Etiket arşivi: ene risalesi

Kadere iman etmek neden kaçınılmazdır?

Bugün sizinle ‘gayba iman etmek’ ve ‘hakikati arayış şeklimiz’ arasındaki bağı konuşmak istiyorum. Çünkü bu meselede kimileri bizi ‘kolaycılık’ yapmakla suçluyorlar. Bu doğrudur. Ama doğru olarak doğrudur. Yanlış olarak doğru değildir. Sohbetimize şöyle bir yerden başlayalım: Bir insan gaybı iken varlığına iman etmediği bilginin şahidi olamaz. Onu elde edemez. Ona ulaşamaz. Bunu söylemekle kastım aslında şudur: Eğer siz, bir ‘şey’in olabileceğine (en azından) ihtimal verip (henüz vücudu müşahade edilmemişken) onun peşine düşmezseniz bilgisine de ulaşamazsınız. Yani, bir açıdan, hayaliniz dahi gaybınızdır sizin.

Nitekim ne Edison’un ampulü ne de başka bir ismin başka şeyi keşfi ‘tesadüf işi’dir. Yani, bu isimler, yolda ıslık çalarak yürürlerken aniden ceplerinden ampul veya başka bir teknolojik icad çıkmamıştır. Bizzat onu bulmaya yönelik özenli/kararlı adımları vardır. Emek emek, dilek dilek, hayal hayal duaları vardır. Onlar, bunların varolabileceğine ihtimal verip, hatta ne ihtimal vermesi, çılgıncasına iman edip çalışmalarıyla bu icadlara (yani gıyabında iman ettikleri şeyin hakikatine) ulaşmışlardır.

Tamam, meşhur hikayede Newton yerçekimini ararken başına elma düşmüştür, fakat hüner ne Nasreddin Hoca’nın kavuğunda ne de elmadadır. Elma sadece aranılanın üzerinden verildiği sebep olmuştur. Düşmesine tesadüf dense bile okunuşuna tesadüf denemez. Newton’un açlığını taşımayan bu okumayı yapamaz. Bu yüzden diyorum ki: Gayb iken iman edilmeyen şeyin marifetine ulaşılamaz. Çünkü her bilinen önce ‘bilinmeyen’dir. Kestirilmeden önce sezilendir. Tahakkuk etmeden önce tahayyül edilendir. Bilmek yolculuğunun kaçınılmaz adımlarıdır bunlar. Kimse bu adımları atlayamaz. Gaybken imanı olmayan hakikate ulaşamaz.

Bu noktada, gayet hikmetli bir şekilde, tesadüfün kollarını en çok kıran şeyin gayba iman olduğu görülüyor. Ancak tersten bir bakışla. Tesadüf eseri bilim olmuyorsa (ki olmuyor), yani herşey önce zan/tahmin içeren bir teori üretimiyle başlıyorsa, o halde hiçbir keşfediş tesadüf işi değildir. İnsan tesadüfen hiçbir harikalığa rastlamamıştır. Ancak olabileceğine ihtimal verdikleri, bu ihtimale dikkat ettikleri ve dikkatinde zaman harcadıkları şahitliği olmuştur. Yani imanı ilmini doğurmuştur.

Ne gariptir ki, elde ettiği ve pek güvendiği modern harikalara taparcasına ve onlardan kendisine ilahlık payesi çıkarırcasına rağbet eden modern insan; elde ettiği payenin ardından varlığı tesadüflerle açıklamayı seçiyor. Öncesinden hayali dünyasına girmemiş hiçbirşeye ulaşamayan beşer, her nasıl oluyorsa, varlığın ötesinde daha ‘önceki aşamalar’ ve ‘sonraki aşamalar’ olduğuna iman etmede tereddütler yaşıyor. Orada olanı şurada inkâr ediyor. Halbuki varlık âleminin bir ara âlem olduğunu beyninde yakinen biliyor. Vücudu olmayanların önce hayalde varolup sonra dünyasına teşrif etmesi; giderken de hatırasını yine başka bir vücud şeklinde bırakması; bu âlemin sadece bu âlemle açıklanamayacağının en büyük delilini oluşturuyor. Yani, insan, hayali ve hafızası üzerinden bile kadere iman edebilir kolayca. Gelenlerin gelmeden önceki sezilişinden ve gidenlerin hatırlanmak kaydıyla gidişinden şu çıkarımı yapabilir.

Herbir mevcut, vücuttan gittikten sonra, ifade ettiği mânâlar ve arkasında baki kalan hüviyet-i misâliyesi âlem-i misâlde mahfuz kalır. Hem hayatının etvâriyle ‘mukadderat-ı hayatiye’ denilen sergüzeşte-i hayatiyesi, âlem-i misâlin defterlerinden olan levh-i misâlide yazılır. Ruhanilere, dâimi mevcut bir mütalâagâh olur. Hem, cin ve insin amelleri gibi, âhiret pazarına ve âlem-i ahirete gönderilecek mahsulâtı baki kalır. Hem, etvâr-ı hayatiyeleriyle ettikleri envâ-ı tesbihat-ı Rabbaniye bâki kalıyor. Hem, şuûnat-ı Sübhâniyenin zuhuruna medâr çok şeyleri arkasında mevcut bırakır, öyle gider.

Unutmaya çalışmak bile bir tür hatırlamaktır. Buradan kadere de önemli bir delil vardır. Nasıl? Belki şöyle: Dünyasında, hayal/tasavvur/akıl sahalarında bir ‘takdir’den geçirmeden varlık sahasına hiçbirşey çıkaramayan insan ve yine bunları kendince yokettikten(!) sonra hiçbir şekilde tam anlamıyla dünyasındaki izlerini yokedemeyen aynı canlı; nasıl oluyor da dışındaki âlemde varoluş ve yokoluşu sadece burayla açıklıyor?

Varlığın en iradelisi, en akıllısı, en ihtiyarlısı olan insanın elinden bile önceden takdir edilmemiş, karar kılınmamış, planlanmamış işler varolmazken; varlık sahasındaki harikalar nasıl takdir edilmeden meydana gelebilir? ‘Nasıl olacağı önceden bilinmeyen’ nasıl düzen içinde yaratılabilir? İnsan pastanın nasıl olacağını bilmeden ununu karıştıramıyorsa ondan milyon kere milyon daha düzenli olan âlem, her an, nasıl öncesinde bir ilim olmadan varlık sahasına çıkabiliyor?

İşte kadere delil olarak Kur’an’da bize öğretilen bir hakikat: Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz. Takdir, sadece bu ayette değil, Kur’an’ın genelinde altı çizilen birşeydir. Âlem düzenlidir. Düzen takdirle olur. Takdir ise kaderi gerektirir. Tesadüf düzensizliği iktiza eder. Sanırım böyle ‘takdirli bir âlem’ algısını da aşılıyor bize Kur’an. Olanları tesadüf penceresinden okumamızı yanlışlıyor.

Buradan şuna da geleceğim: Bir mümin ile kafirin âleme bakışı, bilgiyi arayışı bu noktadan da farklılık arzeder. Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un ‘Bir Felsefe Geleneğimiz Var mı?’ kitabında ilk kez dikkatimi çektiği şeydi bu. Orada dinin ve felsefenin bilgiye bakışları arasında şöyle bir nüans zikrediliyordu: Din önceden varlığına iman ettiği şeyin bilgisini arar. Yani vahiy zaten mü’mine ulaşılacak sonuçların en uçlarını vermiştir. Okumalarının nihayetini bağışlamıştır.

İslam bu yüzden tefekküründen, yeni bir akide şekli değil, o akideye yeni deliller çıkarır. Akide, istikametten sapılmadıkça, hep aynı kalır. Yani, mürşidimin tabirince, ürettikleri yeni bir dava olmaz da davanın içinde bir burhan olur. Fakat felsefe için ulaşılacak sonuçlar kesin değildir. Kesin sonuçlara imanı yoktur. O hem delil hem sonuç çıkarır. Tam anlamıyla ‘bilinmeyeni’ arar… Gaybı hakikaten kayıptır. Her defasında silbaştan bulunmalıdır. Bugünün modernist müslümanlarının düştüğü hata da budur. Yani, dini de felsefe gibi algılayarak, itikadı üzerinde ‘görüş oynatılacak’ bir saha sanmalarıdır.

Felsefeyle ilgilenenler kızmasınlar. Fakat zannederim vahyi kuşananların salt felsefe ile âleme bakanlara karşı en büyük kazancı bu: Sizin tırmanmaya çalıştığınız dağın tepesinde duruyoruz zaten. Ve bu yüzden sizin kadar yamaçlarda yıpranmıyoruz. Sadeyiz. Belki sizin kadar kelime oyunları yapamıyoruz. O dolambaçlı yollardan nasıl gelinir (belki) bilmiyoruz. Çilesiyle tanışık değiliz. Sonuçların netliği nedeniyle her istediğimizi söyleme konusunda sizin kadar hür de değiliz. Ancak şu var: Daha huzurluyuz. Daha netiz. Ve ürettiğimiz marifet taş taş üstüne koyuyor. Neticenin belirginliği nedeniyle deliller birbirine yardım ediyor. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: “Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır.

Ene Risalesi’nin ahirindeki üç yolu hatırlayarak bitirelim: Biz Kur’anî asansörle şıp diye geldik hakikate. Siz dağları/ovaları aştınız geldiniz (o da belki). Bu çileyi çekmek sizin hüneriniz değil kabahatiniz. Hamakatiniz. Çilenizle hava atamazsınız. Nihayetinde Bediüzzaman’ın da dediği gibi: Zararsız yol zararlı yola müreccahtır. Seçmediyseniz sorumluluk kimde?

Ahmet AY – risalehaber.com

Kur’an bizi nasıl tedavi eder?

Hep iddia ederiz ama hiç altını kazımayız: Kur’an bizi nasıl tedavi eder? Allahu’l-alem kaydıyla ben diyorum ki: Kur’an bizi öncelikle ‘bütüne çağırmakla’ ve/veya ‘bütünü hatırlatmakla’ tedavi eder. Çünkü insan, yaratılışı hasebiyle parçada boğulucu, tevhid bütünlüğünü unutucudur. Muhakemat’ta geçen Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir… cümlelerinin verdiği dersin izlerini takiben farkettiğimiz, hayrın ‘ancak küllî olana bakılmakla görülecek olan asıl’ ve şerrin ise ‘kuşatamamaktan’ ve/veya ‘parçada boğulmaktan’ dolayı görülen tebeî bir ilizyon’ olduğu gerçeği, delil olarak sunabileceğimiz ayetlerle ve hadislerle birlikte, bunu söyler bize.

“Akıbet takva sahiplerinindir!” veya “Yine Ona döndürüleceksiniz!” hatırlatmalarından tutunuz daha belki yüzlercesi ‘hesaba katılmayanı anımsatma’ merkezlidir. Kur’an’da geçen cennet-cehennem, haşir, mizan, hesab günü, geçmiş kavimlerin başına gelenler, adalet, gayb ihtarlarının tamamı aslında küllî/kapsamlı bakışa bir çağrıdır. Çünkü insan, eğer bir yerde takılmışsa, ayağı sürçmüşse, yaşadığını veya eşyayı hikmetsiz sanmışsa bu onun cüz’i’de boğulması ve mezkûr takıntısını bütünün kendisi sanmasıdır. Hatta ebeveyn hukukunu anlatan ayet bile bir açıdan bütünü hatırlatmaz mı bizlere? “Biz insana ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürer.” Demek emrin hikmeti ve adaleti de ancak bütüne bakılabildikçe görülür. Bütün bilgisi parçada takınılacak tavrı dengeli kılar.

Bu noktada Kur’an’ın en büyük tedavisi, insanın (yine Muhakemat’taki ifadesiyle) hurdebini olan aklıyla göremeyeceği bütünü net bir şekilde görmesidir. Ve insana/hayata dair her sorunsalda bizi ‘farkında olmadığımız bütüne’ bihakkın çağırabilmesidir. Ki mürşidim de 13. Söz isimli eserinde Kur’an’ın bu ballar balı yanını şöyle bir temsille ifade eder:

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın en yüksek bir derece-i i’câzına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki: Gayet yüksek ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmış. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzımdır. Herbir cüz’ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir.

İşte, hiç görünmeyen—ve halen görünmüyor—o ağaca dair, biri çıksa, bir perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudut çizse, daldan meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde’ ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.

Aynen onun gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın dahi, hakikat-i mümkinata dair—ki o hakikat, dünyanın iptidasından tut, ta âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten Arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dair—beyanat-ı Furkaniyesi, o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık birer suret vermiştir ki, bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur’ân’ın tasvirine ‘Maşaallah, bârekâllah’ deyip, ‘Tılsım-ı kâinatı ve muammâ-yı hilkati keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kur’ân-ı Hakîm!’ demişler.

Kainatın tılsımı, derine değil, bütüne bakmakla görülendir. Uyum ve ahenk ancak bütüne bakılınca görülen şeylerdir. Denge bütündedir. Uyum bütündedir. Güzellik bütündedir. Bütüne hâkim olamayanın fikri, kuşatabildiği kadarın vurgusuyla/dengesizliğiyle ifrat ve tefrite düşmekten kurtulamaz.

Kendimize dönelim. Bir taziye, bir teselli, bir ümit veya güzel bir akıl vermek istesek ne yaparız? Yine bütünü hatırlatmaz mıyız insanlara? “Geçecek bunlar!” veya “Gün doğmadan neler doğar!” veya “Allah büyüktür!” gibi tesellilerimizin tamamı aslında birer ‘bütüne çağrı’ değil midir? Hatta, diyebilirim ki, psikoloji dediğimiz bilimdalı dahi tastamam buna dayanıyor. Hastaya ‘sorununa daha geniş bir perspektiften bakmayı’ veya ‘daha farklı açılardan görebilmeyi’ öğretme meselesi bütün tedavinin içeriği. Vahiy de bunu yapmıyor mu?

Kur’an-ı Hakîm ‘bütüne çağıranların’ en hakikatlisidir. Zaten hakikat de ancak bütüne bakınca görünendir.

Önceki üç yazımızda olduğu gibi bu yazıda da Ene Risalesi’nin ahirine atıf yapalım ve soralım: Bediüzzaman neden orada Kur’an’ın ayetlerinin cilvelerini ‘asansör’ olarak tarif eder? İnsanın nazarını daha yukarıya kaldırıp bütünü temaşa etmesi ve dengesini kazanmasını sağladığı için olabilir mi?

Zaten hak ve hakikat dediğimiz şeyler de ancak bütünün kabulüne vabeste olan şeylerdir. Yani hakikat bilgisi dediğimiz bilgi, keşf gibi görecesi olmayan, izah ettiğinizde herkesin “Evet bu böyledir…” dediği bilgidir. Allah’ın bir isminin Hak oluşu da varlığın işaret ettiği hakikatin O oluşundandır. Varlık Cenab-ı Hakka dairdir. Onun hakkındadır. Yaratışının gerçeği, doğrusu, hakkı, özü… Odur. Ondan gayrısı veya Ona dair olmayan herşey varlığın hakikatinden de sapmıştır. Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir.

Bu noktada esmaü’l-hüsnaya dair de birşeyler söyleyelim: Bence esma onlardan bakılınca tevhidin bütününe nazır manzaralar görünen pencerelerdir. Rahmet, hikmet, adalet, nizam vs… Bunlar bütün kainatın her köşesinde câri ve izleri okunabilen, bir yönüyle kainatı birbirine bağlamış ve bütününde rengi okunan şeylerdir. Esma tefekkürü ve bilgisi bu yönüyle bize ‘bütünlüklü bir bakış’ sağlar. Fakat isimler arasında geçiş yapabilmek (yani bir esmadan diğerini görebilmek) de bu bütünlüğün bir parçasıdır. Varlığı ‘isimlerin yansımalarından müteşekkil bir bütün’ isimleri ise ‘aynı Zat’ın isimleri olmakla bir bütün’ olarak gördükçe insan hem fikren, hem ruhen, hem yaşayış olarak rahatlar. Elhamdülillah.

Rahatlar çünkü uyum bütündedir. Daralmalarımız tamamı öncelikle ve öncelikle nazar ve iman daralmasıdır. Ene Risalesi’nin ahirine dönersek yine: Üç yoldan ikisinde ilerlemenin zorluk ifade ediyor oluşu da yine bunun bir sembolü sayılmaz mıdır? İnsan, Kur’an’ın ve Kur’an’ın bir nevi özeti olan esmaü’l-hüsnanın bakış açısına sahip olmazsa, hayat ona nasıl da zor gelir! Ayrılıklar üzerine üzerine yürümekle veya ayağına ayağına dolanmakla ilerlemesini nasıl da engeller! İntiharı isyan gibi düşünüyoruz çoğu zaman ama bence öyle değil. Hayat sizin için tünelde taşları parçalayarak ilerlemek veya türlü engellerle mücadele edilerek alınan bir zorlu mesafe gibiyse elbette yaşamak çileli gelir. İşte Kur’an asansörü bizi parçanın sarsıntılarından kurtulmaya ve bütünün tedavi ediciliğine çağırıyor.

Ahmet AY – risalehaber.com

Bütünü görmek insanı neden rahatlatır?

Şuradan başlayalım: Ene Risalesi üç yol (Fatiha’nın ahirindeki üç yol: mağdub, dallin ve sırat-ı müstakim ehilleri) analiziyle biter. Bu yollardan birisi yeraltından gider ki, müellif-i muhteremin ifadesiyle, “O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârıyla hakikate yol açmak için açtıkları meslektir.

Diğeri yeryüzünü kateder. O da “(…) esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, meşâiyyun hükeması gibi yalnız akılla, fikirle hakikatü’l-hakaike ve Vâcibü’l-Vücudun marifetine yol açanların mesleğidir.”  

Üçüncüsü Bediüzzaman’ın da ‘asansör’ ifadesiyle zikrettiği havadan bir yolculuktur. “Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur’ân’-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir.” Mürşidim bu yolun aslını da şöyle tarif eder: “(…) üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur’ân’ın cadde-i nuraniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir.

Benim ‘Parçalarda Boğulmak’ başlıklı yazı serimi okuyanlar bilirler. “Hayır küllî, şer cüzidir…” ifadesinden ilham alan iddiam şudur ki: Biz şer dediğimiz herşeyde aslında parçada boğuluyoruz. Bütüne çıkamıyoruz. Bütüne çıkıldıkça ancak varlığın hayır ciheti görünüyor. Parçada kalındıkça nazar körleşiyor.

Andolsun ki onlara, ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, mutlaka ‘Allah’ derler!” buyuran Lokman sûresi de aslında buna dikkatimizi çeker. Kafir nazarı ‘yerlere ve göklere’ kadar çıktığında Allah’ın varlığını ve kudretini kabul etmekten kaçamaz. Fakat kendince küçük gördüğü muamelatta veya fiillerde (mesela yine Kur’an’ın ifadesiyle ‘çürümüş kemikleri kimin dirilteceği’ hususunda) Allah’a ortaklar/yardımcılar veya imkansızlıklar şart koşabilir. Şirk zaten budur. Yoksa Allah’ı büsbütün inkar değildir. O aslında tevhidin inkarıdır. Hata ile ilahların sayısını çoğaltmaktır. Ve sınırlandırmaktır. Öyle ya! İlahlar çoğaltıldıkça tasarruf alanları daralır. İnanılan ilahların sayısı arttıkça sınırları da artar.

İşte, bana göre, içinden şer ve dalalet çıkan bu nazar boğulması aslında ‘parçada boğulmaktır’ ve eşyada görünen teavün/yardımlaşma, tesanüd/dayanışma, teanuk/konuşma, tecavüp/cevaplaşma gibi fiilerin hakikati de ancak küllî bir bakışla keşfedilir. Tevhidin en büyük delili de zaten bu tarz ‘hep birliktelikten haber veren’ fiillerdir. Fakat modern aklın parçalayıcılığı herşeyi varlık adacıklarına ayırarak böylesi fiilerin okunmasına engel olur. Yine yüzümüzü Ene Risalesi’ne dönelim:

Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarını birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de, ‘Kendime mâlikim!’ diyen adam, ‘Herşey kendine mâliktir!’ demeye ve itikad etmeye mecburdur.” Buradan şuraya gelelim. Selahaddin Yusuf, Sirenleri Taşa Tutun’un hemen başlarında yeralan bir yazısında Alan Watts’tan şöyle bir alıntı yapar:

Doğa bilimi incelemeleri başladığı zaman önce ayrıntılı bir biçimde türlerin ayrımı işine girişilmişti. Ekolojinin inceleme alanına alınması ancak son zamanlarda oldu. Son zamanlardadır ki, türlerin arasındaki ilişkilerin incelenmesine başlanıldı. Şöyle bir bakacak olursak aklın yapabildiği şey, olsa olsa dünyayı nesnelere ve olaylara bölmekten başka birşey değil. Bu da nesnelerin birbirinden bağımsız ve bağlantısızlığı ve tıpkı bunun gibi bizim de nesnelerden bağımsızlığımız bağlantısızlığımız üzerine abartılı bir vurgu yapmış oluyor. Aklın bundan sonraki görevi böylece bölünmüş olan şeyler arasındaki bölünüp koparılması olanaksız olan bağlantıları ve ilişkileri yeniden keşfedip sayısız parçalara bölünmüş olan evreni bütünlüğe kavuşturmak olmalıdır. Bunu yaparken akıl kendi sınırlarını görüp anlayacaktır. Anlayacaktır ki, akıl bunun için yeterli değildir. Akıl tek başına yeteri kadar akıllı olamaz. Nasıl suyu içtiğiniz zaman soğuk olduğunu anlıyorsanız, bunun gibi içgüdülerden gelen bir duyarlılıkta dünyaya yaklaşılmadıkça bu bağlantıları, bu ilişkileri bilmek olanağı olamaz…

Bu metin her nedense bana miracı hatırlattı. Bir insan düşünün ki parçalarda boğulabilmek tehlikesi adına en çetin sınavları vermiş. Kendi kavminden, kabilesinden, hatta öz amcasından düşmanlık görmüş. Boykotu yaşamış, baskıyı yaşamış, eşi Hz. Hatice annemizi kaybetmiş, ardından amcası Ebu Talib vefat etmiş, ardından Taif’e gitmiş ve orada taşlanmış. Ve hepsini aşmış. Taif’te üzeri kan içinde ettiği o meşhur münacaatta vurguladığı gibi: Eğer Onun rızası varsa bütün bunların önemli olmadığını söyleyebilmiş. Yüzü bu denli bütüne dönük. Bütünün sahibine dönük. Her hayrın onun elinde olduğunun farkında.

İşte yüzü böylesine bütüne dönük olanı, bütünden dönmez olanı, Rabbinin miraca çıkarıp bir ‘manevî asansörle’ bütünün bütün parçalarını göstermesi neden garip olsun? Allah parçalarla imtihan ettiği kulunu, onlarda boğulmaz görünce, iman ettiği bütünü görmek şerefine erdirmiş olamaz mı? Ki o zaten görmüş gibi iman ediyordu.

Bütünü görmek beşer için ferahlatıcıdır. Irvin Yalom Nietzsche Ağladığında’da der: “Evrensel bakış her zaman trajedinin etkisini dağıtır. Yeterince yükseğe tırmanabilirsek, o trajedinin artık trajik görünmediği bir yüksekliğe de erişebiliriz.” Ki parçalarda boğulanların merhemi de her zaman bütündür. Aleyhissalatuvesselamın vefatı hengamesinde acısından dolayı çevresine sert sözler söyleyen Hz. Ömer’i (r.a.) vahyin bütünlüğü ile tedavi eden de Hz. Ebu Bekir (r.a.) değil miydi? Hem zaten vahiy de bizi her zaman tevhidî bütünlüğü hatırlatarak tedavi eder. Allan Watts’ın ideal akılda hayal ettiği şeyi vahiy yapar aslında.

Şimdi, istersen yüzünü tekrar 30. Söz’deki Ene Risalesi’nin ahirine çevir, sonra da 31. Söz olan Miraç Risalesi’ne bak. Oralarda da parçalarda boğulmamayı başarmış bir kula, Allah, asansörünü lütfetmiyor mu?

Yerin altıdan veya üzerinden geçmeyi başaran, bu çetin yolculuklarda Kur’an’ın verdiği vesait ve araçları elinden bırakmayan, yani yola yenilmeyen bir kula ‘asansör’ lütfetmek. Belki de hakikat-i mirac ve vahiy böyle birşeydir: Yola yenilmeyenin yoldan aşkınlaşması. Bunu da bir düşün arkadaşım. Belki o iki risalenin arka arkayalığında böyle bir sır da var.

Ahmet AY – risalehaber.com