Etiket arşivi: Dr. Senai Demirci

”Öteki” Yanımıza Ayna Tutan Adam: Said Nursi

İmam Şibli’ye soruldu: “Bu yolda size kim kılavuzluk etti?”
“Bir köpek!” dedi. “Bir dere kenarında duruyordu fakat neredeyse susuzluktan ölmek üzereydi. Su içmek için dereye eğildiğinde, sudaki aksini başka bir köpek sanıp korkuyla geri çekildi. Birkaç kez gidip geldi böylece. Susadı, suya koştu. Korktu, kaçtı, yine susadı. Sonunda susuzluğu öyle bir noktaya geldi ki, korkusunu unutup suya daldı.

Kafasını daldırır daldIrmaz diğer köpek kayboldu.Köpekle arzusu arasındaki engel yine kendisiydi. Kendisini kendi yolundan çekmesi gerekti. Göze aldığında, engel aradan kalkmış ve arzusuna ulaşmıştı. Ben de önümdeki engelin yine kendi nefsim olduğunu öğrenince onda kurtuldum. İşte böylece yolumu bana bir köpek gösterdi.”

İmam Şiblî’nin bu güzel meseli, Risale-i Nur’un özellikle Sözler’de belirginleşen öğretim usulünün ipuçlarını veriyor. Birinci Söz’den başlayarak ‘iki adam’ üzerine kurgulanmış hikâyeler okuyucuyu her defasında “sudaki sûreti” ile yüzleştirir. “Bil ey nefsim,” hitabı ise, hikayenin çözümlenmesi aşamasında, Onuncu Söz’de ima edildiği gibi, ‘sûret’ten ‘hakikat’e geçişte, insanı ‘kendilik engeli’ ile, yani nefsi ile karşı karşıya getirir. Birinci Söz’de, sudaki aksimizin ilk simasıyla tanışırız. “Mağrur”uzdur; ‘kendimizi kendimize malik’ bilerek, ‘kendi başımızaymışız’ zannederek aldanmışızdır. Elimizin asla erişeyemeceği sınırsız ihtiyaçlar içindeki, elimizle karşı koyamayacağımız nihayetsiz düşmanlar ortasındaki sûretimizi görünce, gurur ayinesinden yansıyan ‘ene’miz dağılır. Benliğin kabukları kırılır. Kaybedecek bir şeyimiz olmadığını anladığımızda, aldatıcı sûretimizi yeneriz. ‘Hakikat’e giden yolda ‘sûret’ten kurtuluruz. Sûreti hakikate engel değil araç eyleriz. “Mağrur” nefsimiz, şu dünya çölünde bir “seyyah”tır. Nihayetsiz aczi ve fakrı, nefsin kendini ayrık ve özgür bir birey olarak tanımlayacak sınırları ortadan kaldırır. Varoluşun dokusu içinde, kendiliğinden varolan değil, başkası tarafından nakşedilmiş, takdir edilmiş, sınırları çizilmiş bir motif olarak yer aldığını farkeder. Hadsiz aczi ve fakrına karşılık, nihayetsiz düşmanla çevrili, nihayetsiz ihtiyaç içinde oluşu, varoluş dokusu içindeki yerini iyice derinleştirir, başka herşeyle aynı zemine iner. Artık, kendini katılaştıracağı, taşlaştıracağı bir şablondan ya da kalıptan da mahrum eder. Kendini sadece, varoluş içinde bir motif olarak, yerine razı olduğunda, ötesini istemediğinde, başkası adına var olduğunu kavradığında tanımlamaya başlar. Bir anlamda yokluğunda varlıktan pay alır.

Şimdi tekrar, İmam Şiblî’nin köpeğinin ilk korkusuna dönersek, Sözler’i okurken biz de aynı korkuyla yüzümüze çarpan görüntüden kaçıyoruz. Kendimizi “iki adam”dan “iyi” olanının yanına ya da yerine koymaya hevesleniyoruz. Sözler’in ayinesinde yansıyan, “mağrur,” “hodbin,” “bedbaht,” “acemi,” “nefisperver,” “ayyaş,” “tenbel,” “ahlaksız,” “serseri,” “sersem” ve “hain” sûretli görüntümüz bizi ürkütüyor. Hemencek, “mütevazı,” “hüdabin,” “bahtiyar,” “muallem,” “vazifeperver,” “iyi huylu” ve “emin” sıfatlarının gölgesinde kendimizi avutup, suya atlamaktansa, kıyıda kalmayı yeğliyoruz. Sözler’in içine dalmak için, nefsimizin asıl sûretiyle yüzyüze gelmeyi göze almak gerekiyor. Oysa, Sözler yazarı, zaten “Bil ey nefsim!” diyerek, gideceğimiz yeri baştan gösteriyor. İlk hamlede yüzyüze geldiğimiz suretlerden korkmazsak, hakikate erişebiliriz. Yoksa, Sözler’in kıyısında, susuz ve Söz’süz kala kalırız.

Sözler yazarı, yine de, bu çetin yüzleşmeye şefkatle çağırır bizi. Bunun için, benim görebildiğim en az iki metodik çözümleme sunar. Birincisi, Sözler’de hakim olan üslupta görüldüğü gibi “mesel” kullanır. Meselleme, modern psikiyatrinin de ideal bir çözümleme aracıdır. Hastanın ego direncini kırmakta zorlanan psikoterapistler, zaman zaman bir başkasının hikayesini anlatarak hastanın algılama alanı içine nüfuz ederler. Bir başkasını ilgilendiriyormuş gibi paylaşılan mesel, kişinin zihnine direnç görmeden girdikten sonra psikoterapist, kapıyı adeta “içeriden” açar. Meselin muhakemesini benimseyen hasta, bilinçli olarak karşı koysa da, bilinçaltında ikna edilmiş ya da en azından kendi algısı dışında tutarlı bir gerçekliğin varlığını kabullenmiş olur. Sözler’deki “temsilî hikayecikler” de, kırıcı olmayan, ancak direnme fırsatı da vermeyen, derinlemesine nüfuz eden bir ikna kapısı açar okuyucuya. Artık, karşımıza aniden çıkan nefsin “sûret”ini sözle itiraf edip etmemek bize kalmıştır. İkinci şefkat yüklü yaklaşım, işte tam burada imdadımıza yetişir. Yazar, en evvel kendi nefsinin sûretini ifşa eder: “İşte, ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın.” (Sanıldığının aksine, yazar burada “tevazu yapıyor” değildir. Zaten “tevazu”nun yapısı tevazuyu bir şekilde üretmeye, inşa etmeye, planlayarak yapmaya izin vermez. Tevazu, niyetsiz gelir, o kadar.) Sözler yazarı, burada kendi nefsinin sûreti ile yüzleşir. Bunu bizim adımıza yapmaktan önce kendi adına yapar. Hatta sadece kendi adına yapar. Nefsiyle yüzleşmesi sahicidir. (Ancak, bu bize “Said Nursi mağrurmuş” gibi hükümler çıkarma hakkı vermez. Her şahıs, birinci tekil şahıs olarak, öznesi kendisi olan bu türden cümleler kurabilir, kurmalıdır. Bu hüküm, insanın içe doğru, enfüse doğru bakışıyla ilgilidir ve kendini ıslah etmeye, onarmaya yöneliktir. Oysa, başkasının “mağrur” olduğunu bilmek, hiçbir içgörü fırsatı sağlamadığı gibi, onarım/ıslah çabası başlatmaz.)

Ancak, Sözler yazarının nefsiyle yüzleşmesinin sadece kendi adına olması, bizce örnek alınmasını engellememeli de. “Tevazu yapıyor” gibi bir yaklaşım yüzünden bu örneği ıskalamazsak, bir başkasının nefsiyle yüzleşmesini izleyerek, korkmadan, ürkmeden, çekinmeden kendi nefsimizle de tanışmanın yolu kolayca açılır. Zaten, meselle duygularımızda karşılığını bulmuş olan “sûret”lere, diklemesine bakabildiğimizde, susuzluktan ve Söz’süzlükten kurtulabiliriz. Ardından itiraf gelir, onun ardından istiğfar ve onun da ardından belki “nefsin tezkiyesi” gerçekleşir.

Nefsimizi tezkiye edip temizlemek için, İmam Şiblî’nin köpeği gibi, sûretimizin yansıdığı suya dalmaktan korkmamalı. Garip ki, nefsimizi temize çıkaracak suda her zaman nefsin “kirli sûret”i görünür olacaktır. Zaten, nefsin temize çıkarılması da, nefsi “kirli” bilmekten geçmiyor mu?

Öyleyse, sudaki ve Söz’deki “sûret”lerle yüzleşmeyi göze alalım. “Diğer adam”dan böylece kurtulabiliriz.


Kaynak: Dr Senai Demirci / Öteki Yanımıza Ayna Tutan Adam Said Nursi

Risale-i Nur’u Sadeleştirmediler, “Sahteleştirdiler”

Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin bin bir emek ve çileler ile telif ettiği Kur’an Tefsiri Risale-i Nur’un, Ufuk Yayınları tarafından sadeleştirmesinin ardından başta Said Nursi hazretlerinin talebelerinden Mustafa Sungur ağabey olmak üzere bütün hayattaki talebeleri çok sert açıklamalar yaparak sadeleştirmeye karşı çıkmıştı.
 
Risale-i Nur hizmetlerinde bulunan bir çok vakıf ve dernek ve kanaat önderleri sadeleştirmenin Risale-i Nura büyük zarar vereceği konusunda ilmi açıklamalar ve tespitler yapmıştı. İşte bunlara bir yenisi daha eklendi.Yazar Dr.Senai Demirci, Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi tartışmalarını Risale Haber’den İbrahim Mert’e değerlendirdi. Sadeleştirme konusunda çok değişik tespitler yapan Dr. Senai Demirci‘nin bu röportajı çok tartışılacağa benziyor. İşte O röportaj şöyle ;

YAPILAN BU İŞİN ADI SAHTELEŞTİRMEDİR

Dr.Senai Demirci, çeviri ile sadeleştirme farkının anlaşılmamasını garipsediğini belirterek, “Çeviri, eserin aslına dikkat çeker… Sadeleştirme/sahteleştirme, eserin aslının yerine geçer. Aslında “sadeleştirme” tabirini kabul etmiyorum.Sadeleştirme, Risale-i Nur’un sade olmadığına dair tezi kabul etmektir. Ben etmiyorum. Yapılan bu işin adı sahteleştirmedir. İşin adı ne olursa olsun, risale metni üzerinde müdahale hakkı olduğunu iddia etmek, bu iddiasını da küstahça icraya koymaktır” şeklinde konuştu.
 
İKİ SİYASAL MANEVRA
 
“Risale sadeleştirilmesi” denen tasarrufu, siyasal bir manevra olarak gördüğüne dikkat çeken Demirci, sözlerini şöyle sürdürdü:
 
“Bu manevranın siyasal anlamı:
Patron benim, yetkiler bende demektir. Ki olay sonrası, herkesin Pensilvanya’ya durdurun diye ricacı olması, bu amaca doğruca hizmet etti. Kendi otorite konumunu teyid ettirdi.
 
Sadeleştirme” denen operasyonun ikinci ama öncelikli mesajı, “Said Nursi’nin söylemi eskilerde kalmıştır. Risale-i Nur’un devri tamamlanmıştır. Bediüzzaman, 1930’ların kafasıyla yazan, dönemini dilini aşamayan bir müelliftir” kabullenmesini ilan etmektir.
 
“Bu iki mesaj, çok daha önemlidir. Sadeleştirme üzerinde odaklanmaktan çok, olayın arkaplanını okumalıyız.
 
RİSALEDEN BİREYSEL METİNLER ÜRETİLMELİ
 
“Bununla birlikte “sadeleştirme“nin niyeti yeni kuşaklara yeni dille bir şeyler söyleme ihtiyacı olsa bile, yapılması gereken, Risale’nin ana metni üzerinde oynamak değil, bu ana metinden beslenen bireysel metinler üretmektir. Bu konuda hepimiz, Risale’yi yüzünden okumak gibi bir hastalılkla malülüz. Risale alıntıladığımız ve tekrarladığımız bir metin değil, alındığımız ve yeniden ürettiğimiz bir metin olmayı hak ediyor.
 
İşte, iyi niyetle yaklaşırsam, “sadeleştirme“ci arkadaşların gördüğü bu olsa bile, bunun çözümü Said Nursi isminin itibarı üzerinde kolay satılacak yeni ürünler üretmekle değil, Said Nursi’ye sahiden talebe olup onun elimize verdiği oltayla, hakikatin denizinden yeni balıklar tutmakla başarırız.
 
YENİ KUŞAKLARA RİSALE METNİ ÜZERİNDEN ÖZGÜRCE YORUM YAPMA BECERİSİ KAZANDIRACAĞIZ
 
“Bundan böyle her cemaat, Risale-i Nur’un (rahmetli Sungur abiden kalan miras bu) sadece yüzünden okunmayı hak etmediğini, bunun risale metni ile insan aklının buluşmasını engellediğini görmesi gerek. Yeni kuşaklara, özgürce, risale metni üzerinden yorum yapma becerisi kazandıracağız. Bu da özgür düşünce ile olur. Risale metnini yorumlamayı hatıra anlatmaya bağlarsak, sadece arkeolojik kazı yapmış oluruz. Geçmişe döner, geleceğe bir şey bırakmamış, avunmuş oluruz.
 
KADERE BU FETVAYI NİYE VERDİRDİK?
 
“Vakıflık sisteminde “yanlış anlar” diye muzakereyi havasların hobisi görme alışkanlığı devam ediyor. Yine yanlış anlar diye Kur’an adına yazılmış Risale’nin muhatabı öğrenciye Kur’an meali okutmama korumacılığı devam ediyor. Sonuçta beşer zulmeder, kader adalet eder. Sormak gerekmez mi, kadere bu fetvayı niye verdirdik? Sadece Risale’nin lafzına odaklanıp, onu da tekrarlaya tekrarlaya tükettik, sloganlaştırdık. Kendi plağımız olmadı bir türlü risale. Çaldık, çaldık, çaldık. 
 
PROFESYONEL BİR NAZARLA OKUDUĞUMUZDA KAYBEDİYORUZ
 
“Son olarak sormak gerek. Üstad bize Haşir Risalesini mesela, haşre inanmayan biri çıkarsa karşınıza, onun bütün cümlelerini boca edin diye mi okutturuyor. Yoksa, siz de bir insanınız, sevdiklerinizi toprağa koyuyorsunuz, kendinizin de gireceğini biliyorsunuz, hiç mi içiniz “ya ben topraktan çıkacak mıyım sahi diye sızlamıyor? Sızlamıyorsa, şüphenizi kendinize itiraf etmiyorsanız, siz Haşir Risale’sinin sofrasına tok oturuyorsunuz, iştahsiz ağzınıza alıyorsunuz cümleleri.
 
“İnsan” olmayı unutarak, “insan hallerimizi” kenara iterek, profesyonel bir nazarla okuduğumuzda, kaybediyoruz. Bu da, o zarif ve duru mesajı başkalarının gündemine sade anlatmamızın yolunu kapatıyor. Burası dönüm noktası, bu kırılma anı, sorgulama vaktimizin gelip geçtiğini haber veriyor hala.
 
RİSALEYİ YENİDEN YOĞURMAK
 
“Ayrıca “sadeleştirme“ye karşı çıkışın gerekçesi “abiler böyle istemiyor” olamaz. Bu tavır, zımnen, “abiler böyle isteseydi, biz de isterdik” imasını taşıdığı gibi, ileride bir vakitte abiler otorite olarak aramızda bulunmadığında şaşkın kalınacağının da belirtisi. “Sadeleştirme“ye karşı çıkış, bir metnin üzerinden olur, metnin kendisi buna müsaade etmiyor, metni yüzünden değil yüreğinden okuyan herkes bunu fark eder.
 
“İkincisi, “sadeleştirme” ile ortaya konulan ihtiyaç, yani yeni kuşakların anlaması, Risale’yi sattığımız, tekrarladığımız bir metin değil de, ürettiğimiz, yeniden yoğurduğumuz, mayalayıcı ve ateşleyici bir metin olarak görmeyi gerektiriyor ve bunu sorumluluk olarak icraya geçirmeyi gerektiriyor.
Dr. Senai Demirci
Kaynak:Risale Ajans