle göstermektir.

Yedincisi: Sen kendi hayatında sana verilen küçük ilmin, gücün ve iradenle yaptığın işleri örnek kabul ederek, Yaratıcının sınırsız sıfatlarını ve kutsal işlerini o ölçülerle bilmelisin. Mesela sen çok sınırlı güç, ilim ve iradenle bu evi nasıl düzgün yaptıysan, şu evren sarayının senin evinden büyüklüğü ölçüsünde şu alemin ustasının da o kadar çok kudretli, ilim ve hikmet sahibi ve planlı bir idareci olduğunu anlamalısın.

Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz’î ilim ve kudret ve irâde gibi sıfat ve hallerinden küçük numunelerini vâhid-i kıyasî ittihaz ile, Hâlık-ı Zülcelâlin sıfat-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini o ölçüler ile bilmektir. Meselâ, sen, cüz’î iktidarın ve cüz’î ilmin ve cüz’î irâden ile bu hâneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hânenden büyüklüğü derecesinde, şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbir bilmek lâzımdır.

Sekizincisi: Şu evrendeki her bir varlığın kendine özgü diliyle Yaratıcısının bir olduğuna ve o yaratıcının bütün varlıkların her türlü ihtiyaçalarını onlara verdiğine, onları terbiye ve idare ettiğine dair manevi sözlerini iyice anlamaktır.

Sekizincisi: Şu âlemdeki mevcudâtın her biri, kendine mahsus bir dil ile Hâlıkının vahdâniyetine ve Sâniinin Rubûbiyetine dâir mânevî sözlerini fehmetmektir.

Dokuzuncusu: Yaratıcına karşı güçsüzlük, kudretsizlik, muhtaçlığın ve ihtiyacın ölçüsüyle O’nun İlahi kudreti ve sonsuz zenginliğindeki derecelerin yansımalarını anlamalısın. Nasıl ki açlığının şiddeti ve duyduğun ihtiyaç kadar yemeklerden lezzet alır, dereceleri ve çeşitleri anlayabilirsen kendi güçsüzlük ve kudretsizliğin ölçüsünde de Rabbinin sonsuz kudreti ve zenginliğinin derecesini anlayabilirsin.

Dokuzuncusu: Acz ve zaafın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle, kudret-i İlâhiye ve gınâ-i Rabbâniyenin derecât-ı tecelliyâtını anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın envâı miktarınca, taamın lezzeti ve derecâtı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi, sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gınâ-i İlâhiyenin derecâtını fehmetmelisin.

İşte senin hayatının amaçları bu gibi emirlerdir. Şimdi hayatının iç yüzüne bak ki kısaca onun aslı şudur:

İşte senin hayatının gâyeleri, icmâlen, bunlar gibi emirlerdir. Şimdi, kendi hayatının mahiyetine bak ki; o mahiyetinin icmâli şudur:

Allah’a ait isimlerin hayretverici işlerinin fihristesidir, O’nun işlerinin ve sıfatlarının bir ölçüsüdür. Evrendeki âlemlerin bir ölçüsü, tartısıdır. Gördüğümüz şu büyük âlemin bir listesi, haritası ve özetidir. İlahi kudretin gizli hazinelerini açacak bir anahtar külçesidir. O’nun varlıklar üzerine serpilmiş ve zamana takılmış mükemmeliğinin en güzel şekilleridir. İşte hayatın bunlar gibi emirlerdir.

Esmâ-i İlâhiyeye âit garâibin fihristesi, hem şuûn ve sıfât-ı İlâhiyenin bir mikyâsı, hem kâinattaki âlemlerin bir mîzanı, hem bu âlem-i kebîrin bir listesi, hem şu kâinatın bir haritası, hem şu kitâb-ı ekberin bir fezlekesi, hem kudretin gizli defînelerini açacak bir anahtar külçesi, hem mevcudâta serpilen ve evkâta takılan kemâlâtının bir ahsen-i takvîmidir. İşte mahiyet-i hayatın bunlar gibi emirlerdir. (SÖZLER,11.Söz)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

Rahimlerdeki Mucize

Bir bebeğin anne rahmindeki geçirdiği değişim günümüz imkânlarını kullanarak izlendiğinde olağanüstü olaylar dizisi gözler önüne serilir. Rahim içine yerleştirilen mikro kameralarla yapılan çekimler, seyretmesi müthiş zevkli, düşündürücü ve hayrette bırakan görüntüler vermektedir.

Kadın doğumculara göre gebelik süreci 9 ay 10 gün dür. Bu sürecin içine hamilelikten önceki yumurtanın durumunu gösteren 2 haftalık zaman da katılır. Aslında embriyolojik olarak döllenmiş yumurta 3.hafta sonunda ana rahmine ulaşır. Ve gerçek hamilelik 4. haftada başlar. Embriyon rahim duvarına yerleşmek için en elverişli yeri arar, bulur, bir kazı çalışması yapar ve oraya yerleşir. Bu esnada kılcal damarlar yırtılınca hafif bir kanama olur. Hamilelikte ilk üç haftanın görüntüsünden bahsedilemez.
 

4. haftada rahim içindeki  Embriyon

 Embriyon  ultrason görüntüsü

5. haftanın sonunda ancak idrar testiyle gebelik tespit edilebilir. Embriyon henüz 1mm den küçüktür.

5. hafta sonunda Ultrason görüntüsü

6. haftada ilk organ gelişimi başlar. Bu organ ise kalptir ve onunla birlikte gelişecek olan damar sistemidir. Besin maddeleri ve oksijeni taşımak için bu organlara ihtiyaç vardır. Ancak ultrasonda kalp atışları henüz görülmeyebilir. Fakat gebelik kesesi görülür. Embriyon henüz 1 milimetre boyundadır.

6.hafta Ultrason görüntüsü

 

7.haftada hücreler hem çoğalır hem de çeşitlenir. Beyin bu hafta gelişmeye başları. En önemli olay, beynin komutlar vermesi ile kol, bacak ve böbrek gibi bütün organ taslaklarının oluşmaya başlamasıdır.

 

7.hafta Ultrason görüntüsü

8 haftada tüm organlarda hızlı bir büyüme olur. Bebeğin kalp atışının sesleri ultrasonda duyulur. Gebelik kesesi ve içinde bebeğin yüzdüğü sıvı çok açık görülür.

8. hafta Ultrason görüntüsü

9.haftada bebeğin hareketleri görülür. Baş-gövde aynı büyüklüktedir. Beyin her şeyi kontrol ettiği için büyük olması gereklidir. Kollar ve bacaklar kısadır. İleriki haftalarda büyüklükler normal boyutlarını alır. Kalp atışları çok hızlıdır. Çok oksijen taşımak için böyle olması gerekmektedir.

9.hafta Ultrason görüntüsü

10.haftada organların gelişimi tamamlanmak üzeredir. 3 hafta önce başlayan dudak ve damak gelişimi tamamlanmıştır. Ağzın açma kapama hareketleri görülür. Boyu ise 3cm ve ağırlığı 4gr kadardır.

Gebelikte 10 hafta bir dönüm noktasıdır. Bu haftadan sonra adı artık fetüs olacaktır. Yasalarımıza göre de bundan sonra kürtaj yasağı başlar.

11.haftada hamileliğin dörtte biri tamamlanmıştır. Ona fetüs adı verilir. Bundan sonra düşük ihtimali %1 dır. Gebelik sağlam zemine yerleşmiştir. Şimdi duyuların gelişim zamanıdır. İlk duyular tat ve dokunmadır, sonra koku duyusu gelir. Bebek amnios sıvısının tadını alır. İşitme ise 16-24. Haftalarda tamamlanır. Görme duyusu, 32. haftada gelişmeye başlar.

 11 haftalık ultrason görüntüsü

12. haftaya varan bebek %90 sağlıklı doğar. Doktor kontrolü olmasa da doğum gerçekleşir. Ancak kontroller %10 luk problem olabilecek gruba girip girmediğinizi ve doktor müdahalesi gerekip gerekmediğini bilmenizi sağlar.

12 haftalık Ultrason görüntüleri

Bundan sonraki her hafta yeni değişiklerle fetüs gelişir ve ana rahmindeki mucizevî değişiklikler tamamlanır. Haftalar haftaları kovalar ve 9 ay 10 gün sonra bebek dünyaya gelir.

 Dünyanın her yerinde bu olay birbirinden habersiz ama benzer şekilde yaratılır. Aynı şekil, aynı yüz hatları ile bütün organlarda birbirine uygunluk vardır. Öyleyse bebekleri hepsi birbirine benzemekle beraber her birini de kendine özel yaratan, Biri olmalıdır. O Yaratıcı ise kimseye muhtaç olmayan ve herkesin kendisine muhtaç olduğu tek varlık olan Allah’dır.

Bu yukarda gelişimini anlattığımız embriyo kendi lisanıyla bize bağırıp şöyle diyor:”Bana bu yüzü, bu uzuvları ve bu organları veren kim ise bana benzeyen bütün bebeklerin de Yaratıcısı, Sanatkârı da O dur. Ve bütün canlıları yaratan da O’ dur.”

       İşte ana rahmindeki bu bebeğin lisanı bilinmeyen, anlaşılmayan bir dil değildir. Her şey kuralına göre birbirini takip eder ve türünün özelliklerine göre de gelişim gösterir. Bu dil artık bilinen bir âlemden gelip bilinmeyen bir âleme giden bir dil olmuştur. Bu fetüsün ileriki hallerini ancak onun Yaratıcısı bilebilir. Biz ancak geçmiş zamanın dilini okuyabiliriz.

       Anne karnındaki her fetüs farklı yüz hatları ve kendine özel ayrıcalıklı görünüşü ile Yaratıcısının irade, istek ve rahmetinin hiçbir şeye tabi olmadığını gösterir. Her şeyi kendi istediği gibi yarattığına kanıttır.  Daha henüz hiçbir şeyin ortada izi yoktur. İlmi sonsuz olan Allah’dan başkası olmadan önce bu dili bilemez. Ana rahminde yüzün binde bir aleti görünmekle bilinemez. Bu yüz daha hangi şekilleri alacaktır, doğumundan ölümüne kadar nasıl değişime uğrayacaktır, kimse onları bilemez.

       Son olarak ana rahmindeki her fetüs farklı yüz hatları ve kendine özel ayrıcalıklı görünüşü ile Yaratıcısının irade ve isteğini gösterdiği gibi O’nun tek Yaratıcı olduğunun da ispatıdır.

Cenab-ı Hakk’ın rahm-ı mâderdeki çocukların sîmâ-yı maddî ve mânevîlerinde iki cilvesi var:


Birisi: Vahdetini Ehadiyetini ve Samediyetini gösterir ki, o çocuk âzâ-yı esasîde ve cihazat-ı insaniyenin enva’ında sair insanlarla muvafık ve mutabık olduğu cihetle, Hâlık ve Sâniinin vahdetine şehadet ediyor. O cenin bu lisan ile bağırıyor ki: “Bana bu sîmâ ve âzayı veren kim ise, bütün esasat-ı âzâda bana benziyen bütün insanların sânii dahi O’dur. Ve hem bütün zîhayatın sânii O’dur.”

İşte rahm-i maderdeki cenînin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada ve nev’ine tabî olduğu için mâlûmdur, bilinebilir. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba girmiş bir daldır ve bir dildir.

İkinci Cihet: ve sîmâ-yı vechiye-i şahsiyesi lisaniyle Sâniinin ihtiyarını, iradesini ve meşietini ve Rahmet-i hassasını ve hiçbir kayd altında olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisan, gayb-ül-gaybdan geliyor. İlm-i ezelîden başkası, kabl-el vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor.

Rahm-i mâderde iken bu sîmânın binde bir cihazatı görünmekle, bilinmiyor!

Elhasıl: Cenînin sîmâ-yı istidadîsinde ve sîmâ-yı vechiyesinde hem delil-i Vahdaniyet var, hem ihtiyar ve irade-i İlâhiyyenin hücceti vardır.(LEMALAR,16.LEMA)

Dr.Selçuk Eskiçubuk

Duyguların Gelişiminde Aile Ve Annenin Önemi

İnsanın yaşadığı aile onun için çok önemlidir. Günümüzde anne, baba ve çocuktan oluşan çekirdek aileler büyük ailelerin yerini aldılar. Ailenin sağlıklı olması için ilk baştan doğru kurulmalıdır. Karşılıklı sevgi, şefkat, fedakârlık ve merhamet duyguları ailenin temelini oluşturur. Güzellik, zenginlik veya ekonomik bağımsızlık gibi ölçütlerin ön planda olması sağlıklı aile kurulması için olmazsa olmaz şartlar değildir. Günümüzde yapılan evliliklerde boşanma oranları eskiye göre çoktur. Sürdürülen mutsuz aile sayılarını ise kimse tam bilemiyor.

Ailenin yaşadığı ev ne bir otel ne de bir lokantadır. Orası aile bireylerin sığanığıdır, dünyadaki cennetidir. Sağlıklı bireylerin yetişmesi aile ilişkilerinin düzgün yürütülmesine bağlıdır. Sağlıklı toplumun şifreleri de orada yazılır. Bir çocuğun hayatla ilişkileri anne- babasıyla başlar. Onun izleri ise yaşam boyu devam eder.

Aile içinde en büyük görev anneye düşer. Erkeğini vezir de eden rezil de eden kadındır sözü doğrudur ama eksiktir. Çocuklarını da diye bu söze eklemek gerek. Çünkü çocuk ailede ilk eğitimi anneden alır. Karşılıksız sevgi ve fedakârlığı çocuklarına veren odur.

Yapılan araştırmalar göstermiştir ki 0-6 yaş arasında çocukların öğrendikleri 6 yaştan sonra öğrendiklerinden daha fazladır. İnsanın alt yapısı bu dönemde kurulur. Beyindeki “sevgi, öfke ve güven” gibi duyguların temelleri bu yaşlarda atılır. Diğer alanlar ise 6 yaştan sonra şekşllenir.(*) Nevzat Tarhan. Prof.Dr. Sen Ben ve Çocuklarımız s.30

Dünyada hiçbir canlının yavrusu insanın yavrusu kadar korunmaya ve bakıma muhtaç olarak doğmaz. Annenin çocuğuna karşı olumlu veya olumsuz davranışları onun ileriki hayatında unutulmayan izler bırakır.

Bazı anneler çocuklarını kucağına almazlar, emzirmezler, ona sarılıp okşamazlar, onunla ilgilenmezler. Böyle ailelerde yetişen çocuklar duygusal açlık çekerler. Doğuştan gelen duygular gelişemez, terbiye edilmesi gereken duygular kontrol altına girmeyi öğrenemez. Onlar da bu yanlışlıkları kendi çocuklarına naklederler. Böylece olumsuz bir kısır döngü kurulur. (**) Engin Geçtan, Prof.Dr. İnsan Olmak, s.33-34

*Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle, ben kendi şahsımda katî ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan ediyorum:

Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum (LEMALAR,24.Lema)

Yaşamın birinci yılında bebeklerde çevreye karşı güven veya güvensizlik duygularının temeli atılır. Onun için 1.yıl çok önemlidir. Bebekler kendilerine annelerinin yaklaşımlarının samimi veya zorlama olup olmadıklarını algılar. Biyolojik gelişme ile beraber duygusal ve zihinsel gelişim ve olgunlaşma da başlar. Aile içinde birbirine karşı saygı, şefkat, fedakârlık ve merhametli davranışlar olmalıdır. Eşler birbirine karşı gösterdikleri duyguların ebediyen ve ölümsüz olmasını istemeli ve ona göre davranmalıdır. Yeri geldiğinde aile reisi gibi yeri geldiğinde arkadaş ve kardeş gibi davranılmalıdır. Aile içinde başta anne ön planda iken zaman içinde babanın sorumluluğu da başlar.(*) Engin Geçtan, Prof.Dr. İnsan Olmak, s.31-38

* Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce’, bir tahassüngâh ise, âile hayatıdır. Ve herkesin hânesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hâne ve âile hayatının hayatı ve saadeti ise, samimi ve ciddî ve vefâdarâne hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedâkârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakiki hürmet ve samimi merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve dâimî bir refâkat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeşâne, arkadaşâne münâsebetlerin bulunmak fikriyle, akîdesiyle olabilir. (SÖZLER,10.Söz)

Yeryüzündeki bütün anneler, insan olsun hayvan olsun yavrularına karşı karşılıksız, menfaatsiz sevgi beslerler. Ayaklarının altında Cennet olan o eli öpülesi anneler tam bir fedakârlık anıtıdırlar.

İnsandaki sevgi dugusu onun en kıymetli duygusudur. Kişiyi mutlu kılar. Evrenin tek ve bir Yaratcısı olduğu sırrını çözse, bu küçücük insanın içindeki sevgi onu öylesine büyütür ki evreni kaplar. Bütün varlıkların nazlıbir sultanı olur. Eğer o, tek Yaratıcı fikrinden uzaklaşsa, içindeki sevgi başına bela olur. Tüm sevdiği şeyleri kaybetmenin acılarını taşır. Kendini bu acılardan kurtarmak için eğlenceyle, uyuşturucu şeylerle geçici olarak düşünmeyi iptal eder.

*İnsanın en lezzetli ve tatlı ve kıymetli hissi olan muhabbet, eğer sırr-ı tevhid yardım etse, bu küçücük insanı,kâinat kadar büyüttürür ve genişlik verir ve mahlûkata nazenin bir sultan yapar. Eğer şirk ve küfre düşse -el’iyâzû billah! -öyle bir musibet olur ki, mütemadiyen zeval ve fenâda mahvolan hadsiz mahbuplarının ebedî firaklarıyla biçare kalb-i insanîyi her dakika parça parça eder. Fakat, gaflet veren lehviyatlar, muvakkaten iptal-i his nev’inden zahiren hissettirmiyor. (ŞUALAR,2.Şua)

İnsanı insan yapan en önemli özelliği içinde taşıdığı sevgidir. Evrenin sahibinin Allah olduğu inancı onun yardımına koşmazsa hayattaki tek evladını kaybeden annenin acılarını içindeki bu sevgi onu dünyanın en bedbaht insanıyapar.

*İnsanın en lâtif ve şirin bir seciyesi olan şefkat, eğer sırr-ı tevhid onun yardımına yetişmezse, öyle müthiş bir hırkat, bir firkat, bir rikkat, bir musibet olur ki, insanı en bedbaht bir dereceye indirir. Tek bir güzel yavrusunu ebedî kaybeden bir gafil valide, bu hırkati tam hisseder. (ŞUALAR,2.Şua)

Sevgilerin en güzeli insanın doğasına, özellikli olarak da insan olsun hayvan olsun bütün annelerin içine konmuştur. Sevgi en güzel ve gerçek karşılığını annelerin kalbinde bulur. Onlar yavrularına karşı gösterdikleri sevgiye karşılık hiçbir ödül ve rüşvet istemezler. Gerektiğinde evlatları için bedenini, ruhunu hatta ebedi mutluluğunu bile feda ederler. Bu duygu daha sınırlı da olsa hayvanlarda bile vardır. Yavrusunu kapmak için köpeğe karşı koyan tavuk, onu korumak uğruna başını kaptırır, hayatını feda eder.

*hâlis muhabbet, fıtrat-ı insaniyede ve umum validelerde derc edilmiştir. İşte bu hâlis muhabbete tam mânâsıyla validelerin şefkatleri mazhardır. Valideler, o sırr-ı şefkatle, evlâtlarına karşı muhabbetlerine bir mükâfat, bir rüşvet istemediklerine ve talep etmediklerine delil; ruhunu, belki saadet-i uhreviyesini de onlar için feda etmeleridir. Tavuğun bütün sermayesi kendi hayatı iken, yavrusunu itin ağzından kurtarmak için-Hüsrev’in müşahedesiyle-kafasını ite kaptırır. (LEMALAR,17.Lema)

Her insan insan olma özelliği nedeniyle çevresindeki bir çok şeyle ilgilenir. Onların mutluluklarıyla mutlu olur, acılarından o da acı çeker. Özellikle canlı varlıklarla hayvanlara, bitkilere, insanlara ilgi duyar. Öncelikle de çok sevip görüştüğü dostlarının elemlerinden etkilenir o da onlarla birlikte acı çeker. Mutluluklarını paylaşır, onlarla birlikte mutlu olur. İyi günde de kötü gündede onlardan hiç ayrılmaz. İşte gerçek sevgi budur.

*insan,insaniyet cihetiyle, ekser mevcudatla alâkadardır. Onların saadetleriyle mütelezziz ve helâketleriyle müteellimdir. Hususan zîhayat ile, ve bilhassa nev-i beşerle, ve bilhassa sevdiği ve istihsan ettiği ehl-i kemâlin âlâmıyla daha ziyade müteellim ve saadetleriyle daha ziyade mesut olur. Hattâ, şefkatli bir valide gibi, kendi saadetini ve rahatını onların saadeti için feda eder.(MEKTUBAT,24.mektup)

Dr.Selçuk Eskiçubuk

İslam’da Niyet Nedir?

Çevremizdeki insanlardan bir sürü davranışlar görürüz. Onları kendimize göre yorumlarız.  Acaba doğru mu anlamışız? Allah bilir. Elimizde niyet ölçer bir araç, alet de yok. Hatta kendimizde bir çok şeyler yaparız. Hangi niyetle yaptığımızı ancak kendimiz biliriz.

Etrafımızda bazı insanlar vardır, diğer insanların sorunlarıyla ilgilenirler, nerede bir acı yaşansa, kimin derdi olsa Hızır gibi yetişirler. Normal insanların ilgi ve yakınlıklarından çok daha aşırı ilgi ve yardımseverlik gösterirler. Bunlar gerçek yardımsever değildirler. Günümüzde Psikiatrlar bunları “üstü kapalı sadistlik” olarak tanımlıyorlar. Böyle kişiler insanların zor durumda kalmalarında, acı çekmelerinden, onları bu şekilde görmekten zevk alırlar. Bazen de insanları zor durumda bırakacak ortamlar sağlayarak onları bocalatıp seyretmekten sinsice haz duyarlar.(*)

İslâmda kişinin yaptığı işten daha önemlisi niyetidir. İyi niyetle yapılan işlerin değeri vardır. Kötü niyetle yapılan, kendine kişisel yarar sağlamayı amaçlayan eylemlerin, yardımların Allah katında hiçbir anlamı yoktur. İnsanlara hoş görünmek, onların taktir ve alkışlarını almak için de bazı iyilikler, protestolar, yürüyüşler yapılabilir. Allah rızası için yapılmayan hiçbir işin ahrette kişiye faydası yoktur. Bu konuda tarihte çok örnekler vardır, savaşa katılanlar gazi olanlar bile vardır.

Bizler ancak gördüklerimizi doğru sanırız. Kişilerin niyetlerini bilemeyiz. Onun için islâmda sevaplar eylemlere göre değil, niyetlere göredir. Kuran bu konuda insanları uyarıyor.“….Siz içinizde olanı açıklasanız da, saklasanız da, Allah onu bilir ve onunla sizi hesaba çeker…. ” (Bakara : 284)

Bütün bu olanları düşünürsek bizler olayın yalnızca bize bakan yönünü görüp düşündüğümüz gibi algılıyoruz. Ancak algılarımız bizi aldatır, her zaman doğruyu bulamayız. Eğer bir insan abartılı davranışlarda bulunuyorsa o davranışların karşıtı duygular içinde de olabileceğini aklımızdan çıkarmamalıyız.

Asrımızın Kuran tefsirlerini yazan Bediüzzaman bu konuyu şöyle anlatır:

Arkadaş! Bu niyet mes’elesi, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür. Evet, niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acib bir iksir ve bir mâyedir.

Ve keza niyet, ölü ve meyyit olan haletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur.

Ve keza niyette öyle bir hâsiyet vardır ki; seyyiatı hasenata ve hasenatı seyyiata tahvil eder. Demek niyet, bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır. Öyle ise necat, halas ancak ihlâs iledir. İşte bu hâsiyete binaendir ki; az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki; az bir ömürde, Cennet bütün lezaiz ve mehasiniyle kazanılır. Ve niyet ile insan, daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır.”(**)

(*) Engin Geçtan,Prof.Dr. İnsan olmak s.61  .”

(**)Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s. 68, RNK Yay.

Dr.Selçuk Eskiçubuk

Cumhuriyet Döneminde Bediüzzaman

Sürgün-Hapis yılları içinde yazılan Risale-i Nurlar

 9 Kasım 1922 Perşembe günü TBMM’de Bediüzzaman için kapsamlı bir karşılama merasimi yapılır ve verilen bir önerge üzerine de kürsüde gaziler için kısa bir tebrik konuşması yapar ve ardından da dua eder. Bediüzzaman Ankara’da bulunduğu altı aylık süre içinde, hayatının gayesi olarak gördüğü ”ŞARK ÜNİVERSİTESİ PROJESİ” için bir çok girişimde bulunur ve önemli görüşmeler yapar. 163 milletvekilinin imzası ile teklif onaylanır ve 2 Şubat 1923’te Meclis Başkanlığına sunulur. 17 Şubat’ta komisyona gönderilen ve o yılın bütçesinden yüz elli bin liranın tahsis edilmesini öngören bu kanun tasarısı, Eğitim ve Şeriat komisyonuna gönderilir ama bir netice çıkmaz. Ankara’da M. Kemal’ le geçen olaylı görüşmeden sonra ayrılıp Van’a gitmeye karar verir.Van’a gidiş biletinin üzerindeki tarih 17 Nisan 1923’tür. Bu biletin  en önemli özelliği özelliği, ESKİ SAİD’İ YENİ SAİD’E GÖTÜREN BİR BİLET” olmasıdır…

Bediüzzaman,  Van’da bir süre kalır, bir müddet sonra da  insanlardan uzakta olmak için  birkaç talebesini yanına alıp Erek dağına çıkar ve oradaki bir mağarada hayatını devam ettirmeye başlar. Hz. Muhammed’e peygamberlik gelmeden önce Hira Mağarası’nda bir süre insanlardan uzak kalması, ondan sonra gelen ümmetinin içindeki maneviyat dünyasının ileri gelenleri tarafından da uygulama alanı bulmuştur. Yaşadıkları ortamdan rahatsızlık duyanlar, insanlardan uzakta Rabbiyle baş başa kalacakları mekânları tercih etmişlerdir.

14. ve 15. yüzyıllarda Anadolu’da yaşayan bilim ve tasavvuf alimi Hacı Bayram-ı Veli ise Ankara’da adıyla anılan caminin altında bir Çilehane yaptırır. Çilehane, manevi olgunluğu elde etmek üzere 40 gün süreyle insanlardan ayrılıp kalınan  küçük bir  odadır.  Orada yalnızca Allah’ı düşünmek, ona ibadet etmek,  onun isimlerini anmak, susmak, az yemek, az içmekten başka bir şeyle meşgul olunmazdı.

Bediüzzaman Erek dağında tam bir inziva hayatı geçirirken Şeyh Sait İsyanı patlak verir. İsyandan önce kendisine başvuranlara nasihat eder, ’’ bu milletin çocuklarına silah çekilmez’’  diyerek isyana katılmayıp hatta yatıştırıcı rol de oynar. Buna rağmen, isyandan sonra doğu’daki nüfuzlu aileleri batı Anadolu’ya sürgüne gönderen hükümet, onu da inzivada bulunduğu Erek dağından alarak sürgüne gönderir. Ve Bediüzzaman Said Nursi’’nin  40 gün değil, bir ömür sürecek çilesi bundan sonra başlar. 1926-1954 yılları arası onun hayatındaki çileli yıllardır. Bu çileli ömürle beraber ileriki yıllarda bütün dünyaya dağılacak ve çeşitli dillere çevrilecek olan Risale-i Nurlar’ın yazılması da bu çileli ömrün meyveleri olacaktır.

1926 yılının şiddetli bir kış mevsimine rastlayan Ramazan ayında (15 Mart-12 Nisan), kızaklara bindirilerek, Trabzon’a, oradan deniz yolu ile İstanbul’a götürülen Said Nursi burada yirmi gün kadar sürecek bir sorgulanmaya tabi tutulur. Bediüzzaman Said Nursi’nin, Şeyh Said isyanı ile hiçbir ilgisinin olmadığı sonucuna varılmasına rağmen Ankara’dan gelen bir emir üzerine Bediüzzaman’ın Burdur’da zorunlu ikamete tabi tutulması emrediliyordu.

             İstanbul’dan İzmir’e, oradan Antalya‘ya ve nihayet oradan da kara yolu ile 1926 yılının Mayıs ayında Burdur’a getirilir. Ancak Said Nursi’nin  buradaki sohbetlerinden endişe edilince, sekiz ay sonra bu kez onu Isparta’ya sürgün ederler. ’Nurun ilk kapısı’’  ilk sürgün yeri Burdur’da yazılmıştır

 25 Ocak 1927‘de Isparta’ya getirilen S. Nursi, burada da sohbetlerine devam etti ve her geçen gün etrafında insanlar toplanmaya ve çoğalmaya başladı. Ancak  bu durum uzun sürmedi,20 gün sonra da Barla’ ya gönderildi. Van-İstanbul-Burdur-Isparta-Barla hattında İLK UZUN SÜRELİ SÜRGÜN HAYATI başladı.

Barla,  Isparta’nın merkeze bağlı küçük bir beldesidir.  Bediüzzaman  Said  Nursî,’nin insanlarla irtibatını kesmek için 1926′ da başlayan sürgün hayatının bundan sonraki yılları, 1934′e kadar  kuş uçmaz kervan geçmez misali bir dağ köyü olan Barla’da göz hapsinde geçecektir. Fakat bu süre içinde de Risale-i Nurların da büyük bir kısmı kaleme alınır.

Burada ilk yazdığı eser Haşir Risalesi oldu.‘’Sözler’’,’’ Mektubat’’ ın tümü ve ‘Lem’alar‘’kitabının da Yirmi Altıncı Lem’a’ya kadarki bölümleri  Barla’da yazılmıştır.

Hükümet, S.Nursinin Isparta valisine gönderdiği şikayet  mektubunu  bahane ederek 25 Temmuz 1934tarihinde onu Isparta merkezine getirtir. Böylece Barla-Isparta hattı ile sürgün hayatının 2. kısmı başlar. Isparta’da kaldığı dokuz aylık zaman diliminde ‘İhtiyarlar Risalesi, İktisat Risalesi ve Hastalar Risalesi’ adı ile bilinen üç tane uzun risale yazılır ve etrafa dağıtılır.

 Ancak yüz yirmi talebesi ile birlikte Mayıs 1935‘te tutuklanıp ESKİŞEHİR HAPİSHANESİ‘ne konur. Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi heyeti on bir ay sonra, son kez Bediüzzaman ve talebelerini muhakeme ederek, Bediüzzaman’a on bir ay hapis cezası ile Kastamonu’da mecburi ikamet cezası verir.

1936 Mart‘ında tahliye edilerek, Kastamonu‘ya gönderilir.BaştaAyetü’l- Kübra Risalesi olmak üzere Şualar kitabının Üçüncü Şua‘dan Dokuzuncu Şua‘ya kadarki risaleleri burada yazıldı . Kastamonu’daki  yine uzun yıllar sürecek olan 3.sürgünü de 1943 yılına kadar devam eder.

Kadir Gecesi’ne isabet eden 27 Eylül 1943 de, buradan alınıp önce Anakara‘ya, oradan da Isparta‘ya götürülür. Burada da bir ay nezarette tutulduktan sonra Denizli’ye götürülerek, civar illerden tutuklanarak getirilen talebelerinin olduğu Denizli Hapishanesinekonur. Kastamonu-Ankara-Isparta hattı Denizli hapishanesinde son bulur.‘’Eskişehir’de bana bir ayda çektirdiklerini burada bir günde çektiriyorlar’’ diye hapishane şartlarının kötülüğünü anlatır. Fakat her şeye rağmen hizmetine devam eder . On bir meseleden oluşan’’ Meyve Risalesi’nin dokuz meselesi ile On İkinci ve On Üçüncü Şualar ‘’burada yazılır.

Yargılama sonunda mahkeme heyeti, Bediüzzaman ve talebelerinin müdafaalarını dinledikten sonra, 16 Haziran 1944’te oy birliği ile tüm mahkumların beraatına ve hemen salıverilmelerine hükmeder. Buna rağmen savcı, mahkumları beraat ettirmeyerek cezalandırılmaları için diretir ve davayı Ankara’daki temyiz mahkemesine gönderir. Temyiz mahkemesi, 30 Aralık 1944’te bu başvuruyu reddederek Denizli Mahkemesi’nin beraat kararını onaylar.

Talebeleri ile birlikte tahliye edilen S.Nursi ‘yi, Denizli‘de halk büyük ilgi ile karşılar. Şehir Palas oteline yerleşen S.Nursi, burada bir buçuk ay kaldıktan sonra Afyon ilinin Emirdağ ilçesine mecburi ikamet etmek üzere ayrılır. Fakat burada yaşadıkları için de Bediüzzaman, talebelerine gönderdiği mektuplarda kendisine yapılanların “Denizli hapsini arattığını” ifade ediyor.

23 Ocak 1948′de başta Bediüzzaman olmak üzere, civar illerde bulunan çok sayıda talebeleri  de  tutuklanarak Afyon Cezaevine konurlar. Böylece, daha önceki mahkemelerin beraat kararları hiçe sayılarak, aynı iddialarla tekrardan dava açılır. Eskişehir ve Denizli hapishanelerinin şartlarını mumla aratacak Afyon hapishanesi ve mahkemesi süreci başlar. Mahkeme, nihayet 6 Aralık 1948’de kararını verir.  Bediüzzaman’a yirmi ay, bir çok talebesine de altı ve on sekiz ay aralığında değişen hapis cezasına hükmeder. Karar hemen temyiz edilir. Yargıtay altı ay sonra, 4 Haziran 1949 da Afyon Mahkemesinin ceza  kararını bozar. Bu karar üzerine Bediüzzaman ve talebelerinin derhal serbest bırakılması gerekirken, Afyon Mahkemesi ve özellikle gaddar savcısı, oyalama süreci başlatarak Bediüzzaman’ın yirmi ay hapiste kalması tamamlandıktan sonra serbest bırakır.

’Beşinci Şua’’ olan El Hücettüzzehra ‘’risalesini  burada telif etmeye başlamıştır.

 İnsanlık tarihi içinde hem yazarı hem de  eserleri, Risale-i Nurlar  kadar çile çeken, ömrü hapislerde ve sürgünlerde geçen yazdıklarından dolayı mahkemede yargılanan bir kişi gelmemiştir.

Yine Ankara’dan gelen emir üzerine Afyon‘da polis gözetiminde mecburi ikamete tabi tutulur. Yetmiş iki gün burada tutulan Bediüzzaman 2 Aralık 1949’da hapis öncesi ikamet ettiği Emirdağ‘a geçer. Demokrat Parti iktidarının ilk üç senesinde de Emirdağda ikamet etmeye devam eder.

Üç ay kadar İstanbul’da kalan Bediüzzaman tekrar Emirdağ’ına gelse de 23 Ağustos 1953’te Isparta‘ya yerleşmek üzere oradan da ayrılır. Bediüzzaman, bundan sonraki hayatını daha önce sürgün ve mahpus olarak gittiği yerlerdeki dostlarını ziyaretle geçirir. Merkez Isparta olmak üzere, sık sık kısa seyahatlerle Afyon, Emirdağ, Eskişehir, Eğirdir ve Barla’ya gider. Eski mekânlarını ziyaret eder, dostlarıyla görüşür, talebelerine “dersler” yapar. İstanbul, Ankara ve Konyaya gidip çeşitli ziyaretlerde bulunur. Kitapları için açılan mahkemelere katılır.

Bediüzzaman 23 Mart 1960 günü Urfa’daki İpek palas otelinin 27 numaralı odasında sabaha karşı vefat eder ve Balıklıgöl’deki  mezarlığa geçici olarak defnedilir.

                 DİĞER    ESERLERİN   YAZIM   TARİHLERİ

1-1911 ve 1912 yıllarında

Kızıl İcaz, Muhakemât, Münazarât, Hutbe-i Şamiye,  Deva-ül Yeis, Teşhis-i İllet, Divanı HarbiÖrfî ve Nutuklar.

2-Birinci Cihan Harbi esnasında da ‘’İşarât-ül İ’câz’ı-‘’ adlı eseri  Arapça telif etmiştir.

3-1948-1949’da ‘’Elhüccet-üz Zehra’’ risalesinin telifi ile eserler tamamlanmıştır.

1946’ ya kadar telifat orijinal olarak elle, Osmanlıca yazılıp çeşitli şekil ve tarzlarda etrafa gönderilmiş ve elle çoğaltılarak yayılmıştır.

1946’ da üç teksir makinesi alınarak, risaleler kolayca çoğaltılıp halkın istifadesine sunulmuştur.

1950 yılına kadar teksir makineleriyle çoğaltılan risaleler; 1950’den sonra yeni harfle Türkçe olarak matbalarda basılmaya başlanmıştır. Yeni harflerle matbada ilk basılan eser, Üstadımızın’’KüçükTarihçe-ihayat‘ı’’dır.

1954’ den itibaren de külliyatın matbalarda Latin harfleriyle bastırılması ve dağıtımı en yoğun biçimde gelişmiştir.

Dr.Selçuk Eskiçubuk

Kütahya