Etiket arşivi: Ebedi hayat

Devam eden günahın küfürle ilişkisi

Hastalar Risalesinin Sekizinci Devası’ndaki şu cümleyi her okuyuşumda dehşete kapılırım: “Günahlar, hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardır; bu hayat-ı dünyeviyede dahi kalb, vicdan, ruh için manevî hastalıklardır.”

Birbirinin tamamlayıcısı bağlamında İkinci Lem’a’daki “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var.” anlamındaki kırmızı çizgiyi işaret eden bir başka ikaz.

Habbe’deki “Masiyetin mahiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır.”son uyarı ile uçurumun kenarı gösterilir. Dehşetinden Allah’a sığınılan ahirzamanın fitnesi o kadar dehşetli ki nefse hâkimiyet neredeyse imkânsız hâle gelecek. O fitneler, nefisleri kendilerine çekip, meftun ederek tiryaki edip bağımlı hâle sokar ve zaten çokları da zevk aldıkları için ihtiyar ve iradesiyle günahı işlerler.

Ahirzamanda yüzlerce müfsidin karşısındaki iradeyi çok çetin bir imtihan beklemektedir.

İşte bunların en dehşetli ikilisi: Fıtraten kendi güzelliğini göstermekten zevk alan kadın ile buna cevap veren fıtraten güzel düşkünü erkeklerdir. Burada irade baskın bir şekilde ifsat edilmektedir.

Bu nasıl olmaktadır?

Günah ve harama hassasiyetin kırılmasıyla ilk delik açılmaktadır. Bir başka ifadeyle günahın tahrip ediciliğini ilk yalanda, ilk şüphede ve ilk haramın örseleyiciliğinde aramak lâzımdır. Dolayısıyla bir lokmada, bir kelimede, bir danede, bir işarette, bir öpmekte batmamak çok ehemmiyetlidir. Yalan bir söz doğru sözden daha cesaretle söyleniyorsa tehlike uçurumunun kenarına gelinmiş demektir. Haramın çekim alanına girildikten sonraki süreçte irade, kalb ve aklın değil nefsin sözünü dinler.

Sonrasında neler olur?

Tiryakisi olduğu kötü alışkanlık, zevk kaplı acılarla devam ederken işlenen her bir günah kalbi karartır. Ülfetle devam eden alışkanlığın terkine imkân bulamayınca işlediği günahın cezayı gerektirmediğini ifade ederek sıradanlaştırmaya başlıyor. Başkalarının da yaptığını ifadeyle yaygınlaştırıp teşmil ediyor. Vicdanı, yaptığından rahatsız olduğu için nefsi kaçamak yollar ararken işlediği günahından başkasının haberdar olmasının getirdiği sıkıntı ile her an kendisini takip eden meleklerin varlığı ağır gelerek inkâra bahane arıyor. Yaptığı hatasının cezası anlamındaki bütün dehşetiyle kendisini bekleyen cehennemin reddine gider. Nihayet bunların sorumlusu olarak emir ve yasakların koyucusu olan Allah’a önceleri gizli sonrasında aleni düşmanlık ve inkâra varan son ile noktalar.

Günah, hem dünya ve hem de ahirette daimî hastalık kaynağı olduğu ve bu hastalığa yakalanan kişinin kalbi, vicdanı ve ruhu da muzdariptir. Dünyası da ukbası da rahat değildir.

Haftaya çaresini konuşalım inşaallah.

Mehmet Çetin

Geçmişi Kurtarmak

Gölgesi uzuyor hayatlarımızın. Sevimli ihtiyar adamların, bir cami avlusunun serinliğinde akşam ezanlarının okunmasını ya da belki bir köy kahvesinin önündeki tahta sandalyelere oturmuş, hareketleri gibi ağırlaşmış zamanın geçmesini beklerlerken birbirlerine anlattıkları geçmiş zaman hikâyelerine kapılarak bilinmeyen yerlere doğru (nerededir bütün o yaşanmış şeyler şimdi?) yitip gitmeleri ve geriye yalnızca havayı dolduran seslerin kalması gibi, hayatlarımızın gölgesi uzadıkça, geçmişe daha uzun uzun bakıyor, daha eskilere, unutuşun dipsiz kuyusuna çökmüş anıların peşinde daha derinlere, yitirilmiş bir dünyanın kalıntılarını bulup çıkarmak için dalıyor ve her defasında kimbilir hangi büyünün tesiriyle değişmiş, tanınmaz hale gelmiş, belki uzaktan uzağa birşeyleri hatırlatan, ama artık kendileri olmaktan, bütünüyle bizim olmaktan çıkmış, yine de sahiplenmekten vazgeçemediğimiz ‘şeyler’le geriye dönüyoruz. O şeylerden konuşurken kelimelerimiz bile yosun kokuyor. Gölgesi uzuyor hayatlarımızın.

kıraathaneÖmür bahçelerimize akşamın alacakaranlığı usulca çöker ve tüm yaşadıklarımız bu alacakaranlığın içinde belirsizleşip birbirine karışmaya, gitgide silinmeye yüz tutarken, yaşadıklarımızdan birşeyleri kurtarmaya, hayatta tutmaya çalışmak için bizi zorlayan bir endişe ve istek içimizde çoğalıyor. Herşeyin birbirine karıştığı bu yarıkaranlık bahçede huzur ve acı, sevinç ve üzüntü, neşe ve keder, ümit ve yeis te birbirine karışıyor, içiçe geçiyor, biri diğerinin yerini alıyor. Öyle ki, çoğu defa neyin bizi huzursuz ettiğini anlayamıyor veya binbir güçlükle netleştirdiğimiz bir görüntünün bize acı mı sevinç mi verdiğine emin olamıyoruz. Yine de bu zorluklar bizi yıldırmıyor ve ‘geçmişi kurtarmak’ gibi altından kalkılması hayli zor bir işin peşini bırakmıyoruz. Çünkü hayatlarımızın yaşanmaya değdiğine, hayatın hakkını verdiğimize kendimizi inandırabilmenin kaygısıyla doluyuz. Bu kaygılarla geçmişe ait hatırlayabildiğimiz ne varsa yazmaya, anlatmaya, kaydetmeye, biriktirmeye çalışıyor, yaşadıklarımızı hatırlatan ve o yaşanmışlıkların bütün duygularıyla, sezişleriyle, imalarıyla, kokularıyla üstüne sindiği eşyaları titizlikle saklıyoruz.

Hepimiz az çok geçmiş zaman koleksiyoncusuyuz. Koleksiyonumuzun zenginliğini yeteneklerimizin farklılığı belirliyor. Ama yalnızca zenginliğini değil, bu özel koleksiyonun bir canlılık taşımasını, parçalarının belirli bir uyumla biraraya getirilerek sağlıklı ve iyi bir bütün oluşturabilmesini de yeteneğimiz belirler. Ama yalnızca yeteneğimiz de değil. Geçmişin unutulup gitmesinden, geçmişimizle birlikte kaybolup gitmekten duyduğumuz korkunun büyüklüğü de belirleyicidir. Bu, geçmişi sadece geçmiş olarak görmemekle, Zamanı bütün parçalanmışlığına ya da onu parçalanmış olarak algılayışımııza karşılık, o parçalara aynı anda dokunabilme isteğinin içerdiği ‘aşırılık’la ilgilidir. (Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde adlı eserinde anlatmayı başardığı buydu. O, ‘Eserimi tamamlayacak vakti bulabilirsem, herşeyden önce insanları, birer hilkat garibesine benzetme pahasına da olsa, mekanda kapladıkları kısıtlı yere karşılık, Zaman içinde çok büyük, ölçüsüzce uzatılmış bir yer kaplayan varlıklar olarak tasvir edecektim’ der, ‘çünkü insanlar, yıllara dalmış devler misali, yaşamış oldukları, sayısız günden oluşan, birbirinden uzak dönemlerin hepsine aynı anda değerler.’) Zaman’la aramızdaki ilişki bizi bu aşırılığa zorlar, çünkü bu aşırılık olmadığında geriye birşey kalmamaktadır. Ölümün hayaleti dışında. Sona yaklaştıkça daha iyi anlıyoruz bir sonumuz olduğunu.

Kazancakis’in bir romanında, ihtiyar bir adamın nehrin sularında kendi akıp giden hayatını seyretmesi gibi, artık baktığımız herşeyde kendi faniliğimizi hatırlatan izler görüyoruz. Bugüne kadar bir fısıltı olarak duyduğumuz sesler gittikçe yükseliyor. Dünyayı dolduran bu görüntüler ve sesler, daha da yaklaştığını haber veriyorlar ”yaklaşmakta olan”ın. Bulutların geçişinde onu hatırlatan birşey var. Rüzgarların tenimize değişinde onun soluk kesici soğukluğunu hissediyoruz. Yapraklar onun rengiyle dökülüyor ağaçlardan. Onun temasıyla çiçekler kokularını kaybediyor. Denizin çekildiği kıyılardaki ağır sessizlikte, ormanların derinliklerindeki nemli kuytularda, şehirlerin gürültülü caddelerinde, evlerimizdeki ağır ve kasvetli eşyaların arasında onun hayaleti dolaşıyor. Ölüm, yaklaşıyor.

Ölüm daha da yaklaştıkça, hatırlamak hayati bir meseleye dönüşüyor. Kendimize ve başkalarına, ”hayatı hakettiğimizi, yaptıklarımızın ve yaşadıklarımızın bunu apaçık gösterdiğini” ispatlamak için hemen her şeyi hatırlamaya, onlara yeni bir görev yüklemeye, geçmişimizi bir bütün olarak sabitleyip görünür kılmaya ve gelecek ölümün dünyada bıraktığımız tüm izleri silmesini önlemeye çalışıyoruz. Bu, masum ve anlaşılabilir bir çaba olarak kalabilirdi, eğer yaşadıklarımıza dair yeniden tanıklığımız, insani bir ”içe dönüş”le sonuçlanabilseydi.

Halbuki çoğu zaman geçmişe çevirdiğmiz bakışlarımıza, ölümün hayatlarımıza yönelik bir haksızlık olduğu yargısı eşlik ediyor. Yaşadıklarımız zihinlerimize, ölümün o herşeyi anlamsızlaştırdığını düşündüğümüz dokunuşundan kurtulmayı başarmış, yalnızca kendisine işaret eden ve sonsuza dek kendini tekrarlayan bir görüntü olarak yansıyor. Geçmişin kalıntılarıyla kendimiz için bir ”özel ebediyet” inşa etmeye girişiyor ve böylece, Geçmiş düşüncesine ideolojik bir işlev yüklüyoruz. Bütün geçmiş(imiz), ölümlü olduğumuz gerçeği karşısındaki direnişimizin bir aracına dönüşüyor. Hatalarıyla, yanlışlarıyla, günahlarıyla yaşadığımız herşeyi kıskançlıkla sahipleniyoruz, çünkü hayatlarımızın hakiki sahipleri olduğumuzdan hiçbir kuşkumuz yok. ”Yaşadığım hiçbir şeyden pişman değilim” diyen kişinin, yaşadıklarını sahipleniş biçimindeki apaçık kibirden rahatsızlık duymuyor, aksine bu sözü kendisiyle barışık bir insanın rahatlığı olarak onaylıyoruz. Geçmişle kurduğumuz bu ilişki biçimine, hayata ve ölüme yüklediğimiz anlamın temelden sakatlanmış olması yol açmaktadır.

Hayatımızın sürmesini mümkün kılan şartlar ve ihtiyaçlar-ki bunlar kainat kadar geniş bir alana yayılmış ve sayısız çeşitliliktedir- karşısındaki mutlak aczimize bakmadan hayatımız üstünde mutlak sahiplik iddiasında bulunmamız, bütün saçmalığına rağmen bu iddianın temeli üzenine kurulu bir yaşayış tarzını sürdürmedeki ısrarımız ve giderek yaklaştığımız ölümümüzün bu benimsediğimiz,alıştığımız yaşayışın içinde hiçbir biçimde anlamlı bir yer tutmayışı, bu yüzden ölümü hayatlarımıza yönelik ölçüsüz bir tehdit olarak algılayışımızın doğurduğu dehşet, geçmişle kurduğumuz ilişkiyi hakikatdışı bir alana taşır. Yaşanmış olan, artık hayatımızı yeniden anlamlandırabileceğimiz bir muhasebe imkanı barındırmaz. Belki olsa olsa şenlikli, renkli bir karnaval gibi kendini işaret eder ve yalnızca gösterdiği kadarını olumlayarak sabitleşir. Onun bu görünümü, bütün yüzeysel renkliliği, çeşitliliği ve çılgınca akışına rağmen hayatın gittikçe cansızlaştığı bu dünyanın görünümüyle uyumludur. Çünkü hakikatten yoksunluk, dünyanın bu işleyiş biçimini belirlediği gibi, hayata bakışımızı da çarpıtmış durumda.

İnsan hayatının küresel ekonomi-politik işleyişin aracı olarak değersizleştirildiği bu dünyanın sözcüleri, bize hayatlarımızın sahibi olduğumuz yalanını söylemekten vazgeçmiyorlar. Biliyorlar ki, ancak onlara inandığımız sürece her tür tahakkümü ve zorbalığı meşrulaştıran zemin yerinde durabilir. Ancak, hayatlarımız üzerinde, Hayatı veren Yaratıcı’nın dışında hiçbirimizin sahiplik iddia edemeyeceğini anlamak ve buna iman etmek, hayata ve ölüme bakışımızı hakikat düzeyine çıkaracaktır. Geçmişe dönersek.. Ölüm yaklaştıkça çekildiğimiz geçmişin o donuk ebediliğinde hiçbir hayat emaresi bulunmuyor. Bizim, hayatın ve ölümün sırlarını açıklayan ”ayetler”e, aklımıza, kalbimize, ruhumuza, bütün duygularımıza seslenen ve iyileştiren ayetlere ihtiyacımız var. Onlar, hayatlarımıza yeniden indiğinde, vaat edilmiş bir ebediyetin içinde geçmişe de tüm canlılığıyla bir yer verildiğini umut edebiliriz. O (c.c.) razı olduğu için kaybolmamış, yitirilmemiş bir ömür. Bu umut, herşeyin üstündedir.

Sedat Turan / Zafer Dergisi

Babalar ve Uhrevi Sorumluluk

Aile ve evlilik kurumunun çerçevesini çizen ayetlere ve Efendimizin sünnetindeki uygulamaya baktığımızda babalara çok önemli ve ağır sorumluluklar yüklendiğini görürüz. Oysa günümüzde babaların bazı asli sorumluluklarını maalesef ihmal ettikleri de acı bir gerçeğimizdir. Babalar iş yoğunluğu, daha çok kazanma gibi farklı sebeplerle önemli ailevi yükümlülüklerinden bazılarını üstlenememektedir. Çoğu zaman eşler ve çocuklar babalardan mahrum bir hayatı yaşamak zorunda kalmaktadır. Özellikle çocuklar sabah erkenden işe giden, akşam geç saatlerde dönebilen, döndüğünde de artık hem zihnen hem bedenen tükenmiş babalardan gerçek bir baba olarak istifade edememektedir.

Babaların çocuklar üzerindeki “model insan” olma özelliği her geçen gün azalmaktadır. Çocukların belki de sadece babalardan görerek ve birlikte yaşayarak öğrenebilecekleri erkekliğe ve adamlığa dair özelliklerin aktarılması sağlanamamaktadır. Özellikle günümüzde babaların bizzat üstlenmesi gereken sorumluluklar başkalarına ihale edilmekte, babaların yerine ikame edilmek istenen kişi ve kurumlar ise bu görevleri yerine getirememektedir. Nur suresindeki şu ayetler sanırım gerçek babalar için çok önemli bir özelliğe atıfta bulunmaktadır:

“Allah’ın yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin verdiği öyle evler vardır ki orada sabah akşam Allah’ı tesbih eden kimseler vardır. Bunları, ticaret de alış veriş de Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoyamaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nur 24/36-37).

Evet içlerinde sabah akşam Allah’ın anıldığı evler ve bu evlerde Allah’ı anan, namaz kılan, zekat veren kimselerden bahsediyor bu ayetler. Ve en önemlisi bu ayetlerde ticaretin ve alışverişin bu zikre, bu tesbihe, namaza ve zekata engel olamaması üzerinde duruluyor. Oysa günümüzde ticaret ve alışveriş maalesef farz ibadetler için bile birer engelleyici olabiliyor. İş hayatı merkeze alınıyor ve her şey ona göre şekilleniyor. Babaların eşlere ve çocuklara yönelik sorumlulukları hep iş yüzünden ya askıya alınıyor ya da sürekli erteleniyor. Tahrim suresindeki ve Taha suresindeki şu ayetler de bu çerçevede düşünülürse meselenin önemi daha çok anlaşılır:

“Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. …” (Tahrim 66/6). “Ailene namazı emret, kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz. Aksine biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç takva iledir.” (Taha 20/132).

Bu ayetlerdeki uyarı ve hatırlatmaları bir de Zümer suresindeki şu ayetle birlikte düşünürsek ailevi sorumluluğun uhrevi yönünün ne denli önemli olduğunu kavrarız: “…Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini hem de ailelerini ziyana sokanlardır. Bilesiniz ki bu apaçık hüsrandır.” (Zümer 39/15).

Babaların ailevi sorumluluğu yanında her türlü sorumluluğu en güzel bir şekilde ifade eden şu meşhur hadis de bu konuda bizlere ışık tutmalı, vazife ve sorumluluklarımızı yeniden düşünmemize ve önemini fark etmemize vesile olmalıdır: “Her biriniz bir yöneticisiniz ve her biriniz yönetiminizdekilerden sorumlusunuz: Devlet adamı bir yöneticidir ve halkından sorumludur; erkek, ailesinin yöneticisidir ve onları gözetmekten sorumludur; kadın, kocasının evinin muhafızıdır ve bundan sorumludur; hizmetçi efendisinin malının bekçisidir ve bundan sorumludur. Her biriniz bir yöneticisiniz ve yönetiminizdekilerden sorumlusunuz.” (Buhari ve Müslim)

Birkaç ayet ve bir hadis etrafında işaret etmeye çalıştığımız “babaların sorumluluk bilinci” belki de bir kitap hacminde ele alınması gereken önemli bir meselemiz. Özellikle günümüzde hele hele büyük şehirlerin keşmekeşinde iş hayatının, geçim derdinin, dünyevileşmenin bizleri savurmasına, alıp götürmesine ve bizi biz olmaktan çıkarmasına karşı bilinç ışıklarını yakmak durumundayız. Tabii ki bu bilinçlenmeyi en güzel şekilde yapmamıza kaynaklık edecek olan da ayetler ve hadislerdir.

Babaların sorumlulukları içinde evinin ve ailesinin dünyevi ihtiyaçlarını karşılamak da vardır. Ama insanın ihtiyacı sadece bunlarla sınırlı değildir. Hatta iman gibi, ibadet ve ahlak eğitimi gibi ihtiyaçlarını en güzel şekilde karşılamak; nesillerinin terbiye ve te’diplerini olması gerektiği şekilde üstlenmek babaların daha çok dikkat etmeleri gereken mesuliyet alanıdır. Çünkü bunlar ebedi olan ahiret hayatımızla ilgilidir. Asıl kazanç ahiretimizi kurtarmak, asıl hüsran da (Allah muhafaza) ahiret hayatında karşılaşılacak olan ebedi hüsrandır.

Akıllı kişi, kazancını iyi hesap edebilmek muhasebesini yaparken sadece dünyevi kazancı değil, uhrevi kurtuluşu da göz önünde bulundurmak durumundadır. Bir de yalnız kendi saadetini düşünmemeli, mesuliyeti altında olan ailesini de ebedi hüsrandan kurtarabilmenin gereklerini yerine getirmelidir.

Veli Karataş / Zafer Dergisi

Nedir Sonu Olmayan Ebedi Hayat?

İmanlının kârı ile imansız kimsenin zararını aşağıda anlatmaya çalışacağız.

İmansızlar inanmayabilirler. Ama kesin olarak insan, sonsuz bir hayata namzettir. Ölümden sonraki hayatta, İmanla ameli birleştirenin yeri, sonsuz bir cennet olduğu gibi, imansızın ve inanıp da amel ile Müslümanlığını ispat etmeyen, ibadetlere yanaşmayanın da yeri, ebedi bir hayatta cehennem azabını çekmektir. Ebedi hayat ne demek olduğunu az da olsa anlamamız için bir misal arz edeyim:

Ağırlık kilo ile, uzunluğu metre ile, sıvı maddeler litre ile, deniz yüzeyini mil ile, uzayda ki boşluk ise ışık yılı ile ölçülür. Güneşin ışığı bize 8 dakikada gelir. Dünyamızın güneşten uzaklığı ise: 148.000.000  kilometredir.

Şimdi 8 dakikalık mesafe bu kadar olursa, onun saati, günü, ayı, acaba ışık yılı kaç kilometre olur,Yani bir ışık yılının mesafesi rakam ile tarifi mümkün değildir! Sızıntı dergisinin ifadesine göre “Yalınız saman yolu galaksisinin bir ucundan diğer ucuna ulaşmak için 90 bin ışık yılı mevcuttur” fezada milyarlarca galaksi mevcuttur.

Şimdi! Bütün bu feza boşluğunu buğday taneleri ile doldursak, bu buğday tanelerinden bir tavuk her gün değil, senede bir tane alsa Bu buğdaylar mı biter, yoksa ebedi hayat mı biter?!!! Evet kardeşler Buğday tanelerinin bitmesi, çok fazla uzar fakat gelir gün buğday taneleri biter, ama ebedi hayat hiç bir zaman bitmez. Yani insanlar için hazırlanan cennet hayatı de, Allah korusun cehennem hayatı de hiçbir zaman bitmez.

Evet toprağı şehit kanıyla yoğrulan bu memlekette yaşayıp, Allaha ve ahiret gününe inanmayanlar bulunuyor ve bir kısmı İbadete hiç yanaşmayıp Müslüman geçinen benim erkek ve hanımların hallerine çok acıyorum. Onlara acıdığım için, 76 yaşında olduğum bu yaşta belki onlardan hangisinin kurtulmasına sebep olurum diye, onlara ara sıra e-mail ve slaytlar gönderiyorum. Gönderdiklerimden biri çok mühim olan bu yazımdır:

Allah’ın rahmet ve lutfu ile cennete girebilenler iki kazanç temin ederle ki:

1- Cehennem gibi şiddetli bir azaptan kurtulabilmiş olurlar. Ki cehennemin en hafif azabı, ayağın altına bir kor ateş konulur, şiddetinden beynin lok lok diye ses çıkararak kaynar.

2- Allah’ın varlığına inanıp inandığını işi ile ispat etmeye gayret eden, Mü’min ve Mü’mineye Allah kendi lutfu ile ihsan edeceği cennet gibi bir mutluluk ki: Faydasının derecesini ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, orada lezzetlerin çeşitleri ile lezzetlenip mutlu bir vaziyette olacaklar. Orada yokluk yok, hastalık yok, huri kızları ve hizmetkârlar çok. Uzakakta bir meyveli ağaç görsen onun meyvesini yemeye arzu ettiğin zaman meyve ağacı sana meyveyi getirir , buyurun der. Sen meyveyi dalından koparır koparmaz, hemen onun yerine başka meyve olur, senin bu meyveler biterse ondan mahrum kalırım endişeni kafandan silmek için Allahın Rahmeti orada öyle tecelli eder. Oradaki hareket ise “ruh hiffetinde ve kuvvetinde hayal sur’a tında” olacaktır.

Cehennemlikler de iki büyük zarar görmüş olurlar:

1- Cennet gibi mutluluğunun tarifi mümkün olmayan bir zenginliği kaybederler.

2- Cehennem gibi acısının sonu olmayan bir azabı hak etmiş olurlar.

Şimdi bu zararları hak eden imansızlar, ve imanını ibadeti ile ispat etmeyen erkek ve hanım kardeşlerim. Yukarıda saydığım acıları erkekler kendileri düşünsünler. Her ne kadar Türkiye mizde Dini yaşama serbestiyeti günden güne ilerliyor. Onunla beraber ben Layık devletlerin fazla istismarına uğrayan hanımlarla konuşacağım: Ah benim hanım kardeşlerim kökü batıda olan Laik sistem sizleri çok kötü kullanıyor, sizleri ticaret ve reklam malı yapmış! Benim kız kardeşim! Bu azabı nazara almadan, Namazını kılmaz, arkadaşları gülmesin diye vücudunu ve başını örtemezsin. Hey gaflete boğulup aihret hayatını veresiye görüp akıllı geçinen kardeşlerim! Madem ki hiç kimse sizden 10 lira yerine 100 lira alamıyor demek aptal değilsiniz, demek kafanız çalışıyor. Kafanız çalıştığı halde nasıl kıyafetinizle Bulgar govurunun hanımına benzemeye tenezzül ediyorsunuz. Deneyin bakalım bir Bulgar gavurun hanımına İslam tesettürünü giydire bilir misiniz? Asla. Sizin açık saçıklığınızın günahı, yalınız şahsınıza ait günah değil, 1 km lık yolda kaç erkek size şehvet nazari ile baktı ise? Onların bütünü kadar sizde günah kazandılar. Çünkü sebep sizsiniz.

Aman kardeşlerim! Ne olur bir an önce Yaptıklarınıza pişman olup Allah’ın emirlerini yerine getirmeye çalışın. Yoksa inanın ki ister istemez ölümle gideceğiniz o ahret pişmanlığı çok acıdır.

Sizi çok seven, bazen halinize ağlayan kardeşiniz.

Abdülkadir Haktanır