Etiket arşivi: dua

Sıkıntı Strese Ve Dua Üzerine Kısa Notlar

Hastalıklarla vücut direncinin artmasında ki ilişki, musibetler ve sıkıntılarla insanın gelişmesi, olgunlaşması ve huzura kavuşması arasındaki ironik ilişki gibidir. Bilimin geldiği son noktada virüslerin, bakterilerin yani bizim hastalanmamıza neden olan mikropların aslında bağışıklık sistemimizin gelişmesi adına çok faydalı görevler yaptığı şeklindedir. Evet, hastalıklar insanlara eza vermek dışında bağışıklık sistemi güçlendirmeye de yarar. Yani virüsler, bakteriler sadece kişiyi hasta etmek için değil, hastalıklara karşı bağışıklık sistemini güçlendirme görevini de yaparlar. Aynen bunun gibi insanın başına gelen musibetler (virüsler, bakteriler gibi) insana geçici olarak sıkıntı yaşatabilirler ama aynı zamanda bu sıkıntılar sayesinde rikkat, şefkat, merhamet, empati vs. gibi insani duyguların gelişmesinin yanında, bu sıkıntıları veren hakiki mercii tanıma ve ona yönelmeyi de sağlarlar; tabi insan bunun ardında ki hikmeti bilebilirse…

—————————————————————————0—————————————————————————————

Perde arkasındaki hayırları görebilen kişi dua ile isteme makamına ulaşır. İşte tam da bu anlamda dua istemektir ve o belaları, musibetleri veren makamı bilmektir. O yüzden Mevlana: “Hiç bir şey isteyemiyorsan bela iste, belki vereni bulursun” der.

Hadiste denilir ki: “Kula Allah musibet gönderir. Yani bir ok isabet eder. Kul onu anlarsa rahmete dönüşür. Anlamazsa gazap üstüne gazap celbeder.”

—————————————————————————0—————————————————————————————

Günümüz insanının en önemli problemlerinden biri nesnelerde boğulup öz ben’ini yitirmesidir. Bu yitimin önüne geçecek en önemli ilaç ise dua ve ibadetlerdir ve aslında tüm ibadetler kişinin öz beni’ni bulması içindir; yani numuneyi değil aslolanı bulması ve keşfetmesi…

Bazılarımızın rutin olarak yaptığı dualardan birinde geçen ifade gibi; “Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, membalarını göster…”

—————————————————————————0—————————————————————————————

Hayat sonsuzluk filminin ön tanıtımıdır. Kendi hazırladığınız fragmanınız iyi olursa (dünya hayatınız) filminizin galası da (ahiret hayatı) iyi olacaktır; ama her filmde illaki istenilmeyen sahneler, sıkıntılı kareler olduğu gibi hayat serüveninde de aynı karelere sıkça rastlamak mümkündür. Bu sıkıntılı durumları fazla yıpranmadan aşanların sıkça kullandıkları arketiplerden biri: “Bu da geçer ya Hu!” inancıdır.

—————————————————————————0—————————————————————————————

Mutsuzluk değişimin, dönüşümün olmasına izin verememek, yani olana direnmektir. Mutsuzluk geçmişe tutunmaktır. Oysa geçmişe tutunanlar otobanda son sürat araba kullanırken sürekli dikiz aynasına bakarak yol almaya çalışanlar gibidir ve maalesef kaza yapmaları kaçınılmazdır.

Her birimiz hazine üzerinde oturduğunun farkında olmadan dilenen dilenci hikâyesinde ki dilenci gibiyiz. Muazzam yeteneklere, zenginliklere, imkânlara sahip olmamıza rağmen bunların farkında olmadan yaşadığımız için varlık içinde yokluk çekiyor ve mutsuz, huzursuz bir yaşam sürüyoruz. Sonrasında ise bize tüm bu nimetleri verene teşekkür etmek, şükretmek, hamt etmek yerine; Neden bu dünya da fakirlik, zulüm, hastalık, yokluk, kıtlık var? diye isyan ediyoruz.

O halde yapılması gereken; Hz. İsa (as) ın dediği gibi:

Kapıyı çalın açılacaktır. (Namaz)

Dileyin, verilecektir. (Dua)

Ve âlemlere rahmet Peygamberimizin(sav) buyurduğu gibi:  “Şüphesiz dua, başa gelmiş ve gelecek olan şeylere faydalıdır. Onun için ey Allah’ın kulları, duaya sımsıkı sarılın. [Camiü’s Sağir]

Ömür Tek Sermayemiz

Her birimiz ayrı bir dünya yaşadık; yaşıyoruz ve yaşayacağız. Ya uzun sürdü bu ömür; ya da çocukluğumuzda bir hastalık ciğerimizi çürüttü. Belki herhangi bir insan gibi bir araba kemiklerimizi ezdi, bir bombaya kurban gittik, kalbimiz habersiz bir krizin baskınıyla dinlenmeye çekiliverdi. Tüm yaşantımızmış gibi algıladığımız dünyadaki ömür, aslında ahirette yaşayacağımız sonsuzluğa nisbeten birkaç saniyeden ibaret. Dünyadaki ömrün sonsuzluğa oranla miktarı ne kadar küçükse, aynı sonsuzluğa oranla değeri o kadar büyüktür. Çünkü sonsuzluğa değin sürecek hayatın nerede ve nasıl geçeceğini, ömür denilen birkaç saniye boyunca neler hissettiğimiz, istediğimiz ve yaptığımız belirleyecek. Dünyadaki saniyeler boyunca kazanabileceklerimizi, ahiretteki asırlar boyunca elde edemeyeceğiz. Demek ki, sonsuzluğu kazanmakta kullanabileceğimiz tek sermayenin adına ömür demişiz. Belki de bu yüzden yarışıyor karıncalar; kuşların dünyayı şenlendirmek için güneşi bekleyememelerinin sırrı da buradadır.

Niçin yaşadık? Ev, araba, ünvan ve zenginlik için çırpınışımızın, televizyon seyretmemizin, dedikodularla bütün sermayemizi yok etmemizin; kısacası ömrümüzün saniyelerini paslanmış bağ bıçağıyla milim milim parçalayışımızın sebebi nedir? Nice insan, evreni kuşatacak bir sayfayı kendi adıyla açıp doldurarak gitme fırsatı eline verildiği halde, tembellik yüzünden elleri bomboş olarak dünyadan kovulmuştur. Eğer her gece uykuya dalacakken, sermayemizle hangi ticareti yaptığımızı sorgulamıyorsak; yolumuzu biz tayin etmiyoruz demektir.

Zaman nehrinde akıp gidenlerin yolculuğu iki şekilde çizilir: Ya onlar birer saman çöpü gibidirler, rüzgârla savrulurlar; kum ve toprak parçacıklarıdırlar, sellerle yuvarlanıp giderler. Ya da onlar, kendilerini bir vadiden diğerine taşıyan arı gibidirler. İşte, büyük bir ruhu çalışmaya feda ettiren olağanüstü sözler:

”Karşımda büyük bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor.” Sonra da şöyle uyandırır bizi Bediüzzaman: ”Biz gidiyoruz; aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar. Sevkiyat var.” Sonra da bizler… Kendimize kahredişimiz; haksızlık ve zulme ilgisiz kalmaktan veya sadece bunların dedikodusunu yapmaktan başka bir yolu tercih etmeyen insanlar… Elimizdeki her değerin emanet olduğunu ve pek yakında çekilip alınacaklarını biliyoruz: eşimiz, işimiz, mülkümüz ve hayatımızı paylaştığımız herşey. Herşeyin sahibi olduğunu sanan, ama ‘ömür sermayesinin saniyelerinden başka’ hiçbir şeyi olmayan insanlarız. Vücudumuz bile bize ait değil ve biz buradan ayrıldığımızda vücudumuz dahi bizimle gelmeyecek. Bizimle birlikte gelecek olan, kalbimizi güneşleştiren dualar, dilekler ve eylemlerimizle manevî hafızalarda bıraktığımız tertemiz izler olacak.

İslâm Peygamberi(a.s.m.) ”İnsanlar uykudadırlar; öldükleri zaman uyanırlar” der ve uğrunda ağlaşıp çekişip durduğumuz dünyaya dünya hesabına saplanmanın anlamsızlığını hissettirir: ”Ahirete nazaran dünyanın değeri, ancak sizden birisinin parmağını denize daldırmasına benzer.”

Hatırlıyorum, 1989 yılında Akdeniz bölgesinden geçerken, Mersin iline uğramıştık, şehrin sahilinde deniz kenarına vardık ve ”Akdeniz’in suyuna dokundum” diyebilmek için elimi deniz suyuyla ıslattım. Orada geçen tüm zaman beş dakikaydı. Şimdi düşünüyorum; beş asır olsa da, fani olunca aynı şey değil midir?

Benjamin Franklin, ”Hayatı seviyorsan, zamanını boşa harcama; çünkü zaman hayatın ta kendisidir” der. Bu gerçeği ruhunun derinlerinde hisseden büyük insanların lüzumsuz meşguliyetlerle öldürülecek bir saniyeden bile kaçtıklarını görürsünüz. Pek çok insan, değil dakikalarını, saatlerini harcıyor ve bu saatleri, değil lüzumsuz işlerle meşgul ederek, hiçbir şey yapmayarak, âdeta heykel gibi donup kalarak öldürüyor. Gereksiz uykularla ve faydasız televizyon seyretmelerle yaptığımız bundan başkası mıdır?

Epiktetos, tarihin derinliklerinden şöyle fısıldar: ”Yarın bambaşka bir insan olacağım diyorsan, niye bugünden başlamıyorsun?” Biraz daha dikkat edince, Tolstoy’un ”Herkes insanlığı değiştirmeyi hayal eder; ama kimse kendini değiştirmeyi düşünmez” dediğini duyacaksınız.

Ömür sermayesiyle sonsuzluğu kazanmanın zamanı bugündür ve yolu, işe kendimizi değiştirmekten başlamaktır. İnsan, sermayesi zannettiği malını, makamını korumak uğrunda bütün enerjisini, bazen canını, hatta şerefini feda eder. Gerçek ve tek sermaye olan ‘ömür’ün hızla tükendiğinin yeterince bilincinde miyiz? Yoksa en acımasızca, israfla harcadığımız tek sermayemiz ömrümüz müdür?

Ben otuzdört yaşındayım. Beş yaşında, on yaşında çocukların dünyadan ayrılışlarını duydukça, Hz. Âdem’i(a.s.) ve Hz. Havva’yı(r.a.) Cennette sonsuzlukla kandıran şeytanın, aynı yalana onun çocuklarından olan beni de dünya hayatında inandırmaya çalıştığını fark ediyorum. O anda eğer tembellik tuzağına düşmüşsem; kulaklarım vicdanımın haykırışlarını yakalayıveriyor ve beni tehdit ettiğini duyuyorum: ”Sen öldün dostum; sen öldün.”

İnsanlar mallarını korurlar; krizler geldiğinde paralarının eriyip gitmemesi için herşeyi düşünürler. Mevki ve makamlarını rakipleri kapmasın diye, ne yapılacaksa yaparlar. Peki, ya bir saniye bile duraksamadan akıp giden günlerinin israf olmaması için; ömürlerinin ellerinden çalınmaması, krizlerle eriyip gitmemesi için ne yaparlar? Paramızı düşündüğümüz kadar ömrümüzü düşünüyor muyuz? Yoksa iki simit satamayınca ipe götürecek kadar değersiz bir can mı taşıyoruz göğsümüzde? Sonsuzluğun bedeli bu denli basit olamaz. Eğer son nefesimizi vermek üzere değilsek, henüz herşey bitmemiştir. Bizim için ‘herşeyi’ hazırlayan Yaratıcımızdan istemeye vaktimiz var demektir. Bulduğumuz her boş saniyeyi dualarımızla doldurmaya; yürürken, konuşurken, hatta uyurken kalbimizin ellerini sınırsız rahmetine uzatmaya; benliğimizi O’nun varlığının ve şefkatinin idraki ile doldurmaya fırsatımız var demektir.

Herkesin uyuduğu sessiz gecelerde tembellik beni ruhumdan yakaladığında ve dizlerime hâkim olamadığımda, Azrail’in(a.s.) pencereden ziyaretime geleceği ânı hayal etmeye çalışırdım. Üşenen kalbim ürpertiyle canlanır; ama bu yalancı hayalin etkisi yeterince uzun sürmezdi. Bir sabah henüz uyanamadan bir dakika önce, silüeti yanıma geldi ve artık sonsuzluk yolculuğuna başlamam gerektiğini haber verdi. Öylesine acıdım ki hâlime. Günlerdir beni üzen herşey birkaç saniyeye sığdı bilincimde; kalan projelerimi tek tek hatırladım. Uğrunda üzüldüklerim, sinek kanadı kadar değersizleşti ve yeterince önemsemediğim işlerimin her biri birer dağ gibi karşıma dikildi. Kazası gereken ibadetler, yazılmayı bekleyen kitaplar; helalleşmem gereken insanlar, hazırlamam gereken vasiyetname…

Ben çaresizim; çözülmesi gereken yığınlarca asıl iş var orada ve ben onların teki için bile artık harcayacak bir saniyeye sahip değilim. Rüya biraz daha uzasaydı da yalancı dünyaya geri gelmeseydim; oradaki birkaç dakika tüm saçlarımı ağartmaya yetecek kadar ağır gelecekti. Şimdi bizi çok seven sevgili Peygamberin(a.s.m.) ”Rabbinize yalvara yakara dua ediniz” sözü ruhumuzun bir parçası olabilir. Ya da, ”Eğer Allah katında sizler için neler hazırlandığını bilseydiniz, çok muhtaç olmayı dilerdiniz” sözünden ders alabilir; fırtınalı çölde annesini kaybeden çocuk gibi, dünyanın eziciliğinden kurtulup Evrenin Sahibine kavuşabilme arzusu ile ruhumuzu doldurabiliriz. Önemli olan dünyada neler elde ettiğimiz değildir. Neleri ne kadar büyük ölçekte kazandığımızın sonsuzluğumuz açısından hiçbir değeri yoktur. Zira bizim elimizle gerçekleştirilenlerin yaratıcısı değiliz ki onlara sahiplik iddia edelim. Bizim defterimize yazılacak olanlar, asıl bizden olanlar, yani bize ait olanlardır ki, onlar da sadece kalbimizden ve ellerimizden çıkanlardır.

İnsan başarabildikleri kadar değerli değildir; insan sadece başarmak uğrunda dile getirebildiği duası kadar ve başarabilmek için sergileyebildiği çırpınışı kadar büyüktür. İnsanın hak edeceği sonsuzluğun değerini ve büyüklüğünü belirleyen iki faktör vardır: Bedenimizin içinde yaşadığı evrende hangi eylemleri, çırpınışları bıraktık. Başarıp başarmadığımız sonsuzluğumuz açısından önemli değil; başarabilmek için üzerimize düşeni yeterince yaptık mı? Meşhur olmayabiliriz; adımızı kimse duymayabilir dünyada. Ancak şurası kesin ki, peygamberlerin yaptıkları gibi yapmaya adananları, burada kimse tanımasa da semada tanımayan melek yoktur.

Diğer faktör de kalbimizdir. Bedenimizin parçası olduğu madde evreninde, hangi izleri ve eylemleri bıraktığımız kadar; kalbimizin içinde yaşadığı ruh evreninde de hangi duaları, duyguları ve niyetleri bıraktığımız önemlidir. Öyle insanlar vardır ki, melekut evreninde, kalpleri ve duaları adına âdeta gezegenler inşa edilmiştir. Sonsuzluğu kendileriyle paylaşacağın meleklerin seni sevip sevmediğini merak ediyorsan; senin melekleri sevip sevmediğine bak. Seninle ne kadar ilgilendiklerini anlamak istersen, senin onlarla ne kadar ilgilendiğini sorgula. Yaratıcının sevgisine kavuşup kavuşmadığını anlamak istersen; şimdi kalbine sor: ”Onu seviyor muyum?” Peki seni ne kadar seviyor? Sor kendine: ”Onu ne kadar seviyorum?” Hatırlayınca hıçkırıklara boğulabilecek kadar var mı? Eğer öyleyse, sen köyde kağnıyla yük taşıyan, dağların ötesinden habersiz fakir delikanlı/veya genç kız da olsan; senin adın semanın öteki ucunda bile meşhurdur.

Hayat geçiyor, zaman uçuyor; hazineler gaybdan akıp gidiyor. Uyuyamayız, heykeller gibi donuklaşamayız. Yaratıcımızın görevi olan sonuçları yetersiz sanıp kaderimize küsemeyiz; alacağımız asıl karşılık, sonsuzluk evreninde verilecek karşılıktır. Hiçbir akıllı insan da, tüm çabalarının karşılığını dünyada alıp, sonsuzluğa eli boş gitmek istemez. Bize düşen, karıncalar gibi durmadan ve üstelik koşarak çalışmaktır; Yaratıcımız eylemlerimizden ne yaratır; sadece ahiret mi, yoksa biraz dünya ve biraz ahiret mi?

Şu kadarını iyi biliyoruz: Her zerre eylemin ve duygunun sonsuzluk evreninde mutlaka çok büyük karşılıkları vardır. Başarı yolculuğunda attığımız her meşru adım, Cennet sarayına dikilen bir ağaçtır. Eylemlerimizin bu evrendeki karşılıklarının yanısıra; eş-zamanlı olarak, sonsuz hayattaki karşılıkları da yaratılıyor. Ruhumuzu tatmin edebilecek tek karşılık, şeytanın ütüleyip boyaladığı maddede kokuşmak değil; sonsuzluğun sahibiyle kurulacak dostluk ışığında sonsuzlaşmaktır. Sevgili Yunus bunu anladı ve şu en güzel cümleyi bize bıraktı: ”Bana Seni gerek Seni…”

Muhammed Bozdağ / Zafer Dergisi

Tahribat ve günahlara karşı sığınak nedir?

Tahribat ve cazibedar hevesat zamanında yüzer günahın hücumuna karşı korunmak için neler yapılmalı?

Öncelikle ayetin“Yaklaşmayın!” uyarısına kulak vermek gerekir. Pek çok haram ve yasak öncesinde bu ikaz vardır. Haramın çekim alanına yaklaşmamak gerekir. Tez elden istiğfar ve tövbe ile ön tedbir alınmalıdır. İşlenen günahın ardındaki pişmanlığı küçümsememek lazımdır. Aksine nedameti etkin hâle getirerek davranışlarımızı tashih etmeliyiz.  Buradaki hassasiyetin kesinlikle sabır, gayret ve azimle zinde tutulması gerekir. Musîbeti şekva ile değil sabır ve hikmetle karşılamak gerekir. Kişi cisminin küçüklüğüne bakıp da günahları küçük görmemelidir. Kendisine karşı günah işlenen Zatın büyüklüğüne bakılmalı. Çünkü kalbin katılığından bir zerre, şahsî âlemin bütün yıldızlarını karanlığa tutturur.

Ayrıca Allah bir deyip de O’nun yerine yahut yanına koyduğumuz nice şeylerle gizli/açık şirke düşme ihtimalini de unutmamak gerekir. Bu zamanda özellikle sosyal medya marifetiyle de günah bir iken bin olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız. Nefsimizin her nevi şer ve kötülüğü işlemeye meyilli olduğunu bilerek, onu temize çıkarmayıp, avukatı olup savunmayıp aksine ıslahı için fiili ve kavli dua etmeliyiz. Her nevi iradenin ön kademesi olan hayalin kötü ve günahlı tahriklerden uzak tutulması lazımdır. İşte bütün bunlar için mevcut olan imanın bir an önce kuvvetlendirilerek takva ile muhafaza edilmesi lazımdır. Yapılan ibadeti, yasak savma pozisyonundan çıkarıp huşu ile icra etmek, huzurda hissetmek adına ruhanî ve manevî zevk ve hâl ile yapılmalıdır. İşte bütün bunları özetleyen ifade olan takva ve salih ameli ihlâsla yoğurup imanî derslerle uzun ömürlü hale getirilmelidir.

Tahribat ve günahlara karşı en mühim siper takvadır. İmandan sonraki işimiz budur. Bediüzzaman Hazretleri, gayet ehemmiyetli gördüğü hususu Kastamonu Lâhikası’nda bir mektupta dile getirir. Ahirzamandaki tahribat ve menfi cereyanın dehşetine karşı takvanın esas alınması gerektiğini söyler.

Takva, haram ve günahlardan Allah emrettiği için sakınmaktır. Günahtan kaçınmak Allah’ın emridir. Allah’ın emrini yerine getirmek, yasakladıklarından sakınmak ibadettir. O halde bir nevi menfi ibadet ismiyle de tanımlanan bu amelin özünde Allah rızası için yapmak anlamındaki ihlâs vardır ve olmalıdır. İfsat ederek yoldan sapmaya sebep olacak her nevi davranıştan sakınıp, büyük günahlardan uzak durmak gerekir. Bu anlayışın esas olduğu hayat; Allah’ın (cc) emrettiği, Resul-i Ekrem’in (asm) özendirdiği doğru davranışlarla tezyin edilmeli.

Ahlâkî ve Kur’anî terbiyenin sarsıntıya uğradığı, zulmetli bir anarşiliğin, zulümlü bir dinsizliğin ifsada başladığı bir zamanda doğrusu salih amelin her zaman işlenmesi mümkün gözükmemektedir. Bir haramın terki vaciptir, şarttır. Bir vacibin işlenmesi çok sünnetlere mukabil sevabı var. Böylesi dehşetli bir zamanda bir günahtan çekinmek anlamındaki takvalı davranışla işlenen vacip, çok sünnetlere bedel sevabı olan bir amel-i salihtir. İhlâsla kuvvetlendirilen takva sığınağına girenleri bekleyen bir başka manevi bir ortak sığınak daha var o da iştirak-ı a’mal-i uhreviye denilen ahirete ait işlerdeki ortaklık, bu zamanda ayrı bir kuvvetli koruyucu kalkandır. Birbirimiz hakkında yaptığımız dua ve teşvikler, takva kalesine yardım ederek kalkanın mukavemetini artırmaktadır.

Takva kalesinde bütün donanımlar yeniden ve her seferinde gözden geçirilir, yenilenir, güncellenir. Zira dışarıdaki ifsat düşmanı sürekli yenilenerek gelmektedir. Tek başımıza karşı koymanın yetersiz kaldığını idrak ederek cemaatî anlamdaki manevi ortaklık bu bağlamda da çok önemlidir.

Ve ahirzamanda yaşayan mü’minler olarak gıyabımızda dua almaya ve dostlarımıza da sürekli duaya devam etmek gerekir.

Mehmet Çetin

Varoluşa dair: Şerde Gizli Hayırlar

“Beni çirkefin en uç noktasından, bataklığın en derin yerinden çekip çıkaran rahmet, neden diğer insanları da kurtarmıyordu? Yürekler O’nun elinde değil miydi? Onların tümünün, kendisine dönebilmesi için, bir tek dilemesi yetmez miydi?” “Önce sorular yaşanır”    -R.M. Rilke

Yirmili yaşların başındayım. Yaşantım İslâmiyet’le, tarifsiz bir hızla buluşmuştu. Bir açıdan kalbim bu buluşmanın tesiriyle huzur doluydu. Bir başka açıdan ise, Kur’anın ve okuduğum kitapların kapılarını araladığı âlemin ihtişamı karşısında, şaşkındım. Bu buluşmadan önceki düşüncelerim nasıl da hatalıydı. Gözlerimi kapattığım zaman, sonsuz bir karanlığın ortasında çöküp kalmış bir vaziyette bulurdum kendimi. O ise, sonsuzun ötelerinden parlayan, fakat uzaklığı nedeniyle benim bulunduğum ortama ulaşamayan bir yıldız, zifirî bir karanlığın ve uzakların ötesinde, ısısını hiç mi hiç hissedemediğim bir güneş gibi görünürdü her seferinde. Çevremde aydınlanabilecek bir şey de yoktu zaten. Yer bile yoktu, boşluk ve karanlık vardı sadece.. Oysa, her ân O’nun tarafından yaratılmakta olan, var olabilmek için her anında O’na muhtaç olan varlıklar âleminde yaşıyordum.

İşte, bu gerçeği fark etmemle birlikte her şey canlanıvermişti çevremde. Bakışımı yönelttiğim her yön dost simalarla dolmuştu. Ve O, her şeyi aydınlatacak derecede yakındı artık. O’nun hükmünün geçmediği, tasarrufundan uzak bir tek zerrecik bile yoktu. Her şey O’nun hükmü altında, her şey O’nunla, her şey, O’ndan görünüyordu perdesi yırtılmış gözlerime.. İşte, tam bu berraklığın ortasında yakama hüzünlü bir soru yapışıverdi:

“Beni çirkefin en uç noktasından, bataklığın en derin yerinden çekip çıkaran rahmet, neden diğer insanları da kurtarmıyordu? Benim daha önce içerisinde bulunduğum bataklığın ortasında, uzaktan yakından ilişki içerisinde olduğum onlarca, yüzlerce insan vardı çevremde. Onların bir kısmıyla, bazen geceler boyu sabahlara kadar konuştuğumuz oluyordu. Ama hayır! Her seferinde bu çabalar sonuçsuz kalıyor, her seferinde, başladığımız yere dönüyorduk. Oysa yürekler O’nun elinde değil miydi? Onların tümünün kendisine dönebilmesi için, bir tek dilemesi yeterliydi. Diğer taraftan insanların hazır olana sevdalı duyguları vardı. Ve bu insanların büyük bir kısmı, “Din-iman-İslâmiyet, derken hazır lezzetlerden olurum” korkusuyla bildiklerini bilmemezlikten geliyorlar, inanabileceklerini inkâr ediyorlardı. Dünya ise insanı büyüleyecek derecede güzel yaratılıyordu. Üstelik bir de İblis vardı tepemizde. İblis çağırıyor, çağrısına icabet ediliyordu. İcabet edilmeye neredeyse mecbur kalınıyordu, bu hazıra sevdalı duygular ve yaratılan güzellikler sebebiyle. Birazcık daha çirkin yaratsa olmaz mıydı dünyayı? Hem İblisi çekip alsa tepemizden insanlar kim bilir nasıl, topluluklar halinde O’na koşacaklardı! O’nun istediği de zaten bu değil miydi?”

Bu duyguların ve düşüncelerin kalbimi derinden yaktığı bir gece, çoğu zaman gözyaşlarıyla, bir küçük odada sabaha kadar dönüp durdum. Neden? Neden? Neden? diye… Yalnız olduğum için, o yoğun duygulardan beni çekip çıkaracak bir kimse de yoktu çevremde. Sabah namazını bitkin ve hüzünlü bir halde kılıp yattım. Rüyamda haşir meydanındaydım, tutuklanmıştım! Her tarafta derin bir karanlık, meydandaki varlıkları neredeyse sıcaklıklarından görebileceğiniz bir basıklık ve sıkıntı hüküm sürüyordu. İki yanımda göremediğim, sadece karaltılarını fark edebildiğim iki dehşetli varlık vardı. Beni kollarımın altından yakalamış, O’nun huzurundan cehenneme doğru götürüyorlardı. Son derece şaşkındım, neden tutuklandığımı anlayamamıştım. Tam bu esnada o güçlü ve kahırlı sesi işittim.. Başımı geriye, O’nun huzuruna doğru çevirdim. Haşir meydanını kaplayan zifirî karanlığın yukarısından geliyordu, insanı kapsayan bu ses! “Hem ona, İsrâ, Felak, Nâs surelerini de okuyun ki, bilsin neden böyle olduğunu!” diyordu. Kur’an’dan altı surenin ismini saymıştı. Dehşet içerisinde uyandım. Uyanır uyanmaz, hatırımda kalan bu üç surenin içerisine dalıverdim. Anlaşılan müthiş bir hata yapmıştım. Neydi bu hata?

RAHMETİN İKİ AYRI YANSIMASI: HAYIR VE ŞER

“İnsan hayra dua eder gibi, şer için dua etmektedir. İnsan gerçekten çok aceleci olmuştur.” -İsrâ, 11

“Deki, sığınırım çatlayışların, çatlama noktalarının Rabbine. Yarattıklarının şerrinden. Bürüdüğü zaman kapsayıcı karanlığın şerrinden..” – Felâk, 1, 2, 3

“Deki, sığınırım insanların Rabbine, insanların Melîkine, insanların İlâhına. Her sinsi vesvese vericinin şerrinden…” – Nâs,1, 2, 3,4

Okuduğum ayetlerden ilk kavradığım Felak ve Nâs surelerindeki hakikat olmuştu. Bu iki surede, İblisten ve iblisleşenlerden O’na sığınmamız isteniyordu. Ben sığınmıştım ve kurtarılmıştım. Benim kurtulmalarını istediklerim de sığınmayı tercih etseler, onların da kalpleri küfürden imana, halleri ihanetten doğruluğa çevrilecekti. Hüküm açıktı! Tercih, hür irademize bırakılmıştı. Kudretinin zorlaması altında yapılan bir tercihin varlığını istemek, aynı zamanda insanı insan yapan hürriyetin de ortadan kalkmasını istemekti. Hem zor altında yapılan bir tercih, nasıl tercih olabilirdi? İnsanın benliğine yerleştirilmiş hürriyetin açığa çıkabilmesi için tercihe, tercihin gerçekleşebilmesi için de şıklara ihtiyaç vardı. Şıkların tümünün aynı olduğu bir ortamda tercihten de söz edilemezdi. Mesela aynı çay bardaklarına konulmuş niteliği ve niceliği tamamen aynı olan bir çay servisinde, “dilediğini tercih edebilmek” ile; farklı dem oranlarında ve farklı bardaklarda çayların, kolaların, meyve sularının, ayranların.. bulunduğu bir serviste “dilediğini tercih edebilmek” kesinlikle aynı şey değildi. Birincisinde herkes aynı çayı özgürce(!) yudumlamak zorunda kalırken, ikincisinde kimi demli ve küçük bardaktaki çayı, kimi kaysı suyunu, kimi ayranı, kimi kolayı.. tercih edecek, tercihinin neticesinde seçtiğini de, gerçekten özgürce içebilecekti. Seçeneklerdeki çokluk ve ihtilaf, özde var olan özgürlüğün açığa çıkabilmesini kuvvetlendirecek, temin edecekti. Özgürlük ise, iradenin kuvvetlenmesi ile sonuçlanacaktı.

Herhangi bir tercih durumunda bırakılmadan, ebeveynlerinin tercihleri ile büyütülen çocuklarda açığa çıkan irade zaafiyetinin temel nedeni de buydu işte: Tercih yoksa hürriyet yoktu. Hürriyet yoksa irade en zayıf halinde takılıp kalacaktı. Farklılığın yüksek boyutu ise ihtilaftı, yani zıtlardı. Zıtların en yüksek boyutu ise, hayır ve şerdi. Yaşantımızın ortasına hayrı ve şerri koyan Yaratıcı, hayır ve şer denklemindeki özgürce tercihlerimizle, benliğimize taktığı hürriyetin ve dolayısıyla iradenin kuvvet bulmasını istemişti. Bunda en küçük bir şer bile yoktu. Bizi zor tercihler ikileminde bırakan şerler, bizdeki özgürlüğün ve iradenin kuvvet bulmasının temeliydi. Şerri istememek, iradesi zayıf insanların varlığını istemekti aynı zamanda ve bu istek kesinlikle, şerlerin varlığından daha büyük bir şerdi.

İsrâ Suresi ise, bir gece yürüyüşünü anlatarak başlıyordu. Herhangi bir yürüyüş değildi bu. En düşük mertebedeki dünyadan, tüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ın huzuruna doğru yükselen bir yürüyüştü. Sadece hayır diyarı olan Cennetten indirilerek, hayırların ve şerlerin hüküm sürdüğü bir diyar olan dünyada yaratılmasıyla, insana iki kapılı bir seçenek sunuluyordu. Hayrı tercih ederek, yaşantısını buna göre düzenleyen ve düşünüşünü O’na çeviren için hayat, Allah’ın huzuruna doğru yükselen bir yolculuğa dönüşüyordu. Bu yolculuk, insana verilen erdemli duygularla zaten takviye edilmiş durumdaydı. Hiçbirimiz alçalmaktan, alçaklıktan, yalanla aldatılmaktan, iki yüzlülükten, vefasızlıktan, ihanetten, taklitten, kişiliksizce davranışlardan.. hoşlanmıyorduk. İkrama ikramla karşılık vermek, ikramın mümkün olamadığı yerde ise, belki de ikramların en güzeli olan, ikramı ikram yapan duyguları sunmak, kısaca insaniyet mertebelerinde yükselmek, erdem sahibi olmak sevdirilmişti bize.

Diğer taraftan, şerri tercih ederek insaniyetinin gereği olan güzellikleri terk eden, hazırı tercih ederek neticeyi unutan, insanca yaşamayı terk ederek hayvanca yaşamayı tercih eden için hayat, aşağıların aşağısına doğru batan çıkmaz bir yoldu. Böyle bir yolun sonunda çıkışın olmadığını görerek diğer yolu fark etmiş, böylece bir tercih noktasına gelerek geriye dönmüş biri olarak, bataklığın dahi rahmet olduğunu bilen ve yaşayarak şükreden biriydim zaten. Evet, bataklıktaki sıkıntı dahi rahmetti. Çünkü, bu sıkıntılar bize gittiğimiz yolun bizim yolumuz olmadığını sürekli ihtar eden birer melek gibiydiler. Tüm bu tercihler ve bu tercihler neticesinde açılan kapılar, hayır ve şer denklemi içerisinde yaratılmış olmanın birer meyvesiydi işte. Şerrin olmadığı bir ortamı istemek, insanın erdem sahibi bir kul olarak Rabbine muhatap olmasını netice veren yolun kapanmasını da istemekti. Ve kesinlikle, Felak ve Nâs surelerindeki ilk hatırlatma olan “Allah’a sığınınız” ihtarı neticesinde fark etmiş olduğum, ‘hürriyetin önünün tıkanmasını istemek’ gibi büyük bir şerdi. Küçük sıkıntılardan insanı kurtarmak için büyük kazanımlardan mahrum kalmasını istemekti bu. Çocuğu küçük bir sınav sıkıntısından kurtarmak için, okuldan, okumaktan mahrum etmekten bin beterdi bu istek. Çünkü okumamakla açığa çıkan şerrin bu dünya hayatıyla sınırlı kalma ihtimaline karşılık, şerlerin ortadan kalkmasıyla insan hayırlardan ebediyen mahrum kalacaktı.

Elbette ki, şerlerin insanı çepeçevre kuşatmasından da, O’na sığınmak gerekirdi. Ancak, şerlerin olmadığı bir hayatı istemek, şerrinden de aynı oranda sığınmak gerekmekteydi. “İnsan hayra dua eder gibi şer için dua eder. İnsan gerçekten aceleci olmuştur.” diyordu İsrâ’nın onbirinci ayeti. Aman Allah’ım! Böylesi bir şerden, bu ölümcül isteklerden sonsuza kadar Allah’a sığınmak gerekmez miydi?

Ahir zaman gecesinin insanları olarak, Resulullah’ın hayatının sıkıntılarla sarıldığı, bu nedenle İslâm’ın bir nevi gecesi olan Mekke hayatında, Mescid-i Haram olan Mekke’den Mescid-i Aksâ’ya kadar seyir ile geçen bu hadiseden; ve nihayetinde Rabbiyyle buluşmasıyla sonuçlanan Mirâç yürüyüşünden; ve bu gece yürüyüşü ile başlayan İsrâ suresinden alacağımız çok büyük dersler vardır. Tüm bu düşünüşler neticesinde gizli isyanım, ciddi bir istiğfarla sonuçlandı. Rahmetine ve Hikmetine karşı kalbime gelen soruları yine sormaya devam ettim. Ama bir daha asla isyan boyutuna vardırmadım merakımı. Çoğunun cevaplarını buldum. Bulamadıklarımı ise hiç kimselere açmadan beklettim. Çünkü, cevapsız sorularla kimseyi düştüğüm hatalara düşürmek istemiyordum.

Bir yeniden dirilişi ve müthiş bir mahkemeyi bekleyen insan yaşantısı hariç tüm kainatın; yani, var olan her şeyin her şeyiyle rahmetini, kudretini ve hikmetini gösterdiği, bana ellerimi, gözlerimi, duygularımı ve nihayet sorgulayan aklımı ikram eden bir Zât’ın rahmetini ve izzetini incitmek de istemiyordum. Cevapsız bir soru mümkün değildi O’nun için, artık biliyordum. Tüm bu güzellikleri mükemmellikleri, kalpleri ve akılları yaratan; kalpleri ve akılları tatmin etmekten de aciz değildi. Madem ki kalbe bir soru gelip oturmuştu, bu dünyada hikmetinin gereği olarak cevap verilmese bile, ahirette mutlaka cevap verilecekti.

Bu düşüncelerden ve hislerden sonra sorularımın tümünü içimde saklayarak kendimi okumaya verdim. Nihayetsiz şükürler olsun ki, okumaların içerisinde bir çok sorunun da kapıları aralanıverdi. Ve her açılan kapı, verilen her cevap aynı zamanda insanı yaratan ve muhatap alan Zât’ı tanımak için yeni bir sorgulamanın da başlangıcı oldu…* *(Bir sonraki yazıda, Şeytan’ın yaratılmasına bakan amaçlar, Yaratıcısıyla ve insanla olan sorunları, “İnsan ve İblis” başlığı altında ele alınacak.)

Salih Özaytürk / Zafer Dergisi

‘Manevî Beslenme’ Yolları

Manevî hayat akan bir su gibidir. Akan su ise hayattır. Dağların ve ormanların içinden doğan su, tazelik ve sağlık getirir; çünkü akmaktadır. Bunun tam aksine, bataklık durgundur ve hastalık üretir; üstelik kendisine akan suyu tutar ve onu da bozar. Öyleyse, tutup biriktirmeye çalışan biri olmak yerine, kendi dışına akmaya ve vermeye çalışan biri olmak gerekir. Eğer içimizdeki iyilik potansiyelini saklı tutar ve onun dışarıya akmasına izin vermezsek, manevî dünyamız çürümeye yüz tutar, duygularımız cılızlaşır. İşte bu nedenle iyi yanlarımıza çektiğimiz setleri paramparça etmeli ve güzel niyetlerimizin bir nehir gibi akmasına izin vermeliyiz. Çünkü, tazelik ve hayat akmaktadır.
Evet, günümüzün artan tüketiciliği, materyalist ve dünyevî atmosferi, bu akışın önünde set olmaya çalışıyor. Ama her set, önündeki suyu bir süre tutabilirse de, ilânihaye tutmaya muktedir değildir. Su, ya seti aşar ya da deler geçer. İşte, insanın manevî dünyası da böyledir. İçindeki iyilik potansiyelini dışarıya akıtmak isteyen bir manevî gücün karşısında hiçbir set duramaz ve tutunamaz. Buna insanı ‘dünya‘ya çağıran ve onda boğmak isteyen her türlü set dahildir. Ancak bunun için gündelik hayat içinde insanın manevî beslenme yollarının farkında olması ve bunları elden geldiğince yerine getirmesi gerekmektedir. Bunlar bir dizi meleke hâline getirilmiş düşünce, tutum ve tavır ile alışkanlık hâline getirilmiş davranışı içerir.
Size yapılan iyiliklerin farkına varın:
İnsan unutkandır. Her an hayatımıza akıp durmakta olan iyilik ve lütufları unuturuz. Şefkatli Yaratıcımızın sonsuz iyiliklerini, başka insanların bizim için yaptığı iyilik ve yardımları unuturuz. Bu dalgınlığı aşmanın yollarından biri, son bir haftada ya da bir günde bize yapılan iyilikleri not etmek olabilir. Meselâ, bir gün aile üyelerinizin size yaptığı iyilikleri not edebilirsiniz. Başka bir gün, komşularınızın yaptığı iyilik ve yardımları; başka bir gün arkadaşlarınızın; başka bir gün ise bir düşmanınızın iyilik ve yardımlarını liste hâlinde yazabilirsiniz. Böylece bazı zamanlarda nefsinizin görmek istediğinin aksine, ne de çok iyilik ve lutfa mazhar olduğunuzu görebilirsiniz.
Sözlerinizde insanların iyiliğini isteyen dualara yer verin:
Dilinizi ‘Allah yardımcın olsun’, ‘Allah kalbini, seni ve tanıdıklarını huzurlu kılsın’, ‘Allah sana ve ailene merhamet etsin’, ‘Allah çocuğunuzu kendi istediğiniz şekilde yetiştirmenizi nasip etsin’, ‘Yeni işiniz hayırlı olsun’ gibi dua sözlerine alıştırın ve bunları arkadaşlarınız, dostlarınız ve tanıdıklarınız için söyleyin. Sizi ve çevrenizdeki insanları manevî olarak yükseltecek, cesaretlendirecek ve olumlu bir bakış açısına yöneltecek duaları taze ve yeni sözlerle gönülden dillendirin. Dilinizi duaya alıştırmanız, ruhunuzun kuvvet ve enerjiyle dolmasını sağlar.
Toplu ibadetlere iştirak ederek ruhunuzu besleyin:
Manevî yönünüzü güçlü kılmak için dua ve ibadet için harcadığınız zamanı artırmalısınız. Dua, namaz, tefekkür gibi ibadetleri mümkün olduğunca topluluk halinde yapmak, topluluğun ortak hareketinden doğan sinerjiden istifade etmenizi sağlar. Bu sinerji, Allah’ın cemaatle namaz emrini yerine getiren kulları için onlara lütfettiği bir ikramdır.
Allah’a tevekkül edin:
Manevî gelişme ya da yükselme, zaman içinde inançta ve imanda belirli sıçramalar yaşamak anlamına gelir. Bu sıçramaları belli ölçüde başarmış bir kişinin, elde ettiği başarıları sadece kendi şahsî gayretine ve ilmine bağlaması düşünülemez. Öyleyse iman etmenin ve manevî yükselmenin göstergelerinden biri de, ortaya konan gayretten sonra sonucu Allah’ın yarattığını teslim etmek ve hırçın bir şekilde sebeplere saldırmamaktır. Manevî yükselme yaşamış bir kişi, elinden gelen her şeyi yapar ama bütün bunları yaparken Allah’a ve kadere imanı onu huzurlu ve sakin hareket etmeye yönlendirir. O Allah’a güvenir, başarı için ihtiyaç duyduğu sebeplerin etrafında toplanmasına Allah’ın yardım edeceğini bilir.
Minnettar bir insan olun:
Her yeni günü Allah’ın bize gönderdiği bir hediye olarak görmeli ve güne O’na olan minnettarlığımızı ifade eden bir duayla başlamalıyız. O günün bize birtakım sıkıntılar getireceğini düşünüyorsak bile, güne bir şükür duasıyla başlamayı ihmal etmemeliyiz. Yine, gün içinde ne kadar zorlu olaylarla karşılaşırsak karşılaşalım, akşamın ilerleyen saatlerinde bir şükür ve hamd duası yapmalıyız.
Dostlarınızın manevî yolculuklarını paylaşın:
Manevî olarak yükselmek ve gelişmek isteyen birisini bulduğunuz zaman onunla dostluk edin. Belli aralıklarla dinî ve manevî konuları müzakere etmek üzere bir araya gelin. Göreceksiniz ki, bu düzenli görüşmeler manevî yükselmeniz için güzel basamaklar olacaktır.
Hizmet edin:
İçinde yaşadığınız topluma hizmet etmenin yollarını araştırın. Bunlar, özellikle karşılığında bir ödül almayacağınız hizmetler olsun. Sokakta gördüğünüz bir çöpü yerden almak, yaşlı birisini karşıdan karşıya geçirmek, otobüste ihtiyacı olan birine yer vermek ya da bir yayayı gideceği yere kadar arabanızla götürmek; veya geçiminizi temin ettiğiniz işte çok küçük bir yüzdeyi parasız yapmak gibi. Hem bu, emeğiniz karşılığında aldığınız ücretin de temiz olmasını sağlar.
Biraz yalnız kalın:
Bir filozofa göre yalnızlık bizi kendimize karşı daha dayanıklı; başkalarına karşı da daha müşfik yapar. Her iki açıdan da karakterimizi geliştirir. Belli aralıklarla kalabalıktan ve hayatın gürültüsünden uzaklaşmak ruhumuza iyi gelir. Gün içinde birkaç dakika sadece kendimiz ve Allah ile beraber olmaya çalışmalıyız. Sessizlik zihnimizi hayatın getirdiği problemlerden uzaklaştırır ve Allah’ın yardımıyla sessizlikte düşüncelerimiz sıhhat bulur.
Namaz kılın ve oruç tutun:
Namaz kılmak Allah ile olan bağımızı diri tutar, dinî duyarlılığımızı kalıcılaştırır. Oruç tutmak ise bir yandan her arzunun peşinden koşmak isteyen nefsimizi terbiye etmeyi, diğer yandan yoksul kişilerin hallerine yakınlaşmayı, onlara karşı empatik olabilmeyi mümkün kılar. Dolayısıyla özellikle Ramazan ayının çok verimli bir şekilde geçirilmesi manevî hayatımızı kuvvetlendirmek için kritik bir öneme sahiptir. Kuşkusuz oruç Ramazan ayı dışında da tutulabilir. Özellikle günümüz gündelik hayatının olumsuz görüntülerine maruz kalan genç bekarların, oruçtan elde edecekleri istifade muazzamdır. Gözlerini haramdan koruyabilecekleri için akıl ve ruhlarını dengede tutabilirler.
Üzüntünüzü ve sıkıntınızı Allah’a havale edin:
Canınız bir şeye sıkıldığında ya da gündelik işlerinizde bir engellemeyle karşılaştığınızda gönlünüzün rahatlaması ve önünüzün açılması için Allah’a dua edin. O size bir kapı kapalı olsa bile, başka bir kapıyı açacaktır. Öyleyse büyük küçük demeden her sıkıntı ve üzüntünüzü Allah’a havale edin ve O’ndan yardım isteyin.
Etrafınıza sevgi yayın:
Nereye giderseniz oraya sevginizi ve müspet bakışınızı da götürün. En önce kendi evinize. Gülen yüzünüz, nezaketiniz, gülümsemeniz ve sıcak selâmınızla insanları mutlu etmeye çalışın. Size gelen kişilerin yanınızdan ayrılırken kendilerini daha mutlu hissetmelerine vesile olun.
Kur’an-ı Kerim, tefsir ve hadis kitapları okuyup tefekkürünüzü genişletin:
Kutsal kitabımız ‘yaş ve kuru her ne varsa içinde yer aldığı’ bir kitaptır. Bize yol gösteren, bizi bilgilendiren, bize kim olduğumuzu bildiren, bizi uyaran boyutlarıyla ruhumuzu çepeçevre kuşatır. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’i ve onu şerh etmek için yazılmış tefsirleri okumaya ve anlamaya zaman ayırmalı, bunu düzenli bir iş hâline getirmelisiniz. Ardından okuduklarınızı tefekkür etmelisiniz. Bu tefekkür sayesinde kalbiniz inşirah bulacak ve maddeten de vücudunuzu zinde hissedeceksiniz.
Bugünü size bol lütuflu kılması için Allah’a dua edin:
Olgun ve kâmil bir mümin olabilmek ve bu yolculuğa heyecanla devam edebilmek için, Allah’ın size bunları lütfetmesi arzusunu dualarınıza taşıyın. Bunu günlük faaliyetinize henüz başlamamışken, sabahın ilk saatlerinde yapın. Bu maksatla kısa bir dua yapmayı alışkanlık hâline getirebilirsiniz: ‘Allahım, bugünü Senin lütfuna eriştiğim bir gün kıl.’ Sonra gün içinde gözlerinizi ve kulaklarınızı dört açın. Karşılaştığınız sıradan biri, yaşadığınız basit bir olay, belki de sizin o gün elde edeceğiniz kazanımı içinde barındırıyor olabilir. Allah size olan lütfunu böyle küçük sürpriz ve ayrıntılarla gönderebilir.
Zamanınızın bir kısmını doğal ortamlarda geçirin:
Dinin tabiatını hakkıyla bilenler, tabiatın dini anlamak için ne kadar önemli olduğunu bilirler. O yüzden zamanınız elverdiğince tabiatta vakit geçirmeye çalışın. Tabiattaki her şey; Allah’ın azametinin ve hüsnünün izlerini taşır. Ağaçlar, Allah’ın kudretini ve şefkatini anlatır. Gökyüzü, Allah’ın mühendisleri kıskandıracak işçiliğinden haber verir. Geceleri gökyüzünde ayın ve yıldızların saçtığı ışık, Allah’ın dünya evini karanlıkta bırakmadığını anlatır.
Tercih hakkınızı kullanın:
Ne tür bir ortamda bulunuyor olursanız olun her zaman bir tercih hakkınız vardır. Hayal kırıklığı ve üzüntü yerine, neşe ve dinamizmi seçin. Nefret yerine, sevgiyi seçin. İntikam yerine, affetmeyi seçin. Olduğunuz yerde durmak yerine, gelişmeyi seçin. Unutmayın ki karşılaştığınız her olaya olabilecek en iyi seçenekle de karşılık verebilirsiniz, en kötü seçenekle de. Tercih sizin.
Ömer Baldık / Zafer Dergisi