Etiket arşivi: engelliler

Engelliler insanlığı hatırlatmak için gönderilen elçilerdir..

“Bu çocuklar topluma insanlığı hatırlatmak için gönderilen bir takım elçilerdir. Onlar bu vazifeleri yapıyorlar. En önemli şey olan insanlığa davet ediyorlar. Eski zamanlardaki Mim Kemal ile şimdiki Mim Kemal aynı mı bakıyor dünyaya? Eğer bir tekamül varsa bu Nazlı sayesindedir. Ben enerjimi Nazlı’dan alıyorum…”

Anne ya da baba olmak güzel fakat çetin bir iş! Bu vazifeyi iyi ifa etmek geniş bir yürek istiyor. Kabullenmek, evladını bağrına basmak, onu ortaya çıkarmak işin asıl zor kısmı.

Prof. Dr. Mim Kemal Öke bu işin üstesinden başarıyla gelebilmiş bir baba. Dünyaya güzel Nazlı’sı teşrif ettiğinde, 47 kromozomla gelmişti. Buna tıpta “down sendromu” deniliyor fakat Öke baba ise “sıradışı” olarak yorumluyor. Çekik gözleriyle Nazlı, Mim Kemal Öke’nin mana âlemine yolculuğunun başlaması demek. Hayatı farklı okuması ve algılaması demek… “Ben değil, Nazlı beni eğitti, en büyük mutluluk kaynağım o” diyor. Bu pencereden bakınca iş nasıl da birden kolaylaşıveriyor.

21 yıl önce çocuğunuzun anne karnındayken down sendromlu olarak doğacağını biliyor muydunuz? Bu durumu öğrendiğinizde verdiğiniz ilk tepkiniz ne oldu?

Beklemiyordum desem yalan olur. Samimiyetle bunu arz ediyorum. Allah’ın bildiğini kuldan saklamam. Engelli bir çocuğumun olacağı içime doğmuştu ve olmasın diye de çok dua ettim. Dualarımın kabul olmayacağının da farkındaydım o sıralarda. Beni bir kaderin beklediğini hissediyordum. Doktorlar en başından beri amniyo sentez yapalım dediler. Biz buna karşı değildik ama bir türlü olmadı, Allah oldurmadı yani… Ha bugün ha yarın derken kısmet olmadı. Sonuç olarak çocuğun durumu ile ilgili ön bilgi veren testi yaptıramadık. Sonucu öğrenseydik çocuğu aldırır mıydık? Bu çok büyük bir soru işareti hâlâ zihnimizde…

Doktorların Nazlı doğduktan sonra bana verdiği bilgiyle benim kadar Müslüman bir insanın bile onu aldırma kararını verebileceğini düşünüyorum. Fakat çok açık yüreklilikle söylüyorum ki Nazlı’yla şimdiye kadar yaşadıklarımı bir banda çekseler ve Nazlı’yı aldırdıktan yani kürtajdan yirmi yıl geçtikten sonra bana “İşte bak kaçırdığınız buydu” diye seyrettirselerdi herhalde ben -Allah muhafaza- intihar ederdim. İyi ki aldıramamışız. Hem kategorik olarak hem de felsefi olarak karşıyım down sendromu veya engelli çocukların bu şekilde alınmasına. Çünkü alınırken ona sormuyorsunuz, can onun, veren ise Allah, ne Allah’a soruyorsunuz ne de canın sahibine… Bütün bu düşüncelerin dışında Nazlı doğduğu vakit çok büyük bir şok geçirdim. Kendimi hazırlamama, böyle bir durum olasılığını beklememe rağmen şok geçirdim. Kabullenmede çok zorlandık ama bu bir haftalık bir süreçti. Bir hafta içerisinde bu haletten kendim çıkmadım, Allah çıkardı. Çok enteresan ilahî bir açılım ve rüyayla Allah benim bu durumdan çıkmamı nasip etti, ihsan etti.

Çıkışınız nasıl oldu?

Namazda yakaza halindeyken Nazlı’yı bir uçurumun başında gördüm ve uçurumdan karşı tarafa geçmek zorundaydım. Nazlı bana elini uzatıyordu “Baba tut elimden, ben seni geçireceğim” diyordu. O müthiş bir olaydı. Dolayısıyla o ilahî dokunuşa mazhar olmuş bir insanın bundan sonraki hayatı değişti tabi…

Peki, sizi bu denli sarsan şey neydi? Ona bakamama korkusu mu, toplumun nasıl karşılayacağı mı, neydi sebep?

Çok enteresan, ben de şimdi onu düşünüyorum; ne kadar mantıksız bir aşamaya gelmişim, bir girdaba kaptırmışım kendimi! Bir hafta dahi olsa yani neydi sebep? Ne kadar güzel bir soru, neydi sebep? Cevabını bilmiyorum. Kızıyorum kendime neden bu kadar derin düşündüm yani… Bundan sonra herhalde hayatta hiçbir zaman gülemeyeceğimi düşündüm. Oysaki şimdi saadetin doruklarındayım, o kadar güzel bir hayatım var ki Nazlı sayesinde. Bir tek Nazlı’nın olması bile bu hayatı yaşamaya değer. Doktorlar o kadar kötü şeyler söylüyorlar ki ondan sonraki hayatınızın tamamıyla böyle bir matem hali olacağını düşündürüyorlar size.

Bu tavır da çocuğu baştan kabullenmeyi zorlaştırıyor.

Ben o eşiği bir haftada atlattım ama o eşiği geçemeyenlere ben çok acıyorum. Günlük hayatımda bu tür durumdaki insanlara çok yardımcı olmaya çalışıyoruz. Yirmi sene içerisinde aynı durumla karşılaşan insanları bizim tarafa çektik. İlk etapta inanamıyorlar, olmaz diyorlar… Onlara “Bak,” diyorum, “Hayatımdaki en büyük saadet kaynağım Nazlı. Senin hayatın çok güzel olabilir, bu sana büyük bir lütuf” diyorum, dalga geçiyorum zannediyorlar. Ama o eşiği geçmek lazım, yoksa bu onu kemirirse işin içinden çıkılmaz.

O eşiği geçmeyi istemek lazım…

Tabi hayatınızda zaman zaman üzüntüler, mental yorgunluk olur. Hatta çocuğunuzu görmek istemeyeceğiniz anlar olabilir ama hep bir bütün olarak ele aldığınız vakit çok müthiş, mükemmel bir şey. Kazançlar kayıplardan daha fazla. Aslında kaybı da yok bu işin.

Nazlı’yla birlikte hayatınızın rotası değişti. Bu süreçte dayanak noktalarınız neydi onu geliştirirken, yetiştirirken? Daha çok manevî olarak nasıl besliyordunuz kendinizi?

Tabii ki burada ailenin durumu çok önemli. O zaman evlendiğimi anladım. Eşler sırt sırta vermiyorsa, aynı telden çalmıyorsa, aynı melodiyi okumuyorsa ve aynı usulle gitmiyorsa o zaman biraz zor oluyor. Bu süreçle birlikte iyi bir aile olduk diyebilirim yani eşim de mükemmel bir insandır. Babanın anneye ayak uydurması lazım. Biz birbirimizi tamamladık. “Eşler birbirinin velisidirler” diye buyuruluyor.

İkinci önemli olan da manevî bir havza içerisinde olmanız. 1991 yılı benim “en genç” unvanıyla profesör olduğum yıldır. O yıl Nazlı’nın doğduğu yıldır. O yılı ben “baba okuluna” başladığım yıl olarak tanımlıyorum. Benim Nazlı’nın babası oluşum dolayısıyla babalığı öğrenme sürecimin başlamasıdır. Aynı zamanda da tasavvufî mahiyette de benim bir bilge insanın önünde bütün profesörlüğümü bir kenara atıp tekrardan baba okuluna, hani siz diyorsunuz ya ana baba okulu, öyle bir baba okuluna başlayışımın yılıdır. Nazlı sayesinde olmuştur. Bazı dostlar bizi o kapıya götürmüşlerdir, o kapıya o eşiğe geldiğimizde ben o kapıdan ayrılmadım. O insan benim elimi tutmasaydı nasıl yürüyeceğimi, hayattaki yolumu bana göstermeseydi herhalde çok dalgalı çok daha farklı şeyler olabilirdi. Celal ve cemal ikisi bir arada. Yani Nazlı bir yerde bana Hz. Şems oldu diyebilirim

Manevî dayanağınız kimdi?

Mehmet Tahir Erbil Hazretleri.

Türkiye’nin en genç profesörü olmuşken aynı yıl Nazlı ile buluşmanız ilginç değil mi? Genç yaşta tam da kariyerin “kutlamasını” yapacakken yeni bir menzile sevk edilişiniz… Tevafuklar silsilesi…

İdrak ve kabulleniş… Yani o kabul ediş çok önemlidir, yani kırbayı boşa atmak çok önemlidir. Kırbayı siz boşa atın “Tamam” deyin, “Kendimi yok etmeye razıyım” dediğimiz andan itibaren teslim olmak çok zordur. Allah’ım kabul ettiyse, Allah utandırmasın ama “Tamam” dedim ben. “Bütün rütbelerimi atıyorum” dedim.

Toplumun sizin tabirinizle “sıra dışı” çocuklara veya yetişkinlere bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yirmi iki yılda değişimler oldu mu?

Toplumun ilk baştaki tepkisi çok gaddar olabiliyor. Mesela Nazlı’nın depresyona girmesinin sebebi toplumun rahatsız edici bakışları ve karşılaştığı atmosferlerde ona karşı belli bir itici durumla karşılaşmasıdır. Bu toplumun bakışı onu içe kapattı ve major bir depresyona doğru itti.

Ama bir yandan aynı topluma bazı şeyleri anlatmaya, öğretmeye başladığınız vakit hatta öğretmeseniz de temsil etmeye başladığınız andan itibaren çok değiştiğine de rastladım. Mesela Nazlı’yla beraber bir cafeye gittiğimiz vakit cafe sahibi “Aman müşterileri rahatsız ederler mi, keşke gelmeselerdi” bakışları atıyorlarken bir süre sonra onları alıştırdığınız vakit “Aman hocam, Nazlı’nınki bizden” diyorlar.

Söylediklerinizden şu çıkarımı yapıyorum: “Çocuklar topluma çıkarılmalı, toplum alıştırılmalı.”

Kesinlikle toplumun gözü alışmalı. İlk etapta insanın kalbi çok yanıyor, dağlanıyorsunuz bazı yerlerde. Öyle kötü bakışlarla karşılaştığım vakit daha da çok sıkıntı çektim. Kızdırılmış bir hançeri getirip kalbimin üzerine basıyorlar. Derimin yandığını hissettim. Görünmez gözyaşlarıyla içime ağlardım. Ama o da benim eğitimimdi, yani şimdi hiç aldırmıyorum.

Nazlı’nın iyi eğitimler aldığını biliyoruz. Nazlı şimdi ne yapıyor?

Nazlı ortaokulu bitirdi. Ortaokulu bitirdikten sonra biz onu musiki eğitimine verdik. Babasıyla beraber musiki eğitimi aldı. Şimdi korolara gidiyor, yani küçük çapta bir konservatuar eğitimi gördü diyebiliriz. O zaten okuldayken “Öğretmen olmak isterim” derdi. Şimdi o da bir şekilde öğretmen oldu, bir babanın öğretmeni oldu. Yani beni eğitti, ikincisi de onunla biz ritim dersi veriyoruz, engellilere ritim hocalığı yapıyor benimle beraber.

Gelecek endişeniz var mı? Benden sonra ne olacak diye?

Eskiden çok düşünürdüm “Benden sonra ne olacak” diye. Ama aşağı yukarı on senedir hiç öyle bir endişem yok. Neden diyeceksiniz, Allah’ıma öyle bir inancım var ki, benden sonra emanet edeceğim Allah var. Zaten Allah bana emanet etmedi mi Nazlı’yı? O benim değil, bana emanet edilen bir emanet. Ben görevimi yapayım gerisi O’nun bileceği iş.

İş hayatına bu “sıra dışı” çocukların sokulması için neler söylersiniz? Olumlu bir davranış mı?

Aileler çocukları çalışma hayatına sokmak istiyorlar, onları üretici birey haline getirmek istiyorlar. Bunların hepsini tabii alkışlıyorum ama burada da bazı kusurları da görmek lazım. Aslında onlar kendi işlevlerini yapıyorlar. Yani şimdi çocuğu alıp da mutlaka çalıştırıp bugün yaşadığımız tüketim toplumunun bir parçası, üretici bir bireyi haline getirmek için kendinizi heba etmenize gerek yok ki. İlla ki liseye de gitsin ama bu da yani engelli veya özel çocukların aileleri arasında da yine böyle çok enteresan bir şekilde, “Benim engelli çocuğum senin engelli çocuğundan daha iyi” tarzında bir yarış atı psikolojisi var. Bunu yapmayın, senin çocuğun mutlu mu değil mi o önemli… Senin çocuğun şu anda hayattan zevk alıyor mu ona bak. Nazlı bugün pek çok çocuktan çok daha iyi yüzer, madalya alan çocuklardan daha iyi yüzer ama sıkıya da gelmez çünkü şahsiyeti var, orada da tavrını koyar, “Ben kendim istediğim zaman yüzeceğim” der. Yani zorla bir şey yaptıramazsınız. Şimdi ben ona zorla bir şey yapsın, koşsun desem baskıya gelmez ki.

Biz hayata niye geliyoruz Allah aşkına, illa ki daha iyi pantolon giyebilmek, daha iyi bir araba alabilmek için mi? Mutlaka üretim ve tüketim lazım ama “insan üretimi” önemli. Bu çocuklar topluma insanlığı hatırlatmak için gönderilen elçilerdir. Onlar bu vazifeleri yapıyorlar. En önemli şey olan insanlığa davet ediyorlar. Eski zamanlardaki Mim Kemal ile şimdiki Mim Kemal aynı mı bakıyor dünyaya? Eğer bir tekamül varsa bu Nazlı sayesindedir. Ben enerjimi Nazlı’dan alıyorum…

Şu anda anne karnındayken çocuğunun durumunu öğrenmiş veya doğan çocukların ebeveynlerine neler tavsiye edersiniz?

Biz haftada üç gün spora gidiyoruz, resim yapıyoruz ve yüzmeye gidiyoruz, ben de yüzüyorum. Ritim yapmayı, ata binmeyi, koroya gitmeyi ben de seviyorum, müzik yapmayı ben de seviyorum. Nazlı olmasaydı gider miydim, belki gitmezdim. Ama bu benim de iyi olmamı zinde kalmamı sağlıyor.

Tavsiyeden ziyade mübarek olsun derim, tabii ki keyfini çıkarsınlar çünkü seçilmiş insanlar. Ruhsal gelişim açısından o eşiği aşmaları için kendilerine çok büyük bir imtiyaz verildi.

Fatma Şenadlı Kavak’ın Prof Dr. Mim Kemal Öke ile olan ropörtajı..

Keşke Tüm Camiler Engellilere Uygun Olsa!

Ben tekerlekli sandalyede bir engelliyim. 19 yıl önce babama doktorlar “Bu çocuk hiçbir iş yapamaz, götür evine yatsın” demişler. Fakat Allah her şeyi işitir, görür. Allah kaderimde öyle bir iş nasip etti ki, hem mesleğime göre bilgisayar başındaydı, hem de işyeri evime yakındı.

Gerçekten ben o doktorun dediği gibi, sonraları yatalak hale geldim ama Allah’a şükür babam var. Babam giydirdi, banyo yaptırdı, tuvalete götürdü, tekerlekli sandalyeye bindirdi, işe götürüp getirdi. Allah babamdan razı olsun. Allah devletimize de zeval (yokluk) vermesin. Devletimizin biz engellilere verdiği erken emeklilik hakkı ile 16 yıl çalışarak 2010 da emekli oldum elhamdülillah…

Ben yedi yıldır namaz kılıyorum. Teyemmümle tekerlekli sandalyede kılıyorum. Çalışırken kılamazdım ama eve gelince kılamadığım namazları kaza ederdim. Emekli olduğumdan beri hamdolsun namazlarımı kaçırmadan kılıyorum. Artık duamı uzunca yapabiliyorum.

Evimizin yakınına yeni bir mescit yapıldı. Sokaktan girişi düz ve kolay. Babam Allah razı olsun her Cuma sabah kahvaltıdan sonra banyo yaptırıyor ve tekerlekli sandalyeyle o mescite Cuma namazına götürüyor. Camiye girerken de götürdüğümüz nemli bezle tekerleri güzelce temizliyor.

Fakat Cuma namazı için mescite girince bazılarının bana bakışlarından şunu anlıyorum: “Sen engellisin. Canım Cuma namazı sana farz değil ki.” Bunun bende farkındayım ama birde şöyle düşünsek:

Devletimiz camileri tüm vatandaşlarının hizmetine sunmuştur. Engelli de bir vatandaştır. Camiye gitmek onunda hakkıdır. Ayrıca camide yanımdaki yaşlı amca da sandalyede kılıyor. Benim sandalyem tekerli… Fark bu.. Keşke tüm camilerimiz engellilere uygun olsa…

Eskiden 9-10 yaş çocukları namaza alıştırmak için Cuma namazlarına götürürlermiş. Cuma namazından çıkınca dedesi çocuğun elinden tutup dondurmacı, tatlıcı, lunapark gibi yerlere götürürlermiş. Bu adet günümüzde biraz unutuldu. Ama babam bu adeti uyguluyor. Nasıl mı?

Ben hareketsizlikten epey kilo aldım. Emekli olduğumdan beri diyetteyim. Günde az az iki öğün yiyorum. Sebze meyve ağırlıklı besleniyorum. Fakat babam haftada bir bana ödül veriyor.

Her Cuma, namazdan çıkınca dönerciye gidiyoruz. Bir hafta diyetin ardından o döner ne lezzetli geliyor bilseniz. Böylelikle babam hala o adeti yaşatıyor hamdolsun.

Her Cuma sabah banyodan önce sevdiğim dostların bazısını telefonla arayıp Cumalarını tebrik ediyorum. Hayırlı cumalar diyorum. Böylece Allah muhabbetimizi artırıyor hamdolsun.

Sevgili dostum Efkan Vural hocam her zaman benim için okuldan çıkıp bulunduğum mescite gelir sağolsun. Geçen Cuma namazı çıkışında Efkan hocam “Celal sen bu namazdan çıkışta yemeğe gidiyorsunuz ya, inşallah onunla ilgili bir yazı yazar mısın” dedi. Bende olur hocam dedim ve bu yazıyı yazdım.

Allah’ın bana nasip ettiği nimetleri saymaya kalksam bitiremem. En büyük nimetim anne ve babamın sağlıklı ve yanımda olması … Allah anne ve babamdan razı olsun, sağlıklı ve hayırlı uzun ömür versin.

Anne veya babası vefat etmiş olanlarımız mutlaka vardır. Ayrılıklarımız sadece kısacık bu fani dünyada olsun. Allah lütfuyla bizleri sonsuz hayatımız cennetinde de birbirimizden ayırmasın.

Hasılı O, Kendisinden dilediğiniz her şeyi verdi. Öyle ki Allah’ın size verdiği nimetleri birer birer saymaya kalkarsanız, mümkün değil, onları sayamazsınız. Gerçekten insan zalim ve nankördür.”

(İbrahim suresi, 34. ayet)

 Kaynak: Moralhaber.net