Etiket arşivi: Ekrem Kılıç

Ahlâktaki Çöküş

Kargaymış o, rehber diye uyduklarımız;

Akreb oluvermiş cebe koyduklarımız.

Ahlâkta tedennî dibe varmış, ne yazık!

İnsanlığa şâyeste mi duyduklarımız?

Gün geçmiyor ki, akılları şaşkınlıkta bırakan, vicdanları kanatan bir hâdise zuhûr etmesin!.. İnsan, haberlere râhatlıkla göz atamıyor. İnsaniyeti çürümemiş, hayvanî hislere dönmemiş bir kimse mutlaka gazetelerden, televizyonlardan veya ağızdan ağıza yayılan haberlerden elem duyar. Zâten cem’iyetimizde iyi ve güzel durumlar değil, kötü ve çirkin hallerin haber değeri vardır. Keşke, bunda ibret almak; bu kabîl bir hatâyı işlememek düşüncesi âmil olsa! Maalesef, tam tersine, sanki bu kötülüklerden zevk alır hâle gelmişiz…

Bir taraftan bütün mukaddes duygulardan sıyrılmayı medeniyet zanneden; yaşamayı yalnız hayvânî hislerin, nefsî arzûların, süflî zevklerin tatmîninden ibâret sayanlar çoğalmaktadır. Diğer taraftan, inançlarının gereğinin sâdece ibâdethânelerde – o da resmî ve şeklî – yaşanacağını sanan; îmân ve ahlâk değerlerini hayatlarının her safhasında uygulamak gerektiğinin farkında olmayan kişiler de azımsanmayacak kadar artmaktadır.

İnançta, fazîlette, ahlâktaki bu bozukluk bütün cem’iyyetin dayanak noktalarına kadar sirâyet ederek esaslı bir çürümeye sebeb olmuş ve olmaktadır. Birkaç yüz yıldır, Batı’nın bâtıl değerlerini, hücrelerimize yerleşmiş, kan ve kemiklerimize karışmış durumda olan kendi aslî ve ulvî kıymetlerimizin yerine ikàme etmeyi mârifet bilmişiz. Kimi kasıtlı, kimi safdilâne, cem’iyetimizin kurtuluşunu, Batı Medeniyetinin her şeyini, a’dan z’ye, şartsız kabûl etmekte görmüşüz.

Devletin idâresini ele geçirenler, bin yıllık mefâhirimizin asıl kaynağı olan İslâm dînine âit ne varsa, hepsinden halkımızı uzaklaştırmak için ellerinden gelen gizli – açık her türlü mel’âneti icrâdan geri durmamışlardır. Bunlara, îmân ve Kur’andan gelen güçleriyle karşılık vermeye çalışan insanları, ne yazık ki, baskılarla, zulümlerle, tahkîrlerle susturmaya çalışmışlardır. Bir asra yakın, bu mücâdele sinsî bir şekilde devâm etmiştir. Hâlen, taklîd etmekte olduğumuz Batı Medeniyetinde şahsî hak ve hürriyetler meyânında kabûl görmekte olan pek çok durum, bizde devlet eliyle engellenmektedir.

Gözleri yalnızca dünyâ hayâtını gören ve insanların bir mânevî tarafı bulunduğunu görmez ve bilmezlikten gelen bu mütegallibe takımı yüzünden, çocuk yaşta kazandırılamayan ahlâkî değerler sebebiyle, bataklığa saplananların sayısı büyük bir yekûn teşkîl etmektedir. Ahlâksızlığın kaynağını en büyük hedef, ahlâksızlıkta esfel-i sâfilîne düşenleri en büyük örnek olarak göstermek için ellerinden geleni esirgemeyen bu gürûhla başa çıkmak, maalesef, kolay olmayacaktır.

Şahsiyetlerinin meydana gelmesinde mânevî ve ilâhî bir temele dayanan, çeşitli dîn ve görüşteki insanların bir araya gelerek, ortak bir savunma stratejisi tesbît etmesi, çekirge sürüleri gibi hücûm eden inançsızlık ve ahlâksızlık cereyânına karşı tedbîrler alması gerekirken; herkesin ayrı bir telden çalması, her kafadan başka bir ses çıkması da karşı cebhenin işini kolaylaştırmaktadır. Semâvî dîn mensuplarının da rahatsız oldukları, fıtrata zıd yaşama biçimlerinin şahsî hürriyetler arasında sayılmak istenmesi bu ahlâkî tereddîyi hızlandırmaktadır. Devamlı telkîn edilen: ‘başkalarına hoşgörü, değişikliklere saygı, kimseye zararı dokunmadıktan sonra istediğini yapmak’ gibi bahâneler, bulaşıcı hastalık nev’inden ahlâksızlık cereyânının yayılmasına, bilhassa aklî melekeleri tam teşekkül etmemiş olan çocuk ve gençlerde tedâvîsi imkânsız tahrîbâta vesîle olmaktadır.

Âilelerinin sorumluluğu altında bulunan çocuklara küçük yaşlarda inanç ve ahlâk eğitimi verilmesi, keyfî usûlleri kànun kılıfında dayatarak, yıllardır engellenmektedir. Erginlik çağına erişip, behîmî hislerinin te’sîri altında ne yaptığını bilmez bir durumda bulunan gençlerin bu eksikliklerini gidermek için artık çok geç kalınmış olmaktadır. Aslında, halkın mânevî değerlerine savaş açan ve her türlü hîle, cebir, şiddet kullanarak yönetim mevkîlerine gelen kişilerin istedikleri de tam bu hâldir. Çocukluğunda gerekli terbiyeyi almayan nesiller üzerinde silinmeyecek te’sîrler bırakarak, insanları dînî ve ahlâkî düşüncelerden tecrîd etmek ve onları arzû ettikleri gibi yönetmek…

Halbuki, ahlâksız ve inançsız bir kişinin idâresi, mânevî değerlere saygılı bin kişinin idâresinden daha zor, daha imkânsızdır. Bu durum, yaşadığımız asra damgasını vuran pek çok hâdisenin tasdîki altındadır. Ama, halka rağmen halka hükmedenlerin emelleri de bu değil midir?

Dünyâda ve vatanımızda ne kadar okul, ne kadar öğretmen, ne kadar kurum insanların ahlâklı ve fazîletli birer ferd olarak yetişmesine gayret ediyorsa; bir o kadar da yıkmak ve bozmak için çabalayan güçler, gazete, dergi, televizyon, sinema, film ve sâir vâsıtalarla her türlü yolu deniyor. Sonuçta, işte küçücük yaşlara inen tecâvüzler, şiddetler, adam öldürmeler, madde bağımlılıkları, intiharlar, hırsızlıklar, çetecilikler ve sâir denâetler…

Cenâb-ı Hakk, insanların faydasına hizmet edenleri muvaffak etsin! Beşeriyeti, hayvanlık seviyesine indirmeye uğraşanlara da daha fazla fırsat vermesin!

Ekrem Kılıç – Nurdan Haber 

Güzel Dilimiz Türkçe

Bir milletin dili, uzun zamanlar içinde gelişir. Bu gelişme, o topluluğun manevi sahadaki inkişafı ile olduğu kadar, maddi ilerlemesi ile de irtibatlıdır. Başka milletlerle olan münasebetleri de ayrı bir amildir. Hissiyat ve fikriyattaki inkişaf dile ve sanata akseder. Tefekkür ve tahayyül, maddi ilimlerdeki keşiflere, onlar da, bu gelişmeleri ifade edecek, yeni mefhumlara işaret olacak yeni kelimeler bulunmasına yol açar. Bunlar çoğu zaman, ihsan-ı ilâhi ile ilk defa bu keşfe nail olan halkın kullandığı dildeki kelimeler arasından seçilir. Veya o halkın vatan seçtiği topraklarda daha önce yaşamış kavimlerin medeniyetinden kendilerine miras kalmış dillerden alınır. Ekseriyetle ilmî bir mevzuda kullanılan ilk kelime, konulan ilk ad, bu buluşu alıp kullanan milletlerce de ya aynen veya kendi telaffuzlarına çevrilmiş hâliyle benimsenir.

Biz, kader-i ilâhinin tensibiyle millî dilimiz olan Türkçe konuşuruz. Bu dilin tarihi macerası, dil âlimlerince tahkik, tetkik ve tespit edilmiştir. Düşünce, ilim, sanat, edebiyat sahasında en yoğun ve en verimli şehir hangisi ise, dil de orada – gerek telaffuz, gerek yerli yerinde kullanılma bakımından – en üst seviyeye erişmektedir. Bizde de böyle olmuş ve Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’da dilimiz, kemalinin zirvesine çıkmıştır. Saltanat ve saray çevresindekilerin eğitildiği Enderun mektebinin çekirdeğinden filizlenen, Mevlevi adabından feyiz alan ve şair, edip, âlim kişilerin himmetiyle genişleyen İstanbul lehçesi, Türkçenin en beğenilir ve özenilir şivesi olmuştur.

Her millette olduğu gibi, halkın bütünü bu numuneyi esas almış değildir. Başşehirden ve saray tesirinden uzaklaştıkça, şiveler lisanın asliyetine dönmüş; bölge ve mahalli söyleyişler dile hâkim olmuştur. Cumhuriyetimizin kuruluşu ile birlikle, erişilebilen bütün insan kitlelerine, çok mevzuda olduğu gibi, dil konusunda da tek tip yazma ve okuma öğretilmiştir. Bu sırada İstanbul şivesi, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden şahıslarca kullanılmaya devam etmiştir. Sanat ve edebiyat dünyasında Türkçenin kabul gördüğü lehçe İstanbul ağzı olarak kalmıştır.

Osmanlılarca kullanılan yazıda, yazı telaffuzun aynısı değildi. Şu anda da, dünyada pek çok milletin yazısı, harfi harfine aynen okunmamaktadır. Bizim, eski alfabemizi terk ederek, Latin harflerini almamızın verdiği bir cesaretle, yazıldığı gibi okunması kuralı uygulanmaya başlamıştır. Ancak, yeni harflerimiz, bin yıldır hüküm sürdüğü coğrafyada yaşayan pek çok milletten kelime ve kural almış bulunan o gelişmiş dilimizin ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalmıştır. Yeni imlâ kaideleri de bu eksikliği gidermeye yetmeyince, kelimenin aslı, yazılışı ve telaffuzu arasında garip bir uçurum meydana gelmiştir.

Tahsilini Osmanlı mekteplerinde yapmış ve o kültürle yoğrulmuş kişilerin birer birer göçmeleri neticesinde; eskiden, duyarak kazanılan telaffuz şekli unutulmaya başlamıştır. Başka lisanlardan alınan ve Türkçeleşen kelimelerin atılması devlet politikası olarak benimsenmiştir. Onların yerine, ya Orta Asya’da yaşadığımız çağlarda kullanılmış; fakat zamanla terk edilmiş olan kelimeler yerleştirilmeye çalışılmış veya ne dilin asli kurallarına uyan, ne de ilmî bir menşei olan pek çok sözcük uydurulmuştur.

Dilimizi genel kabul gördüğü İstanbul şivesiyle konuşabilen bir avuç insan da, cemiyetin ekseriyetince gülünç görülmeye başlayınca kalabalığa uymak zorunda kalmışlardır. Tiyatro sahnelerinde, 1960’lara kadar çevrilen ve seslendirilen filmlerde, devlet radyolarında bir zaman daha kullanılan bu lehçe, çok istihalelerden geçmiş de olsa TRT şivesi olarak iyi kötü devam etmektedir.

Esefle belirtmek gerekir ki, bugün, yüzlerle ifade edilen televizyon ve binlere baliğ olan radyolardaki sunucular bile Türkçeyi gerektiği gibi telaffuz edememektedirler. Politikacılar, bürokratlar, gazeteciler, öğretmenler halkın arasından geldiklerinden, telaffuzlarındaki yanlışlıklardan dolayı mazur görülebilirler. Fakat aynı hatayı, meslekleri güzel konuşmak olan sunucular işleyince, ne demeli? Burada örnek vermeye kalksak, bir makale boyu kelime dizmek gerekecek…

Arap atasözünde denildiği gibi: “Yürüyüşünü terk etti; başkasınınkini de öğrenemedi.” Yeni neslin konuşmaları, kaba bir Anadolu lehçesi ile Uzakdoğu milletlerinin tek ve kısa heceli dillerinin bir karması olarak karşımıza çıkıyorsa bunun suçunu yeni yetişenlere yüklemek doğru değildir! Yazımızın kabiliyetsizliğine bizim umursamazlığımızı ekleyin; devlet politikasının her beş on yılda bir lügatimizi nerdeyse yeni baştan yenilemek üzerine teessüs ettiğini hatırlayın! Kabahat ne bir, ne bin kişide… Milyonlarda, milyonlarda!

Başkalarına düstur vermekle iş düzeltilemez. Önce, bu konuda en büyük yardımcımız, eskimeyen yazımız: Osmanlıcadır. Sonra kelimeleri eski yazımızla da belirtilen iyi bir lügat edinmemiz lâzımdır. Ardından da telaffuzumuzu ve yazdıklarımızı, mümkün olabildiğince, oradaki seslere riayet ederek düzeltmemiz gereklidir. Bunları yapınca bahsettiğimiz o İstanbul şivesiyle konuşmuş olmayacağız elbette… Ancak, hiç olmazsa kelimeleri olması gerektiği gibi telaffuz edebileceğiz. Dilimizin ahengini teşkil eden, bazı hecelerin uzun, bazılarının kısa okunması gibi hususiyetlerini muhafaza edebileceğiz. Bu işin en kolay, en kestirme, en faydalı; hem de manevi bakımdan nice istifademize medar bir yolu var: Risale-i Nur Külliyatını asli harflerinden, anlayarak okumak!

Ekrem Kılıç – Nurdan Haber

Bir ‘Nurcu’nun Târifi! (Şiir)

Yumuşak ve sessiz akar, yıkmadan hiç yavaş yavaş;
Çevresine hayât verir sulhdur işi, değil savaş…
Aşılmayan dağ ve tepe geçit verir, boyun eğer;
Kimseden ne çıkar bekler, ne gözetir aş ve maaş…

“Nurcu” sâkin ırmak gibi munsabbına doğru akar;
İstikāmeti muayyen, gözü hep hedefe bakar.
Granitten mânialar, çelik sûrlar, âlî burçlar;
Yolundan hiç alıkoymaz fırtına, yağmur, dolu, kar…

Emeli tahakküm değil, faydalı olmak etrâfa;
Zümrüt misâli yeşerir, çöller olur birer vâha.
Gürlemeden, çağlamadan, hep böyle sessiz yol alır;
Rahmet saçar zîhayâta, nûr olur zevil-ervâha…

“Gizli ajandası” yokdur, hîlesizlikde “hîlesi”;
“Takıyye” mezmûm hasletdir, olur zillet vesîlesi.
Merdânedir her yapdığı, âşikâredir hâlleri;
Husûmet, adâvet bilmez; minnetsizdir cemîlesi…

“Siyâset-i âlem” ile meşgul olmaz ve aldırmaz;
“Îmân ve Kur’ân Hizmeti” tarâfgîrliği kaldırmaz…
Beşeriyet her hâlinde onun nûruna muhtâcdır;
İyilikle teblîğ eder, yakıp yıkarak saldırmaz…

Menfî hareket değildir işleri her hâl ü kârda;
Tahammülle, sabırla hep yürür sâkin, bir kararda …
Nefsini ince elerken gayre müsâmaha eder;
Afv ve insafla davranır, velev görse çok zarar da…

Kolay değil “Nurcu” olmak; bunu, gel de, nefsime sor!
Üstâd’ı imtisâl edip O’na şâkird olmak ne zor!
Evsâfını bilmek başka, yaşamak başkadır elbet;
Gözü olanlar görüyor, aklı olanlar biliyor…

Ekrem Kılıç / Risalehaber