Etiket arşivi: dünya

Hikmet Pırıltıları ~ 1980

ARIYA HÜRMET GÖSTERİLİR Mİ?
Arının yaptığı işi yüzlerce fen adamı yapamadığı halde, odamızdan içeriye bir arının girmesi halinde ona ne hürmet gösteriyor ve ne de ayağa kalkıyoruz. Bal yapmak arıyı hayvanlıktan kurtaramadığı gibi, maneviyatı unutarak sadece dünyevî bir meslekte terakki etmek de bir kimsenin insaniyetini tekamül ettirmemektedir. Madde ile mânâyı, akıl ile kalbi beraber götüren muhterem zatlar bahsimizden hariçtir.
ALTIN ÇEKİÇ
Bir insanın elinde altından yapılmış antika bir çekiç bulunsa, o insan bu çekiçle taş yontup para kazandığı takdirde, kâr ettiğini iddia edemez. Zira, çekici taşa her vuruşunda beş kuruş kazanmaya bedel belki beş yüz lira zarar etmektedir. Bizler de herhangi bir dünyevî menfaat elde ettiğimiz zaman sevinirken, neyi kaybettiğimizi ve hangi âletleri yıprattığımızı bilemiyoruz. Bu harika ve cihanbaha aletlerle techiz edilen insan, sarfettiği ömür neticesinde Hâlik-ı Ezel ve Ebedin rızası ve dolayısıyla da ebedî saadetten başka neyi kazansa zarar, hattâ iflâs etmiş demektir.
SÜTTEN NEHİRLER
selaleRezzâk-ı Zülcelâl’in her gün insanî validelerden tâ koyunlara ve kedilere kadar bütün memeli hayvanlar kanalıyla bu dünya yüzüne akıttığı sütleri bir araya toplasanız birçok büyük nehirler meydana gelir. Cennetteki süt ırmaklarını aklına sığıştıramayanlar her gün yeryüzünde akan bu ve benzeri binlerce nehire hiç nazar etmiyorlar mı?
DÜNYA
Dünya süslü, bezekli bir gelin gibi herkesin yüzüne gülmüş, fakat kimseyle evlenmemiştir. Dünyanın bu keyfiyetini anlayan zatlar, ona yüz vermemişlerdir.
İNSAN VE YÜKÜ
Terazinin bir kefesine deve olmakla yük taşımak, diğer kefesine de insan olmakla ibadet etmek konulsa ve seçme ihtiyârı bize bırakılmış olsa idi hangisini seçecektik? Elbetteki insanlığı… O halde, deve yükünü taşırken, biz niçin ibadetimizi yapmıyoruz?
DÜŞÜNÜLMESİ GEREKEN
İnsan bir heykele bakınca hemen heykeltraşı hatırlıyor. Buna mukabil âyinede kendisine bakınca, sadece kendisiyle alâkadar oluyor. Halbuki, bu halde kendisinin yaratıcısı ve sânii olan Allahü Teâlâ’yı hatırlaması icabetmez mi?
İŞ ODUNDA DEĞİL
İnsanlar, Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı odundan ancak tahta, tahtadan masa ve sandalye gibi şeyler yapabilmektedir. O Kadir-i Mutlak ise odundan meyve yapıyor, yaprak ve çiçek çıkarıyor. Demek ki iş odunda değil, ustadadır. Aynı şekilde insanlar topraktan çömlek yapmakta, Sâni-i Kâinat ise topraktan insan yapmaktadır.
OLACAK İŞ DEĞİL!
Tavuk yumurtayı, yumurta da tavuğu yaptığı takdirde tavuk kendi kendini yapmış olur. Bu ise olacak iş değildir. Diğer canlılar da bu misâllere kıyas edilebilir.
BİR MUKAYESE
Şekerle elmayı mukayese ettikten sonra şeker fabrikasındaki gürültü ve haşmetle, elma ağacındaki sükunet ve tevazuya dikkat ediniz. Kendisinde küçük bir fazilet görünür görünmez gürültüsünden geçilmeyen insanlar bu misâldeki şeker fabrikasını andırır.
BAŞ PAZARI
Balina başından sinek başına kadar bütün başların sergilendiğini tahayyül etsek, bunlar içerisinde insan başını beğeniriz. Aynı şekilde, bütün eller sergilense, insan elini tercih ederiz. Ruhumuzun üstünlüğü zaten izah gerektirmeyecek açıklıktadır. Böyle en kıymettar cihazlarla techiz edilen insan, bu nimetlerin şükrünü ifa edemezse elbette ki hesabı çok çetin olacaktır.
KABUK İÇİNDE
Yumurta içindeki civcivin kâinattan habersiz olması gibi, biz de kâinat yumurtası içinde ahiretin keyfiyet ve mahiyetinden bihaber yaşıyoruz. Ölümle bu yumurtanın kabuğunu delmiş olacağız.
İSYAN
İnsanın sofrasıyla kedinin sofrasını mukayese ediniz. Buna rağmen, ikincisi büyük bir memnuniyet gösterirken, birincisi isyan etmekte…
DÜNYA GEMİSİ
Dünya gemisi üzerinde her an seyahat eden insanın, ben âhirete gitmem, demesi ne kadar ahmakânedir. Bu gemi âhirete gitmektedir. Gitmemeye kudreti yeten var ise, buyursun aşağı insin.
KALP BAHÇESİ
Kalp bir bahçe gibidir. Onda mutlaka birşeyler bitecektir.
EKMEK PARASI İÇİN Mİ?
Bir kamyonumuz olduğunu ve bu kamyonun her gün sâdece kendi yakıt parasını ve tamirat masraflarını çıkardığını düşününüz. Bu takdirde yapacağımız iş, kendine hizmetin dışında bir kârı olmayan bu kamyonu faaliyetten menetmek olacaktır. Bizim sadece dünya işlerine, yani ekmek parasına çalışmamız da bu misâle benzer. Demek ki insan, beşerî ihtiyaçlarını te’min etmenin dışında bir işle uğraşmak üzere bu imtihan dünyasına gönderilmiştir.
Mehmed Kırkıncı

 

Rahat Meyli ve Yazmak

Yazı yazmakta fikirleri derlemek, toplamak ve arzetmek; onları dağınıklıktan kurtarmak, çeki-düzen vermek ve bir mantık silsilesi içinde intizama sokmak vardır. Yazmak yoluyla fikirlerini böyle bir teftişe sokan, onları kontrolsuzluktan, başıboşluktan, derbederlikten kurtararak onlara en iyi şekli vermeye de çalışır. Bu gayretinin neticesinde meydana çıkana önce bizzat kendisi bakarak, yazdıklarının ilk ilk okuyucusu, ilk tetkik edicisi, ilk tahlil edicisi ve ilk tenkid edicisi olabilir ve bu faaliyetlerini birçok defalar -bu mevzudaki hassasiyetinin derecesi ile mütenasip olarak- tekrarlayabilir. Başkalarının bulabileceği hatalarını onlardan daha önce kendisi bulur ve düzeltebilir. Başkalarının yapabileceği tahlilleri, tenkitleri daha önce kendisi yaparak yazısının daha iyinin nasıl olabileceğini daha önce kendisi düşünebilir. Bu öncelik hakları aslında çok mühimdir; bu haklarının kıymetini bilmeli ve iyi kullanıp semeresini alabilmelidir. Fikirlerin böylece gizlilikten alenîliğe çıkışı ve kaydedilmiş hale gelişi ile, onların mahiyetleri üzerinde tetkiki, tahlili, tenkidi ve tashihi daha iyi yapılabilir.
Fikirlerin bu şekilde yazıya dökülmesi ve umuma teşhiriyle onların teftişe sokulması, her teftiş gibi, bu teftişi verene de çeşitli derecelerde zor gelir. Ama zor gelmesi, bu fikrî teftişten kaçmanın kâfi ve haklı bir sebebi kabul edilemez. Çünkü bu fikrî teftişin faydaları çoktur ve onun zorluklarına galebe eder.

  Yazmak vesilesiyle fikirlerini bu teftişe hazırlamak ihtiyacını hisseden, muhakeme tarzındaki ve ifade şeklindeki eksiklerini, hatalarını, az gelişmişliklerini tashih ve tekâmül ettirebilmeğe daha fazla müteveccih olabilir; çünkü, bu ona vazgeçilmez, ihmal edilmez ciddî bir vazifesi halinde görünebilir ve bu vazifesinin ifasına çalışabilir. Yazmak vasıtasıyla fikirlerini böyle bir teftişe arz etmeyenlerde ise, bu mevzulardaki mecburiyet ve mükellefiyet hissi daha zayıf ve muhayyer kalabilir; zira, irade-i cüz’îyyeleri bu mevzuda kendilerini nispeten serbest telakki edebileceklerinden, sadece kendilerine saklayıp yazılı bir halde izhar ve teşhir etmedikleri fikirlerini, başkalarının da teftişine arzetmeden önce kendilerinin murakabe etmesi ihtiyacı onlarda daha az olabilir.
Tabiî ki bunlar, umumî olarak söylenebilecek hususlardır ve istisnaları da vardır.
Yazmanın böyle bir fikrî teftişe hazırlanmak yoluyla fikrî tekâmüle medar olması, onun zorluğunu unutturması icabettiren calib-i dikkat bir hususiyetidir.
Bu manâsıyla yazmanın zorluğundan ürkmeden ve yılmadan, arada sırada bir “fikrî teftiş” için fikirlerini murakabe faaliyetinde bulunarak onları tashihe, tanzime, en iyi ve doğru istikamete tevcihe çalışmak, sonra da bunları ifade şeklinde ayni çalışmaları devam ettirmek, bilhassa iletişim teknolojilerinin ve imkânlarının çok geliştiği ve insanların büyük çoğunluğunun onları çok kötü maksatlarla kullandığı asrımızda belki her mükellef için farz-ı kifaye olmaktan çıkmış ve farz-ı ayn haline gelmiş olan “emri bil ma’ruf ve nehy-i an’il-münker”i yapabilmek için çok hayırlı ve faydalı bir tavsiyedir.
Her hayırlı işe karşı çıkmak için insanın irade ve karar mekanizmasını hataya sevketmeye uğraşan ve bu hususta çeşitli silâhları kullanan şeytan, burada da, ekserî hallerde olduğu gibi insandaki “rahat meyli”ni tahrik ile bu hayırlı ve faydalı işi yapmasına da manî olmağa çalışır; yapılacak işin zorluklarını insanın gözünde büyüterek onu bu işten alıkoymaya gayret eder ve ekseriya da muvaffak olur.
“Meyl-ür-rahat”, böylece insanın ebedî hayatı için de, dünya hayatı için de birçok kayıplarının bir müsebbibi olur.
Halbuki insan, meşakkatli gibi gelen mühim ve hayırlı işlerdeki rahatı ve “rahat meylini” -peşine talip olmak zaafının esiri olarak- dünyada tatmine çalışmak ile bu işlerden geri kalmaktaki meşakkati iyi düşünebilmelidir.
İnsandaki en kontrola muhtaç meyillerden biri olan “rahat meyli” ile alâkalı şu sorunun cevabını da burada düşünmeye çalışmanın yeridir:
  “-İnsan dünyada yaşarken bütün niyet, karar ve davranışlarında ‘rahat meyli’ni ön plâna alsa, acaba onun elde edebileceği ‘rahatlık semeresi’ ne olabilir?”
Bu sorunun cevabı bütün insanlar için ayni ve kesin bir şekilde, tabiî ki verilemez. Buna rağmen, bu soruyla alâkalı olarak şu hususların gözönüne alınmasında mutlaka faydalar vardır:
  Bütün niyet, karar ve davranışlarında “rahat meyli”ni ön plâna alan bir insan, dünyada belki de hiç rahat bulamayabilir. Dünyadaki “rahat meyli”ni esas alan, âhireti kazanabilmek için yapması icabeden ibadet ve hizmetleri ihmal edeceği için, âhirette de rahatı bulamaz.
İnsanın, ömür müddetinin ne kadar olacağı hakkında hiçbir garantisi yoktur. Ecel vakti gizlidir; her an gelebilir, genç-ihtiyar farkı yoktur. İnsanın dünyada ne kadar yaşayacağı belli olmadığı gibi, ömrünün mükellef, âkil ve bâliğ olmadan önceki bir kısmı çocukluk devresi halinde; vücudunun acz, zaaf ve hastalıklarının eza verdiği diğer bir kısmı da ömrünün diğer ve ihtiyarlık devreleri halinde, rahat meylini şuurlu bir idrakle tatminden uzak olarak geçmektedir.
İnsanların gençlik devreleri büyük bir ekseriyetle, dünyada maişet vasıtaları olabilecek meslekleri kazanmak için hazırlanmalarıyla geçer ve onlara “rahat meyilleri”ni tatmin imkânını vermez. Tahsille, askerlikle, gurbetlerle, yokluklarla, musibet ve sıkıntılarla dolu ömür safhaları, aslında insanlara dünyada rahatı aramamayı ikaz eder; fakat, insanlar ekseriya bu ikazları anlamaz.
Dinî kaynaklarımızda açıkça belirtildiği gibi, bu dünya rahat yaşamak yeri değildir. İnsan bu dünyaya kendi isteği ile ve maksadını kendi tesbit edeceği şekilde gelmediği gibi, rahat bir fanî ömür sürsün; sonra ölsün, toprağa karışsın, diye de gönderilmemiştir! İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin asıl maksadı ve gayesi: Hâlik-ı Kâinatı tanımak ve ona iman ile ubudiyet etmektir. 
İnsan, bu dünyadaki varlığının asıl sebebine uygun olarak yaşamaya ve içine yaratıcısı tarafından dünya imtihanı için konulmuş “rahat meyli”nin de dünyada tam tatminini istemenin bu dünyadaki aslî vazifelerini yapmasına mani olacağının şuurunda olmaya çalışmalıdır.
İnsanın kısa dünya hayatına sığışmayan çeşitli meyillerinin ve isteklerinin bulunması aslında, bunların karşılığının verileceği ebedî bir âhiret hayatının varlığının da birer isbat vasıtasıdır. İnsan, kendisini ekseriya tesiri altına alan “rahat meyli”ne de bu anlayışla bakabilmeli; ona “rahat meyli”nin karşılığının, ebedî Cennet hayatında fazlasıyla verileceğini düşünebilmelidir. Çünkü onun içine o meyli koyan, o meyli kullanması şekliyle de onu bu dünya hayatında imtihan etmektedir. “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi” veciz sözü, “rahat meyli”ni kullanmak imtihanında da insana mühim bir uyarıcı olmalıdır. Aksi halde, insanın bu meylinin dünyada tatminini bütün niyet, karar ve davranışlarında en ön plâna alması, onun için hem faydasızdır ve hem de ona çok büyük zararların celbine sebep olabilir.
  “Rahat meyli” mevzuunda, iman esaslarını kabul edenler için şu husus da çok açıktır: Dünyadaki geçici ve kısa bir rahatlığı âhiretteki hakikî ve ebedî rahatlığa tercih etmek ve bu şekilde dünyada yapması icabeden vazifelerini ihmal etmek; insanın kendi nefsinde çok kuvvetli olarak varlığını hissettiği, bazan galip gelemediği ve uğrunda çok hayırlı işleri terkettiği “rahat meyli”ne de onun âhiret hayatını da içine alacak küllî manâda tamamen ters düşmektedir!..

Mustafa Nutku

Asrımızın Manevi Dinamikleri – Dünya Üniversitesi!

Selçuklu ve Osmanlı devletinin temeli,  Şeyh Edebali, Dursun Fakih, Mevlana, Yunus Emre, Ahmet Yesevi Hızır Çelebi, Molla Gürani, Akşemsettin, Kemal Paşazade ve Zenbilli Ali Efendi gibi nice büyük alimlerin ve manevi sultanların rehberliğinde aşk ile iman, insaf ile adalet ve akıl ile mantık esasları üzerine bina edilmiş; yine bu manevi otoritelerin rehberliğinde mantıklı, sağlam ve intizamlı bir şekilde yürütülmüştü. Cumhuriyet devrinin manevi dinamiği ve mimarı ise Bediüzzaman Hazretleri ve onun bir marifet ve fazilet hazinesi olan eseri Risale-i Nur olmuştur.

Evet, medrese ve tekkeler kapatılınca Cenab-ı Hak lütuf ve kereminden Risale-i Nur gibi bir eser nasip etti. Eskiden Arapça, Kur’an, hadis, kelam ve fıkıh gibi dersler müderrisler tarafından okutulurdu. Burada tedrisat görenler ise on beş yıl okutulduktan sonra ancak alî ilimlere çıkılabilirdi. Zaten o medreselerde herkes de okuyamazdı. İşte kapatılan o medrese ve tekkelere bedel, Risale-i Nur öyle bir mektep ve medrese oldu ki, her kesimden, her meslek grubundan talebesi var. Bu hizmet sadece belli bir yaş grubuna münhasır değildir. Çocuklar, gençler, ihtiyarlar, hanımlar, mütefekkirler, araştırmacılar, ilim adamları bu mektebin birer talebesidirler. Bu eserleri okuyan herkes istidat ve kabiliyeti nispetinde ondan hisse alır, kalbine ve ruhuna nakşeder ve imanını inkişaf ettirir.

Üstad Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:

Evet Risale-i Nur on beş senede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi, on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zât tecrübeleriyle şehadet ederler.”[1]

Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet Kur’andan, hakikat-ı tarîkatı -tarîkatsız- feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzât olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın îsal edici bir yol buldum.”[2]

Bu hizmet bir mekâna, belirli bir merkeze ve bir şahsa bağlı değildir. Bu hizmet bütün dünyayı içine alacak şekilde çok geniştir. Bu dersleri okuyanların hepsi talebe ve şakirttir. Bu talebelik ise bir ömür boyu devam etmektedir.

Evet, dünyanın hiçbir yerinde yaşları, meslekleri, branşları ayrı olan milyonlarca insanı bir araya toplayan, birbiri ile kaynaştıran, onları bir akraba haline getiren, kalplere Allah korkusunu ve muhabbetini yerleştiren, insan sevgisinin ve uhuvvetin ehemmiyetini ortaya koyan, onlara bir hedef gösteren bir başka ekol yoktur. Bu bakımdan Risale-i Nur, bir cihan üniversitesidir. Üstad Hazretleri Münâzarat adlı eserinde şöyle buyurur:

İslâmiyet hariçte temessül etse; bir menzili mekteb, bir hücresi medrese, bir köşesi zâviye, salonu dahi mecmaü’l,küll, biri diğerinini noksanını tekmil için bir meclis-i şûra olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî timsalinde arz-ı dîdar edecektir. Âyine kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z Zehrâ dahi o kasr-ı İlâhîyi haricen temsil edecektir.”[3]

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin harika bir şekil de izah ettiği bu hizmeti, bu asırda Risale-i Nur hakkıyla ifa ve temsil etmektedir.

Risale-i Nur’daki bütün hakikatler bu asırdaki insanların fıtratına uygun, fevkalade orijinal ve mükemmeldir. Risale-i Nur’un mevzuları gibi, o mevzuları meydana getiren cümleler ve kelimeler de gayet mükemmel ve orijinaldir. Onlar hiçbir kitaptan alınmamış ve doğrudan doğruya Üstadın kalbine Kur’an’dan ilham edilmiştir.

Nitekim Üstadımız da bu hakikatı şöyle ifade etmektedir:

Risalet-ün-Nur sair te’lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Te’lif olduğu vakit hiçbir kitab müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’ânîden ve âyâtının nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.”[4]

Bunun içindir ki, insanların aklına, ruhuna, kalbine ve tüm hislerine hitap eden bu harika eserler raflarda durmuyor, büyük bir şevkle tekrar tekrar okunuyor, okuyucunun elinde ve cebinde dolaşıyor.

Osman Yüksel Serdengeçti’nin ifadesiyle ; “Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, îmana susayanlar; onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstadın Nur risaleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç – ihtiyar, cahil – münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan bir şey aldı, onun nuruyla nurlandı.”[5]

Kur’an’ın manevi bir tefsiri olan Risale-i Nurdaki ulvi hakikatler, îman, marifet, ahlak, edep ve irfan sahasında büyük fütuhat yapmış, başta Arapça ve İngilizce olmak üzere kırktan fazla dile çevrilmiş ve hamiyetli ve gayretli insanlar tarafından Avrupa, Amerika, Afrika ve Asya kıtalarına kadar ulaştırılmıştır.

Helaket ve felaket esrında her türlü menfi cereyanlar, imansızlık ve sefahet ateşi her tarafı kasıp kavurmakta idi. Üstad bu manzarayı şöyle dile getirir. “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, îmanımı kurtarmağa koşuyorum.” [6]

Evet, Kur’an nurunu söndürmeye çalışanlar zulümlerini bütün şiddetiyle icra ediyorlardı. Başta Bediüzzaman olmak üzere Kur’an’a ve imana hizmet eden ilim ve irfan erbabı her türlü zulüm, istibdat, hapis ve sürgün gibi eza ve cefalara maruz kalıyorlardı. Bediüzzaman’ın ifadesiyle;

Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş; hıyanet, hamiyet libasını giymiş; cihada bagy ismi takılmış, esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.” [7]

Dolayısıyla, fazilete, rezalet; rezalete fazilet denilen dehşetli bir asır yaşanıyordu. Himmet erbabı, hiçbir tarihte, onun zamanındaki gibi eza ve cefaya maruz kalmamıştı.

Cenab-ı Hak, lütuf ve kereminden ahır zamanda Bediüzzaman gibi büyük bir mürşidi insanlığın imdadına gönderdi. Onun yazmış olduğu insanlığın manevi reçetesi olan bu eserlerin ekserisi, tekke ve zaviyelerin kapatıldığı, her türlü dini tedrisatın yasak edilip Kur’an’ı okuyan ve okutanların takibat altına alındığı, batı kaynaklı her türlü menfi cereyanların ortaya çıkıp revaç gördüğü, bu necip milletin imanına, ahlakına, mukaddesatına, ezanına ve ubudiyetine hücum edildiği, gençliğimizin tarihine ve öz kültürüne yabacılaştırıldığı, dini ve milli seciyelerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya bırakıldığı ve milletimizin manen sarsılıp, ruhen çökertildiği dehşetli bir zamanda hem de hapishanelerde ve tecritlerde yazılmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri bu dehşetli durumu şöyle ifade eder: “Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has mü’minlere ve ferdlere hitab ederler, bu zamanın dehşetli taarruzunu def’edemiyorlar.”[8]

Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünki öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.”[9]

Evet bu asrın dehşetine karşı taklidî olan îtikadın istinad kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan her mü’min tek başıyla dalâletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir îman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin.”[10]

Bunun içindir ki, Üstad Bediüzzaman Hazretleri asırlarını feyizleriyle nurlandıran o büyük tarikat kahramanları da bu zamanda gelseydiler bütün himmet ve gayretlerini iman hizmetine sarf edeceklerini ifade etmektedir:

Bu da şüphe ve tereddütlerin izalesi, akılların tatmini ve kalplerin tenvir edilmesiyle iman hakikatlerinin sarsılmaz delil ve burhanlarla insanların ruhuna, aklına, vicdanına ve bütün hissiyatlarına nakşedilmesiyle olabilir. Risale-i Nur bu hizmeti hakkıyla ifa etmiştir. Üstadımız, “Tesadüf, şirk ve tabiat”tan teşekkül eden fesad şebekesinin âlem-i İslâm’dan nefiy ve ihracına, Risale-i Nur’ca verilen karar infaz edilmiştir.”[11] buyurarak bunu ifade etmiştir.

Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet’e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayt kalmak, elbette kâr-ı akıl değil…”[12]

Üstadımızın; “Zaman tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır” buyurması da bu nokta-i nazardandır. Yoksa onun, hâşâ tarikata karşı olması demek değildir. Nitekim üstadımız “Telvihat-ı Tis’a” adıyla yazmış olduğu çok ehemmiyetli ve çok harika eserinde tasavvufun sayısız faydalarını, güzelliklerini, hikmetlerini, hakikatlerini, ehemmiyetini ve dindeki yerini izah etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri bu harika eserinde tarikata intisap eden bazı ehliyetsiz fertlerin hatalarını nazara vererek tarikata hücum edenlere karşı, tarikatın maksadını, gayesini ve ehemmiyetini fevkalade bir vukufla ortaya koymuş, tarikata hücum eden din düşmanlarına şiddetli ve dehşetli tokatlar vurmuş, herkesin kendi köşesine çekildi o dehşetli dönemde kaleme aldığı bu eser ile mülhitleri ilzam etmiş, müminleri, özellikle de tarikat erbabını memnun ve mesrur etmiştir.

 Mehmed Kırkıncı

Kaynakça;

[1] Nursî B. S Kastamonu Lahikası

[2]Nursî B.S Mesnevi-i Nuriye

[3] Münazarat

[4] Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, Birinci Şuâ

[5] Nursî, B.S Tarihçe-i Hayat (Tahliller)

[6] Tarihçe-i Hayat

[7] Mektubat

[8] Nursi B. S Kastamonu Lahikası

[9] Nursî, B. S. Mektubat (5. Mektup)

[10] Nursî, B. S Sikke-i Tasdîk-i Gaybî,

[11] Mesnevi-i Nuriye

[12] Nursî, B.S Mektubat (5. Mektup)

Dünyada ve Ahirette, Risale Okumanın Bana Faydası Nedir?

Birincisi Risale-i Nur okumanın dünyevi faydaları, diğeri ise Risale-i Nur okumanın uhrevi faydalarıdır.

Dünyevi faydalar şunlardır:

1. Rızıkta bereket.

2. Kalbde rahat ve sürur.

3. Maişette suhûlet. (Geçimde kolaylık)

4. İşlerinde muvaffakiyet.   (İşlerinde başarılı olmak)

5. Talebelik faziletini almakla bütün Risale-i Nur talebelerinin has dualarına hissedar olmaktır.

 
Uhrevi faydalar ise şunlardır:

1. En mühim bir mücahede olan ehl-i dalâlete karşı mânen mücahede etmektir.

2. Üstadına neşr-i hakikat cihetinde yardım suretiyle hizmet etmektir.

3. Müslümanlara iman cihetinde hizmet etmektir.

4. Kalemle ilmi tahsil etmektir.

5. Bazan bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen, tefekkürî olan bir ibadeti yapmaktır.

Ayrıca Nur talebesi olmanın iki mühim neticesi de vardır. Bunlar:

1. Âyât-ı Kur’âniyenin işaretiyle, imanla kabre girmektir. 
2. Bütün şakirtlerin mânevî kazançlarına, Nur dairesindeki şirket-i mâneviye sırrıyla, umum onların hasenatlarına hissedar olmaktır. 

Bediüzzaman Said Nursi’nin Barla Yolculuğu (Şiir)

Nurun tohumu da artık filiz verip yeşillenir

Hemen meyve verecek, sanki tılsımlı bir iksir

 

Arıyordu, Dünya da en verimli mümbit arazi

Üstad’a; beşer zülüm, adalet edecekti kaderi

 

Nurun tohumu ekilmesi gerek, cemre yakın

Hele bir ekilsin de, nasıl büyüyecek siz bakın

 

Kader rüzgârı, üstadı savurdu Şubat ayında

Burdur, Isparta, Eğridir’den kayıkla Barla’ya

 

Dünya ve denizin müthiş dalgaları arasında

Huşu içinde ikindi namazını eda etti kayıkta

 

Barla sahilinde, üstadı keklikler karşılar

Kâinat adına kanatlarıyla daim alkışlar

 

Yol boyunca, üstada eşlik etti keklikler

Vedalaşmak için, gökte çizildi daireler

 

Yaya olarak akşamüzeri gelinir Barla’ya

Teslim etti Jandarmalar, karakol komutanına

 

Yorgun argın, o gece karakolda geçer

İlahi kader ise, nur üstada elbise biçer

 

Bekir Özcan

www.NurNet.org