Etiket arşivi: ermeni meselesi

Ermeniler 1 Milyon Müslümanı Öldürdü

Prof.Dr. Ahmet Akgündüz son günlerde yine gündeme getirilen ermeni meselesi ile ilgili bir açıklama yayınladı. İşte o yazı ;

Bu günlerde yine Ermeni meselesi gündemde. Konuyu tarihi belgelere dayanarak ve gerçek sebeplerine inerek izah etme eğilimi zayıf. Bu sebeple konuyu tekrar ele almak gerekmektedir. Meseleyi bir kaç yönden açıklamak icabediyor.

Birincisi; Tarih boyu Ermeniler, millet-i sadıka sıfatıyla Osmanlı ülkesinde zimmi tabir edilen statüde yani Müslüman bir ülkenin gayr-i müslim vatandaşı sıfatıyla yaşamışlar ve Osmanlı Devleti, vatandaşlarına tanıdığı bütün hak ve hürriyetleri onlara da tanımışlardır.

Şunu belirteyim ki, 1071’den yani 909 seneden beri, şayet bu uzun tarih dönemeci içerisinde biz Müslüman Türkler, azınlıkların hak ve hürriyetlerine saygı göstermeseydik, bugün Türkiye’de az da olsa azınlıklardan söz edilebilir miydi? Aynı tarih dilimi içerisinde İspanya’da Müslüman azınlıktan eser kalmaması, Avrupalılar, daha doğrusu Hıristiyan milletler ile bizlerin yani Müslümanların, bu konudaki gerçek tutumlarını göstermektedir.

Ermenilere temel hak ve hürriyetler tanındığı gibi, İslam Dininin koyduğu prensipler ışığında din ve vicdan hürriyeti de tanınmıştır. Tanzimat’tan sonra ve özellikle de İttihadcılar zamanında, siyasi haklar, Müslümanlar kadar Ermeniler için de kabul edilmiştir. Hatta II. Abdülhamid, maalesef Ermeni katili diye itham bile edilmiştir. II. Abdülhamid döneminde Agop Paşa, Hazine-i Hassa Nazırıdır. İttihadcılar ise, Osmanlı Devleti’ne ihanet eden Gabriel Noradungiyan’ı Hariciye nazırı yapacak kadar basiretsizleşmişlerdir.

Osmanlı Devleti’nin bu davranışlarına mukabil Ermeniler, Rusya’nın tahriklerine kapılarak ve Berlin Muahedesinin 61. maddesine dayanarak devlete isyan etmeye başlamışlardır. Asla çoğunluk teşkil edemedikleri Doğu ve Güneydoğu Vilayetlerinde Müslüman insanları ve özellikle Müslüman Kürtleri kesmeye başlamışlardır. 1886’da kurulan Hınçak Cemiyeti ve bunun gibi bir Ermeni komitesi olan Taşnak Cemiyeti üyeleri, Osmanlı ülkesinde terör estirmeye başlamışlardır.

Bu terörü Hamidiye Alayları ile durduran Abdülhamid, Kızıl Sultan diye itham edilmiştir. 1894’de Sason’da isyan eden Hamparsum Boyacıyan Harput Milletvekili olarak İttihadcılar tarafından Meclis’e bile getirilmiştir. Abdülhamid’i bomba olayı ile yok etmek istemeleri, İstanbul’da arka arkaya patlayan Ermeni ayaklanmaları, onların dış güçlerin emriyle hareket ettiklerini açıkça ortaya koymuştur.

Nihayet 29 Ekim 1914’de I. Cihan Harbine giren Osmanlı Devleti’ni, Doğudaki Ermeniler, Ruslarla birlikte arkadan vurmaya başlamıştır. Hatta Van’ı boşaltan Ruslar, burayı Ermenilere teslim edince, şarkta Müslüman katliamı başlatmışlardır (3.8.1915). İşte bu dönemde bütün Osmanlı topraklarında, Doğu ve Güneydoğu dahil ve abartılı bir rakamla, sadece 1.300.000 Ermeni yaşamaktadır ve bütün Osmanlı nüfusunun da sadece % 5’ini teşkil etmektedir.

Bütün tedbirlere rağmen Ermenilerin Müslümanlara uyguladıkları katliam durdurulamayınca, Nisan 1915’de Dahiliye Nazırı Tal’at Bey, Doğu ve Güneydoğudaki 500.000 civarı Ermeninin, mecburi göçe zorlanması (tehcir) kararını almıştır. Gaye, Rus ordularının yollarından Ermenileri uzaklaştırmaktır. Asker himayesinde Irak, Suriye ve Lübnan’a sürgün edilen Ermenilerden bazıları yolda ağır yol şartlarından ve açlıktan ve bazıları da daha evvel yakınları Ermeniler tarafından katledilen bazı sivil ahali tarafından telef edilmişlerdir.

Ermenilerce katledilen Müslüman sayısı ise 1.000.000 kadardır.

Olayların içinde yaşayan Amerikalı yetkililer ve askerler, Avrupalı devletlerin bütün yaygaralara rağmen, Ermeni Katliamı iddialarını kabul etmemişler; tam aksine Müslüman katliamının olduğunu söylemişlerdir. Bu raporlar, Amerikan arşivlerinde bulunmaktadır.

İkincisi; Başta Osmanlı Devleti olmak üzere bütün Müslüman Türk Devletleri, bütün askeri hareketlerini, tamamen İslam Hukukunun hükümleri çerçevesinde yapmışlardır. İslam Hukukuna göre, bilfiil harp halinde bile, İslam ordularına düşmanın şahıs ve mallarına karşı bazı fiillerin icrası ve hele hele katliam yapılması, yasaklanmıştır.

Ecdadımızı zaferden zafere koşturan en önemli sebeplerden biri, bu esaslara harfiyyen uymalarıdır. Zaten zaferler, bu esaslara uymaları ile doğru orantılıdır. Yasak fiilleri kısaca sayarak katliamın nasıl mümkün olmadığını özetleyelim: Zulüm ve işkence ile düşman askerini dahi öldürmek; muharip sınıfına girmeyen kadınları, küçükleri, sahiplerine hizmet için gelmiş köleleri, sakat ve müzminleri, yaşlıları, hastaları, akıl hastalarını ve dünyadan el etek çekmiş din adamlarını öldürmek yasaktır.

Ancak bunlardan biri bedeni, fikri ve malı ile savaşa katılırsa, öldürülebilirler. insan ve hayvanların uzuvlarının kesilmesi (müsle) de yasaktır. Verilen söze veya muahedeye aykırı hareket yasaktır. Savaş zarureti bulunmadan zirai mahsuller, orman ve ağaçlar yakılmaz. Zina ve gayr-i meşru münasebetler yasaktır. Rehineler öldürülemez; ölülerin başı ve uzuvları kesilemez ve katliam yapılamaz. Başta baba olmak üzere yakın akraba, savaşla ilgisi olmayan esnaf ve tüccarlar öldürülmez. Daha başka yasaklar da bulunmakla beraber, biz bu kadarıyla iktifa ediyoruz.

Bu hükümleri, tehcir kararı alan Tal’at Paşa da bilmektedir. Zaten 1986 yılından sonra bütün Osmanlı Arşivindeki belgeler araştırmacılara açılmasına ve bu konuda iddiası olanların iddialarını isbat etmeye davet edilmelerine rağmen, müslim yahut gayr-i müslim hiç bir hukukçu Osmanlı Devleti’nin katliam yaptığını isbat eden bir tek belgeye rastlayamamıştır.
Üçüncüsü; Tehcir yani mecburi göçün hukuki dayanağına gelince, Hz. Peygamber’in Beni Kurayza Yahudilerini, müşterek vatanları olan Medine’nin düşmanlara karşı korunmasına söz vermelerine rağmen ihanet etmeleri sebebiyle Medine’den tehcir etmiştir. Aynı sebeple tehcir yapmak da caizdir. İşte Nisan 1915’de Osmanlı Devleti tarafından yapılan da budur.
Kısaca aslı astarı olmamasına rağmen, bir asra yakındır Ermeni katliamı iddialarıyla suçlanan Müslüman Türk milletinin katliam yapmadığı halde suçlanmaya devam edilmesi, tarihi ve ilmi değil, sadece siyasidir. Osmanlı Arşivlerini açan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu iddialara en güzel cevabı vermiştir .

Özetle ifade edecek olursak, kim ne derse desin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı devleti’nin resmi ve tek mirasçısıdır. Bundan kaçmak aslını inkar etmek demektir.

Kaynak ;
Kur’an, Haşr, Ayet 1-2; Elmalı, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, sh. 4806-4819;
Süslü, Azmi, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Ankara 1990, sh. 61-177;
Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, c. I, sh. 659-662;
Uras, Esat, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, İstanbul 1987, sh. 149-639;
Sonyel, Salahi R., “Yeni Belgelerin Işığı Altında Ermeni Tehcirleri”,
Belleten, c. XXVI, sayı 141(1972), sh. 31-49;
Sonyel, Salahi R., “Tehcir ve “Kırımlar” Konusunda Ermeni Propogandası Hıristiyanlık Dünyasını Nasıl Aldattı?”, Belleten, c. XLI, sayı 161(1977), sh. 137-175.

Kaynak : Risale Ajans

Said Nursi Işığında Ermeniler

said nursi ve ermeni meselesiErmeni meselesine dair tartışmalar, yaşadığımız ülkenin ve dünyanın gündeminde sık sık yer almaya başladı. Her ne kadar meselenin hakikatinin anlaşılması için ileriye doğru adımlar atılmış olsa da önyargıların olanca gücüyle hâkim olduğu ve kronikleştiği bir ortamda bu meselenin vuzuha kavuşturulması oldukça zor.

Çünkü geçmiş; ‘sahiplenilen’ bir tezi ispatlamak / güçlendirmek amacıyla delil bulma yeri olarak görülüyor. Hâlbuki ‘sahiplenilen’ bir tezi ispatlamak için değil de gerçeği arama maksadıyla ‘Geçmişte neler oldu?’ sorusu sorulduğunda ve tüm tarafların sesine kulak verildiğinde meselenin hakikatini anlama imkânı doğacaktır.

Bu yazıda, geçmişte yaşanan olayların bugün etkisi devam eden bazı sonuçları, yani birtakım güncel sorunlar ve çözüm imkânları üzerinde durulacaktır. Üzerinde duracağımız güncel sorunlar; önyargılar, insanlar arasında nefretin yerleşmiş olması ve geçmişte yaşananların bugünkü adaletsizlikleri meşrulaştırmak için kullanılıyor olmasıdır. Bazı yanlış anlamaların önüne geçmek için İslamî literatürde yer alan buğz ile bu yazıya konu olan nefretin farklı şeyler olduğunu özellikle vurgulamak gerekiyor. Bugün yaşayan insanların hiçbirisi geçmişte vuku bulan acı olaylarda aktör değildi. Aynı dine mensup olmak ya da aynı soydan gelmek daha öncekilerin yaptığı hatalardan sorumlu tutulmayı gerektirmez.

Geçmişte olanların doğru bir şekilde kavranması ve anlaşılması, güncel sorunların çözümüne katkı sağlayacaktır. Güncel sorunlar çözülebilirse, geçmişte neler olduğunun doğru bir şekilde anlaşılması daha kolaylaşacaktır. Bu iki süreç birbirini destekleyecektir.

Nefretin ve önyargıların yeni nesillere nasıl aktarıldığı üzerinde biraz durmak gerekiyor. Geleneğin içinde gömülü olarak iletilen değer, tavır ve davranış şekilleri, insan ilişkilerine yön verir. Gelenek donuk değildir, yavaş da olsa değişir ve ona meydan okumak elbette her zaman mümkündür. Gelenek birçok müspet öğeler içerse de ön yargılar ve normalleştirilmiş adaletsizlikler gibi menfi öğeler de içerebilir. Geleneğin katmanları olduğu ve bu katmanların birbirini etkilediği unutulmamalıdır. Bir ailenin geleneği olduğu gibi, bir muhitin ve bir coğrafyanın şekillendirdiği faklı farklı katmanlar da vardır. Bu katmanlar arasında ters düşmeler olabileceği, örneğin aynı konuda biri müspet şeyler iletirken diğerinin menfi şeyler aktarabileceği akılda tutulmalıdır.

İnsanoğlu, dünyayı, olayları ve kendini geleneğin ilettikleriyle anlamlandırır ve kendini ait hissettiği daireyi çoğu zaman gelenek üzerinden tanımlar. Bu dairenin içinde kalanlar bizi oluştururken, dışarıda kalanlar ötekileri oluşturur. Elbette aidiyet hissedilen tek bir daire yoktur. Akrabalık, arkadaş grubu, memleket, millet ve din vb. üzerine temellendirilmiş birçok daireye kendimizi ait hissederiz. Dairenin dışında kalanlarla ilişkiler, dairenin içinde olanlarla ilişkilere nispeten daha çok sorun yaşanılan ve adaletsizliklerin ortaya çıkma ihtimali yüksek olan ilişkilerdir. Dairenin dışında kalanlara karşı nefret besleniyor ve önyargılı yaklaşılıyorsa ilişkilerde sorun yaşanması kaçınılmaz olur.

Bir Bütünün Parçası Olarak Ermeniler

1877’de dünyaya gelen Nursi, tarihin Osmanlı Devleti için çok hızlı aktığı bir döneme tanıklık etti. Değişik müderris ve âlimlerden ders alırken şahsi okumalarıyla da kendini geliştirdi. Seyahatleri sırasında yaşadığı bölgenin sorunlarını yakından idrak etti. Sorunlara karşı kayıtsız kalmadı ve aktif bir şekilde çözüm bulmaya çalıştı. O dönemde en büyük üç sorun olarak gördüğü cehalet, zaruret ve husumetin önüne geçmek için mücadele verdi. Bölgede huzurun sağlanması ve bölgenin gelişmesi ancak bu üç sorunun halledilmesiyle mümkün olabilirdi. Ermenilerle bölge halkı arasında oluşan gerilimin kaynağı da bu üç ana sorundu: “Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehâlet ağa, oğlu zaruret efendi ve hafîdi husumet beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin kumandası altında yapmışlar.” (Münazarat, s:68-9.)

S. Nursi, doğudaki aşiretler arasında dolaştı ve üç büyük sorunun üstesinden gelmek için aşiret mensuplarının neler yapması gerektiğini anlatmaya çalıştı. Bu seyahatleri sırasında ona sorulan sorular halkın kafasının birçok konuda karışık olduğunu gösterir. Aşiret mensupları, gayri Müslimler ve onlara tanınan yeni haklar hakkında birçok soru sordular.

Aşiret mensupları, meşrutiyetle birlikte gayr-i Müslim unsurlara tanınan özgürlüklere itiraz ettiler. İslam’ın bizatihi bu özgürlüklere izin verdiğini belirterek onlara şöyle cevap verdi: “Onların hürriyeti, onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise, şer’îdir.” Ardından, başka devletlerin sınırları içinde Müslümanların yaşadığını ve onların hak ve özgürlükleri olduğu gibi Osmanlı topraklarında yaşayan gayr-i Müslimlerin de hak ve özgürlükleri olması gerektiğini ifade etti. (Münazarat, s:60-1.)

Gayr-i Müslimlerin devlet kadrolarında görev almasına ve özelikle kaymakamlık gibi idari görevleri ifa etmelerine de itiraz edildi. Çünkü bu tür memurluklar reislik gibi telakki ediliyordu. Aşiret bağları güçlü olduğu ve aşireti bir reis yönettiği için idareci olarak bir gayr-i Müslim idareciyi kabullenmekte zorlanıyorlardı. Nursi, Meşrutiyet’le birlikte hükümetin ve memurların halkın hizmetkârı olduğunu belirterek onların da bu görevleri yapabileceğini belirtti. Memurlar, reis değil aksine halkın hizmetkârlarıydı. Bu bağlamda, gayr-i Müslim ülkelerde ikamet eden Müslümanların da yaşadıkları ülkelerde benzer görevleri yapabilmeleri gerektiğine vurgu yaptı. (Asar-ı Bediiye, s:324-5.)

Aşiret mensupları, gayr-i Müslimlerle eşit kabul edilmeye de itiraz ettiler. Onlara hukuk kurallarının herkese aynı şekilde tatbik edilmesi gerektiğini şöyle izah etti: “Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve gedâ birdir. Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tâzibinden men etse, nasıl benî Âdem’in hukukunu ihmâl eder? Kellâ… Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) âdî [sıradan] bir Yahudi ile muhakemesi ve medâr-ı fahriniz olan Salâhaddin-i Eyyûbî’nin miskin [fakir] bir Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.” (Münazarat, s:66.)

Hem aşiretlerin kendi aralarında hem de Müslümanlarla gayr-i Müslimler arasında husumet vardı. Aşiretler arasındaki düşmanlıklar ve eşkıyalar bölge halkının güvenliğini tehlikeye sokuyor ve bölge halkına zarar veriyordu. Meşrutiyet öncesinde yöneticilerin geliştirdiği bazı çözümler ve onların uygulaması da “eşkıyalık ve husumet derdiyle mültehib bulunan o vücuda iltihabı tezyid ed[iyordu] (Asar-ı Bediyye, s:295). Sorunları çözmeye çalışırken sorunların daha da büyümesine sebep oldular. Nursi, böyle bir ortamda mevcut kargaşa ve karışıklıkları önlemeye çalışarak Osmanlıyı oluşturan unsurların ittihadını sağlamaya çalıştı. Örneğin, aşiretler arasında çıkan anlaşmazlıklarda arabulucu oldu ve sorunların büyümeden çözülmesini sağladı.

Nursi’ye göre, Osmanlıyı oluşturan farklı unsurlar arasında ittihadın çözülmesinin sebeplerinden birisi; “bihakkın adâlet-i şeriatı gösteremedik. Şeriat dairesinde, hukuklarını istibdâdın sünnet-i seyyiesiyle muhâfaza edeme[mektir.]” (Münazarat, s:67.) Farklı etnik ve dini aidiyetleri olan topluluklar, Osmanlı toprakları içinde uzun bir süre barış içinde yaşadı. Adil muamele gördükleri ve haklarını kullanabildikleri sürece farklı grupların bir arada yaşayabilmesi mümkün oldu. Adaletten sapıldığı ve bazı haklar engellendiğinde huzursuzluklar çıkmaya başladı.

Dostluk Hayat Bulacak

Aşiret mensupları Ermenilerin kendilerine düşmanlık ettiğini, bu yüzden onlarla ittihat etmelerinin zor olduğunu beyan ettiklerinde yeni bir döneme girildiğini hatırlatarak onlara şöyle cevap verdi: “Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdâdın zevâliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir. Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır.” (Münazarat, s:67-8.) Ermenilerin uyandığını ve terakki ettiğini, bölgedeki aşiretlerin ise uykuda olduğunu belirterek, Ermenilerden öğrenilecek çok şey olduğuna vurgu yaptı. Çünkü, “[Ermeniler] uyandılar, dünyaya yayıldılar, terakkiyât tohumlarını topladılar; vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete mecbur, terakkîye îkaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyâr ediyorlar. İşte şu noktalara binâen, onlarla ittifak etmek lâzımdır.

Dostluğa bugün de ihtiyaç var. Çünkü Türkiye’nin uluslararası arenada daha kuvvetli olabilmesi ve hareket sahasının genişlemesi için Ermenilerle olan sorunları halletmesi gerekiyor. Mevcut durum, Türkiye’nin uluslar arası alanda etkinliğini azaltıyor. Sorunların halledilmesi iki taraf için de oldukça yararlı olacaktır.

Nursi, “[Ermeniler] Zîrâ komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur.” sözleriyle, onlarla dost olmanın gerekliliğine vurgu yapıyordu. Günümüzde ise, sınırların her türlü etkileşime karşı set olarak kullanılmasından dolayı bu eski dostlar birbirlerine oldukça yabancılaşmış durumdalar. Hiçbir iletişimin olmaması düşmanlıkları giderek artırmaktadır. Çünkü kişi bilmediğinin düşmanıdır (Lemeat, s:2). Bu eski komşular arasında irtibatın tekrar sağlanması gerekir. İrtibat tesis edildikçe birbirlerini daha iyi tanıyabilir ve önyargılar yıkılabilir.

Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin’ (Maide, 51) mealindeki ayeti delil göstererek Ermenilere muhabbet edemeyeceklerini ileri süren aşiret mensuplarına şöyle cevap verdi: “Bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse her bir Müslüman’ın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!” (Münazarat, s:70-1.)

Said Nursi, insanların sıfatlarına vurgu yapar ve sıfatlar üzerinden insanlar arasında muhabbet ve dostluk köprüsü tesis eder. Bazen, bir özelliğine veya bir sıfatına bakarak bir kişi hakkında ‘menfî’ diye hüküm verilebiliyor. Hâlbuki bir insan hakkında kötü birisi olduğuna hükmetmek öyle kolay bir iş değildir. Oysaki biraz düşünülse, o kişinin muhabbete layık birçok sıfat taşıdığı görülebilir.

Bunlara İlişmeyiniz!

Birinci Dünya Savaşı öncesinde kendi medresesinde talebelerine ders verirken Ermeni çetelerine karşı mücadele etmek için talebelerine aynı zamanda silah kullanmasını da öğretiyordu. Silahlar ve kitaplar yan yanaydı. Ermeni çetelerine ve Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Ruslara karşı savunma hattında görev aldı ve mücadele etti: “Van – Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Taşnak fedaileri çok faaliyette bulunmasıyla, Eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu.” (Tarihçe-i Hayat, s:518.)

Ermeni çetelerine ve Ruslara karşı vatanını müdafaa ederken bile masumları korumaya devam etti. Tarihçe-i Hayat’ında yer alan bir olay bunu çok güzel bir şekilde gösterir. Ermeni çeteleri geri püskürtüldüğünde bölgede yaşayan bazı Ermeni kadın ve çocukları kaçamadı ve geri kaldı. Onları bir yere topladı ve “Şer’an bunlara dokunmak caiz değildir” diyerek halkın onlara zarar vermesini önledi. Ardından, onları, Ermeni fedailerine teslim etti. (Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı, s:376.)

Bediüzzaman’ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said askerlere, ‘Bunlara ilişmeyiniz!’ diye emretti. Daha sonra bu Ermeni çoluk çocuğunu serbest bıraktı; onlar da, Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler.” (Tarihçe-i Hayat, s:99.) Bu müspet hareket hemen karşılık bulmuştur. Ermeni fedaileri de haber göndererek artık Müslüman çocuklarına zarar vermeyeceklerini bildirmişlerdir.

Asayişi Muhafaza

Nursi, bir gruba mensup olan bir kişinin yaptığı hatanın tüm gruba genellenemeyeceğini düşünüyordu. Bazı üyelerin hatasından hareketle tüm grup üyeleri hakkında menfi düşünülemezdi. Aşağıda zikredilen olayda yaptığı izah bunu çok güzel gösterir. Ermeniler hakkında genel bir hüküm vermek ve ferdî hataları gruba genellemek yerine, sadece hatayı yapanı sorumlu tutarsak herkes için adaletin sağlanması kolaylaşır.

Bölge halkından devlete isyan etmek isteyenleri bu fikirlerinden vazgeçirmeye çalıştı. O dönemde Bitlis’te Şeyh Selim devlete başkaldırdı ve Bitlis Hadisesi vuku buldu. Bazı komutanların dine muhalif hareketleri isyanın gerekçelerinden biriydi. İsyana karşı çıkan Nursi, ileriki yıllarda isyan teşebbüsünü şöyle değerlendirdi: “Eski Harb-i Umumî’den biraz evvel, ben Van’da iken, bazı dindar ve müttakî zatlar yanıma geldiler. Dediler ki: ‘Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel, bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz.’ Ben de dedim: ‘O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mes’ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem ve size iştirak etmem.’ O zatlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler; neticesiz Bitlis hâdisesi vücuda geldi.” (Şualar, s:315.)

Kur’an-ı Kerim’den aldığı dersle asayişi muhafaza için etrafındakilere şu hatırlatmayı yapıyordu: “Bir hanede veya bir gemide bir tek mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur’âniye o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını men ettiği halde, dokuz mâsumu bir tek câni yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak, en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir olduğundan, dâhilî âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde on cani yüzünden doksan masumu tehlike ve zararlara sokmak, adalet-i İlâhiye ve hakikat-i Kur’âniye ile şiddetle men edildiği için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur’ânî itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.” (Emirdağ Lâhikası, s:382)

Sonuç Yerine

Genelde kimin daha çok kayıp verdiği ve daha çok acı çektiği üzerinden hangi tarafın haklı olduğu ispat edilmeye çalışılıyor. Bu bakış açısı, güncel sorunlara çözüm üretmekten yoksundur. Aksine sorunların devam etmesine katkı sağlıyor. Hem Ermeniler hem de Müslümanlar geçmişte yaşananların günahını / sorumluluğunu şu an yaşayanlara yüklememeli.

Bir Müslüman, bu tür olaylarda, haksız yere bir kişiyi öldürmenin tüm insanlığı öldürmek gibi olduğu (Maide, 32) prensibi ve kul hakkına girip girmediği kıstası üzerinden değerlendirme yapmalıdır. Onun kul hakkı ihlal edilmiş olsa bile bu durum onun başkalarının hakkına girmesini meşrulaştırmaz. Elbette zulüm tasvip edilemez ve zulmü önlemek için mücadele etmek gerekir. Bu mücadelede ‘biz’i oluşturanların, aynı daireye mensup olduğumuz kişilerin yaptığı zulümler istisna tutulmamalıdır. Günümüzde her iki tarafta öteki olarak gördükleri ile ilişkilerini ve bakış tarzlarını gözden geçirmelidirler. Hareket noktamız ön yargılar olmamalı, aksine kendimiz ve herkes için adalet olmalıdır.

Nursi, insanların kendi hürriyetleri kadar başkalarının hürriyetlerine saygı göstermelerini istiyordu. Bunu şöyle ifade etmişti: “Sizde olanı yarı hürriyettir. Diğer yarısı başkasının hürriyetini bozmamaktır.” (Münazarat, s:58.) İnsanın özgürlüğü sınırsız değildir. Bir arada sorunsuzca yaşayabilmek için insanın kendi özgürlüğüne değer verdiği kadar başkalarının da özgürlüklerine değer vermesi gerekiyor.

Son olarak, hayatını insanlığın imanını tesis ve güçlendirmeye adayan Bediüzzaman Said Nursi’nin iman ile hürriyet arasındaki ilişkiyi açıkladığı bir pasaja yer verelim: “Zirâ, rabıta-i imân ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek imân ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet…” (Münazarat, s:59)

Araştırmacı Yazar, Celil TAŞKIN
25.04.2009

Ermeniler Millet-i Sadıka (Sadık Millet) iken Neden İsyan Ettiler? Soykırım Yapıldı mı?

Tesbitlerimize göre, Ermeni meselesi, İslam âleminde ve Gayr-i Müslim dünyada yeterince bilinmemekte veya yanlış bilinmektedir; Avrupa ve Amerika’daki Türk nesilleri tarafından maalesef bilinmemektedir, Türkiye’de ise özellikle İslâmî yönü itibariyle ele alınmamıştır ve nihayet bilim adamlarının birçoğu dahi hukuki ve İslami tahlilleri açısından bilmemektedirler. Bu eserin telifi bütün bu bilinmezliklere ışık tutmak amacını taşımaktadır.

Ermeni Meselesi, neredeyse bir buçuk asır önce kucağımızda bulduğumuz, bugüne kadar da taşımak zorunda olduğumuz bir meseledir. Muhataplarının dışında pişirilen ve geliştirilen bu sorun, bin yıldır birbirine el kaldırmamış iki milleti bıçak sırtı gibi ikiye ayırmış, sönmeyen bir kin ve düşmanlık ateşini yakmıştır.

Ermeni iddiaları Ermeni milletine hiçbir şey kazandırmamıştır. İddialarının hiç biri de gerçekleşmemiştir. Ermeniler 1878’den beri elde ettikleri kazanımları bir hesap etmelidirler. Elde var sıfır. Ermeni terör örgütleri Taşnak ve Hınçak kendi milletine hiçbir şey veremediği gibi Ermeni milletinin var olan kazanımlarını, huzur ve sükûnlarını da selbetmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin ve ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin ise boğuşmak zorunda olduğu bir problem olarak devam etmiştir. Her iki tarafın da sadece kayıpları vardır, geride bıraktığı gözyaşları vardır, binlerce ailenin dramları vardır, yetim ve öksüz kalan yavrularımızın feryat ve figanları vardır.

Osmanlı, Ermeni Meselesininin müsebbibi değil, muhatabıdır. Osmanlı kendi ülkesinde bir Ermeni Meselesi çıkarayım da şu Ermenilerden kurtulayım diye de uğraşmamıştır. Ermeni Meselesi, Rusya’nın, İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı’nın başına sardığı bir musibettir. Devleti zaafa uğratmak için, daha da ötesi Osmanlı’yı tarih sahnesinden silmek için başvurulan uluslararası bir oyundur. Ermeniler bu oyunun icracısı olmuştur. Oyuna gelmişlerdir.

Osmanlı bir ulus devlet değil, birçok milleti bünyesinde taşıyan çok uluslu bir devlettir. Dolayısıyla coğrafi sınırları içinde hâkim bir unsurdan söz etme yerine, yönetimde hiçbir ayrım yapmadan farklı etnisitelere eşit haklar tanıyan bir devlet modeli söz konusudur. Devlet teb’asına eşit mesafede yaklaşmış, birini diğerine tercih etmemiş, etnik kimliğinden dolayı ayrıcalık tanımamıştır. 600 yıllık Osmanlı yönetim kadrolarına bakıldığında bu durum apaçık görülür. Osmanlı Devletinde vatandaşların vasıflandırılmasında kullanılan kriter dindir ve bu sebeple ayrı ayrı din mensuplarına millet adı verilmiş; ancak vatandaşlar arasında çok istisnai haller dışında ayırım yapılmamıştır.

Ermeniler için de durum aynıdır. Ermeniler, millet-i sâdıka sıfatıyla Osmanlı ülkesinde zimmî tabir edilen statüde yani Müslüman bir ülkenin Gayr-i Müslim vatandaşı sıfatıyla yaşamışlar ve Osmanlı Devleti, vatandaşlarına tanıdığı bütün hak ve hürriyetleri onlara da tanımıştır. 1071’den beri, uzun tarih dönemeci içerisinde Müslüman Türkler, azınlıkların hak ve hürriyetlerine saygı göstermişlerdir. Aynı tarih dilimi içerisinde İspanya’da Müslüman azınlıktan eser kalmaması, Avrupalılar, daha doğrusu Hıristiyan milletler ile Müslümanların, bu konudaki gerçek tutumlarını göstermektedir. Ermenilere temel hak ve hürriyetler tanındığı gibi, İslâm Dininin koyduğu prensipler ışığında din ve vicdan hürriyeti de tanınmıştır. Tanzimat’tan sonra ve özellikle de II. Meşrutiyet döneminde, siyasi haklar, Müslümanlar kadar Ermeniler için de kabul edilmiştir.

Osmanlı Devleti’nin bu davranışlarına mukabil Ermeniler, Rusya’nın tahriklerine kapılarak ve Berlin Muâhedesi’nin 61. maddesine dayanarak devlete isyan etmeye başlamışlardır. Aslâ çoğunluk teşkil edemedikleri Doğu ve Güneydoğu vilâyetlerinde, kurdukları terör örgütleriyle devlete karşı ayaklanmalar çıkarmışlardır. 1894’de Sason’da isyan eden Hamparsum Boyacıyan Kozan Milletvekili olarak İttihâdcılar tarafından Meclis’e bile getirilmiştir. İstanbul’da arka arkaya patlayan Ermeni ayaklanmaları, Abdülhamid’i bomba olayı ile yok etmek istemeleri onların dış güçlerin emriyle hareket ettiklerini açıkça ortaya koymuştur.

Nihâyet 29 Ekim 1914’de I. Cihan Harbine giren Osmanlı Devleti’ni, Doğudaki Ermeniler, Ruslarla birlikte arkadan vurmaya başlamıştır. Hatta Van’ı boşaltan Ruslar, burayı Ermenilere teslim edince, şarkta Müslüman katliamı başlatmışlardır. İşte bu dönemde Doğu ve Güneydoğu dahil bütün Osmanli ulkesinde, yaklasik 1.300.000 Ermeni yaşamaktadır ve nüfusun da sadece % 5’ini teşkil etmektedir. Bütün tedbirlere rağmen Ermenilerin girişimleri durmayınca, Nisan 1915’de Dâhiliye Nâzırı Tal’at Bey, Doğu ve Güneydoğudaki 500.000 Ermeninin, mecburi göçe zorlanması (tehcir) kararını almıştır. Gaye, Rus ordularının yollarından Ermenileri uzaklaştırmaktır. Asker himayesinde Irak, Suriye ve Lübnan’a sürgün edilen Ermenilerden bazıları yolda ağır yol şartlarından ve açlıktan ve bazıları da daha evvel yakınları Ermeniler tarafından katledilen bazı sivil ahali tarafından telef edilmişlerdir. Ermenilerce katledilen Müslüman sayısı ise yarım milyondan fazladır. Daha sonra da ifade edeceğimiz gibi, alınan bu zorla tehcir kararı, Kur’an’ın emriyle Hz. Peygamber’in Nadiroğulları kabilesine uyguladığı cela yani ülke güvenliği açısından tehcir uygulamasına dayanmaktadır.

Kısaca aslı astarı olmamasına rağmen, bir asra yakındır Ermeni katliamı iddialarıyla suçlanan Müslüman Türk milletinin katliam yapmadığı halde suçlanmaya devam edilmesi, tarihî ve ilmî değil, sadece siyâsidir. Osmanlı Arşivlerini açan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu iddialara en güzel cevabı vermiştir.

http://www.osmanlisahafi.com/index.php?Uid=52

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

E akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof.AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz

Sorularla Ermeni Meselesi

Ermeni Meselesi, neredeyse bir buçuk asır önce kucağımızda bulduğumuz, bugüne kadar da taşımak zorunda olduğumuz bir meseledir. Muhataplarının dışında pişirilen ve geliştirilen bu mesele, bin yıldır birbirine el kaldırmamış iki milleti bıçak sırtı gibi ikiye ayırmış, sönmeyen bir kin ve düşmanlık ateşini yakmıştır. Bu eserin telif edilmesi, çok önemli sebeplere dayanmaktadır.

En önemlisi ve birincisi. Ermeni meselesinin bir Müslüman Devlet olan Osmanlı devletindeki hukuk sistemi yani İslam Hukuku açısından değerlendirilmesidir.

İkincisi, olayların ve problemlerin soru ve cevap şeklinde takdim edilmesidir.

Üçüncüsü, sadece Batı kaynakları değil, sadece bizim arşiv kaynakları da değil, her ikisinin de nazara alınarak ve İslâmî ilimlere dair kaynaklar da ihmal edilmeyerek tahlili bir metot izlenmesidir.

Teshillerimize göre, Ermeni meselesi, İslam âleminde ve Gayr-i Müslim dünyada yeterince bilinmemekte veya yanlış bilinmektedir; Avrupa ve Amerika’daki Türk nesilleri tarafından maalesef bilinmemektedir, Türkiye’de ise özellikle İslâmî yönü itibariyle ele alınmamıştır ve nihayet bilim adamlarının birçoğu dahi hukuki ve islami tahlilleri açısından bilmemektedirler.

Bu eserin telifi bütün bu bilinmezliklere ışık tutmak amacını taşımaktadır. Bu eser, Ermeniler ve Ermeni Meselesi hakkında soru-cevap tarzında hazırlanmıştır. Ermenilerin tarihleri, kökenleri, Bizans, İlk dönem Müslümanlar ve Selçuklularla ilişkiler ve daha sonra da geniş bir şekilde Osmanlı döneminde Ermenilerin siyasi, kültürel, ekonomik hayatları anlatılmaktadır. Eserde tehcir meselesi üzerinde genişçe durulmuş, tehcirin İslam Hukukunda yeri ve Hz. Peygamberin Yahudileri tehcirine yer verilmiştir. Eser 17 bölümde 181 sorunun cevabını vermektedir.”

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz – Prof. Dr. Said Öztürk, OSAV