Etiket arşivi: emir

Kadınların Şer’i Tesettürü Yozlaştırılmamalıdır!

Son zamanlarda küreselleşmenin bazı zararları, iletişim teknolojilerinin ekseriya kötülüğü yaymak için kullanılması, bazı moda cereyanlar ve zararlı medyanın da tesiriyle, kadınların şer’î tesettürü (İslâm’ın emrine göre örtünmesi) bilhassa manevî bakımdan çok tehlikeli bir şekilde yozlaştırılmağa ve aslından saptırılmağa çalışılmaktadır. Bunun çok kötü misalleri, Bahar mevsiminin gelmesiyle daha da çok görülmektedir. Hatta, tesettürü evi ve mahremleri dışında, gözalıcı renk ve desenlerde başörtüler örtmek (bir nevî süslenmek) zannedip uygulayan “altı kaval, üstü şişhane” deyimini hatırlatır şekilde sokaklarda, hatta cami ve türbelerde boy gösterenlere de çok rastlanmaktadır.

İslâm’da tesettürün aslı ve esasının, sağlam Kur’anî deliller ile sabit kesin bir ve hüküm olduğu hususunda İslâm âlimleri ittifak etmişlerdir. Merhum şehîd İskilipli Âtıf Hoca’nın 1ve 339 tarihinde bastırdığı ve üzerinde “Ahkâm-ı tesettüre vâkıf olmak isteyen her erkek ve kadın Müslüman’ahatta bir nüsha lâzımdır” yazısı bulunan “Şer’î Tesettür” adlı risalesinden bazı mühim hususları nakletmek; şer’î tesettürün yozlaştırılmasına karşı İslamî gerçeği bilenlere hatırlatmak ve bilmeyenlere de bildirmek için faydalı olabilir.

Hicret-i Nebeviye’nin 4. senesinin Zilkade ayına kadar cahiliye (İslâm’dan önceki) devrinin iki âdetinin devamıyla, Müslüman kadınlar da iki omuzları arasından arkaya sarkıttıkları fakat tamamen gerdanlarıyla göğüslerinin bir kısmını açık bırakan “çar” denilen örtüyle başlarını örterlerdi ve her kim olursa olsun, namahrem (İslâm’da evlenmelerinde engel teşkil edecek akrabalığı olmayan) erkeklerle zaruretsiz karışıp görüşerek konuşurlardı. Hicret-i Nebeviye’nin 4. senesinin Zilkade ayında tesettür âyetleri (Ahzâb Sûresi, 59 ve Nûr Sûresi, 31) inerek, bu cahiliye âdetlerini kaldırmış ve içinde birçok faydalar bulunduran iki çeşit tesettür farz kılınmıştır.

Kadınların tesettürünün birinci çeşidi, buluğa erdikten sonra “cilbab” ile, yani başından itibaren bütün bedenini başından topuklarına kadar bürüyecek geniş bir “dış elbise” ile örtüp, (kocası ve kendileriyle evlenmeleri yasak bulunan) mahreminden başka hiç kimseye, azasını İslâm’ın (gösterilmesine) izin verdiğinden fazla göstermemektir. Bu “dış elbise”nin azayı belli edecek şekilde dar ve ince olmaması da gerekmektedir. Sadece vücudunun tenini örtüp hattını belli eden “dış elbise”, şer’î tesettüre uygun değildir. Peygamberimiz (s.a.s.): “Suretde elbiseli, hakikatte çıplak kadınlara, Allah lânet etsin” buyurmuştur.

Diğer bir hadis de şöyledir: “Ehl-i cehennem’den iki zümre var ki, bunları (dünyada henüz) görmedim: Birisi, sığır kuyrukları gibi kırbaçlar tutarak onlarla insanları döver(ta’zir ve ta’zib eder)ler. Diğer bir kısmı kadınlardır ki; gerçi giyinmişlerdir, fakat çıplak görünürler (zînet yerlerini açarlar, vücut hatlarını belirtecek şekilde ince ve dar elbiseye bürünürler). Başka kadınları kendileri gibi yapmaya teşvik ederler. Bunların başları, içine doldurdukları bezler ve saçlarla deve hörgüçlerine benzer. İşte bunlar ne cennet’e girerler, ne de pek uzak mesafeden intişar eden (yayılan) râyihasını koklarlar.” (Riyâzüssalihin Tercümesi, c. 3/198)

Tesettürle ilgili “Ancak bunlardan görünmesi zarurî (yerler) müstesnâdır” âyet meali gereğince, kadınların yalnız zînet-i zâhire yerlerine, yani yüzleri ile ellerinin açılıp görünmesine İslâm’da izin verilmiştir. Bir hadise göre de, ayak bileklerinden aşağısı hem namaz, hem de bakmak hususunda avret değildir. Mahrem olmayan kadınların bu uzuvlarına şehvetsiz bakmak, haram ve yasak değildir. Şehveti tahrik edeceği muhakkak veya muhtemel bulunursa, mahrem olmayan kadınların bu azalarına bakmak da İslâm’a göre haram ve yasaktır. Zira “Gözler zina ederler” hadis-i şerifi mucibince, şehvetle bakmak, bir nevi zinadır.

Hz.Âişe (r.a.) validemiz “Ancak bunlardan görünmesi zarurî (yerler) müstesnâdır” âyet mealine göre, kadınların yüzlerinde açılmasına izin verilen yerlerinin ancak birer gözleri olduğu içtihadında bulunmuş ve bunun gerekçesini açıklamıştır; tesettür hususunda İmam-ı Şâfii hazretlerinin mezhebi de, Hz.Âişe’nin (r.a.) içtihadına dayanmıştır. Yüz meselesi hakkında Şâfii’nin sözü-görüşü azimet, Hanefî’nin sözü-görüşü ise, ruhsat ve genişliktir. Ancak, ihtiyar kadınlar bu hükümden hariçtir.

Bu mevzudaki diğer bir hadis-i şerif gereğince, kadının elbisesinin topuk kemiklerinden kısa olması ve yerde sürünecek derecede uzun olmaması da şarttır. İlgili âyetteki “cilbab” kelimesinin manâsına uygun “dış elbise”nin biçimi konusunda ise, açıklık yoktur ve belirtilen şartlara uygun değişik elbiseler olabilir.

Kendilerine mahrem olmayan genç kadınların ellerine dokunmak veya onlar ile tokalaşmak, İslâm’da haramdır. Dokunmak, şehveti tahrik hususunda bakmaktan daha kuvvetlidir. Ancak, mahrem olmayan erkeklerin ihtiyar kadınlar ile tokalaşmasında sakınca yoktur.

Kadınların tesettürünün ikinci çeşidi Ahzâb Sûresi 33. ve 53. âyetlerinde açıklanmıştır: Zarurî bir ihtiyaçları olmadıkça, evlerinden çıkıp, kendilerine mahrem olmayan erkeklerle karışıp görüşmemektir.

Bu tesettür âyetleriyle, İslâm tarafından cahiliye âdetlerinden ikisi daha ortadan kaldırılmıştır. Bu âyetlerle, İslâm’dan sonra fısk ve fücur (gayr-i meşru günah) sebebiyle cahiliyet devrindeki çirkin âdetleri diriltmekle yeni bir “cahiliye” devrinin açılması ise, şiddetle yasaklanmıştır.

Kadınların şer’î tesettürü bahsedildiği şekliyle kat’î farzdır ve bu farz asırlar geçmekle, bahsedilen şeklinden farklı bir şekle girmez. Bu farzı inkâr edenler, İslâm dairesinden çıkar ve kâfir olur. Onu inkâr etmeden aykırı hareket eden kadınlar da günahkâr olup, fiillerine göre ceza ve ilahî azabı hak ederler.

Kadınların şer’î tesettürü hakkında beyan olunan Kur’anî delillerin bazıları zahiren Peygamber (s.a.v.)’in mübarek zevcelerine tahsis olunmakta ise de; ya Peygamberimiz (s.a.v.)’in mübarek zevcelerine uyarak veyahut “hususî”yi zikredip “umumî” yi irade kabilinden, mecaz olarak hükmü sair Müslüman kadınlara da şâmildir. Bu sebeble, İslâm dinini kabul eden her kadın, İslâmî tesettürle ilgili şer’î delillerin tümünün hükmü altına girer.

İskilip’li Âtıf Hoca’nın “Şer’î Tesettür” adlı risalesinde, asrımızın bazı kadınlarının tesettüründeki İslâm’dan uzaklaşma ve yozlaşmalara karşı İslâmî gerçeklerden bahseden yukarıdaki kısımlardan başka; “Müslüman hanımlara yabancı olmayan erkekler (13 sınıf) – Kadının çalışma durumu – Tesettürün İslâmî hikmetleri – İslâmî tesettürün faydaları – Kadınların öğrenmesi gereken ilim ve sanatlar” başlıklı bahisler de bulunmaktadır.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Sevildiğini Bilene Yasak Sökmez.

İnsanın önünde hep bir deniz olur da, bir türlü girmeyi akıl edemez ya… Olur böylesi tuhaf nasipsizlikler. Çok yakın zamanda bir ayetin sonsuz ılık maviliğine dokundu kalbim. Gözlerimin önünde yıllar yılı dururken, bir türlü gönlümü sokamamışım içine… Şimdi girdim mi denize peki? Yeterince daldım mı? Sonsuza temas da sonsuzdur elbet.

İnsan, sonsuzdan nasibini sınırlayabilir mi? Şimdi bu yazıyı “ben keşfettim” edasıyla yazmak bile keşfin “daha daha”sına saygısızlık olabilir. Hiç şüphesiz keşfedilecekler keşfettiklerimizden çok fazladır. Yine de keşfedilen kadarıyla paylaşalım. Birlikte dokunalım bu sözün sonsuz derin maviliğine. Adresini vereyim: Al-i İmran: 31 “De ki...” diye başlıyor. İşte bu “de!” hakkında “de!”necekler var. “De!”meyi Elçisi’ne bırakıyor Söz’ün Sahibi. Niye ki? Çünkü, az sonra Elçi’ye tâbi olmaya davet edecek bizi.

Ama Elçisi yapsın istiyor bu çağrıyı. Kendisi çağırmıyor Elçisi adına. Elçisi çağırıyor. Rabbani nezaketiyle önce Kendisi “ittiba etme” örneği veriyor bize. “De ki, Allah’a muhabbetiniz varsa, bana ittibâ edin ki Allah da size muhabbet etsin…” yerine şöyle de diyebilirdi: “Bana muhabbetiniz varsa Elçime ittibâ edin ki Ben de size muhabbet edeyim….” Hem böylece “De ki…” demeye de gerek kalmayacaktı.

Eğer öyle olsaydı, Elçi’ye tâbi olma çağrısı bu kadar beliğ olmazdı. Çağrıyı Elçi’ye bırakan, Elçi’ye ittiba etme örneği göstermektedir. Oysa Allah -haşa-mecbur değildir ittibaya, mecbur değildir önce Kendisinin ittiba ettiğini ima etmeye… Aslında “siz de mecbur değilsiniz!” mesajını bir dip akıntı olarak saklıyor ayet… Çünkü az sonra anlayacağız ki Elçi’ye itaate biz kullar “mecbur değiliz!” “O da ne?” dediğinizin farkındayım. Ne demekti “mecburiyet”? Zorunlu olmak. İçinde “zor” ya da “icbar” olan bir kelimenin Elçi’ye tâbi olmanın önünde ne işi var ki? Yakışık alır mı? Hele de bu “ittiba/uyum” çağrısının sebebi ve sonucu asla zorlamaya gelmeyen “muhabbet” ise… Gelin, Elçi’ye ittiba etme çağrısının şartına bakalım:

“Eğer Allah’ı seviyorsanız…” Elçi’ye tâbi olmanın sonucuna da bakalım: “ta ki Allah da sizi sevsin…” Ayette iki “sevme” arasında durur “ittiba etmek” Sevmek ile zorunluluk kelimeleri ne kadar da uzaktır birbirine! Zor varsa sevmek yoktur, hatta zorlanırsa insan sevdiğini bile sevmez olur. Muhabbetin olduğu yerde mecburiyete gerek yoktur, icbardan söz edilemez. “Zorla güzellik olmaz” sözünün derininde şu anlam da saklıdır: “Zorla güzellik kalmaz.” Zorlandığında bütün güzellikler tahrip olur.

Güzellik zorlamaya gelmez. Sevmek kalbin eylemidir; kalp ise zorlanamaz, zorlamaya gelmez. (Eğer kasların eylemi olsaydı sevmek, belki zorla sevilebilirdi, mecburen sevenler olabilirdi!) Elçi’ye ‘ittiba’nın iki ‘muhabbet’ arasında durması, bize “sünnet” diye belletilen davranışların içeriksiz kabuklardan ibaret olmadığını, sadece kaslarla değil kalple yapılan işler olduğunu hatırlatması için olmalı. Demek ki, sünnet kasların kasılıp gevşemesiyle değil en başta kalbin katılımıyla gerçekleşiyor. Allah’a muhabbetle başlamayan bir davranış, Allah’ın muhabbetini beklemeyen bir eylem, biçim olarak sünnet davranışına denk geliyor olsa da, özünde “sünnet” denmeyi hak etmiyor.

Tam burada yeniden düşünelim “sünnet” ve dahi farzları. Zaten farzlar da Hz. Peygamber’den[asm] çıktığı için de en azından “sünnet” değil mi? “Ya uyarsın, ya yanarsın!” şantajıyla mı çağrılırız Resulullah’a [asm] uymaya? Yüzümüzü yoktan var eden, aynaya baktığımızda bizi kendi kendimize yeniden sevdiren Yaradan niye bizi “zoraki” bir yolda beklesin ki? Kendi varlığımızdan ne kadar memnun isek, gözümüzün üzerindeki kirpiklere ne kadar itirazsız isek, O’nun bize çizdiği “yol”u zoraki bilmeden, zorlanarak değil, mecburiyet olarak değil, o kadar muhabbetle yapıyor olmalı değil miyiz?

Beni ben yokken bile seven, ben beni sevemezken de beni sevip özenerek insan diye var eden Yaradanım, beni niye “sevimsiz”, “lüzumsuz”, “faydasız”, “zoraki” bir yola çağırıyor olsun ki? Sevmeye bağlıdır Elçi’ye ittiba… Sevmene bağlı. Hem de Allah’ı sevmene.

“De ki,eğer sevmeye Allah’tan daha lâyık birisini biliyorsan, bana tâbi olma…” “De ki, eğer Allah’ı değil de bir başkasını sevmek senin için daha kârlı ve faydalıysa, bana uyma…” “De ki, seni hiç yoktan çıkarıp insan olarak var edeni sevmek sana zor geliyorsa, beni izleme…” Yine, “De ki, seni hiç kimsenin anmadığı günlerde anıp da herkesin anmaya değer gördüğü biri olarak seçen Rabbini değil de, yolunu hiç gözlemeyen, yokluğunda seni hiç anmayan bir başkasını daha çok seviyorsan, benim izimden yürüme…” Bir de, “De ki, eğer seni senin kendini sevmenden önce seven Bir’ini değil de, yeryüzünde yüzünün görünmediği binlerce yıl boyunca seni anılmaya bile değer bulmayan birilerini daha çok sevmeye değer görüyorsan, benim değil onların yolunda yürü…”

Sözün özü: Elçi’ye tâbi olmanın ön şartı, sevmek. Sevmekte zorlama yok. Sevmek, ite kaka olmaz, olamaz. Sevmek, yokuş yukarı çıkmak değildir. Bir akıştır. Gönüllü katılıştır. Yokuş yukarı da olsa, gönlünce yürümektir. Sevmekle yorulmaz insan. Sevmekle dirilir, diriltir. Kimseden zorla sevmek beklenmez. Öyleyse, “zoraki” değildir sünnetin hiçbir davranışı. Her ittiba çağrısının ikinci bir sorusu daha vardır: “Uyarsam n’olacak?

Nereye varacağım O’nun izinden yürürsem? Ne elde edeceğim, O’nunla yürüyerek? Rabbimizin buna cevabı da tanıdık ve sevimli: “sevilmek” “De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin…” Yani; “De ki, eğer Allah’tan başkası tarafından sevilmekle daha çok kâr edeceksen, bana itaat etmesen de olur.” Yine, “De ki, eğer Allah’tan başkasının seni sevmesi seni yokluktan, hiçlikten kurtaracaksa, benim izimden yürüme…” Yine, “De ki, hiç kimsenin hatırını saymayacağı, herkesin yokluğunu kanıksayacağı, seni unutacağı, seni unuttuğunu da unutacağı gelecek günlerde, Allah’tan başkası tarafından sevilmek seni toprağın altından çıkaracaksa, benim ardıma düşmesen de olur…” Bir de şöyle “De ki, eğer kusurlarına rağmen senin rızkını hiç kesmeyen, ayıplarını bildiği halde seni kimselere rezil etmeyen Allah değil de bir başkasıysa, bana tâbi olmasan da olur…” Ne güzel ki, ayet cümlesinin son ibaresi, Allah tarafından sevilmeyi zirve bir tasvire çıkarıyor: “öyle sevsin ki Allah sizi, günahlarınızı kusurlarınızı toptan bağışlasın. Adeta görmezden gelsin.” İşte bu yüzden, sanılanın aksine Allah’ın “emir ve yasaklar”ı yoktur. Yani, Allah, bize alışık olduğumuz anlamıyla “emir”ler yağdırmaz. Askeri anlamdaki “ast-üst ekseninde” anlaşılırsa haksızlık ederiz Allah’ın emirlerine ve yasaklarına… Muhabbetin olduğu yerde emir ve yasağa gerek yoktur ki… Muhabbeti hak etmeyenler kuru emirler yağdırır.

Sevilmeyenlere ve sevmeyenlere mecburen tâbi olunur. Zoraki uyulur. Muhabbetle başlayan ve muhabbetle biten sünnetin hiçbir yerinde “yasak” yoktur; “haram” vardır. “Haram” kelimesi “hürmet” kökünden anlamını alır. Yani müminlerin “yasak”ı “hürmet”ten kaynaklanır. Kuru ve inadına yasağı olmaz sünnetin. Hürmetin her zaman bir hedefi vardır. Muhabbet etmediğine hürmet edemez insan. Kime muhabbeti varsa, kimden muhabbet bekliyorsa, ona hürmet eder. Muhabbet ettiğinin ve muhabbet beklediğinin hürmeti hatırına kendine kimi işleri emreder ya da yasaklar. Bu yasak dışarıdan değildir; içeriden, içten geliyordur. Aynı şekilde, “farz” kelimesini de “zorunlu” olarak tercüme edemeyiz. Zorunlulukta gönüllülüğe yer yoktur; farzda gönüllük vardır. Allah’la yaşayan, Allah’ın hatırını sayar, Rabbine hürmet eder, Rabbine hürmet ederek “yapma!” dediğini yapmaz, “gitme!” dediği yere gitmez, “yeme!” dediğini yemez. Haramın ve emrin konusu olan her iş, o işle ilişki içinde olduğumuz her insan ve her şey, Allah’a tâbi olmanın görünen yüzüdür.

Hatırlayalım: Melekler ve İblis Âdem’e secde etmekle sınandılar; doğrudan Allah’a secde etmekle değil. Allah’a itaatleri Âdem’e itaatleri üzerinden test edildi. Melekler isteneni hemen yaptılar, itaat ettiler, hesap yapmaya kalkmadılar. Ama İblis gerekçe peşine düştü; çünkü Allah’ın hatırı yoktu üzerinde… “Evet ama…”larla kıvırmaya başladı.. “İyi ama, ben ateştenim Âdem topraktan…” demelere davrandı. “Ateş topraktan üstündür, ateş olan toprak olana secde etmez” dedi. İpe un serdi. Oysa, sorun toprak olan Âdem değildi, sorun toprak ya da ateş fark etmez, Âdem’e secde edilmesiydi… Meleklerin imanı, Âdem’in toprağında Allah’ın hatırını gördü; İblis ise Âdem’in toprağından başkasını görmedi. Böylesine kör olanlar ancak kuru emir ve yasaklardan anlarlar. Gönüllerine yer yoktur itaatlerinde.

Bu körlükle, kendisi topraktan Âdem ise ateşten olsaydı, secde eder miydi İblis? Asla! Ya da, kendisi topraktan, Âdem ateşten diye secde etmiş olsaydı, hakkıyla itaat etmiş sayılır mıydı? Hayır! Çünkü bu halde de Allah’a hürmet olmayacaktı. Örneğin bir mümin domuz eti yemez; bu bir haramdır. Bir mümin tesettürlü olmaya çalışır; bu bir emirdir. Domuz etiyle muhatap olurken, domuzla değil “domuz eti yemeyin!” diyen Rabbinin hatırına bakar. Domuz etinin zararlarının bilimsel açıklamalarına vs. dayandırmaz itaatini. Saçını saklarken, güzelliğini herkese göstermemeyi tercih ederken, saçlarının hatırından önce saçlarını ziynet diye veren Allah’ın hatırını görür, gözetir. Allah’ı “gören”in tesettürü gönüllü olur, zoraki değil. Demek ki tesettür tenine örtü örtmekten fazlası, Allah’ın hatırını bilecek kadar iman etmeyi içeriyor içinde. Bunun ise kılık kıyafeti olmaz; hatır bilmek başörtüsü bağlama biçimi gibi tartışılacak, ölçülecek, kesilip biçilecek bir şey değil ki. Allah’ın hatırına yemez, içmez mümin. Allah’ın hatırına örtünür ve saklanır. Bu yüzden tesettür de “iman eden erkek ve kadınlara” emredilir. Allah tarafından görüldüğüne iman edenler bakışlarını, saçlarını ve tenlerini “ziynet” diye bilir çünkü. Yoksa… Emir almaz; kadir bilir; emir telakki eder. Yasaklara aldırmaz; hatır sayar, kendine haram eder. Muhabbet’ten koparılmış her türlü uyum “ittibâ”nın nezaketini ihlal eder. Bu yüzden sevmeyi en çok hak edeni sevmek kadar dolu doludur sünnet. Sevgisiz uymaların her türü insan gönüllülüğünü ihlal eder. Ancak sevildiğini bilenlerin farkında olduğu içten bir nezakettir sünnet.

Senai Demirci

Kuran’da Başörtüsü Emri Yok Mu?

Bazı ilahiyatçılarlar, ‘Kur’an’da başörtüsü hükmü yoktur’ veya ‘Devir değişti, İslam hukuku artık uygulanmaz’ diyorlar. Dayandıkları bir nas var mı?

Bu konuda yıllardır yazıyoruz; ama hâlâ konuşulduğunu, tartışıldığını, sorulduğunu görünce yazmaya devam etme ihtiyacı ortaya çıkıyor.

“İslâm’da başörtüsü vardır” diyecek yerde “Kur’ân’da vardır” dememizin sebebi, “Kur’ân’da olmayan İslâm’da da yoktur” diyenlere itiraz payı/fırsatı bırakmamaktır.

Doğrusu ise “Kur’ân’da, Sünnet’te, ictihadda ve ictihadların birleşmesi ile meydana gelen icmâda var olanın İslâm’da da varolduğu” hükmü ve kaidesidir.

Cehaletten cesaret alanlarla bilgisini “nefsânî arzularına, menfaatine, taassubuna, peşin hükmüne” kurban edenler, Müslüman halkımızın kafasını karıştırıyorlar.

Ortaya attıkları yeni iddia -daha doğrusu yeniden ısıtıp sofraya getirdikleri temcit pilavı- “başörtüsünün Kur’ân’da bulunmadığı, başın ve saçın açılmasında dinî bir sakınca olmadığı” hükmüdür.

Halbuki biraz Arapça bilenler, Nur sûresinin ilgili ayetinde (24/29) geçen “hımâr” (çoğulu humur) kelimesinin “başörtüsü ve baş dahil vücudun üst kısmını kapatan örtü” mânasına geldiğini bilirler.

Bu âyet gelmeden önce başlarındaki örtünün öndeki iki ucunu omuzlarından arkaya atan, boyunlarını ve gerdanlarını açıkta bırakan kadınlara “böyle yapmayın, bu iki ucu göğsünüzün (elbisenizin yakasının, gerdanınızın) üzerinden bağlayın” emrinin verildiğini de bilirler.

Hadis okuyanlar, bu âyet gelince mescitte bulunan Ensar kadınlarının -ilâhî emri geciktirmeden yerine getirmek üzere- etekliklerini yırtarak başlarını, boyun ve gerdanlarını bununla bağladıklarını; keza Hz. Peygamber’in (s.a.) “Ergenlik çağına gelmiş bir kadın başörtüsü giymedikçe Allah onun namazını kabul etmez” buyurduğunu da bilirler.

Bunları bilmeyenlerin fetva verme hakları yoktur. Bilip de bilmezden gelenlerin, güneşi nefsânî balçıklarıyla sıvamaya kalkışanların ise hesap günü gelip çatmadan akıllarını başlarına almaları gerekir.

Bu vesile ile konuyu bir daha özetlemekte fayda görüyoruz:

Nur sûresindeki âyetlerde kadınların avret (örtmeleri gereken) yerleri açıklanmış, hadisler de bu açıklamayı tamamlamıştır. Örtme, kapatma emri ve yabancıya (nâmahreme) gösterme yasağının, kadın başını ve saçını da içine alıp almadığı bütün devirlerde konuşulmuş, sorulmuş ve başın ve saçın avret olduğu, kapatılması gerektiğinde ittifak edilmiştir (icmâ meydana gelmiştir).

Bizim tesbitimize göre sahâbeden günümüze kadar her asırda yapılan ve kısmen yazılan tefsirlerde hür, Müslüman kadınların el, yüz ve ayakları hariç, bütün vücutlarının avret olduğu, örtülmesi gerektiği konusunda sözbirliği ve görüş beraberliği vardır. Baş dahil avret yerlerinin örtülmesinin farz, açılmasının haram olması hükmü, açıklayıcı hadisler yanında bilhassa Nur sûresindeki âyete ve bu âyetin şu üslûp özelliğine dayandırılmıştır:

a) Erkeklerin gözlerini haramdan korumaları, iffetlerine sahip olmaları istenmiş; ancak bu davranışın onları ruhen temiz kılacağı bildirilmiştir.

b) Kadınların da gözlerini haramdan (cinsi arzuyu uyandıracak yerlere bakmaktan) sakınmaları, iffetlerini korumaları emredilmiş; hemen bunun arkasından zaruri olarak açıkta kalan yerler (eller, ayaklar ve yüz) müstesna bütün vücutlarını kapatmaları, güzel ve çekici yerlerini nâmahreme göstermemeleri istenmiştir.

c) Başörtülerini (hımâr-humur) boyun ve göğüslerini örtecek şekilde bağlamaları açıkça ve özellikle emredilmiştir.

d) Örtülecek ve açılacak yerler yanında kimlere karşı ne kadar açılabilecekleri de hükme bağlanmıştır.

e) İlgili ayetlerin sonunda “Ey iman edenler! Hep birden Allah’a tövbe ediniz ki kurtulasınız” buyurulmuş, örtünmenin bir tavsiye değil, bağlayıcı emir olduğu hükmüne bir işaret göndermesi de bununla yapılmış, daha önceki ve bundan sonraki itaatsizlikler için tövbe edilmesi gerektiği vurgulanmıştır.

Bu emir gelince Müslüman kadınlar derhal itaat etmişler, gerektiği gibi kapanmışlar, uygulama Hz. Peygamber (s.a.) tarafından titizlikle takip edilmiş ve asırlar boyunca da bu şekilde devam etmiştir.

Bütün bu açıklama, karîne, delil ve işaretler konumuz olan, sınırları belirlenmiş örtünme emrinin -tavsiye değil- bağlayıcı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Prof.Dr. Hayreddin Karaman

sorularlaislamiyet.com