Etiket arşivi: edebiyat

Türk Edebiyatında Deneme – 2

İzlenimci eleştirinin edebiyatımızdaki temsilcisi Nurullah Ataç olarak kabul edilir. Onun bütün yazıları deneme niteliklidir. Dergilerde isimli derlemede dergi haberlerini bile eleştirirken öznelliğini korur. Onun denemelerini Fahir İz yorumlar.

” Onun bir çığır açıcı, yol gösterici, fikir kımıldatıcı, iyi ile kötüyü ayırt edici olarak birleştiği Şinasi ile Gökalp’tan ayrı bir yanı da var:

 Eski Osmanlı kültürü ile Batı kültürünü iyice sindirmiş olan, Avrupa’daki yeni akımları günü gününe izleyen, durmadan okuyan, düşünen, gelişen Ataç, çağının en güzel Türkçesi ile en iyi denemelerini yazdı. Onun çevresini kendi amacına kazanması, genç kuşakları inandırıp etkilemesi, yalnız kişiliği, yalnız ülküsüne içten bağlanışıyla değil, verdiği güzel örneklerle de oldu.” (Fahir İz, Söyleşiler s. VHI)
Nurullah Ataç, izlenimci eleştirilerinde çok zaman belgeden kaçınan, kişisel kırgınlıkları, fikri zıtlıkları önemseyerek yorumlar yapan bir eleştirmendir.

Prof. Dr. Himmet Uç - KonuşmaAsım Bezirci onun bu tavrını örneklerle değerlendirir. Onun başarısı karşısında muhalif bulunmayan bir dönemden ileri gelmektedir. Prospero ile Caliban, Okuruma Mektuplar’da amirane yerine göre dayatmacı konuşur. Mesela Tecer’in ” Besbelli ölümüm sabahleyindir” mısraı ile düpedüz alay eder. Üstelik o zaman Tecer yaşamaktadır. Sadece onun ile yaşayan bir dili savunur. Hem de mutlakçı bir tabiatla. Kullandığı birçok yeni kelime onunla birlikte ölür.

Tahsin Yücel günümüz eleştirel deneme yazarlarındandır.

 Tartışmalar isimli kitabında dil ve edebiyat sorunlarını bir iki de romanı eleştirir. Türkçe konusundaki hassasiyeti saygı değer bir tutumdur. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ından hareketle kullandığı dilin, Türkçenin yetersizliğini örneklerle anlatır. Nesnel bir eleştirmendir. Metinlere dayanmak onun eleştirisinin ana eksenidir.

Yazın Gene Yazın” da edebiyat ve sorunlarını örneklerle yorumlamaya bir ölçü koymaya çabalar. Nesnelliği elden bırakmaz.

” Büyük romancıları hep ağırbaşlı yazarlar olarak düşünmek, yalnızca Flaubert’i değil, neredeyse hiçbirini anlamamak ya da bu da aynı kapıya çıkar, neredeyse hepsini yanlış anlamaktır. Öyle ya ilk büyük romanlar Pantegruel, Don Kişot, Gil Blas de Santillane’ın Öyküsü, gülmece payının fazlasıyla ağır bastığı romanlardır. Romanın yazın türü olarak doruk noktasına ulaştığı XIX yüzyılda da büyük romanlarda alay ve gülmece payı gittikçe artar.” (Yazın Gene Yazın s. 47)

Daha hacimli olan Alıntılar isimli kitabında ise değer olarak diğerlerine oranla daha kısa, bir çırpıda vücut bulmuş eleştirel denemeler yer alır. Ama yazar hiçbir zaman hırçın, dayatmacı, kinci, amirane, hâkimane konuşmaz.

 Mizaç olarak Tahsin Yücel eleştirinin istediği ciddiyeti ve nesnelliği koruyan bir yazardır. O da Enis Batur gibi Batı ile kıyaslayan bir eleştirmendir.

Ama doğu dünyası ile Türk edebiyatı ile aynı oranda ilgileri olduğu söylenemez. Türk edebiyatı konusunda son yüzyılın belli bir süresini eleştirel gözlük altına alır.

 Edebiyatımızın bütün dönemlerini ele alan bir eleştirmenimiz yoktur.

Adalet Ağaoğlu aydın sorunlarını topluma yansıtan bir romancıdır, aynı zamanda bir denemecidir. Serinkanlı bir tutumla nispeten belgelere dayanarak yazdığı denemelerinde edebiyatımızın sorunları, eserleri ve şahıslar hakkında konuşur.

Yakup Kadri Ankara romanında Cumhuriyete geçiş yıllarımızı anlatır.

Adalet Ağaoğlu ise daha oturmuş, kültürel açıdan kimliğini ispat etmiş bir Ankara’yı anlatır, Ölmeye Yatmak’da.

Romanı hakkında denemelerinde de konuşur.

” Ölmeye Yatmak gerçi 1973’de yayımlandı, ama romanın benim kör tutkulu aşkım Ankara’yı bir isyan bayrağı ya da yeni edinilmiş bir mercek gibi adım adım dolaşışı 1968’dir. Her zaman belli bir arayla belleklerimizde gezinecek olan o büyülü zaman… İyicil bir anne gibi her karanlık gecede ” Sabah olunca… Sabah olunca…” diyerek çocuğunu avutmuş olan bu kentin umuduna artık inanmıyordum. Tutkuma başkaldırım ve yalnız ruhu, ülküsü ile değil Ankara’nın coğrafyasıyla da kıyasıya bir hesaplaşmanın ihtiyacını duydum. Romanın baş kişisi Aysel’in sabahın dördü ile tanyeri arasındaki birkaç saatlik Ankara yürüyüşüdür bu. Tarihiyle, coğrafyasıyla neredeyse özdeşleştiği bu kentin, hem Gençlik Park’ına, hem Anıtkabir’e bakan, başkentin yepyeni gökdelen otellerinden birinin üst katlarındaki odasında tepeden tırnağa silkelenişidir.” (Karşılaşmalar. s. 57)

Romancının haysiyetini de savunur

 “Ne zaman, bugünkü Türk romanlarından herhangi birini olumlamak İçin ” Tıpkı filanca İngiliz, falanca Güney Amerikalı romancı gibi yazıyor” olumsuzlamak için de yine “Falanca Alman romancısına özeniyor” biçiminde benzetmeleri bir yerlerde okusam, aklıma bunlar geliyor. Başka hiçbir ülkede, ne aşağılamak, ne övmek için kullanılır bu ölçüt.” (Aynı eser s. 93)
Adalet Ağaoğlu, Tanpınar’ın da zihnini meşgul etmiş olan eşik üzerinde, hayatımızın bu çok anlamlı mekânı ile ilgili yorumları vardır. Ama o Tanpınar’dan daha başka bir şekilde konuya bakar. ” Mikhail Bakhtin’in Karnavaldan Romana adıyla yayınlanmış seçmelerinin önsözüyle Sibel Irak’ın ondan aktardığı gibi: ” Eşik her zaman dönüşümlere gebe bir konum olduğu için, anın açık uçluluğunu, zamanın doğurganlığını da içinde taşır. Anlatıcı yazar (roman yazan diyelim) kahramanın bu konumunu (kahraman için eşiğe ilkin kendisini atan kişi diyelim) başka bir anın, başka bir mekânın sağladığı bir uzaklıktan bakarak betimlenemez. Ne deneyimlerini biriktirip olgunlaşmış bir bilinç olarak geçmişe bakan anlatıcı -kahramanlar, ne da kahramanın zaman ufkunu aşan bir anlatı perspektifi söz konusudur. Bu yüzden, anlatıcı yazarla kahramanlar arasında da tam bir eşanlılıktan söz edilebilir. ” (Öyle Kargaşada Böyle Karşılaşmalar, s. 139)

 Yakup Kadri’nin Kiralık Konak romanının filme alınması onun sinema ile romanın farklarını belirten bir yorumuna neden olur .(Geçerken s.69)

 Romancılar üzerinde konuşur.

” Belli bir akım oluşturmayan ya da nesnel koşullan gereği, yönsemesi şu anda belli bir akım oluşturmamak olan bu, birbirinden ayrı yönelişler, ancak örnekleri üstünde tek tek durularak anlaşılabilir. Dursun Akçam’la Talip Apaydın romanları birbirine benzer. Fakir Baykurt’a benzemeye çalışanlar çoktur. Attila İlhan, Oktay Rıfat’a hiç benzemez. Ben, Attila İlhan’a benzemem; Selim İleri bana benzemez, Ferit Edgü, Oğuz Atay hem hiç kimseye hem birbirlerine benzemezler. Belki hepimiz Batı’dan bir şeylere benzetilebiliriz, ama o kadarıyla. Batı da birbirine benzer zaten. Aynı çağı yaşarken anlam ve teknik farklılıkları sonsuza dek de değişiklik gösteremez.” (Geçerken s. 118)

Edebi denemelerde nesnellik açısından ikinci grup oluşturan Adalet Ağaoğlu,

 Asaf Halet Çelebi, Ahmet Muhip Dranas, Tank Buğra, Cahit Sıtkı, Orhan Veli ve Salah Birsel hareket noktalan bir olan denemecidirler.

Siyasetten uzak sanatı ve edebiyatı, portreleri değerlendirirler.

Orhan Veli kendi sanatını, farklılıklarını savunur.

Salah Birsel Beyoğlu’ndan geçen üdebanın sanki günlüğünü tutar,

 Asaf Halet üdebamızın pek görmediği klasik edebiyatımızın konularını değerlendirir, Dranas’ın yazıları tatsız ve kuru yazılardır.

 Tarık Buğra gazeteci gibi, ayrıca edebiyat muhabbetiyle konuşur.

 Cahit Sıtkı’nın bir tutam yazısı değer hükümleri itibariyle ciddi yorumlar taşır.

Asaf Halet Çelebi Hüsnü Aşk’ı müstesna bir dille ve yorumla tanıtır.

Sade Galip Dede’nin değil, Türk edebiyatının da büyük eseri olan Hüsn ü Aşk, hacminin yüz misli tutacak bir tahlil ve tenkit işine layık olduğu kadar, bin tane Mesnevi’den küçültülmüş denecek derecede sıkıştırılmış en mühim şiir abidelerinden biridir.

Yirmi beş yaşında iken bu muazzam şah eseri ibda eden Galib, kendisinden evvel gelenlerden hiç kimseyi taklit etmeğe tenezzül etmedi. Ne İran, ne Türk şairleri, hatta ne de şarkın tanınmış efsanelerine başvurmak aklından geçmedi.

Binlerce şark şiirine ilham kaynağı olan Yusuf Züleyha, Hüsrev-Şirin veya Leyla -Mecnun gibi meşhur lejantlardan zevk alacak onları yeni baştan tanzim edecek bir istidat ve kabiliyet olmaktan çok üstündü. Onun için hiç kimsenin yürümediği bir yol seçen Galip Dede, en tehlikeli olan tam mücerret bir mevzuu beğendi. Büyük şiirin lejantını kendi uydurdu.” (Bütün Yazılan s. 127)

Mevlana’nın giyimi ile ilgili konuşmaları çarpıcıdır. Mevlana başına  sol omuz üzerine sarkan bir destar sarardı. Bu destar Şems’in ölümüne kadar beyazken sonraları matem alameti olarak duhani duman rengi, siyah denilecek kadar koyu mor, renkle değişmişti.

Peygamberin de böyle giydiği nakledilir. Mevlevi külahından biraz daha alçak olan üstü dar altı geniş doğulmuş deve tüyünden yapılan bu serpuşu bazen Peygamber de giyerdi. Bunu bana merhum Mevlevi Şeyhi Ahmet Remzi Dede Efendi de şimdi ismini hatırlayamayacağım klasik siyer kitaplarından birinde göstermişti” (Bütün Yazıları s. 287)

Çelebi’nin yazıları kimlik dağıtma kurumudur.
Dranas’ın kısa deneme yazılan içinde Tanpınar’ın yaşadığı dönemde nasıl kıymetinin bilinmediği konusundaki yorumlan iç burkucudur. ” Sessiz sedasız, daha garibi, şaşırtmaksızın, ışıkla gölge arası bir kuytulukta yok oluvermek gibi bir ölüm silik ve uzak. Hamdi’nin hayatındaki gibi ölümdeki kaderi de bu oldu. Kendi ölümüne şahit olabilseydi, başlangıcına devamına uygun bu bitişi kendi de beğenir, kusursuz, hatta mükemmele ulaşık şekilde tamamlandım diye memnunluk duyardı. Anlamlarını başkalarına bıraktığı, sadece kelimelerine ve kelimelerin terkibiyle imajlarına önem verdiği şiirlerinin her el atana açılmayan kapılarından birinin ardında kaybolur gibi yok oluş. Bu yüzden, dün gece kitabını karıştırırken şiirlerinin penceresinden yan aydınlık yan karanlıkta, yitik ve pejmürde yüzü ile hep beni seyrediyormuş gibi bir duygu geldi içime. Yaşarken yaşıyor gibi değildi, ölünce de ölmüş gibi olmadı. Bana gelen duygu bu.

 Ölüm haberini gazetede okuduğum zaman içimin burkuluşunu adeta elimle tutarak Hamdi’ye yaraşır bir cümleyle Hamdi’sizliğim başladı, diye düşündüm ama içimin burkuntusundaki acılık bir başka acılıktı, belki de tada benzer bir şey. Ölüm ilk defa, uysal, yatkın, dostça yaklaşmıştı bana. Hamdi’li ölümün adeta bir lezzeti var gibiydi.

 Şiirlerinin tadı sinmişti, belki ölüme de, ama ne olursa olsun, bu marifeti göstermekte acele etmesine mahal yoktu. Hayatta, saçından tırnağına kadar vücudunu dahi düşünceye koymuş olmanın sonsuz tembelliği içinde yaşamaya alışkın Hamdi’nin ölüme girişteki bu tezliğini bir türlü akıl almıyor. En acele etmemesi gereken tek konu buydu.” (Yazılar, s.537)

Salah Bilsel, Cumhuriyet döneminin en velûd deneme yazarlarındandır.

Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu’nda üslup endişesi taşımayan Ahmet Rasimvari üdebanın hayatından garip kesitler sunar. “

Bedri Rahmi herkese Reis diye seslenir. Ama daha çok sevdiklerine söyler bu sözü. Onu sevenler de birbirlerine Reis demeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Bedri o vakitler Tan gazetesinde Yukule’ye Mektuplar adı altında düzyazılar da yayınlamıştır. Çokları bu yazılan şiirlerine yeğler. Bedri’nin lafı açıldı mı hemen onlardan söz etmeye başlarlar. Nisuaz’da Sabahattin Kudret camın önüne oturur gözüne kestirdiği kızların ardına düşmek için hemen caddeye fırlayacak biçimde tetikte bekler” (Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu s. 93)

Sait Faik’in hikâyelerini oluşturan dünyasını anlatır

” Sait’in tanımadığı insan yoktur. Caddede yürür, kahvede, meyhanede mayalaşırken boyna sağa, sola merhabalar yağdırır. Bu selamlardan herkes, işportacıdan tutun da kolacı çıraklarına değin bütün o küçük insanlar topluluğu, o yaşamlarını elle kazananlar, o bir gün çalışmazsa aç kalan işçiler, çocuklar, yaşlılar, sakatlar, fahişeler, ozanlar yani o halkın ta kendisi olan yaratıklar nasibini alır. Sait bu selamlarla o canlı ve gerçek kişilere sanki şunu söylemek ister. Ben de sizdenim ha! Benim sizden ayrılan bir yanım yok” (aynı eser s 187).

Cahit Sıtkı günlük bir dille ama temiz ve arı bir dille denemelerinde bazı şahsiyetler ve eserler üzerinde konuşur.

Abdülhak Hamit’i ve eserini nasıl tanıdığını ve hayatında onun yerini bir roman kahramanını anlatır gibi canlı bir edayla anlatır.

 ” İlk edebiyat dersimde adını duyduğum ilk Türk şairi Abdülhak Hamit oldu. Mektepte hocanın telkinine evde babamın da telkini inzimam edince Hamit kafamın içinde Kaf Dağlarının arkasında ikamet eden devler gibi bir şey oluverdi. Edebiyat derslerim ilerledikçe ona Şair-i Azam, Dahi-i Azam sıfatlarının da verildiğini duydum. Çocuk saffetimle Hamid’e körü körüne inanışım, edebiyatı mektep dersi olmak sefaletinden kurtarıp gönlümde bir kara sevda, kafamda bir fikr-i sabit, hayatımda bir tek gaye haline getirinceye kadar devam etti. Vakta ki birçok şairlerin sofrasına oturarak o sagardan içip yandım, o iksir ile düştüm, anladım ki Hamid’e inanmak şöyle dursun, onu tanımış bile değilim.

Ondan sonradır ki kendisine Türk şiirinde en büyük payeler tevcih edilen, en murassa nişanlar takılan bu yarı reel yarı efsanevi şahsiyeti tanımak bende bir an evvel tatmini gereken bir ihtiyaç halini aldı ve bunun üzerine Eşber’in ordusuna gönüllü yazıldım, ummanlarda Davalaciro’nun bahtsız sırdaşı oldum, geldim Makber’ın başında Hamid’le bereber çömeldim, velhasıl hepsini değil de eserlerinin çoğunu okudum.” (Yazılar s.50)

Yahya Kemal’in gazellerinin farkını gösterir.

 ” Yahya Kemal de gazel yazar Edip Ayel de, ikisi de gülden bülbülden bahseder, ikisinin de tarihten ilham aldığı olur. Fakat Yahya Kemal şekli anlamış ve bu anlayışını şiirlerinde muvaffakiyetle tatbik etmiş müstesna bir şair olduğundan şiirlerini hayranlıkla okuruz.

 Edip Ayel’inkilere bir göz atmak lüzumunu bile duymayız.” (Yazılar s. 66)

Cemil Meriç’in denemeleri kendine özgü,

 Batı fikir hayatı ile karşılaştırmalı, Batı’nın bize yansımalarının eleştirildiği, zaman zaman objektif, bazen dayatmacı, duygusal, alaycı yorumlarla, sağlıklı endişelerle doludur.

 Ansiklopedik hafızası zengindir. Ama bu zenginlik Batı özellikle Fransız edebiyatı üzerindedir. Doğu ile özellikle edebiyatımız ile ilgili konularda denemeler yeterli belgeden mahrumdur. Bütün bu yönleri ile Cemil Meriç farklı bir üslubu ve konuyu ele alış tarzı olan büyük bir eleştirel gözlüktür. Mağaradakiler, Kırk Anbar isimli kitapları bir kitap gibi düzenlenmiş intibaını verirse de ara bölümler ve ana bölümler denemenin göreceli ve inadına hür yapısından kurtulamazlar. Onu, eleştirel mizacını şu satırlar iyi yansıtır.

“Avrupa’nın düşünce sefaletini belgeleyen bir kelime; Kültür.

Kaypak, karardık, samimiyetsiz. Tarımdan idmana, balıkçılıktan medeniyete kadar akla gelen ve gelmeyen düzinelerce mana.

 Kelime değil, bukalemun. Kroeber ile Klukhohn, kültürün şimdilik 161 tarifini tespit etmişler.

 Bu uğursuz kelime dilimize iki ayrı kaynaktan girmiş: Fransızcadan, Amerikanca’dan. Fransızca kültürün Türkçe karşılığı: İrfan.

Amerikanca kültürün: Medeniyet.

İrfan nedir?

Bugünkü Avrupa için, bazen bir fikirler hamulesi, bazen modanın gerektirdiği bir cila. Ama her zaman imtiyazlı bir zümrenin kendinden olanları tanımasına yarayan bir klişeler yığını” . (Mağaradakiler s. 38)

Politika-edebiyat ilişkisi içinde deneme yazanlar ise İsmail Habib Sevük, Yılmaz Karakoyunlu, Attila İlhan’dır.

Yılmaz Karakoyunlu Pembe Donlu Köstebek isimli siyasi denemelerinde zengin tarihi ve edebi bilgilerle günü aşamayan siyasi haberlere bir estetik ve zenginlik getirir. O günlerin getirdiğini günlerin götüremediği haline getirebilir.

” Osmanlı devletinin kuruluşunda ahiliğin yanı sıra, kaynağını Orta Asya’dan alan ve Ahmet Yesevi sufiliğine dayanan kadronun da etkisi büyüktür. Yesevi tarikatının temsilcileri olan Alperenler, Osmanlı devletinin temellerinde sufıliğin ilkelerine yer vermişlerdir.

Konur Alp, Turgut Alp, Hasan Alp, Abdal Murat, Geyikli baba gibi tanınmış Alperenler, Orhan Gazi zamanında savaşlarda Yeniçerileri yöneten önemli komutanlar ve tarikat şeyhleri olarak görevler üstlenmişlerdi.” (Pembe Donlu Köstebek s. 45)

Tarihimizdeki iltifat geleneğini de sorgular

“Yüce Allah’a şükranların ifade edildiği tevhidler ve münacatlar ile Peygamberimizi öven naatlar dışında devlet adamlarını göklere çıkaran methiyeler veya yerin dibine batıran hicviyeler ile süslenen zengin bir külliyat vardır. Hele kasideler Osmanlı Sarayının yağ çekme edebiyatının muhteşem örneklerini oluştururlar. Zaman zaman devlet büyüklerinin bu kasidelerle ilahlaştırıldığı bile olur.” (Aynı eser s. 127)

Siyasi denemenin ustası Attila İlhan’dır.

Gerçekçilik Savaşı isimli eserinde Cahit Sıtkı’yı yerden yere vurur. Muhtevayı esas almayan, toplum için olmayan edebiyatı kabul etmez. Sanatçının yüzünü topluma dönünce kişiliğini bulduğuna kanidir.

Yaşar Nabi’nin Fikret ile ilgili yorumlarına katılır.” Tevfik Fikret asıl şahsiyetini içtimai mevzulara alaka göstermeye başladıktan sonra buldu. Bugün Fikret’ten en çok okunan, büyüklüğünü meydana getiren şiirleri devrinin kötülüklerine isyan eden ileriye ümitle bakan gelecek iyi günleri hasretle anan, fazilet ve doğruluk telkin eden manzumeleridir.” (Gerçekçilik Savaşı s. 67)

 Değerlendirmeleri muayyen bir dünya görüşünün esas alındığı yorumlardır. Ama büyük oranda sağlıklı edebiyat eleştirileridir. O kendine has bir milliyetçilik penceresinden olaylara bakar. Hangi Edebiyat yürürlükteki edebiyatı bir millete ve topluma heyecan ve doku vermekten uzak gördüğünü biraz da alay ve üzüntü içinde anlatır. Sağdan çok solu yargılar.

İsmail Habib O Zamanlar isimli deneme kitabında neleri anlattığını kitabın başında belirtir.

” Bu kitapta toplanan yazılara O Zamanlar denmesi kıymetin yazılarda değil yazılan zamanlarda görülmesindendir. Milli Mücadele, İstiklal Savaşı gibi adlar verilen üç dört yıllık zaman bütün mazide yoktu; çünkü Türk milleti bütün mazisinde felaketin o kadar sonsuzuna düşmemişti ki o kadar sonsuz bir şahlanış fırsatı eline geçmişti diyebilelim. O zamanlar Türk milletinin kutsiyetidir. Hepimiz bütün küçük hislerin üstüne çıkarak hepimizin ayakları bu fani dünyanın çatlak maddiyatından ayrılmış, hepimiz büyük davanın humması içinde etten ve kemikten değilmişiz gibi yaşadık.” (O Zamanlar s, 5)

İsmail Habib olaylara zengin hatıralar ve anekdotlar  tarihi olaylar katarak onları zenginleştirir. “Çelebi Sultan Mehmet bir hastalığa tutulmuştu.

Zamanın bütün doktorları çalışmışlar onu tedavi edememişlerdi, padişahta bir iştahsızlık, günden güne vücuttan düşmüş bir za’fiyet vardı.

 Nihayet zamanın hem en iyi doktoru, hem de en büyük şairi olan Şeyhi padişahın marazını keşfetmiş, tedavinin uzviyetten ziyade ruhta aranmasını söylemiş, kazanacağı herhangi bir zaferle padişahın iyi olacağını temin etmişti: Nitekim Karaman oğluna karşı kazanılan bir zafer padişahı derhal iyi etti” (O Zamanlar s. 58)

Denemeler o günlerin heyecanını, coşkusunu verecek yazılardır.

Halikarnas Balıkçısı coğrafya, mitoloji, kısmen tarih bilgileri üzerine inşa ettiği denemelerinde farklı bir çeşni ve perspektiften konuşur. Merhaba Anadolu, Düşün Yazıları, Anadolu’nun Sesi, Sonsuzluk Sessiz Büyür, Anadolu Efsaneleri, Anadolu Tanrıları, Hey Koca Yurt, Arşipel, Bulamaç onun deneme kitaplarının isimleridir.

Hey Koca Yurt, Anadolu’un kadim tarihi, mitolojisi üzerine yazılardan oluşur.

Özdemir İnce’nin Gördüğünü Kitaba Yaz isimli deneme eleştiri kitabı siyaset, sanat, edebiyat üçgeni içinde kaleme alınmış orta düzeyde nesnellikler ihtiva eden bir eserdir.

Murat Belge’nin denemeleri Roman Üstüne,

Dünya Romanında Son Durum, Sanat ve Politika, Sanatçılar ve Sorunsallar, Eski Edebiyattan, Metin İncelemeleri, Epik Üstüne, Denemeler Değinmeler, İki Konuşma başlıkları altında, Edebiyat Üstüne Yazılar adıyla neşredilmiştir.

 İlk baskısı 1994 de çıkan eserde Murat Belge nesnel ve objektif bir kriter kullanır. Eserin önsözünde eleştirilerine hâkim olan felsefeyi anlatır

“Bütün bu tavır alışlarda, katı ve dogmatik olmayan bir konum oluşturmak istedim. Ayrıca ele aldığım eserin yakınına sokulmaya, birtakım kuşbakışı yargılarla değerlendirmeler yapmaktan kaçınmaya çalıştım. Bu Marksist eleştiri geleneğinde beni tedirgin eden bir üsluptur. Son analizde sanata dışsal bir yükseltide durup, falanca iyi, filanca kötü diye genellemeler yapmak. Ama sanat ürününe istediğim yakınlıktan bakmanın yöntemini Marksist gelenekte bulamadım doğrusu.

Dolayısıyla başka eleştirel disiplin ve okullar içinde aradım metne yaklaşma yöntemlerini. Örneğin Anglo Sakson eleştiri geleneğinin, yazar -anlatıcı-anlatı -metin ilişkilerinden yola çıkan yöntemleri. Bunda bir sakınca olduğuna inanmıyorum. İnsan aklının üretken olmasının tek bir kanalı yoktur, yöntem düzeyindeki eklektizm, bütünün eklektik olmasını da gerektirmez; neyi ne için ve nasıl kullandığını bilmektir sorun.

Sanıyorum eleştirmen olarak tanıdığım kadarıyla değindiğim dogmatik olmama çabasıydı beni tanımlayan. Bu çerçevede kendimi derdini anlatabilmiş saymam mümkün. Ama şimdi bir kitapta toplamak üzere bu yazılan yeniden okurken bir yığın devrimci basmakalıplık ettiğimi de görüyorum.” (Edebiyat Üstüne Yazılar s. 11)

Yazarın eleştirileri bu iddiasını doğrulayacak olgunluktadır.

Son dönemde yayınlanan Orhan Okay’ın

Silik Fotoğraflar isimli eseri sanat, edebiyat, akademik hayat ve tarihimizden önemli simaları yakın bir perspektiften ele alır. Titiz bir dil, berrak bir tespit, kaybettiklerimize karşı Tanpınar, Selim İleri tutumundan farklı bir nostalji ile yaklaşır. Fikir ve sanat hayatımız üzerinde izleri olan gibi yuvarlak ve ruhsuz bir kelime ile değil, manevi ve ruhi hayatımız ve kompozisyonumuzun bütünlüğü üzerinde izi olan kişiler buraya alınmamış seçilmişlerdir. Denemeci biyografi kitaplarından farklı bir üslup ile hatıralarla canlılık, kısmen de hüzün havası içinde konuşur. Muayyen bir dünya görüşü üzerinde sebat edemeyen ve iki yüz yıldır olumsuza doğru değişen bir toplumda muhafazakar aydınlar doğdukları cemiyet ile bulundukları cemiyet arasındaki mesafeyi görünce zorunlu olarak farklı tarzlarda hüznü hissederler.

Yahya Kemal’den aşağıya, hatta Namık Kemal’den itibaren bu acıyı tespit etmek mümkündür. Hocamın Akif ile ilgili değerlendirmeleri makalelerinden ve metin çözümlerinden farklı ve etkileyicidir. “Mehmet Akif öldüğü zaman beş yaşındaydım. Ne ölümünü, ne cenazesinin kaldırılışı hatta ne konuşulanlar hafızamda iz bırakabildi. Fakat daha sonraki yıllarda onun yakınında veya herhangi bir  vesile ile çevresinde bulunmuş olan insanları tanımak bahtiyarlığına eriştim.

Celal Hoca, merhum Mahir İz, kardeşi Profesör Fahir İz gibi Hasan Basri Hoca da bunlardandı. 1964 de vefat eden Basri Bey’in evinde ve derneklerdeki bazı konuşmalarından tanıdım.

1950’li yılların başında Malta taraflarında bir apartman dairesinde oturan Basri Hoca’yı Nurettin Topçu ile ziyaret ettiğimizde Birinci Büyük Millet Meclisi’ne ait çok dikkate şayan hatıralar anlatmıştı. Bunların çoğunu yazmadı, yazamadı” (Silik Fotoğraflar. S. 31)

Küllüğün tarihi ile ilgili konuşmalarında Hilal Görününce romanında Kırım’ın haşmetli günlerini yâd eden ancak kırık mezar taşlarını ve yıkılmış sarayları gören roman kahramanına benzer.

“Önce küllük kayboldu (önce ekmekler bozuldu gibi) Bayezıt Camii naziresine komşu, bu aynı zamanda hem biraz uhrevi, biraz akademik mekânın İstanbul’un yüreğinden çekilmesiyle sanki bu büyük şehrin büyüsü de bozuldu. Arka arkaya gelen yıkım hareketleri sadece mekânlara ve binalara değil, sanki nesillerin hafızasına da musallattı. Bu hafıza dağarcığını artık izi bile kalmamış insanları, mezar taşları, çeşmeleri, asır dide çınar ve atkestaneleri, hatta külhanbeyleri hatta cinayetleri ile yeniden doldurma işi birkaç himmet sahibi yüklenseydi belki de bir toplumsal bunama illetine uğramayacaktır.” (Aynı eser s. 149)

Orhan Okay’ın Kültür ve Edebiyatımızdan isimli eseri de edebiyat meseleleri, eserler ve portreler üzerinde  yazılmış denemelerden oluşur.

Roman eleştirisi yazan yazarlarımız, eleştirmenlerimizin yazılan deneme türüne girer.

Bunlar roman eleştiri denemeleri olacak şekilde yorumlanmalıdır. Bu başlı başına bir konudur. Hilmi Yavuz, Gürsel Aytaç, Semih Gümüş, Fethi Naci, Berna Moran’ın yazılan bu alana girer. Bunların dışında E dergisi, Gösteri Dergisi, Türk Edebiyatı, Adam Sanat gibi dergilerde ve bazı gazetelerde yazı yazan denemecilerimizi de etüdümüze dâhil edelim. Nilüfer Kuyaş, Buket Uzuner, Elif  Şafak bunlar arasında en dikkati çekenlerdir.

Prof Dr. Himmet Uç

BİBLİYOGRAFYA
Ağaoğlu, Adalet, Öyle Kargaşada Böyle Karşılaşmalar, YKY, İstanbul 2002 Ağaoğlu, Adalet, Karşılaşmalar, YKY, İstanbul 1993 Ağaoğlu, Adalet, Geçerken, RK, İstanbul 1986
Ahmet Haşim, Bize Göre,   İkdam’daki Diğer Yazıları, Dergah, Eylül 1991
Ahmet Haşim, Gurabahane-i Laklakan, Dergah, İstanbul 1991
Ahmet Rasim, Muharrir Bu Ya, MEB, İstanbul 1989
Ahmet Rasim, Şehir Mektupları, MEB, İstanbul 1989
Ataç, Nurullah, Dergilerde, TDK, Ankara 1980
Ataç, Nurullah, Prospero ile Caliban, Can, İstanbul, 1988
Ataç, Okuruma Mektuplar, Can, İstanbul 1988
Ataç, Nurullah, Söyleşiler, TDK, Ankara 1964
Aytaç, Gürsel, Edebiyat Yazılan, I, Gündoğan, 1990, Ankara
Aytaç, Gürsel, Edebiyat Yazılan II, Gündoğan Ankara, 1991
Batur, Enis, Yazının Ucu, Y K Y, 1993, İstanbul
Batur, Enis, Smokinli Berduş, YKY, 2001, İstanbul
Belge, Murat .Edebiyat Üstüne Yazılar, Y K Yjstanbul 1994
Beyatlı, Yahya Kemal, Eğil Dağlar, İFC, İstanbul 1975
Birsel, Salah, Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu, İstanbul 1989
Buğra, Tarık, Düşman Kazanmak Sanatı, Ötügen, İstanbul, 1979
Celebi, Asaf Halet, Bütün Yazılan, (Hakan Sazyek) İstanbul 1998
Dranas, Ahmet Muhip, Yazılar, YKY, İstanbul 2000
Ersoy, Mehmet Akif, Makaleler, Kültür BY, 1990, Ankara
Enginün, İnci, Kitap ve Edebiyat, Dergah, 2001, İstanbul
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Kültür Yokuşu, Bilgi, İstanbul 1995
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Tezek, İstanbul 1987
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Bu Anadolu Var Ya, Bilgi, İstanbul 1993
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Delifışek, Bilgi, İstanbul 1987
Eyuboğlu, Sabahattin, Mavi ve kara, Çağdaş, 1994, İstanbul
Eyuboğlu, Sabahattin, Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler, Cem, Aralık 1980, İstanbul
Göçkün, Önder, Türk Edebiyatı Araştırmaları, Konya 1991 Halikarnas Balıkçısı, Hey Koca Yurt, Bilgi, İstanbul 1994 İlhan, Attila, Hangi Edebiyat, Bilgi, Mart 1993
İlhan, Attila, Gerçekçilik Savaşı, BDS, İstanbul 1983
İnce, Özdemir, Gördüğünü Kitaba Yaz, Doman Kitap, İstanbul 2002
Kaplan, Mehmet, Nesillerin Ruhu, Hareket, İstanbul 1967
Kaplan, Edebiyatımızın İçinden, Mehmet, Dergah, 1978, İstanbul
Kaplan Mehmet, Dil ve Kültür, Dergah, İstanbul, 1983
Karakoyunlu, Yılmaz, Penbe Donlu Köstebek, Ünit, Ankara 2000
Karaosmanoğlu,   Yakup   Kadri,   Erenlerin   Bağından, MEB, Ankara 1970
Kanık, Orhan Veli, Denize Doğru, Varlık, İstanbul 1969
Meriç, Cemil, Mağaradakiler, Ötügen, İstanbul 1978
Okay, Orhan, Kültür ve Edebiyatımızdan, Akçağ, 1991 Ankara
Okay, Orhan, Silik Fotoğraflar, Ötügen İstanbul, 2001
Sevük, İsmail Habib, O Zamanlar, Kültür BY, Ankara 1981
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Yaşadığım Gibi, Dergah, İstanbul 2000
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, Dergah, 1976, İstanbul
Tarancı, Cahit Sıtkı, Yazılar, (Hakan Sazyek) Can, 1995, İstanbul
Yavuz, Hilmi, Kara Güneş, Can, İstanbul 2003
Yücel, Tahsin, Yazın Gene Yazın, YKY, İstanbul 1994
Yücel, Tahsin, Alıntılar, YKYjstanbul 1997
Yücel, Tahsin, Tartışmalar, YK Y, 1993, İstanbul

Türk Edebiyatında Deneme – 1

Türk edebiyatında deneme Tanzimat ile başlar.

Namık Kemal’in Hürriyet ve İbret’te yayınlanan yazıları makale olarak nitelendirilse de deneme nitelikli yazılardır.

 Şinasi, Ali Suavi, Ziya Paşa için de aynı değerlendirme geçerlidir.

Namık Kemal’in Evrak-ı Perişan’ı da yine deneme nitelikli. Bir de Beş Şehir’i andıran insan portreleridir.

Tanpınar şehir portrelerini, Namık Kemal ise insan portrelerini çizmiştir.

Türkiye’de bir deneme külliyatı onlardan yapılacak seçimlerle zenginleşecektir.

 Meşrutiyet döneminde Halide Edip, daha sonra Yakup Kadri, Peyami Safa ünlü deneme üstadları olarak görülür.

Çok partili dönemde deneme daha da zenginlik kazanır. Demokratik edebiyatın bir öncüsü olur. Her yazar ilgi duyduğu alanda ülke şartları doğrultusunda serbest konuşur.

 Batı edebiyatındaki deneme örneklerindeki zenginlik bizim denemecilerimizde olmamakla birlikte dikkate değer denemeler yazılmış ve yazılmaktadır.

Mithat Efendi’nin Tercüman-ı Hakikat’de yayınlanmış yazılarının içinde önemli denemeler vardır. Mesela İstanbul’luların  çok sevdiği “Lüfer” ile ilgili yazdığı yazı, “Paris” hakkındaki yazısı yüzlercesinden bir ikisidir.

 Mithat Efendi’nin bütün yazıları ile birlikte bunlar arasındaki denemelerin neşri büyük fikir ve sanat adamımızın önemli bir cephesini ortaya çıkaracaktır.
Servet-i Fünun döneminde farklı bir kulvarda edebiyat ile meşgul olan Ahmet Rasim örneği olmayan bir deneme yazarımızdır.

 Bizim hayatımızın orijinal yönlerini iyi bir gözlemden geçirerek nakleden Ahmet Rasim döneme ışık tutan belgeler de sunmuş olmaktadır.

Şehir Mektupları, isimleri mektup olmakla birlikte müstakil hayat tablolarını anlatırlar. Mektuplarda her türlü insani hal ve tavır görülmüş, çok farklı yansıtma şekilleriyle anlatılmıştır. Mesela şu ifadeler ulvi bir perdeden, günlük hayatın ayrıntısına iner.

“Ezeli Nakkaş olan Cenab-ı Hak, kudretinin gönül açıcı boyası ile bütün mahlukları ve eşyayı duygu ve mana kainatını azametiyle renk renk boyayarak beyaz, sarı, esmer, buğday, yağız, kara, kırmızı, tunç rengi, turuncu, al, mor, pembe, gül, mavi, semavi, nefiska, kestane, fıstıki, fındıkî, cevizi, gümüşi, altın rengi, güvez rengi, billur rengi, kâfur rengi, toz pembesi, lal rengi ve bunlar arasındaki bütün nüansları canlılara ve güneş tayfına katılan bölüm bölüm ve belirsiz tekmil renkleri de eşyaya mahsus kıldığından dolayı insanlar dahi Tanrı’nın lütufkar sanatından nasip alarak öte beri boyadıkları gibi, bugünlerde dahi nakkaşlar beyi, katipleri, hizmetçileri ve yardaklar ile beraber on günlük yavrular boyamayı arzuladıkları ve bunun için de her şeyden önce bir ilan kağıdı ile göz boyamağa çıktıkları basına ait geçitlerde kulaktan kulağa çarpan renkli havadislerdendir.” (Şehir Mektupları s. 129)
Muharrir Bu Ya isimli eseri de denemedir ama birtakım tarihi edebi bilgilerle zenginleştirilmiştir. Meseleler tarihi olaylar ve kişilerle birlikte edebiyatımızın bazı sorunlarını da irdeler.

                                                Düşünce Ustalığı Var mı?

 Özellikle orta oyunu ve geleneksel tiyatromuzla ilgili yazılar, belgesel denemelerdir. Bunlara hâkim olan en bariz duygu yazarın alayları ve iğnelemek istedikleridir. İronileri çok nazikâne olmamakla birlikte sosyal ve toplumsal eleştirileri de içine alır. Bilhassa yazma konusundaki monolog yazarın hayat felsefesini ve yazma teorisini ortaya koyar.

“Laf değil, yazarlık bu!… Yaz! Hem çalakalem yaz! Durma yaz! (Dışarıdan sesler: Yaz) Bütün tarih, tabiat ilimleri, sosyoloji, ekonomi, politika, matematik, sanayi sana boyun eğmiştir. Daha ne istersin a şaşkın budala durma yaz. (Dışardan sesler durma yaz!) Hem kaleminin ucuna nasıl gelirse öyle yaz! Çekinme; kelime, kaide hatalardan sakın korkma; fikir yanlışlıklarına aldırma, prensip şaşkınlıklarına kulak verme; bir makalede yazdıklarını öteki makalende boz, (Dışarıdan sesler: Yaz ama) çekinme, meydan senindir; yaşa be yazar! Yaz da ne yazarsan yaz! Saçma sapan da olsa da yine bir değeri vardır. Çünkü herkes saçma sapan söylemesini bilmez, çünkü saçma sapan söylemekte de bir düşünce ustalığı vardır!” (s. 11)

Kitapta birbiriyle az irtibatlı altmışa yakın mesele ve gözlem vardır. Ahmet Rasim açtığı kapıyı kapamış adam.

Gülüp Ağladıklarım ise daha çok diyaloglar olan toplumsal tablo nitelikli denemelerdir.

Nabi zade Nazım, Mehmet Celal ve birçok Mutavassitin’in yazıları denemedir.

Yahya Kemal’in Eğil Dağlar isimli eseri de İstiklal Harbi Yazıları ismiyle neşredilmiş denemelerdir.

Yahya Kemal ciddi tavırlı bir denemecidir. Endişeleri milli ve toplumsal nedenlere dayanır. Toplumsal yıkılışlar ve arkasından onların inşası için çalışan kahramanlar ile bozguncular bu yazılarda yer alır. Yazılar vazgeçilmez okunması gereken değerlerdir.

Bir milletin mukadderatının tayin edildiği günlere tutulmuş aynalardır. Yahya Kemal’in deneme nitelikli diğer kitapları da vardır.

                                      Bakmak İle Görmenin Farkı
Ahmet Haşim edebiyatımız en usta deneme yazarlarındandır. Bize Göre, İkdam’daki yazıları, Gurabahane-i Laklakan ve diğer yazıları özellikle bir estetikçinin eşyanın, nesnelerin, insanların sosyal sorunlar dışında yorumlarına dayanır. Ancak onları Haşim gibi sosyal olaylara ve hayata mesafeli duran insan görebilir.

Siyaset ve günlük endişelerle kirlenmemiş denemelerdir. Bu yazılar içindeki deneme nitelikli yazıların ayrı bir basımı sanata daha çok hizmet edecek, insanlara bakmak ile görmenin farkını anlatacaktır.

 Haşim iki gözü ile değil sekiz on göz ile eşyaya ve insanlara bakan adamdır.

“Bir ilk bahar seherinin titrek aydınlığında, kuşların uzak ağaçlarda cıvıldaştıklarını dinleyerek, bahçelerde çiçeklerin yekdiğeriyle konuşmakta olduklarına hiç şahit olmadınız mı? Çiçek muhabbeti hayvanın insanlaşmaya doğru attığı ilk adımdır. Sevgilisine ilk çiçek destesini hediye eden ilk insan, hayatın kaba ihtiyacatını hatıra getirmeksizin faydasız çiçeğin zarif faydasını idrak etmiş olmakla şiir ve sanat diyarına ayak basmış oluyor.

 Ey bahçelerde anların seyrine göre sallanan sevimli çiçekler, ey yıldızların gözyaşları! Bana söyleyiniz, sizi bekleyen haşin taliden haberiniz var mı?

 Elinizden geldiği kadar tahayyülata dalınız, sallanınız, gülüp oynayınız, zalim bir el boğazınıza yapışıp sizi saksınızdan koparacak; yapraklarınızdan ayrılacaksınız, parçalanacaksınız, sakin inzivagahınızdan uzak bir yere götürüleceksiniz. İhtimal ki kaderiniz güzel, fakat kalpsiz bir kadının siyah saçlarına takılmak veyahut insan olsanız yüzünüze bakmağa cesaret etmeyecek bir adamın ceket iliğini süslemek olacaktır.” (Ahmet Haşim Bütün Eserleri s. 183)

 İki ciltlik bu eserin Ahmet Haşim’in Denemeleri adı altında yayınlanması bizim de bir Montaigne’miz olduğunu daha net ortaya koyacaktır.

 Batılı deneme ustaları ile birlikte bizim deneme ustalarımıza topyekûn bir bakış Haşim’in farkını ortaya koyar.

Haşim’in arkadaşı Yakup Kadri’nin

Erenlerin Bağından isimli denemeleri edebiyatımızda örneği nadir bir deneme alanında söylenmiş ve yazılmışlardır. Dini ve tasavvufî eleştiri edebiyatımızda nadir örnekleri olan bir alandır.

Yakup Kadri burada ılımlı bir tasavvuf telakkisiyle bir zamanlar ilgili duyduğu bir kültür alanından inciler döker.

” Rabbim, o da ben de senin hidayetine muhtacız. Bize kan ağlatan aynı elemdir; sana aynı cehennemin dibinden aynı sesle bağırıyoruz. Ukubetine duçar olduğumuz takdirin diktiği ateşten sütun etrafında birbirine dolaşmış, birbirini sokan iki yılan gibiyiz; lakin bir zamanlar cemalinin aydınlattığı alemde iki sermest güvercin olduğumuzu unutmadık; Rabbim, ya bu çölü o cennete çevir, ya bu hatırayı gönlümüzden sil, zira halimiz yamandır.” (Erenlerin Bağından s. 49)

Mehmet Akif’in makaleleri adı altında yayınlanan denemeleri içinde edebiyatın, hatta modern edebiyatın bazı sorunları hakkında Akif çarpıcı görüşler öne sürer. Edebiyatta inşad, tasvir, teşbih, plan, icad, mevzu gibi konularda yazı yazabilmek oldukça zordur.

“Plan” konusundaki makalenin esas cümlesi büyük bir tesbittir” Osmanlıyı garplılardan bu kadar geride barakan esbabın en birincisi, şüphe yoktur ki plan meselesidir.” (Makaleler s. 154)

Akif in yazılan içinde deneme özellikli olanlar denemeler adı altında neşredilse daha çok etkileyeceği kesindir.

Orhan Veli sanatının teorik temellerini Denize Doğru isimli denemelerinde anlatır.

 İnsanlar, eserler, olaylar birbiri içinde bir özel yorum tarzı ile birleştirilirler. Özellikle Garip isimli şiir kitabının savunması olan satırlar edebiyatımız için önemlidir. Orhan Veli kendine güvenen, fikirlerinin doğruluğunda ısrarlı ve iddialarını örnekleriyle besleyen tutarlı bir şahsiyet imajı verir. Bizde oyun bozmaya ve yeni bir oyun kuralı, sanat kuralları ortaya koymaya yeterli olduğunu ispat eden nadir şahsiyetlerdendir. Şu satırlar onun sanat telakkisini, yaşam biçimini, derbederliğini, samimiyetini, alçak gönüllüğünü ortaya koyar.

” Karşınızda şiir hakkında birkaç söz söylemek fırsatını elde ettiğim için bahtiyarım. Ama üzülüyorum da. Güzel, belki de kıymetli saatlerinizi benim saçma sapan sözlerimi dinleyerek öldüreceksiniz. Çarşıda, pazarda görülecek işleriniz olabilirdi, deniz kenarında dolaşabilirdiniz, eğlenceli bir yere gidebilirdiniz.
Sizin halinizi ben de sizin kadar bilirim. Bakmayın karşınıza bir konferansçı olarak çıktığıma; ilk defa konferansçıyım. Senelerdir ben de dinleyiciydim. Hiçbir konferansa zevkle gittiğimi hatırlamam. Üstüme bir ukalalık çöker ki hiç hazzetmem. Konferansa gitmekle ilmi, sanatı yahut felsefeyi himaye ediyormuşum gibi olurum. Biz münevverlerde bu gibi vazifeleri ihmal ederek o zavallıları kim düşünür, diyormuşum sanırım. Sonra, konferansın bir esaret oluşu da hoşuma gitmiyor: Sigara içemezsin, konuşamazsın, çıkıp gitsen ayıp olur. Sırası gelmişken söyleyeyim; içinizde sıkılacaklar varsa o hürriyeti kendilerine lütfen şimdi bağışlasınlar.” (Denize Doğru s. 98)
Deneme alanında edebiyat eleştirmenlerimizin vardığı ortak bir kanaat Tanpınar’ın Beş Şehir isimli eserinin eşsizliğidir. Tarihimizin önemli beş şehrine zengin bir ansiklopedik bilgi  ile çok renkli bakışlar sanatçının eserini eşsiz kılar. Denemeler koca bir kültürün özetidir. Aşılması eşsiz bir şaheserdir.
     İstanbulun Asıl Şairleri Kimler?

Yakup Kadri’nin mahalleyi kaybettiğimize dair Ankara’daki küçük sızlanmalarının yerine Tanpınar daha ileri  bir yorumla mahallenin kaybedilişine üzülür.

 ” Mahallenin kendisi de kayboldu. Eski mahalleyi Neşet Halil’den okuyunuz. Bütün İstanbul semtlerinin sırrını acı bir hasretle yeni bir hayat aşkının birbirine kenetlendiği bu güzel ve derin yazılarda bulursunuz. Bugün mahalle kalmadı. Yalnız şehrin şurasına burasına dağılmış eski, fakir mahalleliler var. Birbirlerini hatırını sormak bir kahvelerini içmek, geçmiş zamanı beraberce anmak için zaman zaman gömüldükleri köşeden çıkan, bin türlü zahmetlere katlanarak semt semt dolaşan ihtiyar mahalleliler… Bence İstanbul’un asıl şairleri onlar” (Beş Şehir s. 27)

Tanpınar bu denemesinde modernizm ile geleneksel hayatımızın takıştığı noktada kaybolan hayat nizamımıza ağlar gibi davranır. O bizim erken postmodernistimizdir. Kaybolan haşmetli ruh düzenimizin mersiyesini söyler. Yahya Kemal de işaretleri olan hüzün onda daha netleşir.
Yaşadığım Gibi Tanpınar’ın bir diğer denemeler kitabıdır.

 Tanpınar’ı ve kitabını tanıtan

Mehmet Kaplan’ın onun hayatını ve sanat anlayışını özetleyen cümleleri de bir sanat adamının deneme tarzında özetidir.

 “ 1901’de doğan Tanpınar, çocukluk yıllarım kadı olan babasıyla beraber, henüz Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunan Kerkük ve Musul’da, Karadeniz ve Akdeniz kıyısındaki şehirlerde, doğu, orta ve batı Anadolu şehirlerinde geçirmiştir. Onun dış âleme karşı son derece hassas olan ruhu bu şehirlerden pek çok intibaı hafızasında saklar.

 Mütareke yıllarında üniversitede Yahya Kemal’in talebesi olan Tanpınar ondan Batılı bir gözle Türk tarih ve sanatına bakmasını öğrenir. Daha sonra o asıl metinlerinden Batı’nın büyük şair, romancı ve fikir adamlarını okur.

Tanpınar’ın sevdiği en mühim kelimelerden biri ‘dikkat’tir.

 O dehayı bu kelime ile izah eder.

Derin bir tabiat ve güzellik duygusu, zengin bir muhayyile, geniş bir kültür ve duygu ve düşüncelerini sanatkarane bir şekilde ifade etme gücü..

İşte Tanpınar’ı Cumhuriyet devrinin en kudretli yazarlarından biri haline getiren bu müstesna kabiliyetlerin terkibidir.

Onun şiirlerinde, hikâyelerinde, romanlarında ve denemelerinde bu müstesna kabiliyetlerin parıltılı akislerini bulursunuz.

Hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim ki Tanpınar, Türk edebiyatının bugüne kadar yetiştirdiği en zengin kültürlü yazardır.” (Yaşadığım Gibi, Mehmet Kaplan s. 11)

İlk denemenin ilk cümleleri Tanpınar’ın fikir dünyasının derinliğini belirler.

Tanpınar örneği az olan düşünen adamlarımızdandır. Aynı mihver etrafında mütemadiyen her gün aynı şeyleri söyleyen görkemli içi boş aydın türünün aksine, o düşünen ve yazan adamdır.

” Diyalektik insanı tarife çalıştı. Meşhur tüysüz ve iki ayaklı hayvan safsatasından siyasi, mantıki ve sadece teessüri mahlûk düsturlarına kadar bir yığın tarif. “İnsan bir tezatlar mecmuasıdır”, “İnsan bir ahenktir” tarzında epeyce müphem hatta bazen karanlıkta yapılmış bir el işareti gibi manasız izahlar hepimizin hatırındadır.

Pascal’ın insan hakkında verdiği “düşünen saz” tarifi, şiirin diliyle söylendiği için bu cinsten tecritlerin en güzeli, belki en manalısıdır. İnsanoğlunun, en kudretli ve gerçekten yaratıcı olduğu tarafıyla en zayıf noktasını, kader karşısındaki aczini birleştirir. Böylelikle üçüncü bir unsuru teessür şuurunu da içine alır. Ruhumuzla, idrakimizle ne kadar büyüğüz ve gene bu yüzden -kaderi yenemediğimiz için- ne kadar biçareyiz! İşte Pascal’ın istediği şey. Belki hatta muhakkak, ebediliğin gözünde böyleyiz. Bütün bu kâinat bizim idrakimizde yayar. İnsan düşüncesi zaman ve mekânın yaratıcısıdır.
Herşey onunla başlar ve galiba onunla biter. Bir anı bitmez tükenmez bir ülke yapan ihsasların cenneti, bütün teessüri hayat, sanatlar, işler.. Bütün bunlara rağmen kâinatın yanında neyiz? Bizim nabzımızı dinleyerek bulduğumuz şuurunu beraberinde getirdiğimiz ölçtüğümüz, biçtiğimiz, her şekilde tasarrufa çalıştığımız, her türlü icat, ihtira, ihtiras vehim, vesvese, şiir ve sanatı, her şeyi içine attığımız halde bir türlü dolduramadığımız zamanın karşısında ne kadar küçüğüz.”(Yaşadığım Gibi s.21)

Tanpınar bir kişilik prospektüsü yayınlamıştır.
Son dönemde yaygınlaşan bir deneme türü eleştirel ve belgesel edebiyat denemeleridir. Mehmet Kaplan’ın Edebiyatımızın İçinden, İnci Engin ün’ün Kitap ve Edebiyat, Hilmi Yavuz ‘un Kara Güneş, Murat Belge’nin Edebiyat Üstüne Yazılar, Enis Batur’un Yazının Ucu, Smokinli Berduş isimli eserleri bu alandaki bazı eserlerdir.

Enis Batur, çok farklı alanları, şahısları, eserleri, edebiyat problemlerini kucaklayan ve yorumlayan yazılan ile deneme edebiyatımızda özel bir yere sahiptir. Onun eleştirel ölçüleri bizde seksenli yıllardan sonra değişen daha bağımsız batı sanatının ölçüleridir. Soğuk savaş döneminin kesin sınırları olan yorumları onda görülmez.

” Tanpınar’ın Yahya Kemal’ini okurken,

Walter Benjamin’in Baudelaire’i aklımdan çıkmadı. Tanpınar ile Benjamin’in yalnızlığa ve umarsız sevgilere, kentlere ve dönüşüm dönemlerine, şiire ve eleştirel söze yönelik ortak dünyalarının paftasını çıkarma özlemi doğuyor işte” (Smokinli Berduş, s. 206)

 Kitabın adı da şairin, yani entelektüel aylakın ters çevrilmişidir. Enis Batur eski edebiyat metinlerimize bu perspektifle baksa edebiyatımız çok yeni orjinallikler yakalayacaktır. Yazının Ucu ve diğer deneme kitapları da onun fildişi kulesini gösterir.
Mehmet Kaplan’ın Edebiyatımızın İçinden isimli eseri edebi denemeler vadisini ilk keşfeden yazılardır. Küçük hikâye boyutundaki bu denemeler bir ağacı bir çekirdekte toplayan bir nizama tabi olmuşlardır.

Asaf Halet ile ilgili satırları onun farklılığını ilk keşfedenin kendisi olduğunu anlatır. Şiirimiz onunla aleladeden kurtulmuştur. “Om Mani Padme Hum”u okuduğumuz zaman şairin, günlük alelade intihaplarından çok başka, geçmiş ve uzak medeniyetlerin havası içinde yaşadığını, birbirinden çok ayrı hayat görüşlerine sahip olan insanlıkla, hatta yalnız insanlıkla değil, hayvanlık ve nebatatlıkla kaynaşmak istediğini görüyoruz. İslam, Mısır, Çin, Hind, Afrika ve kısmen Avrupa medeniyetlerinden gelen çeşitli unsurlar ve tabiatın derin ve esrarlı sembolleri, şairin trajik ve metafizik mizacı ile birleşerek yeni, garip ve acayip bir şiir vücuda getiriyor.” (Edebiyatımızın İçinden s. 168)

                                    Bin Yıllık Geleneği Olan Eski Türk Kültürü

 Kaplan’ın Nesillerin Ruhu ve Kültür ve Dil isimli eserleri de aynı niteliktedir. Nesillerin Ruhu, bir nesle ruh verecek kültürel öğeleri yorumlar. Konu yine ağırlıklı olarak edebiyat ve dildir

” Cahit Sıtkı, Orhan Veli nesli eski yazıyı bilen ve kısmen de olsa eski kültüre aşina son nesildir. Onlardan sonra gelenler bin yıllık bir geleneği olan eski Türk kültürüne tamamen yabancıdırlar. Sait Faik, Cahit Sıtkı ve Orhan Veli’nin eserlerinde görülen berrak Türkçe ile 1950’den sonra fazla orijinal olma iddiası taşıyan gençlerin eserlerindeki üslup arasında büyük bir fark vardır. Bu sonuncular yalnız gelenekten değil, halktan da ayrılmışlardır.” (Nesillerin Ruhu s.24)

Özellikle Kültür ve Dil’de din, edebiyat, tarih, musiki, plastik sanatlar, kültür konuları görülür. Edebiyat tarihi, tarih ve kültür tarihinin olayları ve bilgileri ile donatılmış olan eser bir ulusal perspektif ihtiyacına cevap verir.
İnci Enginün’ün Kitap ve Edebiyat isimli deneme kitabı gözlemler, anlamalar ve yorumlara dayanan değerli bir deneme kitabıdır. Eser Türk edebiyatını bir kısa film perspektifinde bir solukta özetleyen, ama bir ömrün aynası olmuş bir hoş sadadır. Binlerle yılı bir melek saflığıyla geçtiğini anlar insan onları okurken. Zengin bilgilerle donatılmış olmaları onların en belirgin vasfıdır. Yorumların tutarlılığı eseri alanında önemli bir yere koyar.

Nurullah Ataç’ın denemelerindeki görecelikleri burada yoktur. Tanpınar hakkındaki şu cümleleri belki de onu en iyi ifade eden satırlardır.” Tanpınar’ın hayatı mesleğini sevmeyen ve istediğini yapamayan bir sanatçının trajedisidir.” (Kitap ve Edebiyat s. 184)
Hilmi Yavuz’un Kara Güneş isimli en son denemelerini içine alan kitabı yeni dönem yorumculuğunda bir uzlaşma kitabı gibidir. Hakkında daha önce hüküm verilmiş şair ve yazarlarımız hakkındaki hükümleri yontmak daha uzlaşmacı tutumlar ortaya koymak yazarın asıl amacıdır.

Hilmi Yavuz birbirinden kesin farklarla ayrılmış

Türk kültür ve sanat hayatında bir uzlaşma köprüsü olmaya çabalar. Yorumlarda felsefe ağırlık kazanır.

Tanpınar, Necip Fazıl, Haşim, Nazım gibi Türk şiirinin büyük zirvelerinden aşağı inmeyen Hilmi Yavuz gelenekten ziyade belirlediği noktalardan üst bakışlar gerçekleştirir. Şiirin yanında roman da deneme yumağı içinde yer alır.
Resim, tiyatro ve plastik sanatların perspektifiyle edebi eserlere ve plastik sanat eserlerine bakan denemeciler ise çok değildir.

 Bunlar Sabahattin Eyuboğlu, Bedri Rahmi Eyuboğludur.

Azra Erhat’ın derlediği Sabahattin Eyuboğlu’nun denemeleri altı yüz sahifeyi tutar. Aynı yazarın Kızıl ve Kara İsimli eseri değer ve nitelik olarak Azra Erhat’ın derlediğinden düşük bir seçimdir. Yorumları zengin denemelerdir. Bütün sanatların değişmez ilham kaynağı olan tabiatı değerlendirir.” Avrupa kültürü ile temasa geldiğimiz tarihten itibaren fikir dünyamızda ehemmiyet kazanmaya başlayan yeni mefhumlarından biri ve bilhassa sanat bakımından en zengini tabiattır. Bugün tabiat kelimesini kullanırken düşündüğümüz şeylerin çoğu Avrupa tefekkür tarihine aittir. Bu kelime adeta Tanzimat’tan sonra zihni iktisaplarımızın bir mahzeni ve yeni dünya görüşümüzün bir ma’kesi olmuştur. Fikir ve sanat hayatımızdaki her hamle tabiat mefhumuna yeni bir ufuk açmıştır.” (S .Eyuboğlu, Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler, s. 380)

Yazarın Mavi ve Kara isimli eseri ise siyasi polemik ağzı ile kaleme alınmıştır denebilir.
Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun denemeleri Bilgi yayınevinden çıkmıştır. Bu Anadolu Varya, Tezek, Kültür Yokuşu, Delifişek bunlardan bazılarıdır.

 Bedri Rahmi şiirlerinde olduğu gibi yüreği kaynayan, neredeyse denetlenemeyen okyanus gibi bir adamdır. Denemelerinde en zengin duygusal taşkınlıklar ve yorumlar olan sanatçımız Bedri Rahmi’dir. Her gün karşılaştığımız nesneler, insanlar, mekânlar, tabiat öğeleri onun dilinde hayret edici bir objeye dönüşür.

                                     Bakmak İle Görmek ve Yorumlamak

Mesela, kağnı ” Karşıdan kağnılar gözüktü.. Akıl gemi azıya aldı korkudan kalem ürktü, dil tutuldu, boyun büküldü. Bir yandan tepkili uçakla Hacca giden Hacılar, bir yanda inim inim inleyen kağnılar. Kağnı gıcırtısını duyar duymaz en külüstür otobüs birden gözüme tay gibi, sıpa gibi şirin gözüktü. Varsın arasıra gaz çubuğu kinisin, yahut tekerleklerinden birisi alıp başını çekip gitsin… Gider a! Allah selamet versin, varsın koskoca kamyon kırk kişiyle yan yatsın, yatar a! Allah rahatlık versin, ne olursa olsun yeter yeter ki yollarımıza, yüreklerimize benzin kokusu sinsin, memleketimiz yola kavuşsun, makineye ısınsın. Allah cümlemizi kağnı gıcırtısından kurtarsın. Amin! Amin demesi kolay ama kağnı gıcırtısını sineye çekmek zor, bu zıkkım pek yenilir yutulur şey değil ki
Gene de düştü yollara kağnı dizisi
Dağların taşların kara yazısı
Canlının cansızın yürek sızısı
Sen hangi motordan dem vuruyon?
On beş bankonod fazla ediyor bugüne bugün
En çok gıcırdıyan kağnı mazısı (Tezek s. 18)
Bakmak ile görmek ve yorumlamak için bu denemeler bir ders kitabı  olacak düzeydedir.

 Prof. Dr. Himmet Uç

15 Ocak 2013 Salı 15:04

BİBLİYOGRAFYA
Ağaoğlu, Adalet, Öyle Kargaşada Böyle Karşılaşmalar, YKY, İstanbul 2002 Ağaoğlu, Adalet, Karşılaşmalar, YKY, İstanbul 1993 Ağaoğlu, Adalet, Geçerken, RK, İstanbul 1986
Ahmet Haşim, Bize Göre,   İkdam’daki Diğer Yazıları, Dergah, Eylül 1991
Ahmet Haşim, Gurabahane-i Laklakan, Dergah, İstanbul 1991
Ahmet Rasim, Muharrir Bu Ya, MEB, İstanbul 1989
Ahmet Rasim, Şehir Mektupları, MEB, İstanbul 1989
Ataç, Nurullah, Dergilerde, TDK, Ankara 1980
Ataç, Nurullah, Prospero ile Caliban, Can, İstanbul, 1988
Ataç, Okuruma Mektuplar, Can, İstanbul 1988
Ataç, Nurullah, Söyleşiler, TDK, Ankara 1964
Aytaç, Gürsel, Edebiyat Yazılan, I, Gündoğan, 1990, Ankara
Aytaç, Gürsel, Edebiyat Yazılan II, Gündoğan Ankara, 1991
Batur, Enis, Yazının Ucu, Y K Y, 1993, İstanbul
Batur, Enis, Smokinli Berduş, YKY, 2001, İstanbul
Belge, Murat .Edebiyat Üstüne Yazılar, Y K Yjstanbul 1994
Beyatlı, Yahya Kemal, Eğil Dağlar, İFC, İstanbul 1975
Birsel, Salah, Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu, İstanbul 1989
Buğra, Tarık, Düşman Kazanmak Sanatı, Ötügen, İstanbul, 1979
Celebi, Asaf Halet, Bütün Yazılan, (Hakan Sazyek) İstanbul 1998
Dranas, Ahmet Muhip, Yazılar, YKY, İstanbul 2000
Ersoy, Mehmet Akif, Makaleler, Kültür BY, 1990, Ankara
Enginün, İnci, Kitap ve Edebiyat, Dergah, 2001, İstanbul
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Kültür Yokuşu, Bilgi, İstanbul 1995
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Tezek, İstanbul 1987
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Bu Anadolu Var Ya, Bilgi, İstanbul 1993
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Delifışek, Bilgi, İstanbul 1987
Eyuboğlu, Sabahattin, Mavi ve kara, Çağdaş, 1994, İstanbul
Eyuboğlu, Sabahattin, Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler, Cem, Aralık 1980, İstanbul
Göçkün, Önder, Türk Edebiyatı Araştırmaları, Konya 1991 Halikarnas Balıkçısı, Hey Koca Yurt, Bilgi, İstanbul 1994 İlhan, Attila, Hangi Edebiyat, Bilgi, Mart 1993
İlhan, Attila, Gerçekçilik Savaşı, BDS, İstanbul 1983
İnce, Özdemir, Gördüğünü Kitaba Yaz, Doman Kitap, İstanbul 2002
Kaplan, Mehmet, Nesillerin Ruhu, Hareket, İstanbul 1967
Kaplan, Edebiyatımızın İçinden, Mehmet, Dergah, 1978, İstanbul
Kaplan Mehmet, Dil ve Kültür, Dergah, İstanbul, 1983
Karakoyunlu, Yılmaz, Penbe Donlu Köstebek, Ünit, Ankara 2000
Karaosmanoğlu,   Yakup   Kadri,   Erenlerin   Bağından, MEB, Ankara 1970
Kanık, Orhan Veli, Denize Doğru, Varlık, İstanbul 1969
Meriç, Cemil, Mağaradakiler, Ötügen, İstanbul 1978
Okay, Orhan, Kültür ve Edebiyatımızdan, Akçağ, 1991 Ankara
Okay, Orhan, Silik Fotoğraflar, Ötügen İstanbul, 2001
Sevük, İsmail Habib, O Zamanlar, Kültür BY, Ankara 1981
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Yaşadığım Gibi, Dergah, İstanbul 2000
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, Dergah, 1976, İstanbul
Tarancı, Cahit Sıtkı, Yazılar, (Hakan Sazyek) Can, 1995, İstanbul
Yavuz, Hilmi, Kara Güneş, Can, İstanbul 2003
Yücel, Tahsin, Yazın Gene Yazın, YKY, İstanbul 1994
Yücel, Tahsin, Alıntılar, YKYjstanbul 1997
Yücel, Tahsin, Tartışmalar, YK Y, 1993, İstanbul

Ezber Bozan Kelimeler

Risâle-i Nûr’da öyle ifâde ve kavramlar vardır ki, sosyal hayatta kullandığımız zaman sanki yanlış kullanılmış gibi algılanmaktadır. Hatta bu ifâdeleri ilk duyanlar şaşkınlıklarını gizleyemiyor, hatalı kelime ve cümle kullandığımızı imâ eder bir duruş ve söz ile karşılık veriyorlar.

Meselâ, “Onların şu edepli muâmele ve vaziyetleri o padişahın hoşuna geldiğinden…”1, “Onda dahi hayır görmediğim için ön tarafıma, ileriye nazarımı gönderdim”2, “Gördüm ki, ben ihtiyarlandım, gündüz de ihtiyarlanmış, sene de ihtiyarlanmış, dünya da ihtiyarlanmış”3 gibi cümlelerde geçen ”hoşuna geldiğinden”, “ileriye nazarımı gönderdim” ve “ihtiyarlandım, ihtiyarlanmış” kelimeleri bu mânâda kavramlardır.

Meselâ “hoşuna geldiğinden” kavram ve ifâdesi sosyal hayatta “hoşuna geldiğinden” değil de “hoşuna gittiğinden” olarak kullanılıyor. Hakîkaten bizler de bu cümledeki ifâdeye kadar hiç başka türlü düşünmemiş ve herkesin kullandığı gibi “hoşuna gittiğinden” olarak bu ifâdeyi kullanıyorduk. Ancak On Birinci Söz’de Üstad Bedîüzzamân Saîd Nursî Hazretleri yine ezberimizi bozarak, bizim ünsiyet ettiğimiz ve yıllarca “hoşuna gittiğinden” olarak kullana geldiğimiz bu ifâdeyi “hoşuna geldiğinden” şekliyle söyleyerek, bizlere çok ince ve dakîk dersler veriyor.

Acaba bu ifâdenin “hoşuna geldiğinden” olarak kullanılmasının altında ne yatıyor olabilir? Mutlaka bunda bir hikmet ve maslahat olmalıydı diye düşündük. Bu kavramın böyle söylenmesi boşuna olmamalıydı. Muhakkak farklı bir ciheti, ayrı bir mânâsı ve değişik bir tefekkür dersi olmalıydı. O halde bu ifâdeye mânâ-i harfî olarak yoğunlaşıp, farklı bakış açısı ile yeni tefekkür damlaları süzüp, değişik pencerelerden bakmalıydık. Çünkü asrın Bedîîsi lisânda ve Edebiyât’ta da mükemmel terkipler ve uslûplar kullanmakta, okuyanları ve dinleyenleri hayrette bırakacak bir dil kullanmaktaydı.

“Onların şu edepli muâmele ve vaziyetleri o padişahın hoşuna geldiğinden” cümlesi On Birinci Söz’de saraya giren birinci gürûh insanların edepli muâmele ve vaziyetleri için kullanılıyor. Bu hâl padişahın “hoşuna geliyor”. Çünkü “edepli muâmele ve vaziyetler” hoş olan, sevimli ve memnun olunan davranışlardır. Hoş olan ve memnun olunan davranışlar uzaklaşmayı çağrıştıran “gittiğinden” kelimesi ile değil yakınlaşmayı ifâde eden “geldiğinden” kelimesi ile anlatılmıştır. Böylece sosyal hayatta kolayca “hoşuna gittiğinden” şeklinde kullanılabilen kelimeyi, Bedîüzzamân Hazretleri “hoşuna geldiğinden” şeklinde ifâde ederek tam olarak cümlenin mânâsına uygun kavramı kullanıyor. Hakîkaten hoş olan uzaklaşmaz, yaklaşır. Böylece Risâle-i Nûrlar’da kullanılan kelimelerin, ne kadar ma’nîdâr oldukları da aralanmış ve anlaşılmış olmaktadır. Risâle-i Nûr satırları içersinde böyle çok kelime ve kavramlar vardır.

Yine meselâ; “Onda dahi hayır görmediğim için ön tarafıma, ileriye nazarımı gönderdim” cümlesindeki “nazar göndermek” tabirini de incelemek gerekir. Nazar; bakmak, bakış mânâlarını taşıyor. Hakîkaten kelimeler çok ilginç tefekkürî mânâlar çağrıştırıyor. Nazar göndermek kavramı; kâinata mânâ-i ismî ile değil, mânâ-i harfî ile bakmak mânâlarını da içeriyor. Allah için bakmak ve marifetullah mânâsı ile bakışın “nazar göndermek” kelimeleri ile ne kadar uyumlu ve âhenkli olduğuna da “nazar göndermek” gerekir.

“İhtiyarlanmak” kelimesi üzerinde de durmaya çalışalım. “İhtiyarlanmak” ile “ihtiyarlamak” kelimeleri arasında tek bir harf farkı vardır. O da “n” harfidir. “İhtiyarlandım” dediğimizde ihtiyarlama işini bizim yapmadığımız ortaya çıkıyor ve “n” harfi ile bizi “Bir” başkasının ihtiyarlattığı hakîkati ile karşı karşıya kalıyoruz.

“İhtiyarladım” kelimesi ile ise “ihtiyarlama” işini sanki biz yapıyormuşuz gibi bir anlam ile karşı karşıya kalıyoruz ki, işte bu bakış açısı mânâ-i ismî bakış açısıdır. Bu da Risâle-i Nûr mesleği olan mânâ-i harfî ve nazar-ı fikrî olan tefekkür bakışına ve mesleğine uymuyor.

Bir de Bedîüzzamân Hazretleri Risâle-i Nûr’da “Daha yok mu?” mânâsına gelen bir anlam için “Daha var mı?” ifadesini kullanıyor. Belki de “Daha yok mu?” tabirindeki “yok” kelimesi, yokluğu ve ademi çağrıştırdığı için yine Üstad kelimelerle bizlere tefekkürî dersler vermeye devam ediyor. Yok kelimesi yerine “var” kelimesini kullanarak varlığı ve vücûdu çağrıştıran tefekkürî kelime ile cümleyi kemâle erdiriyor. Bu da, şu hatırayı hatırlatıyor sanki:

Bedîüzzamân Hazretleri yumurtayı tam olarak kırmadan bir delik açtırır oradan içini aldırırmış. “Üstadım ‘Yumurtayı pişirirken bile kabuğunu tamamen kırdırmazdı. Küçük bir delik açtırarak oradan tabağa döktürürdü.’” Çünkü yumurtanın kırılması bile insanda menfî duyguları harekete geçiriyor ve insanın rûhuna ve duygularına müşevveşiyet veriyor olmalıdır.

Evet, Risâle-i Nûr eserleri tersine dönmüş itikadî ve İslâmî prensipleri aslına rücû ettirmektedir. Bizler kelimeleri Risâle-i Nûr satırlarında geçtiği şekliyle kullanmaya gayret edelim. Hem böylelikle, farklı ortamlarda Risâle-i Nûr’dan bahis açma ve onların ismini ve farklılığını gündeme getirme fırsatı da yakalamış oluruz.

Bedîüzzamân Hazretleri Otuz İkinci Söz’de “Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mânâ-yı harfiyle sev; mânâ-yı ismiyle sevme” demekte ve “‘Ne kadar güzel yapılmış’ de. ‘Ne kadar güzeldir’ deme” diye devam etmektedir. Öyleyse bizler de onun eserlerinde kullandığı ezber bozan kelime ve kavramları onun kullandığı gibi kullanmaya devam edelim.

Dipnotlar:
1- Sözler, 2004, s. 200
2- Lem’alar, 2005, s. 513
3- Lem’alar, 2005, s. 503

Bâkî Çimiç

www.SaidNursi.de

Risale-i Nur’un dili ve üslûbu

Risale-i Nur’un dili, tarihimizin, kültürümüzün, irfanımızın, edebiyatımızın dilidir. Bu bakımdan çok ehemmiyetlidir. Çünkü bir milleti ayakta tutan, onun dini, irfanı, tarihi, kültürü ve millî düşünceleridir.

Diline, kültürüne hâkim olmayan bir millet, git gide kendi kültür ve irfanında tasarruf edemez hale gelir ve söz hâkimiyetini yabancı menfaatlere devretmek vaziyetine düşer. Dil, bir milletin hissiyat ve heyecânînı, karakter ve seciye-i milliyesini, duyuş ve düşünüşünü tezahür ettiren bir aynadır.

Dil, bir milletin en büyük hazinesi olan kültürünün anahtarıdır. Milletimizin tefekküründeki, edebiyat ve san’atındaki zerafet ve bediî zevk, lisanımızın zenginliğinden kaynaklanmaktadır.

Biz, deryalar kadar engin, semalar kadar derin bir medeniyetin sahibiyiz. Edebiyat, estetiği, tarihi, mimarisi, san’atı ve tasavvufu ile namütenahi zenginliğe sahip bu medeniyetin terennüm ve tercümanlığı, ancak cami ve zengin bir lisanla mümkündür. Bizim lisanımız, kütüphanelerimizin şehadetiyle, engin medeniyetimize ayna olacak vüs’attedir. Onun her bir kelime ve tabiri arkasında, bir tarih yatmaktadır. Bu lisan-ı tağyir etmek, tarihe karşı mes’uliyeti hiçe saymak demektir.

Bizi bu mefahirden uzaklaştırmak ve kökümüzden koparmak isteyen bir kısım karanlık emel sahipleri, dessasane ve plânlı bir şekilde milletimizin müşterek hafızası hükmünde olan dilimizi dejenere etmek ve zaafa uğratmak için olanca güçleriyle çalışmışlar ve el’an da çalışıyorlar. Zira onlar çok iyi biliyorlar ki, dili ihmal edilen bir milletin diniyle, tarihiyle ve kültürüyle bütün bağlantı noktaları kesilir. Artık o millet, dinî ve millî gerçeklere karşı gafil ve cahil kalır. Ruhundan, cevherinden kopar, merkezinden uzaklaşır. Bütün değer hükümlerinin yabancısı, hatta düşmanı kesilir.

Ne hazindir ki, bugün bir İngiliz genci Şekspir’in yüzyıllarca evvel kaleme aldığı bir eseri rahatlıkla anlarken, bizim gencimiz İstiklâl Marşını anlamaktan aciz kalıyor. Bu ise ancak gizli ve menhus hainlerin muvaffakiyeti demektir. Maalesef, insanımız, harici düşmanların tecavüzüne karşı gösterdiği heyecan ve hassasiyeti, bu topsuz tüfeksiz yıkılışa karşı gösterememektedir. İşte hazin olan budur.

Cenâb-ı Hakk’a nihayetsiz hamd ü senalar olsun ki, Risale-i Nur, dinî ve millî lisanımızı muhafaza etmekle dilimiz üzerinde oynanan bu hain planı da akim bırakmıştır.

Evet, Risale-i Nur, lisan-ı millîmizdir. Geçmişimizle geleceğimizi birbirine bağlayan bir köprüdür. O, artık bizim irfanımızın en güzel bir aynası olmuştur. Muhteşem tarihimiz ile istikbalin arasında açılan bu aşılmaz uçurumu kapatmış ve lisanımızı düştüğü rezilane vaziyetten kurtarıp, onu asaletli ve haysiyetli mevkiine iade etmekle bu memlekete en hayatî ve şerefli bir hizmet daha ifa etmiştir.

Risale-i Nur’un üslubuna gelince; onda üslûp ile mânâ tam bir ahenk halindedir. Mânânın letafeti ile üslûbun bedaati, imtizaç etmiştir. Gülün latif kokusuyla güzel renginin, çiçeğinde kaynaşması gibi.

Risale-i Nur, aile ve çok yüksek hakikatların izahı olduğundan, Bediüzzaman mevzuun ulviyetine binaen makam iktizası olarak, eserlerinde şiddet, kuvvet ve heybeti tazammun eden “üslub-u âliye”yi ihtiyar eder. Bununla beraber, konunun hususiyetine mutabık olarak, yer yer, “üslûb-u müzeyyene” ve “üslub-u mücerred”i de ihmal etmez. Kullandığı her üslupta itidali ve muvazeneyi daima muhafaza eder. Makamın istidad ve kabiliyeti nisbetinde, teşbih ve temsile yer verir. Hisse canlılık, hayale renklilik kazandırırken hakikati merkezinden oynatmaz.

Onun üslubunun en hâkim unsuru, son derece ikna kudretine sahib olmasıdır. Pek çok edipler yeknesak bir üslubun kıskacında kıvranıp dururken, Bediüzzaman, ilim ve hikmetin, akıl ve mantığın hâkimiyetinde değişik üslublar, kullanır. Hatta mevzuya hissî bir akış, ince bir ruh, kalbî bir bakış hâkim olsa bile, yine hislerin kontrolü akıl ve mantığın elindedir.

*  *  *

Mehmed Kırkıncı