Etiket arşivi: esma-ul husna

Mide İstiaresi Ve Sırr-ı Kayyumiyet

Bütün varlığı ayakta tutan “Kayyumiyet” sırrıdır. Toprağın ağaca dönüşmesi ve o ağacın toprağın üstünde ömrü nihayet buluncaya kadar çevresindeki tesirlere direnerek yaşaması bizim anlamakta zorluk çektiğimiz bir sırrın onun içinde var olması iledir. Aynı topraktan yapılan insanın toprak zerrelerinden inşası bir mesele, o zerrelerin birbirine dayanarak insanın ömrünün sonuna kadar onu ayakta tutması yine bir sırdır.

Ölümde nasıl olursa o sır birden yerini değiştirir ve koca insan birden yere yığılır. O insanı meydana getiren zerre ve hücreler arasındaki dayanışmanın bir şekilde kayyumiyete dönüşmesi, azaların birbiri ile irtibatları yanında birlikte varlıklarını devam ettirmeleri yine kayyumiyet sırrıdır. Bediüzzaman kayyumiyeti tarif eder.” Bu kainatın Halık-ı Zülcelali Kayyumdur. Yani bizatihi kaimdir, daimdir, bakidir. Bütün eşya Onunla kaimdir, devam eder ve vücutta kalır, beka bulur.  Eğer kainattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyumiyet kesilse  kainat mahvolur.

Bir binadaki tuğlalar birbirine çimento  ve demir ile tutturulur ve o sayede bina birbirine dayanarak ayakta kalır. Bunun gibi bütün kainat böyle bir kayyumiyet çimentosuyla birbirine nasıl bağlanır, üstelik onlar arasında tam bir rabıta yoktur, tuğlaların bitişik rabıtası gibi .Bütün kainatı meydana getiren cüzler, parçalar birbirine nasıl bir bağ ile  hep birlikte bağlıdırlar, bu bağın o vücuttaki görüntüsü bizim anlayacağımız bir şey değil. Çimentoyu görüyoruz ama bu sayısızmahlukatı birbirine bağlayan program ve uygulamayı nasıl anlayalım.  

Ağaçların , bitkilerin,yavruların, çocukların kayyumiyet  sırrını kazanmak için yaptıkları kayyumiyet talimlerine bak, mesela bir çocuk  doğduktan dokuz ay sonra emeklemeye başlar, bir süre sonra bir yere tutunmaya başlar, tutunduğu yerden bir an ayrılır bir iki adam yürür ve düşer, tekrar kalkar yavaş yavaş yürümeye çabalar. Annesi onun arkasından tutarak yürümesini öğretir ona, o bir iki adım gider tam düşeceği zaman annesi tutar, düşmekten kurtulur. Bir süre sonra kayyumiyet sırrı gerçekleşir çocuk yürümeye başlar. Ağaçlar ekildikten sonra rüzgarın önünde eğilir kalkar, kimisi kırılır, kimileri de eğile kalka ayakta durmayı başarır kayyumiyyet sırrını gösterir. Yuvada kuşlar anne gelince ağızlarını açarlar, anne bir süre sonra onlara  uçmasını öğretir. Yavaş yavaş düşe kalka uçmayı öğrenir, bütün bu deneme yanılmalar kayyumiyet sırrının süreklilik kazanması ile gerçekleşir.Allah bu bütün kainatı kayyumiyyet sırrı ile nasıl bir sır ile bir arada tutar, tutmanın ötesinde bir de onlara hareketlilik verir, hareketli bir canlının kayyumiyet  sırrı ile sabit bir varlığın ağaç gibi kayyumiyeti farklı şeyler. 

Koca güneşi semada direksiz tutan güç ona nasıl bir kayyumiyet sırrı vermiştir, ağacı sabit bir yere tutunmasını sağlamak ile, boşlukta bu kadar ağır bir kütleyi kayyumiyet sırrı ile tutmak ve hareket ettirmek, düşürmemek dağıtmamak. Akıl bunun karşısında hayret eder. Subhanemen tahayyere fi sünuhil ukul. Subhane men bikudretihi yacüzül fuhul.

Bediüzzaman kayyumiyet sırrının kendisine ait olduğu Zat’ı tarif eder. “Evet bütün kainatı bütün şuunatıyla  ve keyfiyatiyle  kabza-i rububiyetinde tutup , bir hane bir saray hükmünde kemal-i intizam  ile tedbir ve idare ve terbiye eden Zat-ı Akdes..

Kabza bıçağın elle tutulan kısmı, kainatı kabzasından tutulan bir bıçak gibi görmek, hayale ne manalar veriyor. Eliniz kabzadan çekildiğinde bıçak nasıl yere düşüyorsa, kainatın kabzasını tutan onu bir an Bediüzzaman bir dakikacık diyor, bıraksa kainat bir anda onu ayakta tutan sırrı kaybeder.  

Şimdi şu cümleye bakalım ”Kainatta tecelli eden  Kayyumiyyetin cilvesi  vahidiyet ve celal noktasında  olduğu gibi  kainatın merkezi  ve medarı ve zişuur meyvesi olan  insanda dahi, Kayyumiyetin  cilvesi Ehadiyet ve Cemal noktasında  tezahürü var.”

Yani nasıl ki kainat sırrı kayyumiyetle kaimdir öyle de İsm-i Kayyum’un  mazharı ekmeli  olan insan ile, bir cihette, kainat kıyam bulur.Yani kainatın ekser hikmetleri maslahatları gayeleri insana baktığı için, güya insandaki cilve-i kayyumiyet  kainata bir direktir.

Kayyumiyet iki  yönlü, kainatı Kayyumiyet sırrı ayakta tutuyor. Aynı kainat insanla  da ayakta duruyor. İnsanın ayakta durması nasıl kainatı gerektiriyorsa, kainatı ayakta tutan da insandır. İnsana göre tasarlanmış kainat insan olmasa idi neye göre tasarlanacaktı. Mahsüle göre fabrika yapılır, fabrika mahsül ile ayakta durur. Kumaş üretemeyen fabrika kapanır, fabrika kumaşın kumaş fabrikanın ayakta durmasını sağlar.

İnsan kainatın kainat insanın sayesinde ayaktadır. Bunu kendi şöyle izah eder.” Kainatta münteşir bütün enva-ı nimeti  insanla tanzim etmek ve insanın menfaat ipiyle tesbih taneleri gibi  tanzim eder, nimetlerin iplerinin uçlarını  insanın başına bağlar, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine  insanı bir liste hükmüne getirir.

Bütün nimetler insana göre düzenlenmiş, insanın menfaat ipiyle düzenlenmiş kainat. O iplerin uçları insanın başına bağlı. İnsan menfaat ipi, iplerin uçları insanın başına bağlı. Bu menfaatların oluşması insanın başına bağlı ipe göre, böylece kainat insana bağlanmış, onun olmayışı birden tesbihin ipinin kopması veya başına bağlı ipin kopması gibi. Kayyumiyetle bağlı kainat ve insanla bağlı kainat. Kainatı ayakta tutan kayyumiyet, kayyumiyetin odağında da insan. Bu onu, o bunu ; o bunu bu onu, ayakta tutuyor.

Bediüzzaman kayyumiyetten sırrını dört mide örneği ile açıklar. Birbirine bağlı  ve sürekliliği sağlayan bir mideler zinciri. Mide  hayatın değil de yaşamın merkezinde, yaşamamız ona giren nimetlerle mümkün, o nimetler ile devamlılık arasında bağlantı var. İkinci  mide hayat midesi , üçüncü mide insaniyet midesi, dördüncü mide, İslamiyet ve iman midesi.

1 Mide :   “işte insanın bu ehemmiyetli camiiyyetidir ki , Zat-ı Hayy-ı Kayyum insana bütün esmasını ihsas etmek ve bütün enva-ı ihsanatını tattırmak için  öyle iştihalı bir mide vermiş ki o midenin geniş sofrasını hadsiz enva-ı matumatıyla kerimane doldurmuş.

Kayyumiyyetin birinci sırrı insan ile ona ihsan edilen nimetler arasında. Allah o mideyle ihsanlar arasında bir cazibe vermiş, o mideye hizmet eden şeyleri insanlar elde etmek için çalışıyor, çabalıyor, koşuşturuyor, bütün hareket bunları elde etmek için, şehirlerdeki bütün gayret ve keşmekeş insan midesinin hizmetine verilen şeylerin yetiştirilmesi ve tedariki ve yenilir hale getirilmesi için , fırınlar, tarlalar, lokantalar, daha nice şeyler bilerek bilmeyerek sırrı kayyumiyetin birinci midesini ayakta tutmak ve insanı ayakta tutmak için  çabalıyor. Küçük midenin hayatı ve süreklilği insanın fiziksel hayatının sürekliliği ve o süreklilik için çabalayan bütün dünyanın  gayreti bir sır ile bütün hayatı ayağı kaldırmış. Bu sırrı gören ve düşünen ve  ifade eden Bediüzzaman’a maşallah barekallah.

2 Mide Hem bu maddi mide gibi  hayatı da bir mide yapmış. O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-ı nimet açmış. O hayat ise duyguları vasıtasiyle  o sofra-i nimetten her çeşit istifadeler ile teşekküratın her nevini yapar. Hayat midesinin elleri ise duygular, nasıl bir cümle alıştığımız mutadımız olan cümlelerden nasıl farklı. Ne kadar duygumuz var ise bizi hayatla ilgili kılmış, hayat midesinin elleri bunlar. Bizi bütün kainatla  dünyayla alakadar etmiş, mesela sevgi bir duygu bizi sayısız şeylerle alakadar etmiş, daha nice böyle duygular bu midenin alanı birinciden daha geniş, bütün duygular, psikoloji, edebiyat, sanat hep bu duygularla bağımlı ne kadar geniş bir mide dairesi.

Üdeba, fuzala, etnologlar, bir kelimeye mide kelimesine getirilen genişliğe bak, edebiyatta felsefede, dinde, sanatta Bediüzzaman’ı Hugo dan Şhakespeare’den üstün gören Akif ne kadar isabetli demiş, araştır dünya ve Türk edebiyatını bu mide kelimesine bizim bu midemizin dışında anlam veren bir babayiğit var mı?

İkinci mide hayat midesi, oku bir geri dön ne demek hayat midesi o nasıl şey hayatında mı midesi varmış. Midemizden dışarı çıkamadığımız için öbür mideler bu mide yüzünden sinip kalmış, Bediüzzaman midesiyle pek arası iyi olmadığı için diğer mideleri  nasıl görmüş. Bir avucun üçte biri kadar bir yemek bir kısmını yemin diğer kısmını Vahşi Şaban’a vermiş, üstadım zaten hepsi bir lokma bile değil üçte birini bana veriyorsun, demiş. Midelerde cünbüş, damaklarda davul sesi, dimağda ölü sessizliği. Oğlan evi günbür günbür kız evinde yas. Mideler kazınıyor fikir midesi tutmuş pas. Mutfakta şamata kitaplıkta toz tutan raflar. Aksesuar kitaplık ve kitaplar, ne kadar da çok kitabı varmış, ahir zamanda kütüphane zevki olacakmış demiş bir büyük . Metre ile kitap alıyor ekabirler, raflara metre işi kitap.  

3 Mide : ve bu hayat midesinden sonra bir insaniyet midesini vermiş ki  o mide hayattan daha geniş bir dairede  rızık ve nimet ister. Akıl  ve fikir ve hayal o midenin elleri hükmünde, semavat ve zemin genişliğinde o sofra-ı rahmetten istifade edip şükreder. Üçüncü  mide insaniyet midesi, akıl hayal ve fikir onun alanı, bütün ilimler buna dahil, tasarımlar, biçimlendirmeler, inşaat, mimari, heykel, daha neler neler insanın bu üçüncü midesi onun dini ve entelektüel gelişmesinin kaynağı.

4 Mide : ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-ı nimet açmak için İslamiyet ve iman akidelerini  çok rızık ister  bir manevi mide hükmüne getirip, onun rızık sofrasının dairesini mümkünat dairesinin haricinde genişletip  Esma-i İlahiyeyi de içine alır kılmıştır ki o mide ile İsm-i Rahmanı  ve İsm-i hakimi en büyük bir zevk-i rızki ile hisseder. Elhamdülillahi Ala Rahmaniyetihi ve Ala Hakimiyetihi , der ve hakeza , bu manevi mide-i kübra ile hadsiz nimet-i ilahiyeden istifade edebilir; ve bilhassa o midedeki muhabbet-i ilahiyye zevkinin daha başka bir dairesi var.

İslamiyet ve iman midesi. Bu midemizi doldurmak için  hangi gayretleri sarfediyoruz. Üç öğün yemek , en azından bir öğün de insaniyet midesine kültürel ve dini erzak taşımak . Bu midenin dairesi , mümkinat dairesi, Esma-i İlahiye, İsmi Rahman ve İsmi Hakim. Bu dört alandan aldıkları onun iman ve İslamiyet midesinin rızıkları.  Muhabbeti ilahiye bu midenin rızıklarından biri. Bediüzzaman bu midenin ihtiyaçlarını tedarik etmek için büyük gayret sarfetmiş, bu midenin  tarifini “manevi mide-i kübra“ olarak yapar ve diğer midelerden farkını ortaya koyar. Kulluk, diğergamlık ve dava adamlığı ve hakperestlik ve daha büyük ulvi hislerin hepsi bu mideden kaynaklanıyor. Allah’ı esmasını, büyük isimlerini, o esmanın kainata ve varlıklara yansımaları hep bu büyük midenin faaliyeti içinde.

Bu birbiri içinde mideler insanı kainata bir direk hükmüne getirmiş  ve bu midelerin etrafında yer alanlar koca kainatı maddesi ve manası ile ayakta tutuyor.

İşte Zat-ı Hayy-ı Kayyum  insanı bütün kainata bir merkez, bir medar yaparak  kainat kadar geniş bir sofra-ı nimet insana açtığının  ve kainatı insana musahhar ettiğinin  ve kainatın insan ile mazhar olduğu Sırr-ı Kayyumiyetle bir cihetle kaim olduğunun hikmeti …

Bu dört midenin bütün alanlarını birbiri içinde görmek ve onları insan ile kainat ile, Allah ile bütün mukaddes eşhas ile kavramlar ile, ilimler sanat edebiyat ile, bütün varlığı içine alan dört içiçe mide. Sırrı Kayyumiyetin idraki beşerin tasarlayamayacağı bir boyutta izahı.  Birbirini besleyen ancak halkaları gittikçe büyüyen dört mide insan ve kainat ve sırrı Kayyumiyet…

Mide kelimesi bir ihtiyacın ifade edildiği  bir mananın zarfı, insanın bu dört  büyük ihtiyacını anlatmak için Bediüzzaman’ın istiare olarak kullandığı bir kelime, midemiz fiziki hayatımızın devamı için, hayat midemiz de fiziksel varlığımızdan farklı bütün azalarımızın maneviyatımız ve duygularımızla birlikte meydana getirdiği bir armoninin kendisi, onun de bir istekler manzumesi var.

Üçüncü mide ise insaniyetimizin midesi, insan başka insaniyet başka, insaniyet insandan farklı bir cehdin ve gayretin mahsülü, onun da ihtiyaçlar güldestesi var.

Dördüncü ihtiyaç ise İslamiyet ve iman, bu dört midenin bir insanda sağlıklı  çalışması alakadar olduğu dairelerle münasebettar olması dengeli bir insan ve dünyayı meydana getirir. İnsan adeta bu dört odaktan dünyaya iaşe, ibateye, dünyanın ve kainatın hayatına, insanlığımızı alakadar eden şeylere ve en önemlisi iman ve islamiyetimize açılır, bir insanın kayyumiyeti bu dört mide ile alakadardır, onun kayyumiyetini sağlar bunlar. Aynı şekilde dinin, edebiyatın sanatın, ihtiyaçların, tarihin herşeyi içine alan büyük tazammunun zarfı bu mideler.

İnsanın bunlarla olan ilgisi kendi kayyumiyetini, dolaylı olarak alakadar olduğu insanların  kayyumiyetini sağlıyor. İnsanın dini dünyevi bütün hayatla ilgisi bu iplerle bağlı. İnsan kendi hayatını böyle dört mideden sağlayıp kainatla bağlantı  kurduğu gibi, kainatta bu ilgilerden boşa kürek çekmediğini anlar. İnsan hem kendi hem yaşadığı dünyanın bütün müesseselerini bu kayyumiyetle sağlar.

Peygamber olmadığı dönemlerde bu mideler boş, insanlık hazan rüzgarları ile meşbu, İslamın dine ve ilme hürmet etmesi ve yüceltmesinin nedeni bu midelerin hukuku için, Kayyum isminin sırrını bu kadar harika bir boyutta anlatmaya ne dersin, üç gündür bunları düşündüm birşeyler söylemek için gayret ettim. Kırık dökük birşeyler söyledim. Üstadımın ne kadar farklı bir dünyada ve boyutta yaşadığına her zaman hayret ederdim, o hayret vadisinin kenarında çelik çomak oynarken bunu gördüğümde düşünce dünyamda bir milat  bulmuş gibi oldum. Bediüzzaman en fazla dördüncü midenin ihtiyaçlarını tedarike gayret etmiş. Bu dört midenin insanla ve kainatla alakası bir roman olacak kadar geniş.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Gözlem mi, Deney mi?

On Yedinci Lema’nın On Beşinci Nota’sı ‘nın birinci meselesi “femenyamelmiskale zerretin hayren yera, ve men yamel miskale zerretin şerren yera “ ayetinin bir açıklamasıdır. Ayet zerre kadar hayrın da zerre kadar şerrin de hesabı sorulacağını , muhasebe edileceğini anlatır. Bahis Allah’ın Hafız isminin okumalarındandır.Hafız isminden hareketle Risale-i Nur’da çok bahisler vardır. Bediüzzaman burada daha değişik bir perspektiften anlatır bu ismin tecellisini. Buradaki tecellisine t e c el l i –i et e m der. Hafız ismi hiçbir hayrı ve şerri dışarda bırakmayacak derecede bir şumül ve kapsam ile icraat yapar demektir, teclli-i etemmin manası bu doğrultudadır.

Bediüzzaman bahiste bir şahsa hitaben konuşur, Ona der ki “ Kur’an-ı Hakim’in bu hakikatına delil istersen , Kitab-ı Mübin’in mistarı üstünde yazılan şu Kainat kitabının sahifelerine baksan, İsm-i Hafız’ın cilve-i Azamını ve bu ayet-i kerimenin bir hakikat-ı kübrasının naziresini çok cihette görebilirsin” Bediüzzaman kendisi bir gözlemini adeta deney yapar gibi anlatacakken aynı gözlemleri herkesin yapabileceğini de söylemiş olur. Allah’ın yaratma dairesi iki kısımdır. İmamı Mübin, kitabı Mübin. Nasıl bir mühendisin önce yapacağı şeyleri tasarlama ve biçimlendirme dairesi vardır, Allah’ın da varlıkları yaratmadan önce onları tasarladığı biçimlendirdiği geometrilerini oluşturduğu bir yer vardır. Tasarım ve plan dairesi imamı Mübin ve onların yaratıldığı yer de yani varlığa dönüştürüldüğü yer de kitabı mübindir. Tasarım ve o tasarım üzerine biçimlendirme . Tasarım dairesinde cetveller ve ölçüm aletleri olur, pergel ve başkaları bütün varlıklar bu Bediüzzaman tarafından mistar olarak ifade edilmiş. Her varlık vücuda gelmeden önce ölçülür biçilir heyeti ortaya çıkar daha sonra onlar o ölçü ile yaratılırlar. Bu kainat kitabı bu tasarım ve ölçüm dairesinin ölçüm aletleri ile boyutları belli olan varlıkların yaratılması ile meydana gelmiştir.

Burada işaret edilen varlıkların ikinci vücuda gelişleri birinci vücuda gelişlerinde yapmış olduklarının ortaya çıkmasıdır.

İmamı Mübin yaratılmış olanların plan dairesi olduğu gibi , vücuda gelenlerinden amellerinin yaptıklarının korunduğu ve yeni yaratılışlarının onlara göre yapıldığı planlandığı yerdir.

Bediüzzaman anlattığı kişiye şöyle bir teklifte bulunur. “Ağaç , çiçek ve otların muhtelif tohumlarından bir kabza al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumların cinsleri birbirinden ayrı , nevileri birbirinden başka olan çiçek ve ağaç ve otların sandukcaları hükmünde olan o kabzayı karanlıkta ve karanlık ve basit ve camid bir toprak içinde defnet, serp. “ Tohumların herbirinin fizyolojik özellikleri farklıdır, ama onları bir avuç içinde defnet diyor, burada ek demiyor defnet diyor , defnetmek ölüler için kullanılır. Ama Bediüzzaman bir hakikatle empati kurmak için ekmek kelimesi yerine defnet kelimesini kullanmış. Ölüler defnedilir, tohumlar ekilir, ama tohumlar ekilirken başka bir zeminde ortaya çıkarlar, yani ölüyü defnetmek ile tohumu defnetmek aynı hakikattir ikisi de bir süre sonra ortaya çıkacaktır. Bir kelime ile bir hakikatı bir hikayeye çevirir.Ölümün vahşi hakikatini ölüm diye değil, bir süre süre sonra dirilmek anlamında alır.

Bediüzzaman ekmek fiilinin veya defnetmenin safahatını anlatırken, ekme ve üretme fiiline katkısı olanların yaptıkları işin gerektirdiği ilmi ve sanatı bilmediklerine tahlil eder. “Sonra mizansız ve eşyayı farketmeyen ve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sula .” Burada suyu tarif etmiş olur, su mizansızdır, yani nereye ne kadar gideceğini bilemez, buğdayın suya olan ölçüsünü su bilmez, domatesin de , elma ağacının da , su nereye gittiğini bilmez, yani şuurlu değildir, eşyayı da farketmez. Hangi şeye dersen orya gider, bu elmadır , bu üzümdür demez ve bilmez. Toprağın altında tohum ile toprak arasında meydana gelen kimyevi tahilleri de anlatmaz, o da ayrı bir konu .

Defneden şahsa hitab eder. “sonra senevi haşrin meydanı olan bahar mevsiminde gel bak! İsrafil vari melek-i rad baharda , nefh-i sur nevinden yağmura bağırması , yer altında defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat etki , o nihayet derecede karışmış ve birbirine benziyen otohumcuklar , ism_i Hafız’ın tecellisi altında kemal-i imtisal ile hatasız olarak Fatır-ı Hakimden gelen evamir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar.Ve öyle Tevfik-i hareket ediyorlar ki onların o hareketlerinde bir şuur, bir basiret , bir kasd, bir irade , bir ilim, bir kemal, bir hikmet parladığı görünüyor. Çünkü görütyorsun ki , o birbirine benzeyen tohumcuklar , birbirinden temayüz ediyor ayrılıyor. “

Bediüzzaman bu paragrafta yine bir cümle kullanır. “ Senevi haşrin meydanı olan bahar mevsimi “ Bediüzzaman haşir yani dirilme denen olayı sınıflandırmıştır, her akşam yarı ölüm ile uykuya giren insan sabah bir nevi haşir ile yatağından kalkar, akşam bir nevi ölüm, sabah bir nevi haşirdir,tohumun midede ölümü , bedende yeni bir haşir ile yenilenmektir, böylece tasnif eder. Her sene sonbaharda ölen bitkiler baharda haşir ile dirilirler, bu senevi haşirdir. Buradan yine insanın haşrin sabahındaki dirilmesine bir gönderme vardır, o da haşrin bir sınıfıdır. Burada anlatılan bir şey de ikinci diriliş ile ölüm arasında bir surenin oluşumudur.

Gök gürültüsü ile baskılanan hava azotu aşağı iter ve toprak altındaki bitkiler o baskılananazot ile ruhlanır ve dışarı çıkarlar bubilimsel hakikati dini bir mantık ile izah eder. Azotu bastırıp varlığı toprak altından dışarı çıkarmak ile İsrafil hazretlerinin üflediği ruh ile ölüleri diriltmesi arasında bağlantı kurar. Bediüzzaman ilmin bütün verilerinin dini hakikatler ile birlikteliğini savunmuştur, onun Bedii yanının önemli bir tarafı bu perspektiftir.

Şimdi haşri yaşamış ve ortaya çıkmış olan varlıkları yorumlar. Ortaya çıkan canlılar birbirindenfarklı kimlikler ile ortaya çıkıyorlar. Onları üretmek için yapılan işlerde bir ilim yok, serpmek, defnetmek, sulamak ama ortaya çıkan canlıların özellikleri

  • Şuur
  • Basiret
  • Kasd
  • İrade
  • İlim,
  • Kemal
  • Hikmet

Yapılan iş şuurla yapılmıştır, bilinçli olarak yapılmıştır, yapılan iş görenbiri tarafından yapılmıştır, eşyayı gören ve yapılan şeyin taalluk ettiği insanları gören çünkü bitki fizyolojisi ile insan fizyolojisi birbirini tamamlıyor, kasd bir şeyi önceden belirleyip kasteteder yapmak,irade yaptığı işi planlayıp sonra uygulamaya geçecek gücü kendinde buluyor ki varlıklar oluyor, yapılan işin ilmi var, tam eksiksizyapılıyor, hem de bir gayeye hizmet edecek şekilde hikmetle yapılıyor. Bütün bunlar ne bitkininne tohomun ne ona hizmet eden şeylerin , ne de çiftçinin elinde değli.

Sonra Bediüzzaman tasvir ile ortaya çıkan canlıları anlatır. Sanat edebiyat ve tasvir harikalarıdır, işin ne kadar bilerek görerek yapıldığını anlatır. “Mesela bu tohumcuk bir incir ağacı oldu. Fatır-ı Hakimin nimetlerini başlarımız üstünde neşre başladı. Serpiyor, dallarının elleri ile bize uzatıyor. İşte bu ona sureten benzeyen bu iki tohumcuk ise gün aşıkı namındaki çiçek , ve hercai menekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler için süslendi . Yüzümüze gülüyorlar, bu güzel meyveleri verdi. Ve sünbül ve ağaç oldular. Güzel tad ve koku ve şekilleri ile iştihamızı açıp kendi nefislerine bizim nefislerimizi davet ediyorlar. Ve Kendilerini müşterilerine feda ediyorlar. Ta nebati hayat mertebesinden , hayvani hayat mertebesine terakki etsinler. Ve hakeza kıyas et. “

İkinci dirilişin ilim ve hikmet yanını izah ettikten sonra bahis marifetullaha ve insana bağlanır. Bilimin iki büyük silahi vardır, tahlil ve mukayese . Tahlil ve mukayese olmasa ilim olmaz. Bediüzzaman büyük bir analizci, analitik düşünen bir insandır. Toprağa atılantohumların atalarının irsiyetine uygun dirilmesi ile insanın dirilmesi arasında bağ kurar. Asıl bu analizin hedefi de odur.

“herbir tohum ism-i Hafiz’in cilvesi ile ve ihsaniyle ona pederinin ve aslının malından verdiği irsiyeti iltibassız , noksansız muhafaza edip gösteriyor.işte bu hadsiz harika muhafazayı yapan Zat-ı Hafız kıyamet ve haşirde hafiziyetin teceli-i ekberini göstereceğine kati bir işarettir. Evet bu ehemmiyetsiz, zail , fani tavırlarda bu derece kusursuz , galatsız hafiziyet cilvesi bir hüccet-i katıadır ki ebedi tesiri ve azim ehemmiyeti bulunan emanet-i kübra hamelesi ve arzın halifesi olan insanların efal ve asar ve akvalleri vöe hasenat ve seyyiatları , kemal-ı dikkatle muhafaza edilir ve muhasebesi görülecek. “ Ayet hafiziyetin tecelli-i etemmi , tam bir tecellisidir. Bitkinin ortaya çıkması bir tecellidir ama insanın ki ise tecell-i ekberdir, en büyük tecellidir, insanın yeniden dirilmesidir. İncir tohumuna incir emanet edilmiştir o emanetini hafiziyet ile korur, diğer bitkilerde kendilerine emanet edilen özellikleri korurlar, insan ise büyük emanetin taşıyıcısıdır, emaneti kübranın taşıyıcısıdır.Onu koruyan bunu korumaz mı . Tesiri mevsimlik değil ebedidir, büyük önemi vardır, onun için bütün bir kainat seferberdir. O zaman onun

  • Efal
  • Asar
  • Akval
  • Hasenat
  • Seyyiatları ,

Tam bir dikkat ilemuhafaza edilir, ve muhasebesi hesabı yapılacaktır. Çünkü hıfzetmek muhafaza etmek, hesab içindir. Esnaf akşama kadar satar, kaydeded akşam kar zarar hesabı yapar. İnsanın da hesabı muhafadan sonradır.”insan kendini başıboş ve gayri mesul zannetmesin . Onun da divan-ı muhasebat(sayıştay-mahkeme-i kübra)ta pek karışık hesapları vardır. Ondan kurtulduktan sonra müstahak olduğu yere gidecektir.—E y arkadaş insan da başıboş, serseri , sahipsiz bir hayvan değildir. Arncak onun da bütünharekat ve efali yazılıyor, tesbit ediliyor. Ve amalininin neticeleri hıfzediliyor ki mahusebe-i kübrada ona göre derece alsın”

Aya bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak Haşa . Belki insan ebede mebustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzettir. Küçük büyük her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek . işte hafiziyetin cilve-i kübrasına ve mezkur ayetin hakikatına şahitler had ve hesaba gelmez. Bu meselede ki gösterdiğimiz şahid denizden bir katre dağdan bir zerredir. “

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

 

İsm-i Âzam’ı bilen var mı? İsm-i Azam Nedir?

Yüce Allah’ın ismi yüzlercedir, binlercedir. Kur’an’da yüzlerce vardır. Peygamberimiz Allah’ın 99 ismini bildirir. Cevşenü’l-Kebir, Peygamberimizin özel bir duasıdır ve Allah’a 1000 ismiyle dua eder. Fakat Allah’ın kelamı/kelimeleri sayıya gelmeyecek kadar çok olduğu gibi, isimleri de sonsuzdur, sayısını sadece Allah bilir.

Allah’ın isimleri içindeki en büyük isme İsm-i Âzam denir. Öyleyse İsm-i Âzam hangisidir?

Bu sorunun ilk cevabını Peygamberimizden öğreniyoruz.

“Allah’ın İsm-i Âzam’ı şu iki ayettedir:

1. İlahınız, tek olan ilahtır, ondan başka ilah yoktur, O Rahman ve Rahim’dir. (Bakara, 2:163)

2. Elif Lam Mim. O Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur, O Hayy ve Kayyum’dur” (Al-i İmran, 3:1-3)”

Bir adam şöyle dua ediyordu: “Ey Allah’ım! Hamdlerim Sanadır, nimetleri veren Sensin, Senden başka ilah yoktur. Sen semavat ve arzın celal ve ikram sahibi yaratıcısısın, Hayy ve Kayyumsun (kâinatı ayakta tutan hayat sahibisin.) Bu isimlerini şefaatçi yaparak Senden istiyorum!

Bu duayı işiten Peygamberimiz sordu: “Bu adam neyi vesile kılarak dua ediyor, biliyor musunuz?

Allah ve Resulü daha iyi bilir?

Nefsimi kudret elinde tutan Zat’a yemin ederim ki, Allah’a İsm-i Âzam’ı ile dua etti. O İsm-i Âzam ki, onunla dua edilirse Allah icabet eder, onunla istenirse verir.”

Her ismin azamlık mertebesi

Peygamberimiz tek ismi değil de, birkaç ismi birden İsm-i Âzam olarak bildiriyor. Bu açıdan ulema, İsm-i Âzam’ın hangi isim olduğu hususunda kesin bir şey söylemez.

Mesela Bediüzzaman Said Nursî kendisine yöneltilen bir soru üzerine diyor ki: “Mektubunda İsm-i Âzam’ı sual ediyorsun. İsm-i Âzam gizlidir. Ömürde ecel, Ramazan’da Leyle-i Kadir gibi, esmâda İsm-i Âzam’ın gizlenmesinin mühim hikmeti var. Kendi nokta-i nazarımda hakikî İsm-i Âzam gizlidir, havassa (büyük Allah dostlarına) bildirilir. Fakat her ismin de âzamî bir mertebesi var ki, o mertebe İsm-i Âzam hükmüne geçiyor. Evliyaların İsm-i Âzam’ı ayrı ayrı bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali’nin (r.a.) Ercûza namında bir kasidesi Mecmuatü’l-Ahzab’da var. İsm-i Âzam’ı altı isimde zikrediyor. İmam-ı Gazâlî onu Cünnetü’l-Esmâ namındaki risalesinde, Hazret-i Ali’nin zikrettiği ve İsm-i Âzam’ın muhîti olan o altı ismi açıklamış ve hassalarını (özelliklerini) beyan etmiştir. O altı isim de Ferdün, Hayyün, Kayyûmun, Hakemün, Adlün, Kuddûsün’dur.” (Barla Lâhikası,175)

Bu konuya Otuzuncu Lem’ada şöyle bir açıklama getirilir: “İsm-i Âzam herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor” dedikten ve Hz. Ali’nin İsm-i Âzam’ı olan altı ismi belirttikten sonra, “İmam-ı Âzam’ın İsm-i Âzam’ı Hakem, Adl, iki isimdir. Ve Gavs-ı Âzam’ın İsm-i Âzam’ı Hayy’dır. Ve İmam-ı Rabbânî’nin İsm-i Âzam’ı Kayyûm ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i Âzam görmüşlerdir.”

Yirminci Mektup’ta ise aynı zamanda bir hadis olan “Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh…” Tevhid kelimesinin de bir İsm-i Âzam olduğundan söz eder.

Her ismin bir âzamlık mertebesi vardır. Bütün isimlerin en âzamî (yüce, büyük) mertebesinde Sevgili Peygamberimiz vardır. Ona inen Kur’ân-ı Kerim ise Arş-ı Âzam’dan ve İsm-i Âzam’dan gelmiştir. Öldükten sonra dirilme anlamına gelen haşir ve kıyamet ise İsm-i Âzam’ın ve bazı isimlerin en yüce mertebede mazharı ve tecellisidir.

Allah lafzının kökeni

Allah” lafzı özel isimdir, sadece Allah için söylenir ve Allah’a aittir. Kutsal olarak inanılan ve tapınılan hiçbir puta ve batıl mabuda bu isim verilmez, verilmemiştir.

Mesela, Tanrı, Huda, Rab, İlah birer cins isimdir, bunların Tanrılar, Hudayan, Erbab ve Âlihe gibi çoğulları olur, ama “Allah” lafzı için “Allahlar” gibi bir şey söylenmez ve söylenmemiştir.

Elmalılı Hamdi Yazır “Bismillah”ın tefsirinde “Allah” lafzı üzerinde sayfalar dolusu açıklamalarda bulunur. “Yahudiler ve Hıristiyanlar ’lâha‘ derler, Arap bu lafzı alıp tasarruf ederek ’Allah‘ demişler” naklini yapar.

Bu arada Arapça dil bilginleri arasında çok farklı açıklamaları ve yorumları verir. Daha sonra da başta Râzî olmak üzere meşhur ve muteber tefsir âlimlerinin, “Lâfza-i celal, Allah Teâlâ için bir âlem isimdir, bir başka kelimeden türetilmiş değildir” hükmüne varır ve kendisi de bu kanaatini dile getirir.

Allah’ın zatı bütün isimlerden ve sıfatlardan öncelikli olduğu gibi, ismi de öyledir. “Allah, mabud olduğu için Allah değil, Allah olduğu için Allah’tır” cümlesinde, Allah ibadet edilen bir varlık olduğu için değil de, Allah olduğu için Allah olmuştur, hakikatine parmak basar.

Yani insanlar Allah’ı Mabud olarak, ibadete layık olan tek varlık olarak tanısın tanımasın Allah zatında Mabud’dur; O’na her şey ibadet ve kulluk yapmakla borçludur.

Bu açıdan “Allah” lafzı başka bir dilden alınmış ve türetilmiş değildir; dil açısından ismi de zatı gibi ezeliyet perdesi/peçesi içindedir. Allah’ın kendisi ezeli olduğu gibi ismi de ezelidir. Yani Allah’ın varlığı hiçbir varlığın varlığına muhtaç olmadığı gibi, ismi de öyledir.

“Allah” lafzının Kur’ân inmeden önce de Araplar arasında var olduğu biliniyor ve bu husus bazı âyetlerde belirtiliyor.

Allah lafzı Hazret-i İsmail’den beri bilindiğine ve kullanıldığı gibi, ondan binlerce sene önce yaşamış olan Âd ve Semud kavimlerinde ve ilk peygamberler tarafından da biliniyordu.

Tirmizi’de yer alan ve Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimizin “Allah Teala, Hz. Adem’i (a.s) yarattığı ve ruh üflediği zaman, Adem hapşırdı ve elhamdülillah diyerek, izni ile Teala’ya hamd etti” (Tirmizî, Tefsir, Muavvizateyn, 3365) buyurduğu haber verilir.

Demek ki, Hz. Âdem’in ilk sözü “Elhamdülillah” olduğuna göre, Allah’a hamd henüz cennette iken başlamış oluyor.

Bazı rivayetlerde cennetin kapısında “Lâ ilâhe illallah” cümlesinin yazıldığı yer aldığına göre, Allah lafzı insanlıktan önce de vardı ve mevcuttu.

Yahudilerin ve Hıristiyanların “Allah” lafzını kullanmamalarının temelinde, onların birinci derecede tevhid inancından uzak düşmeleri; birisinin Allah’ı kendi milletlerinin özel bir mabudu olarak görmeleri, diğerinin de teslis/üçlü ilah inancına düşmeleri gibi etkenler sebep olmuştur.

Zaman içinde Tevrat ve İncil diğer dinlere tercüme edildiği, tarihî seyri itibariyle bir hayli tahrifat ve değiştirmelere tabi tutulunca “Allah” lafzı da bu arada ihmal edilmiş ve unutulmuş olsa gerektir.

“Tanrı” demek doğru mu?

Türkler Müslüman olmadan önce “tengri” dedikleri bir güce inanıyorlardı. Bu kelime “gökyüzü” anlamına da geldiği için yaratıcıyı gökte farz ederek bazen göktanrı dedikleri de olmuştur. İslam’ı kabul ettikten sonra da Tanrı kelimesini kullanmaya devam ettiler. Bugün bile mesela, “Tanrı misafiri” denir de, “Allah misafiri” denmez. Mehmed Âkif bu ifadeyi “Demek almayacak Tanrı selamını bile” mısraında kullanır.

Türkçe olarak yazılmış eski dinî kitaplara ve manzum eserlere baktığımızda Allah’tan bahsederken İlâh, Rab, Hüdâ, Yezdan gibi Arapça ve Farsça isimlerin Türkçe Tengri (Tanrı) karşılığında kullanıldığını görürüz. Mesela bir ahlak ve nasihat kitabı olan Yusuf Has Hacib’in kaleme aldığı Kutadgu Bilig’de Allah kelimesi geçmekle beraber, bazen “Tengri Teâlâ” olarak da geçer.

Bununla birlikte “Tanrı” kelimesi “Allah” kavramını tam olarak karşılamaktan uzaktır. Çünkü tam yerini tutamaz. Günümüzde de, özellikle diğer batıl dinlerde kutsallık izafe edilerek çeşitli görevler yüklenen putlara Tanrı denirken, hiçbirisi için “Allah” lafzı kullanılmaz ve kullanılamaz. Dinler Tarihi araştırmacısı olan Hikmet Tanyu, “İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı” isimli kitabında, “Allah karşılığında Tanrı kelimesi kullanılabilir, fakat her Tanrı, Allah değildir” derken, farklı bir yoruma yer verir.

Elmalılı Hamdi Yazır ise konuyu derinlemesine incelerken şu tespitlerde bulunur: “Batıl mabudlara, ‘Tanrı’ cins isim olarak verilir. Müşrikler birçok Tanrılara taparlardı. ‘Falanların Tanrıları şöyle, falanlarınki şöyledir’ denilir. Demek ki ‘Tanrı’ bir cins isim olarak ‘Allah’ özel isminin eşanlamlısı değildir. Bu açıdan Allah ismi Tanrı adı ile tercüme olunamaz. Bunun içindir ki, Süleyman Efendi Mevlidine ‘Allah adıyla’ başlamış ‘Tanrı adı’ dememiştir.” (Hak Dini Kur’an Dili, 1:24)

Tanrı olsa olsa “İlah” karşılığıdır. Bunun için Süleyman Çelebi Mevlid’inde, “Birdir Allah, andan artık Tanrı yok” diyerek “Tanrı” kelimesini İlah karşılığında kullanırken, Hasan Basri Çantay, “Lâ ilâhe illallah” cümlesini “Allah’tan başka Tanrı yoktur” şeklinde tercüme ederek aynı şekilde Tanrı kelimesini İlah karşılığında kullanmıştır.

Mehmed Paksu

Moral Dünyası Dergisi

NurNet Ekibi Notu: İsmi-i Azam Duası için tıklayınız!

Hayırlı eş için “Ya Vedud”, unutkanlık için “Ya Rahman”

Dr. Ender Saraç, son kitabı “Artık Ruhunu da Besle”de Allah’ın isimlerinin insan üzerindeki yansımalarını bir doktor olarak ele alıyor. Kitabında insanın maddi ve manevi hastalıklarından Allah’ın hangi ismini zikrederek kurtulabileceklerine dair bilgiler veren Saraç, manevi tekamül için 40 günlük bir diyet öneriyor.

Yaptığı televizyon programlarıyla daha fazla tanınan, yazdığı kitaplarla geniş kitlelere sesini duyuran Dr. Ender Saraç, bu kez farklı bir sesle karşımıza çıkıyor. Zayıflamanın, sağlıklı yaşamanın sırlarını hekimlik boyutuyla hastalarına ve takipçilerine anlatan Saraç, yaşadığı manevî deneyimlerini uzman kişilerden aldığı destekle samimi bir ifadeyle okuyucularla paylaşıyor. Her halimizin Allah’ın güzel isimlerinin yansımaları olduğunu söyleyen Saraç, 99 ismin anlamlarının peşinde duanın gücüne dikkat çekiyor. Hastalıklarımızın pek çoğunun yaşadığımız stres, sıkıntı, manevî bunalımlar olduğunu gözlemleyen Saraç, her bir esmanın izinden nasıl gitmemiz gerektiğini, manevî gıda almadan sağlıklı olamayacağımızı söylüyor.

Yıllardır yaptığı doktorluğunda yüz binlerce hastayla karşılaşan Dr. Ender Saraç, hastalıkların büyük çoğunluğunun psikolojik nedenlere bağlı olduğunu, yaşanan manevî boşlukların bir süre sonra bedene yansıdığını söylüyor. Maddî açıdan ilaçlar, diyetler tavsiye edilse de ruhsal sorunlar çözülmediğinde tesirlerin geçici olduğuna dikkat çekiyor. Herkesin manevî bir beslenmeye ihtiyaç duyduğu gerçeğini fark eden Saraç, yaptığı tüm araştırmalar, okumalar, aldığı eğitimler sonucunda geldiği noktada en noksansız ve eksiksiz kaynağın Kur’an-ı Kerim olduğunu, en büyük huzur ve şifa kaynağının da İslamiyet olduğunu söylüyor.

Saraç, ruhun vitaminlerini doğru kullanmak, içimizi bunaltan, tarif edemediğimiz sıkıntılarımızı giderecek olan manevî detoks olarak adlandırabileceğimiz tüm ipuçlarını Allah’ın güzel isimlerinde bulabileceğimizi ifade ediyor.

Hayy Kitap tarafından yayınlanan “Artık Ruhunu da Besle” kitabında Dr. Ender Saraç bilinen kimliğinden ziyade farklı bir bakış açısıyla yaralı ruhları tedavi etmeyi hedefliyor. Yıllarca sağlıklı beslenme konusunda önerileri takip edilen Saraç, doğumdan ölüme kadar yaşamın her anında Allah ile kurulması gereken yakınlığı, O’nun isimleriyle yakalanabilecek manevî iklimi işaret ediyor.

“Yüce Allah’ın sıfatları gibi isimleri de sonsuzdur. Ama kullarına bildirdiği ve her kulunda yansımaları olan isimleri 99’dur. Dua en büyük kuvvettir. Dua ederken Esmaü’l-Hüsna’nın bizdeki tecellisini ve enerjik açılımını bulmaya ihtiyacımız var” diyen Saraç, esmaların ruhun vitamini olduğunu, nasıl vücutta B12 vitamini eksik, çinko düşük, demir fazla, kansızlık var gibi eksiklikler saptanıp gerekli takviye yapılıyorsa duada da manevî eksikliklerimizi anlamaya çalışmak ve Allah’ın isimlerine sığınarak yardımı yine ondan istememiz gerektiğini belirtiyor.

Kitabında Esmaü’l-Hüsna’ya detaylı ve samimi bir ifadeyle değinen Dr. Saraç, hayatımızın her döneminde her bir esmanın cilvesinin bize kendini gösterdiğini, çoğu zaman farkında bile olmadan yükselip alçaldığımızı, daralıp ferahladığımızı ve tüm bunlara hakiki manada kafa yorulup düşünülmediği için de manevî rahatlığın olmadığını söylüyor. Oysaki deneyimleyerek yaşadığımız her hal Allah’ın kuluna sunmuş olduğu bir yansıma.

Saraç, kitabında insanoğlunun kendinde hangi ismin daha fazla tecelli ettiğine dikkat etmesi gerektiğini, bununla beraber yaşadıklarına daha farklı anlamlar yükleyeceğini belirtiyor. “Kim niye daha geç yaşlanıyor? Kimin işi bir türlü rast gitmiyor? Kim çabuk hasta oluyorken, kim hemen sinirleniyor?” gibi soruların cevabı Allah’ın isimleri hakiki manada bilinirse çok da zor değil. Geç yaşlanan birinde Hayy ismi çok iyi çalışıyorken, hayatta bir anda her şeyi yıkılan insanda Darr ismi baskın görülüyor. Her işi kolaylıkla hallolan birinde Rauf, Nafi, Veliyy gibi isimler katalizör görevi yaparken, uğraşmasına rağmen başarı elde edemeyen birinde ise Müzill ismi yansıyor.

Allah’ın şefkat ve merhamet dolu, müşfik esmalarının, yıkıcı ve öğretici esmalarından daha çok olduğuna dikkat çeken Saraç, Allah’ın her kulunu nurundan, sevgisinden yaratmış olduğu gerçeğine değinerek tekamül etmemiz için yaşamamız gereken ruhsal deneyimler olduğu hakikatine de parmak basıyor. Saraç, Allah-u Teala’nın güzel isimlerini zikretmenin insanın içindeki enerji akışını artıracağına, böylelikle de güç kazanacağına değiniyor.

40 günlük tefekkür diyeti

“Bir hastanın kansızlık belirtileri bellidir ama yine de mutlaka bir tahlil yapılarak sonuca bakılır. Nasıl ki maddî bir rahatsızlıkta sonuca varmak için bir araştırma inceleme süreci varsa manevî şifa aramalarımızda da bu süreci kendimiz yapmalıyız” diyen Dr. Saraç, manevî zaaflarımızı herkesten çok kişinin kendisinin bildiğini ve eksikliklerimiz ve iyi yönlerimizle yüzleştikçe Allah’ın bizde yansıttığı esmaların izlerini bulacağımızı söylüyor. “Mesela bir çocuğun başını okşayıp sevdiğinizde yaşadığınız duygu Vedud isminin coşmuş bir tezahürü olabilir. Ya da tersini düşündüğümüzde sevdiğiniz kişilerden gereken ilgiyi alakayı görmediğiniz de Vedud isminin eksikliğiyle karşı karşıya olabilirsiniz. Bu duygulara erişmek için manevî vitaminlerin peşinde olmak nasıl rahatsızlandığımızda taze meyve suyu içerek ayaklanmak istediğimiz gibi zikirlerin enerjisini bedenlerimize içirmeliyiz” diyor kitabında Saraç.

“Artık Ruhunu da Besle” diyerek yola çıkan Ender Saraç kitabında duanın, ibadetin ve zikrin insan yaşamındaki olumlu yansımalarını samimi bir paylaşımla aktarıyor. Kitabında ayrıca özel bir bölüm ekleyen Saraç, okuyucularına 40 günlük bir tefekkür diyeti de öneriyor. Çalışma hayatının içerisindeki tempodan sıyrılmaya çalışarak bir ruhsal arınma isteyenlere günlük olarak sunduğu diyet tavsiyesinde yine negatif düşüncelerden uzaklaşmak ve huzurlu olmaya çalışmak temel amaç olarak görülüyor. Saraç, 40 günlük tefekkür diyetinde, aşırı duygulardan uzak durmayı, muhakeme yapılacak zaman dilimleri ayırmayı, zikirlerden uzak kalmamayı ve beslenmeye dikkat etmeyi öneriyor.

“Allah’ın kemalî sıfatları, merhamet ve sevgi dolu sıfatları, celal ve yakıcı sıfatlarına göre daha fazla” diyen Saraç ”Dua mü’minin silahıdır” hadis-i şerifi ışığında 99 ismi ayrıntılarıyla anlatıyor. Yıllar boyu hastalarına yeşil çayı, sağlıklı yemekleri öneren bir doktorun tüm bunların yanında manevî boşluklara Allah’ın isimleriyle şifa bulunması gerektiğine işaret etmesi belki de yıllardır bilim ile dinin ayrı yollar olduğunu savunan zihniyetin uzaklaştığının kanıtı olabilir. Çünkü her bilgi zaten Allah’ın takdirinde ve izindedir diyebiliriz. Yaşanan manevî boşlukların ya da uzaklaşılan kalbî hasletlerin bir süre sonra vücuda yansıması kaçınılmaz bir son olabiliyor. Bizler hem bedenimize hem de ruhumuza iyi bakmakla mükellefiz. Dr. Ender Saraç, Allah’ı her an zikretmek gerektiğini vurgularken, “Her halimiz Allah’ın bir esmasının karşılığı. Bu nedenle bize verdiği her olayda, durumda O’nu anarak ve O’ndan yardım isteyerek verdiği enerjilerden yararlanmalıyız” diyor.

Kim hangi ismi daha fazla zikretmeli?

Allah’ın isimlerinin insan ruhundaki şifasını kaleme aldığı kitabında tek tek isimlere dair notlarını aktaran Saraç, isimlerin tek başına çekilebileceği gibi peşpeşe aynı yöndeki isimlerin de zikredilebileceğini söylüyor. Allah’ın her türlü eksikten uzak ve temizliği ifade eden Kuddus ismi, hakkında çok gıybet edilen ve iftiraya uğrayan insanların yardımına yetişiyor, aynı zamanda kendisi de gıybet hatasına düşmüş kişilerin temizlenmesi için Kuddus ismini çokça zikretmesi gerekiyor. Ayrıca Kuddus ve Halık isimlerinin birlikte çekilmesi vesveseden kurtulmaya vesile oluyor.

Dünyanın eğiminin bir derece sapmasıyla bile her şeyin yerle bir olacağı bir sistemde acizliğimizin büyüklüğü karşısında sığınacağımız isimlerden biri de her türlü tehlikeden kullarını sigortalayan, güvenliğe çıkaran manasındaki Selam ismidir. Günlük hayatımızda bizim ya da sevdiklerimizin başına her an gelebilecek olan tehlikelere karşı esenliğin kaynağı bu isimde saklı.

Yazarın kendi yorumuyla Allah’ın en çok sevdiği sıfatlardan biri olduğuna inandığını söylediği Mü’min ismi ise gönüllerdeki iman ışığını yakan bir isim. Mü’min ismi, imanî konuda yaşadığımız tedirginlikleri aşmak ve eksiklik hissettiğimiz noktalarda imanı kuvvetlendirmek adına sığınmamız gereken bir isim olarak belirtiliyor.

Mahlukatın ayıpsız yaratıcısı muhtevasını taşıyan Bari ismi Allah’ın her şeyi farklı güzellikle yarattığına işaret ediyor. Bu nedenle özellikle hamilelik döneminde Halık ismi ile birlikte Bari isminin sıkça anılması tavsiye ediliyor. Nasıl ki kimi tedavi yönteminde bazı ilaçlar kombine alınabiliyorsa ve tesiri daha etkili oluyorsa esmalardan da böyle bir yöntemle şifa aranabildiği de kitapta ifade ediliyor.

Bir günaha girdiğimizde bunun duyulmasını istemiyorsak, yaşadığımız pişmanlıkla birlikte bu ayıbın üzerinin örtülmesini istiyorsak imdadımıza yine yüceler yücesi yetişiyor ve El Gaffar ismiyle kullarının günahlarını örtüyor.

Mazlumların uğradıkları sıkıntılara destek olan El Kahhar ismi ise Allah’ın kahır esmalarından biri olarak ifade ediliyor.

Maddi manevî rızıkların artması için bolca Rezzak ismiyle dua edilmesi gerekirken bu isimle birlikte Fettah ismini çekmek zorlukları kolaylaştırarak kapıların açılmasına vesile olur.

Her şeyin en ince taraflarını dahi çok iyi bilen ezeli ilim sahibi Allah’ın Alîm ismi zikredildiğinde ilim ve irfan yolundaki zorluklar rahatça aşılacaktır. Sıkan, daraltan anlamına gelen Kabıd esması ise insanın ruhsal gelişimine hizmet ediyor. Bazen bir şeyin yenilenmesi için yıkılıp daralması sonra yeniden toparlanması gerekebilir. İşte bu aşamada imtihan ve tekamül süreci yaşanır. Olayların akış şeklini değiştiren manasındaki bu ismi özellikle gelir adaletsizliği durumlarında sıkça anmak gerekir.

Tecellisinden uzak durmak istenen bir esma da Muzill ismi. Bunda Allah’ın dilediği kulunu zelil kıldığı bilinmektedir. Allah’ın rahmetinden uzak kalmamak için bu isme de sıkı sarılmak gerekir.

Lütuf ve ihsan edici manasındaki Latif ismi toplumda yaptığı işlerin yer bulmasını isteyenler için ve agresifliği de azaltmak için çekilebilir. Çok koruyan demek olan Hafız ismi tedirginlikleri ve evhamları azaltırken, hikmet sahibi olan Hakîm ismi özellikle bir işe başladığımızda neticesi üzerine bilgi sahibi olmadığımızda dayanmamız gereken bir esma.

Hamilelikte Ya Latif…

Kitapta etkilerine göre isimlerin listelendiği bölümde farklı isimlerin hangi durumlarda birlikte zikredilebileceği örneklerle anlatılıyor. Aşk, sevgi ve hayırlı eş isteyenlerin; Ya Fettah, Ya Vedud, Ya Vekil, Ya Veliyy, Ya Vacid, Ya Rauf, Ya Cami isimleri ile dua etmesi tavsiye edilirken, hamilelik döneminde ise Ya Halık, Ya Bari, Ya Muizz, Ya Basıt, Ya Latif isimleri öneriliyor.

İşleri iyi bir şekilde yönetmek için Ya Vali, Ya Kayyum çekilirken, unutkanlıktan kurtulmak için Ya Rahman, Ya Müheymin, Ya Rauf, Ya Reşid  isimleri, asabiyetten uzak kalmak için de Ya Halim, Ya Hadi isimleri çekilebilir.

Yeni bir projeye başlarken Ya Alîm ve Ya Latif isimleri zikredilebileceği gibi iftiradan korunmak arzusuyla da Ya Kuddus, Ya Muksit gibi esmalara sığınılabilir.

Nurşen Şentürk’ün / Moral Dünyası Dergisi

‘Doğurmadı ve doğmadı’ ne demek?

Hepimizin bildiği İhlas suresinden bir ayet: ‘lem yelid ve lem yûled’. Bu ayet genelde tercüme edilirken başlıkta ifade edilen anlamda tercüme edilir. Bana bu tercüme hiç sıcak ve anlamlı gelmiyor. Sanki malumu ilam kabilinden olsa gerek bu tür bir tercümeyi muciz’ul beyan olan Kur’ân’la pek bağdaştıramıyorum.

 Tabii ki burada itirazım tercümeye; ayete değil. Kendi kendime “Her ifadesi mucizevî ve beliğ olan Kur’ân bu ayetle ne demek istiyor? Yaratıcının insan misali doğurmayıp doğmayacağı aşikârdır. Hiç israf etmeyen ve gereksiz söz sarf etmeyen Yaratıcı bu ifadelerle ne kastediyor?” diye düşünmeye başladım.

Burada O’nun mutlak ve sonsuzluğuna vurgu var sonucuna ulaştım ama bu da beni tatmin etmedi. Evet, Allah sonsuz ve mutlak fakata ayet neden bu ifadeleri kullanıyor. İşte bunun üzerinde yoğunlaşınca aklımı ve kalbimi tatmin edecek bir takım manalara ulaştım. Meramımı bir örnek üzerinden anlatacağım. Rabbimin inayeti refik olur ve istifadeye medar olur inşaallah.

Şimdi kendinizi bir sinema salonunda tahayyül edin. Salon karanlık, beyaz perdeye bakıyorsunuz. Henüz film başlamamış, sadece perdeyi görüyorsunuz. Biri size sorsa, perdede ne var? Muhtemelen cevabınız “hiçbir şey” olacaktır. Az sonra perdede bir el şekli belirmiş olsun. Yine aynı soruya muhatap olduğunuzda bu sefer yanıtınız “bir el” ya da “bir elin gölgesi” olacaktır. Peki, hakikatte bu verdiğiniz cevaplar doğru mu? Gerçekten ilkinde perdede hiçbir şey yokken ikincisinde bir el mi var? Hayır, ikisi de yanlış. Neden?

Çünkü ilkinde perdede ışık vardı fakat perdenin tamamını ihata ettiği ve varlığını kıyaslayabileceğimiz bir şey olmadığından bizde var algısı oluşmadı. Yani şiddet-i zuhurundan tesettür etmişti. Peki, ikinci durumda perdede bir el yok mu diye sorarsanız cevabım hakikatte var olan el değil ışıktır, el sadece ışığın yokluğunda ortaya çıkan ve ışığın varlığına dayalı bir varlıktır. Işık gibi kendine ait bir varlığı yok. Işık perdede daimi olarak var, gölge ise ayrı bir vucut sahibi olarak orada var değil, sadece ışığın yokluğunda ortaya çıkan izafi bir ademi bir varlıktır. Yani varlık cinsinden değil yokluk cinsindendir. Kendine ait bağımsız bir varlığı yok. Işığı çektiğimizde ekranda el kalmaz. Ayrı bir varlık sahibi değildir. Ama gölge olmasa da ışık hâlâ var.

Peki, gölge nedir öyleyse?

Gölge her tarafı kapladığı için görünmez olan ışığı fark etmemize yarayan bir vesile. Bir kıyas unsuru… Biz gölge sayesinde ışığın varlığını anlıyoruz. İşte Yaratıcı ile varlıklar arasındaki ilişki de bu tarzdadır. Yaratıcı mutlak ve her yeri ihata ettiğinden görülmez. Şiddet-i zuhurundan tesettür etmiştir ve mutlak varlık O’dur. Yaratıklar ise onun varlığını ortaya çıkaran kıyas unsurlarıdır. Kendilerine ait bir varlıkları yoktur.

Buraya kadar evet de, bunun ‘lem yelid ve lem yûled’ ile ne alakası var diyeceksiniz. Yukarıdaki örneği daha detaylandırıp yaratıkların Yaratıcı’ya kıyas unsuru olarak nasıl şahitlik ettiğini açıklamak gerekebilir fakat ben onu sizin fehminize bırakıp asıl konuyu vurgulamak için örneğe devam edeceğim.

Şimdi perdeye yine bakıyoruz ve perdede sırasıyla sarı, yeşil, kırmızı, siyah vesaire eller görüyoruz. Şimdi size okullarda gördüğünüz fizik bilgisine dayanarak soruyorum: “Perdede gördüğünüz sarı, yeşil,kırmızı, siyah nesneler ayrı birer varlıklar mıdır? Yani kendine ait bağımsız mevcudiyetleri olan şeyler midir?” Benim cevabım yine hayırdır. Çünkü ışığı ortadan kaldırdığında ne rengi görürüsünüz ne de eli. O halde o renkler neyin nesi derseniz ben de derim ki onlar ışıkta zaten var olan fakat gözükmeyen özelliklerdir. Gördüğümüz kırmızı aslında diğer renklerin engellenmesiyle ortaya çıkan ışığa ait bir özelliktir. Işıktan ayrıca çıkan bir şey değil zaten var olan fakat ancak diğer renklerin perdelenmesiyle ortaya çıkan -gözüken- ışığın bir özelliğidir.

Şimdi bu iki örnek üzerinden ulaştığım neticeleri aktarmaya çalışayım. Eminim çoğunuz leb demeden leblebiyi anlamak misali ne diyeceğimi anladınız fakat ben yine meramımı açıklayayım. Önce sonuç cümlesini söyleyeceğim, sonra onu izah etmeye çalışacağım.

Evet, gerek şeyler ve gerekse şeyler üzerinde gözüken özellikler kendilerine ait değildir. Ve onlar Yaratıcı’dan çıkıp gelen şeyler de değildir. Mevcudiyetleriyle Yaratıcı’nın varlığına işaret etmelerinin yanında onlarda gözüken özellikler kendilerine ait olmadıkları gibi Yaratıcı’dan çıkıp gelen ve onlarda var olan şeyler de değildir. O şeyler aslında hakiki vücuda sahip değiller. Sadece Yaratıcı’nın varlığını gösteren ve O’nun daimi tecelli eden özelliklerini deşifre eden ademî-kedilerine ait bağımsız varlıkları olmayan- mevcutlardır. Sadece kıyas unsurudurlar. Yaratıcı’dan bağımsız birer vücut sahibi değillerdi. Ve Yaratıcı mutlak ve her yeri ihata etmiştir. Ve ondan hiçbir özellik çıkıp bir yere gitmez ve bir şeye aktarılamaz.

Yaratıklar sadece Onun varlığını ve özelliklerini deşifre ederler.

Tıpkı, örnekte olduğu gibi… Gölge, ışığın varlığını ve her yeri ihata ettiğini bize bildiren bir vesiledir. Bir kıyas unsurudur, izafi vücut sahibidir. Bizler de varlığa sahip olma açısından ademî mevcudiyetimizle Yaratıcı’nın mutlak ve hakiki vücuduna işaret edip varlığına şahitlik ediyoruz. Ve yine örnekte olduğu gibi nasıl ki renk ışıktan çıkıp gelen bir şey değilse bizde gözüken özellikler de Yaratıcı’dan bize gelen özellikler değildir. Onlar Yaratıcı’da daimi ve sürekli var olan özelliğin deşifresinden ibarettir.

Bir örnekle dahi açmaya devam edersek şöyle diyebiliriz: Allah şafidir. Her an O’nun Şafi ismi bizde tecelli etmektedir ve o özelliğin tecelli etmediği hiçbir an ve mekan yok. Biz hastalık sayesinde yani sıhhatin perdelenmesiyle O’nun farkına varıyoruz. Daimi şifaya mazhar olduğumuzu anlıyoruz. Yani hastalık Şafi ismini görmemizi sağlıyor. Bir ilacı almak ve -genel söylemle- şifa bulmak tabiri aslında yanlış anlaşılıyor. Allah ilaca şifa özelliğini veriyor da sonra ilaçtan bize şifa geliyor değil. İlaç bizde olan ve daimi tecelli eden şifayı görmeye yani Yaratıcı’nın Şafi ismini fark etmeye vesiledir. Tabela gibi, şehri gösteren bir işarettir şehirden bir parça değil.

İşte Yaratıcı’nın bütün özellikleri daimi surette bütün âlemde tecelli eder. Onlar tabiri caizse her yerdedirler. Mutlak olduklarından eksilip çoğalmaz, bir yerden bir yere taşınmazlar. Allah ne geçici bir süre için ne de anlık olarak o özellikleri birilerine-veya bir şeylere-verip almaz. Mesela ses yayını havada daimi vardır, bizler radyomuzun kanalını ayarlayarak o sese ulaşırız yoksa o ses bir yerden çıkıp bizin radyomuza gelmez. Esma eşyada gözükür yoksa eşyada bulunur değil.

İşte ‘lem yelid ve lem yûled’ derken bir anlamda Yaratıcı’nın mutlaklığına vurgu yapıyoruz. Kendimizde vehmettiğimiz sahipliklerin mecazi olduğunu, o özelliklerin hakikatte O’na ait olduğunu ve ondan çıkıp gelmediğini, ezelde var olan özelliklerin bizim ancak varlığına muttali olabileceğimizi söylüyor. Bu aynı zamanda Hz.İsa’ya yüklenen tüm ilahi vasıfların reddi anlamına geliyor. O Yaratı’cın özelliklerini güzel bir surette yansıtan bir aynadır. O özelliklerden hiç birine ne geçici bir süre için ne de anlık olarak sahipti. Sadece o aynadan bakınca o özellikler bize nazaran çok daha net gözüküyor o kadar.

Ya Ehad, ya Samed, lem yelid ve lem yûled ve lem yekun lehu kufuven ehad!

Bizi şirkin ve masiyetin her türlüsünden temizleyip uzaklaştır. Masivana da sırt çevirip sadece Sana yönelen kullarından eyle. Âmin!

Abdurreşid Şahin / karakalem.net