Etiket arşivi: elhamdulillah

Deistler rahmete inanmazlar mı?

Müzeyyin‘ olan Allah varlığı nasıl süslüyor? Sadece renkle, kokuyla, tatla mı? Hayır. Allah varlığı en çok ‘hayatla’ süslüyor. Nereye baksanız onun boy vermeye, varolmaya, ortaya çıkmaya çalıştığını görüyorsunuz. Tatlı bir yaramazlıkla her yerdeler. Her taşın altından, buldukları her toprak parçasından, buzdolabında uzun süre beklemiş yemekten, hatta çöplerin içinden fışkırıyorlar. Evet, biz, yani canlılar (ve özellikle de insan) kainatın en güzel süsleriyiz. Baklavanın üstündeki fıstıklar, dondurmanın üzerindeki çikolata sosu, pastanın üzerindeki krema, örtülere işlenmiş nakış, biziz.

Süsleme/tezyin öyle birşeydir ki, her ne yaparsan yap, en sonunda yaparsın onu. (Pasta bitmeden süslenmez.) İnsanın dünyaya gelenlerin sonuncusu olması, ahirinin kıyamete bağlanması, bizim de evren pastasının süsü olduğumuzu gösteriyor. Lakin karıştırmayalım: Pasta bizimle güzel ama (hâşâ) Ustası bize mecbur değil. Kemalin ‘tamamlayıcı’ parçasıyız ama Usta’nın ‘mecburiyeti’ değiliz. Samed olan O. Yani, herşey ona muhtaçken hiçbir şeye muhtaç olmayan, O. Dolayısıyla kıymetimiz bize ikram ediliyor.

Mürşidim de bir yerde işte bu nakışlar hakkında diyor: “Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar, pek çok esmâ ve şuûnât-ı zâtiyeye işaret eder, gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyûmun şuûnât-ı zâtiyesine âyinedarlık eder.”

Daha kibirli zamanlarımda, yani ilkgençlik dönemimde, böyle bir varlık algısını kabullenmek tahttan düşmüş krala benzetirdi beni. Neden? Çünkü öyle olduğumu düşünmek istemezdim. İnsan ‘bağlayıcı’ veya ‘olmazsa olmaz’ olmadığını duyduğunda epey bir sarsılıyor. Öyle olduğu hissettirildikçe de huzuru artıyor. Özellikle âşıklar bu sözümü iyi anlarlar.

Kabullenmemiz lazım: ‘Olmasa da olur’ olmak ‘kendisinden daha güzel birşeyde varolma’nın güzelliğini bilmeyenler için ölümden de beterdir. Bu yüzden evladı için yaşamayı anne olmayan bir kadın anlayamaz. (Âşık bir kadının eşinden duymak istediği söz ‘Sen benim herşeyimsin’sinken sıra oğluna geldiğinde dediği şudur: ‘Yeter ki sen mutlu ol!’) Yahut da sahabilerin Aleyhissalatuvesselam için sıkça söyledikleri “Anam babam sana feda olsun ya Resulallah!” sözünü… Çünkü bu bir tür varlık sırrına eriştir. Asıl varolması gerekenin sen olmadığını kabul, adına varolduğunun ellerine kendini teslimdir, İslam‘dır. Annen ve baban değildir seni asıl vareden. Seni vareden Allah‘tır. Resul de ancak ondan dolayı kıymetlidir.

Ne diyordum? Ha, hatırladım, önceleri bu ikincil konuma iniş beni epey bir rahatsız ederdi/etti. Ne yani? ‘Olmasa da olur’ isem hakikaten bir zaman gelecek de olmayacak mıydım? O kadar önemsiz miydim? Vazgeçilebilir miydim? İnsana ‘olmasa da olur’ olduğuna inanmak, yani Samed olanın yalnızca Allah olduğuna inanmak, böylesi bir sebepten zor geliyor. Sanıyor ki, ‘olmasa da olurluğunu’ kabul aynı zamanda ‘olmayacağını’ da kabuldür. Bu, Allah’ın rahmetini unutup, sadece Samediyetine bakan bir aklın düşebileceği bir çukurdur. Bu korkuyu aşabilmekse onun Rahman ve Rahim olduğunu hatırlamakla mümkündür. Ve Kur’an-ı Hakîm 113 sûresine bu isimleri hatırlatarak başlar.

Bence ‘besmele‘nin böylesi bir fonksiyonu da var: Yani, Rahman ve Rahim isimlerini unuttuğumuz anda, Allah hakkında tefekkürümüzde bir yeis/ümitsizlik hâkim olmaya başlıyor. Bir karamsarlık. Çünkü yüceliği ‘ilgisizlik’ nedeni sanıyoruz bizler. Allah’ı ‘kendimiz gibi’ sanıyoruz. Onu bilmek için konmuş nakışların peşinden giderken ‘ona dair’ olmakla ‘onun gibi olmak’ arasındaki nüansı yitiriyoruz. Ki insan böyledir. Yüceldikçe(!) çevresindeki insanlara ayırabildiği vakit azalır. Sorunu sınırlarıdır.

Tıpkı Mesnevî-i Nuriye‘de dendiği gibi: “Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar.” Düşünsenize: O kadar büyük ki. O kadar yüce ki. O kadar muhteşem ki. O kadar… O kadar… O kadar… Kelimelerin anlatmaya kifayet etmediği O, âlemlerin Rabbi, sizi neden kâle alsın? Sizi neden önemsesin? Sizin varlığınızla neden ilgilensin? Deistlerin işin içinden çıkamadığı yer de burası: “Var ama bizimle neden uğraşsın?”

‘Subhanallah’ın ardından gelen ‘Elhamdülillah’ biraz da bu hatırlayışın sevinci gibi geliyor bana. Evet, o Subhaniyet makamında, ama aynı zamanda Rahman ve Rahim. Merhamet etmeyi seviyor. Sizi sevindirmeyi seviyor. Sizin varlığınızı seviyor. Hamdınızı istiyor. Ne diyor Bediüzzaman: “Ebedînin sâdık dostu ebedî olacak.” Böylece yürek Allah’ın yüceliğini tefekkürü içinde yalnızlık korkusundan kurtuluyor.

Kanaatimce: Vahidiyet içindeki Ehadiyeti bize en net gösteren iki isim Rahman ve Rahimdir. Onları pek severiz. Doğrudan Allah’ın bize olan ilgisini anımsattığı için. Çünkü onlar olmasaydı Cenab-ı Hakkın büyüklüğünü bilmek, tıpkı deistlerin yanlış inancında olduğu gibi, aramızdaki mesafeyi arttıracaktı. Şimdi ise yalnız azaltıyor. Hem O kendisinin bize yakınlığını dahi bu ‘merhametli ilgisiyle’ anlatıyor: “Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.”

Ahmet AY – risalehaber.com

Cumanız Mübarek Olsun! (Cuma Duası)

Ebul Vefa Hz.’nin Duası

Ya Allah!

Dünya ve ahirette karşılaşacağım her bir korku için ‘lailaheillallah‘ ı,

Her keder ve üzüntü için ‘maşa’allah‘ı,

Her bir nimet için ‘elhamdulillah‘ı,

Hayret verici her şey için ‘subhanallah‘ı,

Her bir günah için ‘estağfirullah‘ı,

Her darlık için ‘hasbiyallah‘ı,

Her musibet için ‘inna lillahi ve inna ileyhi raciun‘u,

Her bir kaza ve kader için ‘tevekkeltu alellah‘ı

Her bir itaat ve isyan hareketi için ‘la havle vela kuvvete illa billahil aliyyul aziim‘i, hazırladım.

Ey Rabbım! Bize arttır da eksiltme, bizi şereflendir de hor ve hakir kılma, bize ver de mahrum bırakma, bizi seç de üzerimize ihtiyar etme.

Bizden razı oluver bizden kabul eyle. Ey Kerem sahibi! Ey esirgeyenlerin en merhametlisi! Duamı kabul eyle. Hamd alemlerin Rabbın’a mahsustur.

www.NurNet.org

Fatiha’yı Oruçla Açarken…

Her istediğimize elimizi uzatabileceğimizden eminken, şeffaf ve yumuşak bir kılıç gibi iner; elimizi eşyadan keser oruç. Eşya ile aramızı açar. Eşya ile aramızda, karşılıklı razı olunmuş bir yabancılık inşa eder. Bu yabancılık, Yaradan’ın eşyayı bize tanıdık ve yakın edişinin hatırlatıcısı olur. Her kavuşmayı çocukça bir heyecanla bekler, her iftarda ter ü taze bir buluşma yaşarız. Denir ki bize: “Hiçbir şey için ‘Benimdir’ deme. De ki ‘Sadece yanımdadır.'” Ve denir ki yine: “Ne su senindir ne de suyu içen dudak… İkisi arasındaki yakınlık, O’nun izniyledir, O’nun hatırınadır, O’nun ismiyledir.” Açlığı ve susuzluğu her hissedişte, yeryüzünde müsaadeyle yaşamanın tadı yayılır damağımıza.

Mahrumiyetimizi hatırladıkça, dünyada misafir izzetiyle ve izniyle nefes almanın genişliği dolar göğsümüze. Böylece, sürekli devinen ve sözsüz de söylenen bir “Bismillah”a dönüşür oruç. Arzuladıklarımızın her zaman elimizin altında olduğu hissi, onlara dair hayretimizi azaltır, onların varlığı karşısındaki hayranlığımızı küllendirir. Oruç, eşyanın üzerindeki külleri kaldırır, varlığa olan körlüğümüzü açar. Nimetlerin üzerindeki alışkanlık perdesini yırtar. Diğer zamanlarda sebepler üzerinden fiyatlandırdığımız nimetler, yeni bir bedelle, bambaşka bir fiyatla karşımıza çıkar. “Su eşittir para” denkleminin tek yönlü geçerli olduğunu anlarız meselâ. Su para eder ama para su etmez. Parayla su içemeyeceğimizi ilk defa fark ederiz. Paramız geçersizleşir, suyun gönderilmişliği sahicileşir.

Hep yeni, hep yeniden tadarız suyu ve ekmeği… Yeni baştan tadarız varlığı… Karşılığını ödemekten aciz olduğumuz iyilikler gördüğümüzü öğreniriz. Hayretimiz artar. Teşekkür iştahımız yerine gelir. Minnettarlık duygumuz çoğalır. Hamdimiz artar. Böylece, sessiz bir “Elhamdülillah“ı içirir bize oruç. Arzu ettiklerimizi gerçekleştirmekte pek gecikmeyiz sair zamanlarda. Elimizin altında olana çabucak erişiriz. Canımızın çektiğini hemencecik alırız. Heveslendiğimizi kolaycacık yer içeriz. Arzu ve heveslerimizle yapışık hale geliriz böylece. Yapışık ikizler gibi, her şart altında, onların yanı sıra koşarken buluruz kendimizi. Varlığımızı heveslerimize kilitleriz. Arzularımızdan ayrı bir kişilik oluşturma mecalimizi hepten kaybetmiş olabiliriz. İçgüdülerimizin ucunda savrulmaya başlarız. Sahiciliğimizi yitiririz. Hevamızla aynılaşırız. Sığlaşırız. Orucun yaşattığı gönüllü yoksunluk, heva ve heveslerimiz ile “biz”in arasını ayırır. Kendimizi, ilk defa, kendimiz bildiğimiz arzularımıza “dur!”, “yapma!” derken buluruz. “Ben” ile “ben”imiz sandığımız arzularımız ayrışır, karşı köşelere geçer. Bu hâl, bize naif bir bakış kazandırır.

İlk defa, hırsla değil merhametle görürüz eşyayı. “Yiyecekmiş gibi” bakmayız nimete; duru ve sakin “var edilmişliğini”, taze ve kasıtlı “verilmişliğini” okumaya başlarız. Şehvetin sürükleyiciliğinden “ben”imizi sıyırır; şefkatin kucaklayıcı bakışını kuşanırız. Heva ve hevesin, arzu ve hırsın hoyratlığı, her şeyi bize “mecburmuş” gibi göstermesine karşı direnme fırsatı ediniriz. Her şeyi, “ikram”, “iltifat” ve “ihsan” şaşırtıcılığı içinde tatmaya başlarız. Anlarız ki, eşya bizim heveslerimize “mahkûm” değildir; aksine bize yönelmiş “merhamet”in göstergesidir. “Mecburiyet” algımız, “mahcubiyet”e dönüşür. Merhamet eden mecbur değildir çünkü. Kendisine kerem edilen, keremi hak etmiş değildir. İhsan, ihsan edenin kendi tercihidir; kimsenin zorlaması değildir. İftar vakti, bu ikram, ihsan ve iltifat edilmişlik duygusunu daha bir net hissederiz. Sofrada, eşya sanki yeniden filizlenir gibi olur. Varlık, taze kabuk bağlamış bir yara gibi pembeleşir. Her şey, “marul içi tazeliği”ne bürünür. Nefsimizle değil, nefesimizle muhatap oluruz varlığa. Bize merhamet edildiğini anlar, başkalarına da merhamet borçlu olduğumuzu fark ederiz. Şefkat gözeneklerimiz açılır. Benden bana, benden sana, benden ona, ondan bana, senden bana.. şefkat nehri yeniden akmaya başlar. Böylece, “O Rahmandır ve O Rahîmdir” sırrıyla yıkar bizi oruç. Sebepler susar oruçta. Çokluk bire iner. Çokça hazır olanlar tükenir.

Bolca el altında tutulanlar faydasızlaşır. Yalnızlaşırız. Eşyanın desteği koltuğumuzun altından çekilir. Tekilleşiriz. Bir gurbete düşmüşçesine, eşyanın uzağına atılırız… Kalabalığın ortasında, yapayalnız kalırız. Her şey var ama bize faydasız. Her şey burada ama bizden habersiz. Çokluğu susturup, Bir olanın emrine kulak kabartırız oruçla. Sebeplerin şımartmasını terk edip, sebepsiz Var Eden’in iznine ayarlarız kalbimizi. Eşyanın içinde kaybolmuşluğumuzu yırtarız. Kentin boğuculuğundan sıyrılırız. Dar zamanların duvarlarından dışarı atarız kendimizi. Silikleşmiş varlığımızı, her şeyi bir kenara itmenin ayrıcalığı ile yeniden biliriz, yeni baştan bileriz. Varlığın göğsünde taze bir heyecanla çarpan kalp gibi yeniden ölçüp biçeriz kendimizi. Her şeyin faydasızlaştığı, her şeyin sustuğu “din günü”nde, “hesap sorulacak adam” imtiyazı ile tek başına ayakta tutulmanın resmini tamamlarız. Böylece, “Din Günü’nün Sahibi”iyle tanış eder bizi oruç

Senai Demirci