Etiket arşivi: ene

En tehlikeli “üç harfliler”

İnsanlar adını anmaya korktukları “üç harfli”nin boş yere günahını almaya devam ederken, daha başka bir üç-harfliden gelen tehlikenin farkında görünmüyorlar. Üstelik onun adı da kimsenin dilinden düşmüyor.

Ona ister “ben” deyin, ister “ene,” ister “ego.” Görüldüğü gibi, hepsi üç harflidir. Tehlikesine gelince:

İnsanı, şuurlu veya şuursuz olarak Rabbine karşı bir meydan okuyuşa sürükleyecek bir potansiyel, bu üç harfli kelimenin içinde fırsat kolluyor.

***

İşin aslına bakacak olursanız, “ben” diye bir varlığın olmadığını görürsünüz. Gerçi hepimiz maddî ve manevî vücudumuzla bir varlık sahibiyiz; bunu Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma gibi isimlerle anıyor ve birbirinden ayırıyoruz. Fakat bu varlıklardan her birinin kendisini “ben” olarak nitelemesi, sadece bir bakış açısından ve izafî bir yaklaşımdan ibarettir, o kadar. “Ben yaptım” dediğimiz şeyler ise, biraz dikkatle bakıldığında görülecektir ki, bütünüyle o üç harfli şeyin gücü dışında olan şeylerdir. Yiyip içmek veya bir söz söylemek gibi bize en basit görünen ve en kolaylıkla yapar göründüğümüz fiilleri bile masaya yatıracak olsak, her biri birer mucizeler zinciri olarak karşımıza çıkar; ve biz bu zincirin halkalarını vücuda getirmek bir yana dursun, saymaktan bile âciz kaldığımızı görürüz. Bütün bu fiillerde ve daha başkalarında bizim payımıza düşen bir tercihten ibarettir; o fiillerin yaratılması ise bütünüyle Ona aittir. Kur’ân-ı Kerim “Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı” (Enfâl, 8:17) buyururken bu hakikate işaret eder. Buradaki “attığın zaman” ifadesi fiilin “kesb” yönüne, “Allah attı” ifadesi ise yaratma yönüne bakmakta ve yaratma işini bütünüyle Allah’a hasretmektedir.

Bu kısa âyet, bize sahih bir itikadın formülünü net bir şekilde veriyor ve bizim “Yaptım, ettim” dediğimiz fiillerin birer “mazhariyet”ten başka birşey olmadığını açıkça gösteriyor. Buna göre, biz tercihlerimizi kullanmak suretiyle fiilî bir duada bulunuyor ve böylelikle yaptıklarımızın sorumluluğunu üstlenmiş oluyoruz; ancak yaratma işi bize ait olmadığı için, herhangi bir “başarımızdan” dolayı böbürlenme hakkımız da bulunmuyor. Nitekim sözünü ettiğimiz âyet-i kerimenin de bir zafer sonrasında “Şu kadar kestim, bu kadar öldürdüm” şeklindeki övünmeler üzerine nâzil olduğu rivayet edilir.

***

Kesb ve yaratma arasındaki sınır muhafaza edilmediği takdirde işin nereye varacağını çok iyi bilen maneviyat büyüklerimiz, içimizdeki “ben”e daha işin başında iken haddini bildirmeyi derslerinin en önemli bir esası olarak belirlemişlerdir. Zira bu üç-harflide, boş bulduğu her meydanı zaptetme eğilimi vardır. Karadelik gibi sürekli yutarak beslenir, beslendikçe güçlenir, güçlendikçe iştahı kabarır, iştahı kabardıkça daha fazla yutar, sonunda kendisinden başka bir varlığı kabul edemeyecek bir hal alır. Beşer âleminde görülen her seviyedeki istibdad örnekleri, böylelikle meydanı boş bulmuş ben’lerin eseridir. Bedendeki tek bir kanser hücresi gibi, benliğin zerresi de insanın bütün varlığını kaplayacak bir istidat taşıdığı için, sürekli olarak izlenmesi gerekir.

***

Üç harflinin de üç harflisi var!

Ben’in daha tehlikeli bir hali vardır ve o da bir başka üç-harfli olan “biz” halidir. Her ne kadar Bediüzzaman Hazretleri “ene’yi nahnü’ye çevirmek” denen bir hadiseden söz ediyor ve bunu talebelerine hedef olarak gösteriyorsa da, bu, bir buz parçası halindeki ene’nin havuzda erimesi halinde söz konusudur. Yoksa, erimemiş ben’lerin bir araya gelmesinden beklenecek sonuç bir havuz değil, olsa olsa buzdağları olabilir. Aynı hakikate Martin Luther King de hapishaneden yazdığı meşhur mektubunda temas etmiş ve Reinhold Niebuhr’a atıfta bulunarak, “toplulukların fertlerden daha fazla ahlâksızlaşmaya meyyal olduğundan” yakınmıştır.

Mesele topluluğun kendisinde değil, ne suretle bir araya geldiğindedir. Cemaatlerin fertleri, eğer ben’lerini eriterek hak bir yolda bir araya gelmişlerse, artık o topluluktan işiteceğiniz ses, Hüve’den başkası olmayacaktır. Bu takdirde cemaat ne kadar büyürse, tevazu da o kadar büyür ve Hüve’ler o nisbette gür bir sadâ olur:

Meselâ nasıl ki küçük Hüve, Hüve, Hüve’lerden mürekkep büyükçe Hüve, Hüve yazılır. Sonra bu Hüve’lerden mürekkep çok büyük bir Hüve olur. Hem nasıl ki bir taburun hücumunda veya bir halka-i zikrin cezbesinde Allah Allah Allah derler ve onların seslerinden terekküp eden büyük ve cemaat sadâsıyla büyük bir tarzda Allah Allah kelimesi işitilir. Ve bunların seslerinden terekküp eden taburun sadâsı dahi büyük ve geniş bir telâffuzla Allah Allah Allah dediğini işittirebilir. . . .

Bu pasajı, bir de Hüve’lerin yerine ene’leri koymak suretiyle okumaya  çalışın:

Meselâ nasıl ki küçük Ene, Ene, Ene’lerden mürekkep büyükçe Ene, Ene yazılır. Sonra bu Ene’lerden mürekkep çok büyük bir Ene olur.

Bu şekilde, ene’lerden meydana gelen bir “nahnü” ile kibir yarışına çıkabilecek kim vardır? Fâil-i Hakikî bütünüyle ihmal edilmiş, her türlü tevfik ve inayet doğrudan doğruya cemaate atfedilir olmuş, erişilen muvaffakıyetlerin birer haddini bilme imtihanından ibaret olduğu gerçeği unutulmuş, “Bunu bilgimle kazandım” diyen Karun’un tavrını hatırlatan övünmeler bir topluluğun şiarı haline gelmiştir.

İşin gerçeğine nüfuz edebilenler, bütün bunların bir büyüklük göstergesi olmadığını görmekte güçlük çekmezler. Çünkü insanda kibir büyüklüğün değil, küçüklüğün alâmetidir. İnsanlar küçüldükçe kibirleri de o nisbette büyür. Ne var ki, küçük insanların topluluklarına bu gerçeği anlatmanın yolu henüz keşfedilmiş değildir.

ÜMİT ŞİMŞEK

Yetmiş Bin Perde

Her eser, ustasını kendi kabiliyetine göre gösterir. Yani her eser, bir per­de olup arkasında kendi ustasının ilmini, kudretini, rahmetini akıl gözü­ne gösterir. Meselâ, bir zatın ilmini onun yaptığı bir saatten tefekkür eden adam, aynı zatın yaptığı bir taksiyi gördüğünde kendisine yeni bir perde açılmış ve o perdenin arkasından o zatın ilmini daha geniş mânâda seyre­debilmiştir. Aynı zatın bir de uçak yaptığını işiten ve gidip o uçağı seyre­den mezkûr şahıs, uçak perdesi arkasında o zatın ilmini, öncekilere kıyasla daha geniş olarak anlamaya muvaffak olmuştur. Ve nihayet o zatın gemi ve füze de yaptığını farzedersek o şahıs, bunların da seyriyle beş perde arka­sında onun ilmini tefekkür etmiş demektir.

Padişahın sarayında, önüne çıkan her perdeyi açtıkça daha geniş ve müzeyyen bir salona çıkan insan, ne kadar perdeden geçerse padişahın haşmetini o nisbette anladığı gibi, bu şahıs da her bir perdeden sonra o zatın ilmini daha ziyade anlama imkânını bulmuş ve mezkûr beş perdeden geçmekle onun ilminin kemâliyle müşahedeye muvaffak olmuştur.

İkinci misâl: Bir zatın zenginliğine alâmet olarak onun sadece büyük bir fabrikasını gördüğümüz takdirde, o fabrika perdesi arkasında onun zen­ginliğini bir derece fehmetmiş oluruz. Bize o zatın böyle yüzlerce fabrikası olduğu söylense ve bu fabrikalar gösterilse, zenginliğini daha geniş bir per­deden temaşaya muvaffak oluruz. Daha sonra, o zatın arazilerini, çiftlikle­rini gezdiğimizde perdeler arkasında onun zenginliğini seyrederiz.

İlk fabrikayı temaşa ettiğimizde de mezkûr zatın zengin olduğunu an­lamış olmamızla beraber, her bir perdeden geçtikçe, görüş ufkumuz biraz daha genişlemiş ve nihayet o zatın zenginliğini kâmil mânâda anlamamız mümkün olmuştur.

Üçüncü misâl: Matematik ilminin üniversitede nihaî mertebede okutul­duğunu farzediniz. İlkokula giden bir talebe, iki kere ikinin dört ettiğini öğ­rendiğinde, matematiği bu perdeden seyre başlamış demektir. Çarpım tablo­sunun tamamını ezberlediğinde kendisine yeni bir perde daha açılmış, dört işlemi öğrendiğinde ise daha geniş bir perde arkasında matematik ilmini seyre başlamıştır. Bu çocuğun ortaokul ve lisenin her sınıfında öğrendiği meseleler, kendisine yeni yeni perdeler açmakta ve bu perdeler arkasında matematik ilmini gittikçe genişleyen bir görüş ufkunda seyre muvaffak ol­maktadır. Nihayet üniversiteye giren bu talebe, orada da gittikçe genişleyen perdelerle karşılaşmakta ve böylece üniversiteden mezun olduğunda mate­matik ilmini yüz veya bin perde arkasında temâşa etmiş olmaktadır.

İşte, Cenâb-ı Hakk’ın esmâsı ve sıfatları için kullanılan “yetmiş bin perde” tâbiri, bu isim ve sıfatların tecelli daireleri ve tezahür dereceleri mânâsınadır. Dolayısıyla da insanlar; tefekkür ve temâşa daireleri genişle­dikçe, daha geniş perdeler arkasında ve gittikçe terakki eden bir anlayış ve kavrayışla bu esmâ ve sıfatları tefekkür edebilmektedirler.

“Yetmiş bin” tabiri çoklukta kinayedir. Meselâ, Allahü Azîmüşşân’ın Rezzâk isminin tefekküründe bir tek nefsin rızıklandırılması da bir per­de olabileceği gibi bütün insan nev’înin rızıklandırılması da ayrı bir perde olabilir.

Sadece kendi rızkını nazara almakla, Rezzâk ismini tefekkür eden bir insan da Cenâb-ı Hakk’ın bir Rezzâk-ı Zülcemâl olduğunu bilmekle bera­ber, bu marifeti çok dar ve kısadır. Allahü Teâlâ’nın şu anda yeryüzünde bulunan bütün insanları, bütün hüceyrâtiyle rızıklandırdığına nazar eden kimse, bir perde daha aşmış ve dolayısıyla da bir tefekkür merdiveni daha yükselmiş demektir. Mazideki bütün insanların rızıklandırıldıkları da dü­şünülmekle daha geniş bir perde arkasında, Rezzâk isminin tefekkürü ka­bil olmaktadır. Sonra her bir nev’i hayvanat ve nebatatın ve daha sonra ise umum enva-ı nebatat ve hayvanatın rızıklandırılmasına nazar eden kimse, birçok perdelerden daha geçmiş ve rezzâkiyeti daha geniş manâda tefekkür edebilmiştir.

Daha sonra, bütün meleklerin ibadet denilen mânevî gıdala­rına ve nihayet cennette umum zihayatın ebediyyen rızıklandırılmasına doğru her kademe ilerleyişle, yeni yeni perdeler açılmakta ve rezzâkiyetin kemâliyle tefekkürüne doğru gittikçe yaklaşılmaktadır.

Esmâ-i Hüsnâ’dan Hâlık ismi de aynı tarzda tefekkür edilebilir. Kandaki bir tek küreyvatın hilkatinden umum kan ordusunun hilkatine, bir insa­nın hilkatinden umum insanların hilkatine, bir tek nebat veya hayvanın hilkatinden bütün envâ-i nebatat ve hayvanatın hilkatine ve bir zerrenin hilkatinden umum seyyaratın, yıldızların, arş-ı âlânın, cennet ve cehen­nemin hilkatlerine kadar binler perdeler arkasından Hâlik ismi tefekkür edilebilmekte ve her bir perde açıldıkça, yeni ve daha geniş bir tabloyla karşılaşılmaktadır.

İşte, bizim çok az bir kısmını ancak ilmen düşünüp tefekkür edebildiği­miz bu meseleleri, Peygamber Efendimiz (asm) mi’rac ile bizatihî temâşa etmiş cennet ve cehennem de dahil olmak üzere umum âlemleri nazar-ı nuraniyesiyle seyrettikten sonra, Kâb-ı Kavseyn makamın­da umum mahlûkatı arkada bırakıp, Hâlik-ı Külli-Şey’le tekellüm şerefine nail olmuştur.

Diğer esmâ ve sıfât-ı İlâhiye’yi bunlara kıyas edebilirsiniz.

“Yetmiş bin perde” meselesinin bir vechi de şudur:

İnsan, nefsini terbiye ve onu zararlı işlerden ve hasletlerden azad ettiği derecede, marifetullah ve muhabbetullahta ileri gitmektedir. Şöyle ki:

İnsanın nefsinde, hakikatı görmesine ve bu vadide terakkisine mani binlerce perde vardır. İnsan, bu perdeleri yırttığı ve aştığı derecede, mânen terakki etmekte ve hakikate yanaşmaktadır. Bu perdelere misâl olarak hırs, adavet, gıybet, gurur, hubb-u câh, riya, gösteriş ve her nev’i günah ve is­yanları verebiliriz. Bunlardan her biri veya hepsi birden, insanın önünde perde olup, onun menzil-i maksuda ulaşmasına mani olmaktadır.

“Nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster.” hakikatının bir vechi de bu mânâya işaret etmektedir.

Mehmed Kırkıncı

ENE Üzerine

Ene, “ben” demektir. Benlik, insanın kendi varlığından ve sıfatlarından haberdar olması, nefsini ve malını kendine nispet edebilmesidir. İnsan, güttüğü koyunlar için ‘benim koyunlarım’ diyebildiği halde o koyunlar, meselâ, kendi ayakları için ‘benim ayaklarım’ diyemiyorlar. Güneş de gezegenlerine sahip çıkamıyor.

Halife, sultanın mülkünde, O’nun namına tasarruf eder. ‘Benim malım, benim mülküm’ derken, mülkün gerçek sahibini hatırından çıkarmaz. Onun böyle deyişi, bir askerin ‘benim tüfeğim’ yahut ‘benim koğuşum’ demesi gibidir.

Benlik yerinde kullanması şartıyla büyük bir nimet, büyük bir sermayedir.
Arzın halifesi olduğunu unutmayıp Kâinat Sultanı’nın namına hareket etmek, O’nun emanetlerini, yine O’nun rızası yolunda kullanmak şartıyla… Hiçbir icraatına şahsî reyini, hevesini ve nefsini karıştırmamak şartıyla…

‘Nefsini bilen Rabbini bilir’ sırrına ermek, ‘ben’ diyebilmeyi bir anahtar yapıp ‘O’ diyebilmek şartıyla…

Tarlasına tohum serperken, rüzgârdan pek farklı bir iş yapmadığını, keza bahçesini sularken de yağmurun vazifesini taklide çalıştığını bilmek, tıpkı onlar gibi kendisinin de Allah’ın mülkünde bir hizmetçi olduğunu unutmamak şartıyla…

Kendi varlığını düşünürken, ‘Bana bu varlığı kim lûtfetti ise, şu bütün âlemi de yoktan var eden ancak O’dur.’ diyebilmek ve mutlak varlığın ancak O’na mahsus olduğunu bilmek şartıyla…

İlmini ve kuvvetini düşünürken de, ‘Bana ilmi tattıran elbette Âlim, bana kuvvet bahşeden elbette Kâdirdir.’ diyebilmek şartıyla… Kendisine takılan diğer sıfatları, kabiliyetleri ve halleri de bu mânâda değerlendirebilmek şartıyla…

Kâinat, bir yönüyle, ‘benlikten’ uzak tutulanlar ordusu!.. Semâ yüksekliğine güvenmez, toprak çiğnenir aldırmaz. Ay, dünyaya bağlı olmayı mesele yapmaz, bülbül sesiyle övünmez, arı balıyla gururlanmaz… Niçin?

Cevap tektir:
“Hiçbirinde benlik olmadığı için.”
Benlikten uzak tutulan her mahlûk, bir yönüyle mahrumdur, ama diğer yönüyle korunmuştur. Meselâ, şu güneşimiz, “ben” diyebilseydi, belki Allah’ı bilme ve sevmede hayli yol kat edebilirdi. Ama bilemiyoruz, belki de büyüklük iddiasında bulunur, kuvvetine güvenir, gezegenleriyle gururlanır, ziyasıyla övünürdü… Bu ise onun için feci bir hâl olurdu… Şimdi bu gafletten korunmuş ve bu sapıklıktan uzak, sürdürüyor vazifesini…

Bir de melekler âlemi var. Onlar benlik dâvâsı gütmekten çok çok uzaktırlar. Gurur nedir bilmez, kıskançlıktan anlamaz, hasedi tanımazlar. Bu isyansız varlıklar, Rablerine kim daha iyi ibadet ederse onu daha çok severler.

Üstad, benlik konusunda şu harika tespiti yapar:
Cenâb-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef sû’-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklaliyete âlet ederek tam bir firavun olur.

Vâhid-i kiyasî; mukayese unsuru, ölçek demektir.

İnsanoğlu çoğu zaman, sözlerine “ben” diye başlar ve “şunu yaptım, bunu ettim” diye sürdürür konuşmasını. Yaptığı işlere sahip çıkmakla, onları kendi hür iradesiyle tercih ettiğini ve öylece icra sahasına koyduğunu ifade etmiş olur. Hürriyet nimeti olmaksızın, kendisine zorla yaptırılan işlere ise sahip çıkmaz. Onlar hakkında konuşurken, “ben yaptım” demez ve o işlerde bir sorumluluğu olmadığını savunur.

Demek ki, bu ve benzeri işlerde, konuşmalarda iki unsur birlikte iş görürler: Benlik ve hürriyet.

İnsan, benlik ve hürriyet sayesinde kendisine takılan İlâhî hediyeleri kendine nispet edebiliyor; “benim gözüm, benim aklım, benim kalbim” diyebiliyor. Ve bunları dilediği gibi kullanma serbestisine sahip. Ama gözden ırak tutmaması gereken bir gerçek var: Bütün bunlar birer İlâhî emanet. Gerek organlarını ve ruh dünyasını, gerekse, malını, mülkünü ve makamını sadece ve sadece Allah’ın razı olduğu sahalarda kullanmak durumunda.

İnsanoğlu, benlik ve hürriyet sermayesini nasıl kullanacaktır? Bu sorunun cevabında iki şıkla karşı karşıya bulunuruz: Biri doğru, diğeri yanlış.

İnsan kendi ruhuna takılan sıfatları, hisleri, duyguları hür olarak kullanmakla bir takım işler görüyor ve kendisine verilen benlikle de bu işlere sahip çıkıyor. İşte, bu kabiliyetini İlâhî marifet sahasında kullanabilirse, soruya doğru cevap vermiş olur. Bunu nasıl başaracağı Nur Külliyatında çok güzel bir misâlle ortaya konuluyor. Bu misâl bir anahtardır ve bizi çok gerçeklere kavuşturabilir.

“Meselâ: Bir adam Cenâb-ı Hakk’ın kudretini anlamak için bir taksimat yapar: “Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir” diye vehmî bir çizgi çizmekle mes’eleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder.” (Mesnevî-i Nuriye)

İnsan, elli kilogramlık bir taşı havaya kaldırdığında, bu işi kendisine ihsan edilen kuvvet sayesinde yaptığını bilir; ama yine de “ben bu taşı kaldırdım” diyerek o işe sahip çıkar. Zira o işi irade eden ve yapan kendisidir; bir başkası değil.

İşte insan, bu kuvvetini vahid-i kıyasî yaparak der ki “Allah da şu üzerinde durduğum dünyayı İlâhî kudretiyle döndürüyor.”

İnsan, kendisine ihsan edilen kuvvet sayesinde bu hükme varabiliyor. Sonra ‘mevhum hattı’ bozuyor. Yani, dünyayı döndüren kudretin, onu ve elindeki taşı da birlikte döndürdüğünü düşündüğünde kendi kuvvetinin vehim kadar zayıf olduğunu anlayarak, bütün kuvvet ve kudretin Allah’a ait olduğunu tasdik ediyor.

Bu konu üzerinde düşünürken, öncelikle, Allah’ın varlığının “vacip”, insan varlığının ise “mümkin” olduğu dikkatten uzak tutulmamalı. İnsan mahlûk olduğu gibi, sıfatları da mahlûktur. İnsan mümkin olduğu gibi, sıfatları da mümkindir. Ve nihayet bir mahlûk olan insanın Hâlık’ına benzemesi düşünülemeyeceği gibi, onun mahlûk sıfatlarının da, meselâ, iradesinin, ilminin, kudretinin de Allah’ın ilim, kudret ve iradesine hiçbir cihetle benzemeyeceği unutulmamalıdır.

Sözler’de benlik için, “rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi’ bir ene” ifadesi kullanılır.

Önce işaretten başlayalım: Bir insan, parmağıyla güneşi işaret edebilir, ama parmakla güneş arasında da hiçbir benzerlik yoktur. Keza, haritadaki bir nokta da bir şehre işaret eder. Ama o noktada söz konusu şehrin ne yollarını, ne binalarını, ne de insanlarını bulabiliriz.

Bize takılan sıfatlar da İlâhî sıfatlara birer işaret… Bunlarla o vacip, sonsuz ve mutlak sıfatların varlıklarını bilebiliriz. Ama haritadaki noktalara benzeyen bu sıfatlarımızla, İlâhî kudret arasında hiçbir benzerlik olamayacağını da hatırdan çıkarmayız. Bunlar birer işarettirler, o kadar.

Numuneye gelince:
İnsanoğlu, meselâ, bir ev yapacağı zaman önce onun planını zihninde kurar ve bunu bir kâğıda döker. İkinci safhada ise irade ve kudretini sarf ederek o plana uygun bir ev koyar ortaya. İşte bütün bunlar birer numunedirler.

Biz bu numuneye bakarak asıl hakkında bir derece fikir sahibi olur ve deriz ki:
Şu kâinat sarayı önce takdir edilmiş ve bu takdire uygun olarak inşa edilmiştir.

Ene, hem işaret hem de numuneleri cami olduğuna göre, ondaki numuneler de işaretler gibi mahlûktur, kişinin kendine hastır ve bunların da İlâhî takdir, irade ve kudretle hiçbir benzerlikleri düşünülemez.

Şimdi şöyle bir düşünelim: İnsanda bu numuneler yaratılmamış olsaydı insanın İlâhî sıfatları tanıması, bilmesi nasıl mümkün olacaktı?

Meselâ, insana irade verilmeseydi ve insan bu iradeye benliğiyle sahip çıkıp onu hür olarak kullanamasaydı Allah’ın irade sıfatını bilebilir miydi?
İnsanın o cüzi kuvveti ve kudreti olmasaydı, Allah’ın Kudret sıfatını ve Kadir ismini bilmesi mümkün olabilir miydi?

Merhamet nedir, gazap nedir bilmeseydi, Allah’ın rahmet ve gazabı olduğunu hayal bile edemezdi…

Prof. Dr. Alaaddin Başar

En Tehlikeliden Daha Tehlikelisi!

En Tehlikeli Üç Harfliler” başlıklı yazımızda, asıl korkulması gereken üç harflinin “ben” olduğu üzerinde durmuştuk. Kelimenin Arapçadaki ve Batı dillerindeki “ene” ve “ego” şeklindeki karşılıkları da, dikkat çekici bir şekilde, yine üç harfli olarak karşımıza çıkıyor. 

Fakat en tehlikeliden daha tehlikeli bir üç harfli daha var.

Daha doğrusu, en tehlikelinin daha da tehlikeli bir hali. Yazımızın devamında bu konuya geliyoruz:

Ben’in daha tehlikeli bir hali vardır ve o da bir başka üç-harfli olan “biz” halidir. Her ne kadar Bediüzzaman Hazretleri “ene’yi nahnü’ye çevirmek” denen bir hadiseden söz ediyor ve bunu talebelerine hedef olarak gösteriyorsa da, bu, bir buz parçası halindeki ene’nin havuzda erimesi halinde söz konusudur. Yoksa, erimemiş ben’lerin bir araya gelmesinden beklenecek sonuç bir havuz değil, olsa olsa buzdağları olabilir. Aynı hakikate Martin Luther King de hapishaneden yazdığı meşhur mektubunda temas etmiş ve Reinhold Niebuhr’a atıfta bulunarak, “toplulukların fertlerden daha fazla ahlâksızlaşmaya meyyal olduğundan” yakınmıştır.

Mesele topluluğun kendisinde değil, ne suretle bir araya geldiğindedir. Cemaatlerin fertleri, eğer ben’lerini eriterek hak bir yolda bir araya gelmişlerse, artık o topluluktan işiteceğiniz ses, Hüve’den başkası olmayacaktır. Bu takdirde cemaat ne kadar büyürse, tevazu da o kadar büyür ve Hüve’ler o nisbette gür bir sadâ olur:

“Meselâ nasıl ki küçük Hüve, Hüve, Hüve’lerden mürekkep büyükçe Hüve, Hüve yazılır. Sonra bu Hüve’lerden mürekkep çok büyük bir Hüve olur. Hem nasıl ki bir taburun hücumunda veya bir halka-i zikrin cezbesinde Allah Allah Allah derler ve onların seslerinden terekküp eden büyük ve cemaat sadâsıyla büyük bir tarzda Allah Allahkelimesi işitilir. Ve bunların seslerinden terekküp eden taburun sadâsı dahi büyük ve geniş bir telâffuzla Allah Allah Allah dediğini işittirebilir. . . .”

Bu pasajı, bir de Hüve’lerin yerine ene’leri koymak suretiyle okumaya  çalışın. Bu şekilde, ene’lerden meydana gelen bir “nahnü” ile kibir yarışına çıkabilecek kim vardır? Fâil-i Hakikî bütünüyle ihmal edilmiş, her türlü tevfik ve inayet doğrudan doğruya cemaate atfedilir olmuş, erişilen muvaffakıyetlerin birer haddini bilme imtihanından ibaret olduğu gerçeği unutulmuş, “Bunu bilgimle kazandım” diyen Karun’un tavrını hatırlatan övünmeler topluluğun şiarı haline gelmiştir.

İşin gerçeğine nüfuz edebilenler, bütün bunların bir büyüklük göstergesi olmadığını görmekte güçlük çekmezler. Çünkü insanda kibir büyüklüğün değil, küçüklüğün alâmetidir. İnsanlar küçüldükçe kibirleri de o nisbette büyür. Ne var ki, küçük insanların topluluklarına bu gerçeği anlatmanın yolu henüz keşfedilmiş değildir.

İlk Yazı: En Tehlikeli Üç Harfliler

Ümit Şimşek

yazarumitsimsek.com

En Tehlikeli “Üç Harfliler!”

İnsanlar adını anmaya korktukları “üç harfli”nin boş yere günahını almaya devam ederken, daha başka bir üç-harfliden gelen tehlikenin farkında görünmüyorlar. Üstelik onun adı da kimsenin dilinden düşmüyor.

Ona ister “ben” deyin, ister “ene” ister “ego.” Görüldüğü gibi, hepsi üç harflidir. Tehlikesine gelince:

İnsanı, şuurlu veya şuursuz olarak Rabbine karşı bir meydan okuyuşa sürükleyecek bir potansiyel, bu üç harfli kelimenin içinde fırsat kolluyor.

***

İşin aslına bakacak olursanız, “ben” diye bir varlığın olmadığını görürsünüz. Gerçi hepimiz maddî ve manevî vücudumuzla bir varlık sahibiyiz; bunu Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma gibi isimlerle anıyor ve birbirinden ayırıyoruz. Fakat bu varlıklardan her birinin kendisini “ben” olarak nitelemesi, sadece bir bakış açısından ve izafî bir yaklaşımdan ibarettir, o kadar. Ben yaptım” dediğimiz şeyler ise, biraz dikkatle bakıldığında görülecektir ki, bütünüyle o üç harfli şeyin gücü dışında olan şeylerdir.

Yiyip içmek veya bir söz söylemek gibi bize en basit görünen ve en kolaylıkla yapar göründüğümüz fiilleri bile masaya yatıracak olsak, her biri birer mucizeler zinciri olarak karşımıza çıkar; ve biz bu zincirin halkalarını vücuda getirmek bir yana dursun, saymaktan bile âciz kaldığımızı görürüz. Bütün bu fiillerde ve daha başkalarında bizim payımıza düşen bir tercihten ibarettir; o fiillerin yaratılması ise bütünüyle Ona aittir. Kur’ân-ı Kerim “Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı” (Enfâl, 8:17) buyururken bu hakikate işaret eder. Buradaki “attığın zaman” ifadesi fiilin “kesb” yönüne, “Allah attı” ifadesi ise yaratma yönüne bakmakta ve yaratma işini bütünüyle Allah’a hasretmektedir.

Bu kısa âyet, bize sahih bir itikadın formülünü net bir şekilde veriyor ve bizim “Yaptım, ettim” dediğimiz fiillerin birer “mazhariyet”ten başka bir şey olmadığını açıkça gösteriyor. Buna göre, biz tercihlerimizi kullanmak suretiyle fiilî bir duada bulunuyor ve böylelikle yaptıklarımızın sorumluluğunu üstlenmiş oluyoruz; ancak yaratma işi bize ait olmadığı için, herhangi bir “başarımızdan” dolayı böbürlenme hakkımız da bulunmuyor. Nitekim sözünü ettiğimiz âyet-i kerimenin de bir zafer sonrasında “Şu kadar kestim, bu kadar öldürdüm” şeklindeki övünmeler üzerine nâzil olduğu rivayet edilir.

***

Kesb ve yaratma arasındaki sınır muhafaza edilmediği takdirde işin nereye varacağını çok iyi bilen maneviyat büyüklerimiz, içimizdeki “ben”e daha işin başında iken haddini bildirmeyi derslerinin en önemli bir esası olarak belirlemişlerdir. Zira bu üç-harflide, boş bulduğu her meydanı zaptetme eğilimi vardır.

Karadelik gibi sürekli yutarak beslenir, beslendikçe güçlenir, güçlendikçe iştahı kabarır, iştahı kabardıkça daha fazla yutar, sonunda kendisinden başka bir varlığı kabul edemeyecek bir hal alır. Beşer âleminde görülen her seviyedeki istibdad örnekleri, böylelikle meydanı boş bulmuş ben’lerin eseridir. Bedendeki tek bir kanser hücresi gibi, benliğin zerresi de insanın bütün varlığını kaplayacak bir istidat taşıdığı için, sürekli olarak izlenmesi gerekir.

Ümit Şimşek

http://www.yazarumitsimsek.com/