Etiket arşivi: evliya çelebi

Müzikle Tedavi

Orta çağda ve batılı ülkelerde ruhlarına şeytan girdi diye Akıl hastaları, insanlık dışı ağır işkencelere maruz bırakılır, hatta öldürülürlerken, bizimkiler, Edirne’de Sultan 2. Beyazıt’ın 1488 de mimar Hayrettin’e inşa ettirdiği külliyenin darüşşifa (akıl hastanesi) bölümünde müzik’le tedavi ediliyorlardı.
Evliya Çelebi seyahatnamesinde;
Müziğin insan ruhu üzerindeki olumlu etkisi konusunda yeteri bilgi ve deneyime sahip Darüşşifanın hekimbaşısı, hastalarına önce çeşitli müzik makamları dinletiyor, kalp atışlarının hızlanıp ya da yavaşladığına bakıyor, yararlandıkları uygun melodiyi belirliyor, şikâyetleri ve benzer hastalıkları bir araya getiriyor, Darüşşifanın müzik ekibine haftanın belirli günlerine konserler tertipletiyordu. Demiştir.
HER DEM AYRI BİR MAKAM
Osmanlı Devleti zamanında müzikle dinleme zamanı arasında ve hastalıklara karşı gösterdiği etkiye göre yapılan tasniflerde şöyle bir sıralama yapılmıştır.
Seher vakti; Rast, Rehavi.
Sabah; Hüseyini,Rehavi.
Öğle; Nihavent, Muhalifek.
İkindi; Buselik.
Akşam; Uşşak, Perdesek.
Yatsı; Rast’ın muhalif perdesi.
Gece yarısının son üçte birinde; Rast ve Zirefkent makamları..
HÜSEYNİ RAHATLIK, HİCAZ TEVAZU VERİR.
Farabi daha 10. Asırda hastalıklara iyi gelen makamlar arasında ilişki kurarak Musiki-ül- Kebir’inde şunları yazıyor.
Rast makamı; İnsana safa ve huzur verir.
Rehavi makamı; İnsana beka fikri verir.
Köçek makamı; İnsana huzur ve elem verir.
Büzürk makamı; İnsana korku verir.
Neva makamı; İnsana lezzet ve ferahlık verir.
Uşşak makamı; İnsana gülme hissi verir.
Zirgüle makamı; İnsana uyku verir.
Saba makamı; İnsana cesaret, kuvvet verir.
Buselik makamı; İnsana kuvvet verir.
Hüseyni makamı; İnsana sükunet ve rahatlık verir.
Hicaz makamı; İnsana tevazu verir.
İsfehan makamı; İnsana hareket kabiliyeti güven hissi verir.
HASTALIKLARIN TEDAVİSİNDE HASTALIKLARA KARŞI ŞU MAKAMLAR KULLANILMIŞTIR.
Rast makamı; Felç, baş ve göz ağrıları.
Irak makamı; Korku ve durgunluk halleri.
İsfehan; Unutkanlık hastalığı.
Zirefgent; Sırt ve mafsal ağrıları.
Rehavi; Başağrısı ve kan hastalıkları.
Büzürk; Ateş.
Neva; Kadın hastalıkları.
Zengule; Kalp hastalıları ve uykusuzluğu.
Hicaz; İdrar zorlukları ve ayrıca şehveti tahrik eder.
Buselik; Bel ve karı ağrıları ve uykusuzluk hallerinde.
Uşşak; Kalp, ayak ağrılarına ve ayrıca uykusuzluğa iyi gelir.
Hüseyni; Kalp, karaciğer, mide ve sıtma.
Seba; Stres.
Nihavet; Kas gerginliği ve düzensiz kan dolaşımı.
Çetin KILIÇ
Kaynak; Kültür varlıkları.

“Nahıl Ağacı”ndan “Noel Ağacı”na!

Bozulma sürecinin çocukları olarak biz, yılbaşında “Noel Ağacı” süsleyip “Noel Baba” bekleme safsatasına kendimizi o denli kaptırmışız ki, “Nahıl Ağacı”nı çoktan unutmuş gitmişiz!

Unutmadık ne kaldı ki zaten? Eski müziğimiz, eski masallarımız, eski çocuk oyunlarımız, eski alfabemiz, kılığımız, kıyafetimiz…

Arapçada “hurma ağacı” anlamına gelen “nahıl”, Osmanlı düğünlerinin ve bayramlarının vazgeçilmez süsüydü (Anadolu’nun bazı yerlerinde hâlâ yaşıyor). İskeletleri demirden yapılır, çevresine çengeller asılır, çengellere süsler takılırdı. 

Düğün sahibinin ekonomik durumuna göre nahıl ağaçlarının boyu, sayısı ve stili belirlenir, düğün alayı ile birlikte geçirilirdi. 

Davetliler de takılarını ve hediyelerini nahıla takarlardı. Nahıllar aynı zamanda bir yardımlaşma simgesiydi. 

Nahıllar birkaç tane olursa en büyüğü önde giderdi. Onu şeker bohçaları, şekerleme ve tatlı sinileri, şerbet sürahileri, cihaz bohçaları, para keseleri, cevahir kutuları takip ederdi. 

Bundan sonra sırtlarında kurbanlık koyun taşıyan hamallar ve cihaz (çeyiz) katırları gelirdi. Nahılın ikincisi, gelin arabasının önünde götürülür ve yanlarında iki süvari bulunurdu.

Saltanat düğünleri ve şenliklerinde yaygın olarak görülen nahılların bazıları o kadar büyük ve görkemli olurdu ki, geçtiği güzergâhtaki çatıların çıkıntıları yıkılırdı. Ama yıkılan çıkıntıların tamiratı anında yapılır, kimse mağdur edilmezdi.

“Surname-i Vehbi” (Divan edebiyatında sünnet, düğün, şenlik gibi neşeli olayları anlatan eserlere “Surname” deniyor) 1720’de, Sultan III. Ahmed zamanında yapılan bir nahıl gösterisini anlatırken, devasa nahılların geçirilmesi sırasında yıkılan saçak ve cumbalardan bahsediyor. 

Bu yüzden düğün alayına mimar ve ustaların da alındığını, yıkılan cumbaların ve saçakların anında onarıldığını yazıyor.

En basit oyunlar ve eğlenceler dâhil, hemen her şeyi insanın yararlanabileceği şekle getiren hayırhah, yardımsever Osmanlı insanı, “nahıl” dediği devasa boyda süslenmiş sırıkları hem bir eğlence, hem de bir yardım aracı olarak düşünmüş, düğünlerde, bayramlarda “nahıl” vasıtasıyla muhtaçlara yardım elini uzatmıştır.

Asla acıtmadan ve kişinin fukaralığını katiyen incitmeden…

Her isteyen nahıl yapamazdı. Tıpkı mahya ustaları gibi, İstanbul’da nahıl ustaları vardı. Evliya Çelebi’ye göre, bunlar 55 kişiydiler. Herkesin yapamadığı bir işi yaptıkları için de itibarlıydılar.

Uzun bir sırık düşünün. O kadar uzun ki bazıları “minare boyu” (25 metre filan) olsun. Üzeri simli ipler, aynalar, gümüş yapraklar, renkli kâğıtlar, altın yaldızlı süsler, balmumu rengârenk meyveler, çiçekler ve değerli taşlarla süslü olsun. İşte bu “nahıl”dır.

1612’de Sultan I. Ahmed’in (Sultanahmet Camii’ni yaptıran Peygamber sevdalısı Padişah) iki kızı ve bir kız kardeşinin düğününü anlatan meşhur Avusturyalı tarihçi Hammer, düğünde taşınan onlarca nahılın güzellik ve ihtişamından ayıla-bayıla söz eder.

Bir grup Mısırlının ellerindeki tefleri çalıp türlü taklitler yaparak düğün alayına eşlik ettiklerini, insanların müthiş eğlendiğini anlatır. 

O zaman anlarsınız ki, Osmanlı savaşmayı bildiği kadar, meşruiyet içinde eğlenmeyi de bilen bir milletti.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

 

Osmanlılarda Peygamber sevgisi ve sünnet algısı -2-

“Câmiin yapısı tamam oldukta, bir cuma günü büyük bir me­râ­sim­le ibadete açıldı. Bâyezîd-i Velî buyurdular ki: ‘Her kim, ömründe ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetini hiç terk etmemiş ise, şu mübârek vakitte o imâm olsun!’

Deryâ misâli cemaat içinden bir kişi çıkmayınca, Bâyezîd Han mecbur kalarak: ‘Elhamdülillâh! Hazerde ve seferde biz bu sünnetleri terk itmedik’ dedi ve kendisi imâm olup namazı kıldırdı.”

Evliya Çelebi

Açılış günü, Sultan Bayezid Camii’nin avlusu insan mahşeriydi. O kadar ki, iğne atılsa yere düşmeyecekti. Kalabalık hem camiyi seyrediyor, hem de bu minval üzere sohbet ediyordu.

Cuma vakti yaklaşmıştı. Birden kalabalık dalgalanmaya başladı. Genç bir haykırış tüm meydanda yankılandı:

“Destuur Hünkâr!” 

Kalabalık saygıyla ayrılıp yol açtı. Açılan yolda Padişah ve maiyeti göründü. Oldukça sade giyinmişti. Sağa-sola temenna ederek insan mahşerinin ortasına kadar geldi.

Atından inmeden kalabalığa seslendi:

“İydiniz said olsun!” (Bayramınız mübarek olsun!)…

Cemaat uğultu halinde karşılık verdi:

“Amiiin. İydiniz said, ömrünüz mezud, makamınız cennet olsun!”

Atından indi. Bir tarafında sadrazam, bir tarafından şeyhülislam olduğu halde, hızlı adımlarla camiye girdi. 

Mihrabın önünde durdu. Yüzünü cemaate döndü:

“Bugün camii şerifumuzde inşaallah-u Tealâ ilk Cuma namazımızı eda edeceğiz. Ey cemaat! Aranızda ikindi ve yatsı namazı sünnetlerini hiç terk etmemiş olan çıksın, cümlemize imam olsun!”

Bakındı. Kalabalıktan çıt çıkmıyordu. Yanıbaşında duran Şeyhülislâm’a döndü:

“Siz de mi terk ediyorsunuz Şeyh Efendi?”

Şeyhülislâm mahcup mahcup başını indirdi. Ancak Padişah’ın duyabileceği kadar alçak bir sesle fısıldadı:

“Efendimiz de arada bir terk etmişti.”

“Ama o peygamberdi. Peygamber kendi sünnetini terk edebilir. Ya biz terk edersek, yarın Ruz-ı Mahşerde elimizden kim tutar?”

Bakındı. Gözleri Zenbilli Ali Efendi’nin kardeşi, devrin meşhur âlimlirinden Muhyiddin Mehmed Çelebi’ye takılınca, yanına çağırdı. 

“Vaz-u nasihatinden müstefid olalım. Buyur, ilk vazı sen yap.”

Muhyiddin Mehmed Çelebi’nin etkili vazından sonra, Padişah doğruca mihraba yürüdü:

“Lillahilhamd, müddet-i ömrümüzde (hayatım boyunca) hazerde ve seferde(barışta ve savaşta) hiçbir vakit hiçbir sünneti terk etmemiş pürkusur bir kul olarak imamet vazifesi bize düşüyor!” dedi ve tekbir aldı.

“Allahüekber!”

Bugün “Bayezid Camii” dediğimiz mâbedde ilk Cuma namazını padişah bizzat kıldırdı.

Namazdan sonra, Hacı Bayram-ı Velî’nin yoluna ömrünü vermiş dervişlerden Baba Yusuf Sivrihisarî, kürsüye çıktı. Camide nefesler tutulmuştu. Her söylediği yüreklerde patlıyor, yürekler infilâk ediyordu. Başta padişah olmak üzere herkes ağlıyordu.

O gün caminin açılışını izlemeye gelen yabancılar bile öylesine etkilendiler ki, üçü camiye girip Baba Yusuf Sivrihisarî’nin huzurunda Müslüman oldu. 

Osmanlı padişahlarının çoğu sünnete ittiba konusunda bu derece hassastı. Mekke, Medine, Kudüs gibi beldelere “Peygamber mirası” olarak bakılır, Ehl-i Beyt’e sonsuz bir saygı ve sevgi gösterilirdi.

Son Medine savunucusu Ömer Fahreddin Paşa’ya umarsızca “hırsız” diyen Arap soytarısına, biri bunları anlatsın!

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

Akademisyenlerle Boğaz Turu

3. Genç Akademisyenler Konferansı hafta sonu gerçekleşti. Konferansla ilgili duyuru ve yazıları web sitemizde yayınladık ve bundan sonra da yazılar gelirse yayınlayacağız.

Dün Ruba Vakfı’nda ki ağabeyler konferansa gelen akademisyenlerin boğaz turu yapacaklarını ve bizimde bu tura eşlik edip izlenimlerimizi nurnet.org sitemizde aktarmamızı istediler. Bizlerde hay hay deyip yola çıktık.

İkindi namazında Eminönü’nde Ahi Çelebi Camisinde namazı kıldık ilginçtir o kadar o camiyi gördüğümüz ve müşahede ettiğimiz halde hiçbir özelliğini bilmediğimizi öğrendik. Cami vakit namazında ki en kalabalık ve en akademisyen cemaatiyle birlikteydi. İmam efendi namazdan hemen sonra cami hakkında kısa bir konuşma yaptı önemine binaen onu da arz edelim.

“Ahi Çelebi Camii, dünyadaki ilk kaleme alınan seyahatnamenin başlangıç noktasına ev sahipliği yapmaktadır. Evliya Çelebi’nin hayatında mabed olarak da eşsiz bir tarihi kıymet taşımaktadır. Büyük seyyahımız Evliya Çelebi, seyahatnamesinin girişinde bahsettiğine göre meşhur rüyasını Ahi Çelebi camiinde görmüştür. Bir rivayete göreyse rüya ile uyanıklık halinde yani yakaza âleminde sabah namazı vaktinde gerçekleşmiş olan hadise ise şudur:  Sabah namazı vakti Evliyalar, Peygamberler ve Sahabeler sabah namazını kılmak üzere camiye gelirler. Sabah namazını Peygamber Efendimiz kıldırır ve namazdan sonra Evliya Çelebiyi yanına çağırır. Evliya Çelebi o heyecanla Peygamber Efendimizin eline öptükten sonra dili sürçer ve “Şefaat Ya Resulallah” diyeceğine “Seyahat Ya Resulallah” der. Bu olay karşısında tebessüm eden Peygamberimiz (s.a.v)’de “Seyahatin ve Şefaatim mübarek olsun” der ve Evliya Çelebinin macerası başlar.”

Tabii cemaatin çoğunluğunu yurtdışından gelen akademisyenler oluşturduğu ve Türkçe bilmedikleri için meseleyi anlamazlar ama çıkarken dağıtılan broşürlerden –İngilizce, Arapça ve Türkçe- alırlar ki daha fazla bilgi bu broşürlerde mevcuttur zaten.

Saat 18:00 gibi yanaşan vapurla seyahatimiz başlayacaktır.

Dilleri ayrı, renkleri ayrı, elbiseleri ayrı, yaşadıkları ülkeler ayrı olmasına rağmen hepsinde aynı mütebessim sima, aynı sevinç ve aynı fikriyatın yattığını uzaktan seyreden herkes anlayacaktı.

Muhabbeti, sevgiyi ve kaynaşmayı amaçlamakla beraber ayrıca yeni dostluklar kurmayı hedefleyen bu gezi 8’er kişilik masalarda yenen yemeklerle başlar, muhabbet o kadar dereceye gelmiştir ki boğazda gezdiklerinin farkında bile değillerdir. Adeta o eşsiz manzara kaçırmaktadırlar ki bunu anlayan bazı ağabeylerimiz mikrofonu eline alıp “Sevgili misafirlerimiz yemek yerken, muhabbet ederken boğazın manzarasını da kaçırmayınız” şeklinde birkaç defa anons yaparlar.

Yemekten sonra İhsan Atasoy’un o güzel sesinden yemek duası ve akabinde aşrı şerif okuması, ardından ilahilerin seslendirdiği ve daha sonrada gezi esnasında programla ilgili bazı akademisyenler kısa kısa konuşma yapmasıyla devam etti.

Cemil bey’in sponsorluğunda ki bu gezide ayrıca yurtiçinden Üstadımızın talebelerinden Mehmet Fırıncı ağabey başta olmak üzere, Kayseri’den Abdurrahman Aras hocamız, Risale-i Nur’ları Arapçaya tercüme eden İhsan Kasım ağabey ve ismini sayamadığımız birçok ağabey ve kardeşlerle hasbihal etme imkânına zemin hazırlanmıştı. Yurtdışı hizmetleriyle alakadar hem yurtiçinde bulunan hem de bizzat yurtdışında kalan ağabeylerimizinde iştirakleri yurtdışından kısada olsa bilgi almamıza olanak sağladı. Tercümelere ne kadar ihtiyaç duyulduğu, yurtdışında ki hizmetlerin ne kadar az olduğu ve bu noktada maddi ve manevi yardımlara ihtiyaçlarının olduğunu dile getirirken, yapılan tercümeler, edilen hizmetler ve karşılaşılan güzel faaliyetlerinden bahsettiler. Çok kısa zamanda az bir gayretle hizmetlerin ne kadar çok inkişaf ettiğinden bahisler açılarak sadece buralara bir meyil bile çok hizmetin kapısını açtığını ve açacağını söylediler.

Daha anlatılacak çok şey var ama bazı şeylerin daha iyi anlaşılabilmesi için yaşanması lazım tabii ki, onun için yurtdışına gidip oradaki ihtiyacı görmeden buradan menkıbeler okumak ya da yazmak çok şey ifade etmeyecekti.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki: “Biz İslamiyet’e yakışır doğruluğu ve doğru İslamiyet’i ve Kur’an-ı Kerim’i ve Peygamber Efendimizi şüphesiz en iyi Risale-i Nur’lar vasıtasıyla tanımışız ve sadece bizim değil bütün dünyanın Risale-i Nur’lara ihtiyacının ne kadar şedit olduğunu bir kez daha müşahede etmişiz.” Gene Üstad’ımızın dediği gibi “İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak.” Ve “Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada İslamiyet’in olacaktır.Bizlerde amenna ve saddakna Ya Üstad diyoruz ve bu gibi faaliyetlerin bu sözlere en büyük delili olduğunu ifade ediyoruz.

Bizde ayrıca bu programı düzenleyen başta “İstanbul İlim ve Kültür Vakfı” ve Prof. Dr. Faris Kaya olmak üzere emeği geçen herkese teşekkürü bir borç biliyoruz.

Not: İsmini zikretmediğimiz ağabeylere de teşekkür ederiz, objektifimize yansıyan bazı kareleri de sitemizde göreceksiniz.

NurNet.Org Editörleri