Etiket arşivi: eymen akça

Hadislerden Psikolojik, Sosyolojik, Teolojik ve Sembolik Nükteler

           Hadisler, Hz. Peygamber’in (ASM) Kur’an medresesinden aldığı derslere dair kısa notlar ve çeşitli âyetlere dair sözlü ve fiilî tefsirlerdir. Kur’an kâinat ve insanlık dünyasında geçerli İlâhî kanunların tercümesi ve fıtratın dili olduğundan her bir hadis çeşitli fenlerin inceleme sahasına dair sabit hakikatlerin ilancısı hükmündedir. Bu makalede bazı hadis-i şeriflerin psikoloji, sosyoloji, teoloji ve sembol ilmi sahasına dair tespitlerini nükteler halinde göstermeye çalışacağız:

Psikoloji Sahasında

  1. Nükte

Nefs-i emmâre (ilkel kendilik), şahsiyet (kişilik) ve enâniyet (benlik) insanın 3 cephesidir. İnsanın geçmiş zaman, şimdi ve gelecek zamana açılan pencereleridir. Nefs-i emmâre, “ menfaatçi ” dir. Şahsiyet, “ meziyetperest ” tir. Enaniyet ise “ faziletfuruş ” tur.[1] Onların kendilerini gösterdikleri ve kişi için tehlike arz ettikleri noktaları birçok hadis bildirir. En kapsamlı bir hadis-i şerif şudur: “ Kim bana, iki çene ve apış arası mevzuunda söz verir kefil olursa, ben de ona Cennet için kefil olurum. [2]

Dil ve konuşma, enâniyet ve şahsiyetin; ferc ve şehvet ise, nefsâniyetin belirdiği ve tehlikeli oldukları noktalardır. 2 hadis-i şerif ise bu tehlikelerden kurtuluş çarelerini sunuyor:

Kişi evlendiği zaman dininin yarısını korumuş olur.  ”[3] ( Nefsâniyetin ilacı )

Allah’a ve Âhiret gününe iman eden ya hayır söylesin ya sussun![4] ( Şahsiyet ve enâniyetin ilacı )

  1. Nükte

Bir sahabe Hz. Peygamber’e gelerek dedi:

-“ Bana tavsiyede bulun, ey Allah’ın elçisi! ” O Tabib-i kulûb (ASM) dedi ki:

-“ Kızma![5] Soru tekrarlanınca O (ASM) da cevabı tekrarladı. Soru yine tekrarlanınca, O (ASM) da cevabı tekrarladı. Bu cevap ve cevaptaki ısrar 2 yön içerir:

  1. a) Bu soruyu soran kişinin zaaf noktası, “ öfke ” dir. Bu manada verilen cevap hastalığın teşhisini gösterir. Ayrıca verilen cevapta ısrar ilacın yalnızca o olduğunu ifade eder. Evet kimi insanlarda zaaf noktası “ şehvet ” olduğu gibi kimisinde de öfkedir. Öfkesi, o kişiyi etrafına zarar verici bir ateşe çeviriyor. Cevaptaki ısrar, bu yönü fark ettirmek için…
  2. b) Bu kişi ve her kişi, ne kadar öfkeli olursa olsun o öfkeyi kontrol altına alabilir. Eğer alamayacağı bir yapıda ise “ Allah kimseye kaldıramayacağı yük yüklemez ”[6] sırrınca o kişi sorumluluktan çıkar. Zaten öfkesini ve şehvetini kontrol altına alıp teskin edemeyecek hiçbir insan yeryüzüne gelmemiştir. Yeter ki o kişi savaşını versin.

İnsanların şuur-altı imtihan merkezleri “ öfke ” ve “ şehvet ” tir. Dışa dönük ve baskın karakterliler için “ öfke ”; içe dönük ve pasif karakterliler içinse “ şehvet ” imtihan unsurudur. Dışa dönük Hz. Musa’nın (AS) Mısır’da bir İsrailoğlu ile bir Kıptî’nin kavgasının ayırmak isterken istemeden Kıptî’nin ölümüne sebep olması, öfkeyle imtihanına delil olduğu gibi[7], içe dönük Hz. Yusuf’un (AS) Züleyha ile yaşadığı şehvet imtihanı bu meseleye bir delildir.[8]

Öfkeyle mücadelede mazhar-ı Şâfi-i Hakîm (ASM) şöyle der:

Sizden birisi öfkelendiğinde ayakta ise otursun; oturuyorsa yatsın[9] hadisi, öfke ile mücadelede ipucu verir. Hem “ Sizden birisi öfkelendiği zaman su ile abdest alsın. Hiddet, şeytandandır. Şeytan ise, ateştendir[10] hadisi, diğer bir mücadele tarzını ders verir. Fakat bunlar içinde en keskin tavsiye, “ Susmak ” tır. Çünkü insanlar arası öfkenin çoğunlukla sebebi yersiz ve dengesiz konuşmalardır. Susmak, bu noktada öfkeyi önleyici en tesirli ilaçtır.

  1. Nükte

Resul-ü Ekrem Aleyhissalatu Vesselam dedi ki: “ Dünyâda zühd ve az konuşma (nimeti) verilene yaklaşınız. Zîra o kimseye hikmet verilmiştir.[11] Bu hadis-i şerif, kişinin iç dünyasının temizliğini bildiriyor. Nefs-i emmâre, madde ve mal aşığıdır. Hadisteki “ zühde erişmek ” ifadesi, nefsin dünya ve mal aşkını aşmayı ifade ediyor. Enâniyet ise, mana ve ilim âşığıdır. Bunu da çok konuşma ile etrafına bildirir. Bu noktada “ kıllet-i kelam ” ( az konuşma ) ene’nin hastalıklarını aşmayı ifade eder. Bu iki ciheti aşan kişi, hakka mazhar olur. Onun dili, hikmetin pınarı olur. Onun kalbi, kudsiyetin çeşmesi olur. O konuştuğu zaman kalplere tesir eden veciz, kudsî hikmetin tercümanı olur. Kur’anın, “ Hakîm ” cephesini böyle bir kudsiyet mazharı tefsir edebilir.

Ehl-i ilmin kelamı, ehl-i hikmetin kelamından daha çok olur. Hikmet arttıkça, ağızdan çıkan sözler azalır. Fakat sözleri, vecizleşir ve daha çok manaları câmi olur. “ Bana cevâmiü’l-kelîm verildi[12] hadis-i şerifi bu ufku bildirir. Bu sülukun son noktası “ mutlak sükût hali ” dir.          “ Susmak, hikmettir. Susan ise pek azdır[13] hadis-i şerifi bu zirve hali bildirir.

  1. Nükte

Resul-ü Ekrem Aleyhissalatu Vesselam dedi ki: “ Enne’l-cennete tahte zılâli’s-süyûf[14] ( Cennet, kılıçların gölgesi altındadır. ) Bu hadis manevi ve maddi cihad ve harb ile Cennetin yakınlığını, sebep-sonuç bağını bariz olarak gösterir. Cennet, Arapça’da, gözlerden saklı bahçe demektir. Cenîn, cin, cinnet ile aynı köktendir. Maddi kılıçlar, bu saklı bahçeye girmeye vesiledir. Kılıçların gölgesi altında Cennet yoluna girilip Cennete girişi engelleyen hal ve sıfatlar aşılır.

Hadisin bâtın ve hakikat cephesi noktasında Bediüzzaman Said Nursi şöyle der: “ Kişinin, cünnet ( kalkan ) gibi kendini savunma yapısı kırılınca Cennetin kapıları açılır. O kalkan kırılmadan Cennete girilmez. ”[15] Münafıklar, bu kendini aklama ve savunma işinde yeminlerini cünnet yapıyorlar diye âyet bildiriyor.[16] Necm suresinde Allah der ki: “ Kendinizi aklamayın. Allah hanginizin daha takvalı olduğunu çok iyi biliyor.[17]

Maddi Cennete girmek için, maddi şehadet gerekip cisim denilen kalkanın ruh denilen gövdenin üzerinden kırılması gerektiği gibi; manevi Cennete girmek için de, manevi şehadet gerekir. Bu ise hakikatin elmas kılıçları olan bürhanlar altında kalb ve ruh üstündeki nefsâniyet ve enâniyet kalkanlarının kırılmaları ile olur.

Teoloji ve Sembol İlmi Sahasında

  1. Nükte:

“ Kabir azabının çoğu, üzerine idrar sıçratmaktan olacaktır. ”[18] Bu hadisin zâhir manası, beden ve kıyafet temizliği konusuna vurgu yapmaktadır. “ Ve siyâbeke ve tahhir[19] ( Ve elbiseni temizle ) âyetinin tefsiri mahiyetinde… Bu hadis kirliliğin, kabir azabına yol açmasını bildiriyor. Azap, günahlardan kaynaklandığına göre o halde zâhirî temizliğe riayet etmemek günahtır, şeklinde anlaşılır.

Hadisin bâtınî manası ve hakikat boyutu ise şudur: İdrar, rüya ve misal âlemlerinde boş ve çok konuşma demektir. Meni ise, ruhlu ve hakikatli konuşma demektir. Kur’an der: “ Onlar boş sözlerle karşılaştıklarında şereflerine uygun şekilde geçer giderler ”[20] veya “ Selam, der geçerler ”[21] veya “ O müminler boş sözlerden yüz çevirirler. ”[22] Bu âyetlerdeki tekrar ve konuya dair ısrar gösterir ki, hadisteki asıl murad idrar hükmünde kişinin takva elbisesini[23] kirleten malayani konuşmalar yapması veyahut başkalarının malayani konuşmalarına katılmasıdır. Bir hadis bu manayı iöyle ifade eder: “ Kişinin mâlâyâniyi terketmesi müslümanlığının güzelliğindendir. ”[24]

Kur’anın bu ikazlarına, rüya ve misal âleminin diline bakıp hadisi ele alırsak görürüz ki: “ Kabir azabının çoğu boş ve lüzumsuz konuşmaya veya böyle konuşmaları dinlemeye dayanır. ”

  1. Nükte:

“Müezzinler kıyamet günü insanların en uzun boylu olanlarıdır.”[25] Bu hadis-i şerifin zâhir manası, ezan okumakla insanlara Allah’ı hatırlatan ve insanları camiye namaza davet eden kişilerin mahşer günü diğer insanlara göre daha uzun boylu olacağını bildiriyor.

Mahşer ve Âhiretin kanunları, rüya, misal ve berzah âlemleri ile aynıdır.[26] Rüya âleminde boy uzunluğu kişinin fikren, ilme ve nura ermesi ile bağlantılıdır. En nurlu kim ise, en uzun odur. Beden iriliği ise, kişinin manevi kuvveti ile ilgilidir. Bu açıdan müezzin olup ahlaksız ve edepsiz olan kişiler için bu hadis geçerli olamaz. Fakat hak ve hakikati tebliğ eden resuller, Âl-i İmran sûresindeki âyete göre bir “ müezzin ” ve “ münâdi ”dir.[27] Kur’anda namaza çağıran müezzinler, “ münâdi ” olarak ifade edilir.[28] Bu manada ihlaslı ehl-i tebliğ insanları hakka davet eder, nura çağırır. Ömrü boyunca bu manada risalet hizmeti yapmış gibi, ihlas ve sıdkı, uhuvvet ve sadakati ile gittikçe terakki eder. Hassas bir takva ve güçlü bir salih ameli elde edeceğinden mahşer günü boy uzunluğunu hak eder.

Hadis-i şerifin bu batınî manası hakikate en uygun ve tekellüflü te’villerden en uzak manadır. Her hak elçisi ve hakikat hizmetkarı hakkında da câridir.

  1. Nükte:

Hadis-i Şerif: “ Âlimin âbide üstünlüğü gece vaktinde kamerin yıldızlara üstünlüğü gibidir.[29] Âlim, aklını kullanarak dine hizmet edendir. Âbid, cismini kullanarak dine hizmet edendir. Fakat cisim, kendi adına çalışır. Akıl ise, hem kendine hem başkasına hizmet eder.

Akıl, Hakikat Güneşi olan Kur’andan ziya alır, fakat halka nur verir. Kur’an, güneş ışığına “ ziya ”; ay ışığına  “ nur ” adını verir.[30] Bu çerçevede diyebiliriz ki âlim, halkın zihnine hitap eder; fakat hislerine işleyemez. Kur’an böyle âlimlere “ Ahbar ” ( ilimle, dolunay gibi parlayan kişiler ) der.[31] Bunlar, “ Tâlim ” yaparlar. Oysa peygamberler gibi bütün din hizmetkârları da âlimdi. Fakat onlar fikre ve hisse, zihne ve gönüle birden hitap eden hakiki âlim idiler. Onlar, “ Rabbânîler ” idi. Yani Allah’ın, kendileriyle halkı terbiye ettiği kişiler… Bunlar, güneş gibidirler. Âbidler ise, halka çok çok uzak bir yıldız gibidir. Onun aklı büyüyemez. Verdiği ışık da, zifiri karanlık içinde ancak kendi varlığını göstermeye yarar. Başkalarına zihnen bir hayrı yoktur. Bu noktadan dolayı çoğu münzevî olan âbidler, yıldızlara benzetilmişler.

Rabbânîleri, Rabbânî yapan öncelikle kendilerinin terbiye olmalarıdır. Bunu da sağlayan sır, ilim değil “ amel ” dir. Yani “ hayat ” ve “ ihlas ”… Terbiyeye uğrayan birisi, ilme göre kendini şekillendirir. Onu kendi aklı değil, hakikat yönetir. Ahlak-ı kalbî ve edeb-i ruhî kârlarını elde eder. Sonra ihlas ile, halkın tâlim ve terbiyesine yönelir. Bu manada, her bir mürşid, Rabb ismine mazhardır. İnsan için kemal seviye, ilim ve ibadeti cem etmektir.

  1. Nükte:

Hadis-i şerifinde Efendimiz (ASM) diyor ki: “ Kardeşlerime selam olsun. [32] Resulullah Aleyhisselatu Vesselam’ın diğer hadisleri de nazara alınınca, bu hadisteki “ kardeşlerim ” hitabı özel bir ümmet sınıfıdır. Çünkü “ Bütün müminler, kardeştirler ”[33] âyeti gereğince her bir mümin, iman noktasında Efendimiz’in (ASM) kardeşidir. Fakat kendisinden sonra gelecek, özellikle Vakıa suresinin işaret ettiği üzere Ahirzaman’da gelip Mukarrebûn ve Ashab-ı Meymene makamına[34] çıkacak bazı kardeşlerine “ Selam olsun ” denilmesi gösterir ki bunlar özel sınıftır. Buna işaret eden 2 kelime hadiste mevcud: “ Kardeşlerim ” ve “ Selam olsun. ”

Resulullah (ASM), diğer hadislerinde hep şöyle der: “ Kardeşim Yunus ”[35], “ Kardeşim, İsa ”[36] ve genel olarak der: “ Biz peygamberler anaları ayrı kardeşler hükmündeyiz.[37] Bu hadisler gösterir ki, ilk hadiste söz konusu selama mazhar olan kişiler, Âhirzaman döneminde nübüvvet ve risalet hizmetinin varisleri olanlardır. Onlar insanlık âleminde ilim ve hikmet, iman ve islam hizmeti yapan din hameleleridir. İnsanların zayıflayan imanlarını takviye eden; yaralanan kalplerini tedaviye çalışan; dalalette ve bâtılda boğulan akıllarına hidayet ve ilim nurunu taşıyan Kur’an hizmetkarlarıdırlar.

Onalr bir peygamber gibi dine hizmet ettikleri için ve Kur’anda bahsi geçen 28 peygamberden birisine meşrep ve meslek olarak benzediği için O peygamberin aynası konumunda olur. Bu manada, o da O peygamberin muhatabı olduğu İlahî selama mazhar olur.

Mesela: “ Selâmun alâ Nûhi fi’l-âlemîn[38] ( Âlemler içinde Nûh’a selam olsun ) âyetinde aslî ve 1. Derece muhatap Hz. Nûh (AS) olduğu gibi, tâli derecede Hz. Nûh’a (AS) meşrep ve meslek olarak benzeyen Âhirzaman hizmetkarları da hissedardır, diye Hz. Peygamber (ASM) “ Selam olsun kardeşlerime ” diyor, bu sırrı ifşa ediyor. Bu hakikati te’yid eder mahiyette Kur’an, Hz. İlyas’ın (AS) kıssasını anlattıktan sorra “ Selâmun alâ ilyâsîn ” der. Dikkat edilirse âyette İlyas kelimesi çoğul olarak “ İlyâsîn ” olarak kullanılmıştır.[39] Bu âyet, risalet hizmeti yapanları “ selam-ı İlâhîye mazhar bir Hz. İlyas (AS) ” olarak görüyor ve gösteriyor.[40] Ehl-i tasavvuf, her bir Peygamber’in Allah’ın bir kemal sıfatına ayna olduğunu, bu aynalığın en külli seviyede o peygamberle tecelli ettiği için o peygamberin o sahada sembolleştiğini ifade ederler. Maneviyat yolunda ilerleyip aynı o peygamber gibi Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerine mazhar olmaya başlan evliyaullahın o sıfatla meşhur olan peygamber gibi olmaya, onun ahlakını sergilemeye başladığını “ makam-ı İsa ”, “ makam-ı Musa ”,  “ makam-ı Hızır ”,     “ makam-ı İlyas ” gibi ifadelerle isimlendirmişlerdir. Maneviyat kanunlarını bilmeyen acemi ehl-i süluk kendilerini o makamın sahibi olan şahsiyetle aynîleşmiş zannederek vartaya düşmüşlerdir. Fakat meseleye ârif olanlar bu tehlikeli vadide durmadan geçmiş, Allah’ın rızasına kilitlenmişlerdir.[41]

  1. Nükte:

Mâl, Arapça’da, kişinin kendisine meylettiği, kendisini şiddetle arzuladığı şey demektir. İnsan fıtratının kendisine mâil olduğu en kıymetli ve bâki mal, ilimdir. İlimler içinde en mükemmeli ise, hikmettir. Çöl ahalisi için maddeten en kıymetli mal ise, devedir. Bu manada hadis-i şerif 2 yönlü benzetme ile: “ Hikmetli söz müminin dâllesidir (yitik malı ve devesidir). Nerede bulursa onu almaya en liyakatli odur[42] der.

Neden Hz. Peygamber (ASM) ilim değil de hikmet diyor? Çünkü hikmet, maddi dünyayı okuma ile elde edilir. Bu hadis o an ümmet-i Muhammed’in (ASM) bu mevzuda hem eksik olduğunu hem de ileride eksik kalacağını ifade ediyor. İlm-i hakikat ile maneviyata değer veren bu ümmet, hikmeti binlerce yıldır dünyayı okuyan dünyacı kişilerden alıp kullanacak diye haber veriyor. Hem tavsiye ediyor. Hakikaten hikmetse çekinmeden alın, diyor. Bu manada hadiste, bir ihbar-ı gaybî bulunuyor. Tarih şahid ki, aynen tahakkuk etti ve ediyor.

Sosyoloji Sahasında

  1. Nükte:

“Resul-u Ekrem (ASM) diyor: “ Men lem yüvekkır kebîrena ve yerham sağîrena fe leyse minnâ[43] ( Her kim ki bizim büyüklerimize hürmet etmez, onların ağırlığını ve vakarını takdir etmezse; hem her kim bizim küçüklerimize merhamet etmez ve onların ihtiyaçlarını tatmin etmezse; o hemen bilsin ki bizden değildir. ) Bu hadis, Üstad Bediüzzaman’ın izah ettiği üzere içtimai noktada şöyle anlaşılır: “ Kibriya hakikati, ulviyet ve azameti içerir.[44] Ulviyet, ilim ve nurla elde edilir; azamet ise, kudret ve kuvvet ile… Maddi dünya şartlarında ve içtimai husus noktasında zihin ve zekâsını kullanıp ilim ve maharet elde eden; sonra cesaret ve teşebbüs yoluyla bu ilmi ve mahareti kullanıp zenginleşen bir Müslüman, hadise göre “ kebîr ” dir. O, “ vakar ” (sosyal ağırlık) sahibidir. Onun büyüklüğünü kabullenmemek, hakka karşı hürmetsizlik ve “ kibir ” dir. Karşısındaki bu haklı hale hürmet etmek ise, “ tevazu ” dur.

Bu hadis, ilme ve helal kazanca hürmetsizlik etmeyi İslam dairesi dışına çıkmak olarak gösteriyor. Zenginleşen, büyüklük kazanan bir kişiye veyahut fakir ve yokluk çekenlere göre izafi bir tarzda da olsa zenginlik taşıyan kişilere de şöyle diyor: “ Allah, o zavallılara güçlü bir zekâ vermemiş ki, ilim sahibi olsunlar. Sağlam ve cesur bir irade vermemiş ki, cesaretle atılgan bir hal sergileyip zenginleşsinler. Onların o fakir, miskin ve yoksul halleri de merhamet, acıma ve yufka yürekliliği celb edecek bir manzaradır. Onların fakirliklerine rağmen durmayan ve sürekli yenilenen ihtiyaçları var. Mülkün gerçek maliki olan Allah, bir hak olarak o zenginleşenin bir kısım malından %10, bir kısmından ise %2,5 lik bir kısmı o fakire tayin ediyor. Ta ki, bu hak zekâtı vermekle siz de nefsinizi tezkiye edesiniz. ”[45]

Bu hadisin açtığı pencere şu hakikati güneş gibi gösteriyor: “ Nefsini, zekât ve infâk ile tezkiye etmeyen; fakir ve miskinlere, merhamet etmeyen bizim yolumuzdan ayrılır. ” Bu hadis, zengin ve fakirin, vaziyetleri ile hak ettikleri özellikleri bildirip o haklara riayetin zaruriyetini bildiriyor. “ Her hangi bir konuda Hakka hürmet etmeyen, hak yolu olan bizim yolumuzdan ayrılmıştır. O, bir zâlimdir. ”

  1. Nükte:

Kiyâset, ön görü sahibi bir akıl demektir. Bir sahabe Hz. Peygamber’e (ASM) sordu:

-” Ya Resulallah! İnsanların en kiyâsetlisi kimdir? ” O Hazret-i Sâhib-i Kiyaset (ASM) dedi ki:

-” Ölümünü en çok düşünen ve ona göre yaşayandır. “[46]

Demek gerçek öngörü, rızık garantisi olan ölüme kadarki dünya istikbalini düşünmek değil; ölümden sonra başlayan ve gâfiller için garantisi olmayan Âhiretini düşünmektir. Bu şekilde Âhiretini yakinen gören bir kişinin sosyal hayatı, insanlar arası ilişkileri uhrevi bir boyu kazanacaktır. Bu ise, İslam toplumunun ihyâsı demektir. “ Allah bütün müslümanlara kiyâset versin ” şeklinde sürekli bir dua ümmet-i Muhammed (ASM) ve insanlık için çok önemli bir manevi faaliyettir.

  1. Nükte:

Hadis-i şerifte “ Üç defa kapıyı çalın. İzin verilirse girin; aksi halde dönün. ”[47] deniliyor. Bu hadis insanlar arası ilişkide bir edep olarak ele alınabildiği ve bir sosyal hakikati ifade ettiği gibi insanın Allah rızasına erişme yolculuğu açısından da bir edebi ve bir hakikati bildiriyor. Şöyle ki:

Allah Rızası, 1001 kapılı bir saraydır. Bu sarayın kapıları arasında mesafeler bulunuyor. Bir insan tefekkür, tezekkür vesaire yöntemlerle o Rıza Sarayının bir kapısını 3 defa çalar da halen ona feyz, nuraniyet, ilim gibi mukabele[48] tarzlarından birisiyle bir cevap gelmezse o kapıda durması bir israftan ibarettir. O kapıyı çalmaya devam etmesi, istenilmediği yerde ısrarla durmaya çalışan birisinin hal ve tavrına benzer bir edepsizliktir.

Özetle dersek, “ Allah’ın istediği yol kolaylığıyla kendini hissettirir. Allah istemediği yolu kişiye zorlaştırır. ” Müsehhil ve Muassir ism-i İlâhileri gereği…

[1] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 21. Lem’a, 2-4. Düsturlar.

[2] Buhârî, Rikak 23.

[3] Heysemi, Mecme’u’z Zevaid, No: 7310; Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, 2/239

[4] Buhârî, Nikâh 80, Edeb 31, 85, Rikak 23; Müslim, Îmân 74, 75.

[5] Buharî, Edep, 76.

[6] Bakara suresi, 286.

[7] Kasas suresi, 15-16.

[8] Yusuf suresi, 23-34.

[9] Ebu Davud, Edep 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned 7,152.

[10] Ebu Davud, Edep 3

[11] Sünen-i İbn-i Mâce.

[12] Müslim b. el-Haccâc b. Müslim el-Kuşeyrî, el-Câmiu’s-Sahih, nşr. Muhammed FuadAbdulbaki, Beyrut, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, ty.,“Mesâcid”, 8.

[13] Deylemî.

[14] Sahih-i Buhari.

[15] Mesnevi-i Nuriye, Zerre.

[16] Münâfikun suresi, 2.

[17] Necm suresi, 32.

[18] İ.Mace, Nesai, Hakim, Dare Kutni.

[19] Müddessir suresi, 4.

[20] Furkan suresi, 72.

[21] Furkan suresi, 63.

[22] Mu’minun suresi, 3.

[23] A’raf suresi, 26.

[24] Müsned, I, 201; İbn Mâce, “Fiten”, 12; Tirmizî, “Zühd”, 11.

[25] Müslim ve Ahmed b. Hanbel’den Mansur Ali Nâsıf et-Tâc, el-Câmiu’l-Usûl fi Ehâdis er Rasûl, I/161.

[26] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Lemeat, “ Mevt, Tevehhüm Edildiği Gibi Dehşetli Değil. ”

[27] Âl-i İmran suresi, 193.

[28] Cuma suresi, 9.

[29] Ebu Davud,1; Tirmizi, İlim, 19; İbn Mace, Mukaddime, 17; İbn Hanbel, 5/196; Kenzu’l-Ummal, h. no:28746.

[30] Yunus suresi, 5.

[31] Mâide suresi, 44. Kur’an, Tevrat modelinde, vahye muhatap olan âlimleri 2 sınıfa ayırır:

  1. a) İhlaslı âlimler. Bunlara “ Rabbânî ” der. b) İhlassız âlimler. Bunlara ise “ Ahbâr ” der. Ahbarlar için Kur’an “ Yahudiler onları Rabb edindiler ” ( Tevbe suresi, 31) gibi bir ithamda bulunurken Rabbaniler için sadece “ Âyetlerimi az bir dünya menfaati için satmayın ” ( Maide suresi, 44 ) şeklinde ikaz tarzı uyarılarda bulunur.

[32] Müslim 1/150, 151, Malik 1/49, 50, Nesei 1/35, İbni Mace 2/580, Beyhaki 4/78, Ahmed 2/300, 408.

[33] Hucurat suresi, 10.

[34] Vakıa suresi, 8-24 ve 90-91.

[35] Tirmizi, Dua, 82.

[36] Müsned, 4/127, 128, 5/262; Hâkim, el-Müstedrek, 2/656.

[37] Sahihu’l-Buhari, IV, 142, Enbiya, 48.

[38] Saffât suresi, 79.

[39] Saffat suresi, 130.

[40] Saffat suresi, 123.

[41] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 29. Mektub, 9. Kısım, 4. Telvih.

[42] Tirmizi, İlm 19, (2688).

[43] Tirmizî, Birr, 15; Ebu Davud, Edeb, 66.

[44] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 10. Söz, 11. Sûret.

[45] Sözler, Lemeat, “ Beşer Hayatını İsterse Envâ-ı Ribâyı Öldürmeli. ”

[46]Taberânî.

[47] Riyazü’s Salihin, 2/874.

[48] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 29. Lem’a, 4. Bab, 1. Fasıl.

Tarih, Arkeoloji ve Kur’an Bilimleri Işığında Hz. Hud (AS)

Kur’an-ı Kerîm’de ismi, kıssası, kavmi ile mücadelesi, irfanı ve karakter özellikleri zikredilen peygamberlerden birisi Hz. Hud’dur (AS). İslamî kaynaklar incelendiğinde Onunla ilgili şu bilgilere ulaşılmaktadır:

Şeceresiyle ilgili olarak İslâmî kaynaklarda değişik rivayetler bulunmakla birlikte genellikle Âd b. Us b. Aram b. Sâm b. Nûh’a çıkarılmakta; Âbir’le (Tevrat’ta İbrânîler’in atası kabul edilen Eber) aynı kişi sayıldığı gibi onun oğlu olarak da gösterilmektedir (İbn Kuteybe, s. 28; Taberî, I, 216; İbn Abdürabbih, III, 368; Sa‘lebî, s. 47; Nüveyrî, XIII, 52).

Tevrat’ta Hûd’dan bu isimle bahsedilmemekte, Nûh’un oğlu Sâm’ın zürriyetiyle ilgili şecere de İslâmî kaynaklardakinden farklı olarak Nûh oğlu Sâm oğlu Arpakşad oğlu Şelah oğlu Eber şeklinde gösterilmekte, Eber’in Peleg ve Yoktan adlı iki oğlundan söz edilmektedir. Yine Tevrat’ta Nûh oğlu Sâm oğlu Aram oğlu Uts (Ûs) şeklinde bir şecere daha verilmekle birlikte bu ikinci şecerenin devamı yer almamaktadır (Tekvîn, 10/21-25).

Hûd kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de aynı zamanda Yahudileri ifade eden bir isim olarak da geçer (el-Bakara 2/111, 135, 140). Hâid kelimesinin çoğulu olan hûd, “tövbe etmek” anlamındaki hevd kökünden gelmekte olup “tövbe edenler” anlamında Yahudileri ifade eder (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “hvd” md.).

Bazı müsteşrikler, İslâm kaynaklarında Hûd kelimesinin hem peygamber ismi olarak hem de Yahudiler için kullanılmasını, ayrıca Yahudilerin ceddi olan Âbir (Eber) b. Şaleh (Şelah) b. Arfehşed ile (Arpakşad) Hûd’un aynı kişi olduğunun kabul edilmesini göz önünde bulundurarak Kur’an’daki Hûd’un Yahudilerin ceddi Eber olduğunu veya bu kelimenin bir şahıs ismini değil Arap ülkelerine göç eden bir Yahudi cemaatini ifade ettiğini, bunların Ahkāf’ta yerleşerek putperestleri Yahudileştirdiklerini ileri sürmektedir (Cevâd Ali, I, 311; EI2 [Fr.], III, 556).

Ancak Kur’ân-ı Kerîm’e göre Hûd Âd kavmine mensup olup onlara peygamber olarak gönderilmiş bir kişinin adıdır (el-A‘râf 7/65; Hûd 11/50; eş-Şuarâ 26/123-124). Âd kavmi hakkındaki sınırlı bilgiler de genellikle Kur’an’a dayanmakta, ayrıntılar ise daha çok tefsir ve kısas-ı enbiyâ türü eserlerde bulunmaktadır (bk. ÂD).

Kur’an’ın verdiği bilgiye göre Nûh kavminden sonra onların yerine getirilen ve onlardan daha üstün kılınan (el-A‘râf 7/69) Âd kavmi Hûd’un peygamber olarak gönderildiği Ahkāf bölgesinde yaşamıştır (el-Ahkāf 46/21). Her yüksek yere alâmetler diken, temelli kalmayı düşünerek sağlam yapılar yapan, mallara ve sürülere, eşsiz bağ ve bahçelere sahip olan bu insanlar (eş-Şuarâ 26/128-134) servetlerine ve güçlerine güvenerek gurur ve kibire kapılmışlar, putperestliğe sapmışlardır. Hz. Hûd hiçbir ücret talep etmeden onları Allah’a kulluğa ve tövbeye davet etmişse de onlar tanrılarını bırakmayacaklarını belirterek Hûd’u beyinsizlik ve yalancılıkla itham etmişlerdir (el-A‘râf 7/66; Hûd 11/53; eş-Şuarâ 26/139). Hûd ise kendisinin Allah’ın elçisi olduğunu, onlara Allah’ın vahyini bildirdiğini, taptıkları putları bırakmaları gerektiğini, aksi takdirde Allah’ın gazabına uğrayıp iğrenç bir duruma düşeceklerini söylemiş (el-A‘râf 7/70-71), fakat onu dinlemeyen kavmi, “Tehdit ettiğin azabı getir” diyerek kendisine meydan okumuştur (el-Ahkāf 46/22).

Bunun üzerine Allah, inkâr ve taşkınlıklarının cezası olarak onları helâk etmek için korkunç bir kasırga meydana getirmiş, vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde gördükleri kasırgayı yağmur bulutu zannedip sevinmişler, kasırga gelince insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi yere sermiş, kül edip savurmuştur (Fussılet 41/16; el-Ahkāf 46/25; ez-Zâriyât 51/41-42; el-Kamer 54/19-21; el-Hâkka 69/6). Yedi gece sekiz gün devam eden bu felâketten (Fussılet 41/16; el-Hâkka 69/6-7) sadece Hz. Hûd ve ona iman edenler kurtulmuş, ötekilerin kökü kesilmiştir (el-A‘râf 7/72; Hûd 11/58-60).

İslâmî kaynaklarda Hûd’un İrem’in çocukları arasında babasına en çok benzeyen, esmer, gür saçlı, güzel yüzlü olduğu nakledilir (İbn Kuteybe, s. 28). Bir rivayete göre Hûd Bâbil’de yaşamıştır. İnsanlar arasında farklı dillerin doğması üzerine Âd, Semûd ve diğer bazı kabileler amca oğulları Âbir ile birlikte Arapça konuşmaya başlamışlar, Âbir’in çocukları diğer insanlara kötü davranınca Allah onlara Hûd’u peygamber olarak göndermiştir. İlk Arapça konuşanın Hûd olduğu nakledilir. Sâlih ve Hûd Güney Arabistan’a gönderilen peygamberlerdir. Daha sonra çeşitli kavimler Bâbil’den değişik yerlere göç etmiş, bu arada Âd’ın çocukları da Yemen’e göçüp yerleşmişlerdir. Gördüğü bir rüya üzerine Kâbe’yi ziyaret eden Hûd, daha sonra Yemen’deki Ahkāf bölgesine giderek burada Âd kavmini hak dine davet etmişse de bir sonuç alamamıştır. Yıllarca süren kıtlık neticesinde Ahkāf halkının kendisinden yardım istemesi üzerine Allah’ın kendilerine sarı, kırmızı ve siyah renkli üç bulut göndereceğini belirterek bunlardan birini seçmelerini tavsiye etmiş, onlar siyah bulutu seçince kuvvetli bir kum fırtınası sonucunda helâk olmuşlardır (Vehb b. Münebbih, s. 37-52).

Kavminin helâk olmasından sonra Hz. Hûd’un, nereye gittiği ve nerede vefat ettiği hususunda çeşitli rivayetler vardır. 150 sene yaşayan Hûd (Sa‘lebî, s. 50), kavmi helâk olduktan sonra bir rivayete göre kendisine inananlarla birlikte Mekke’ye gidip yerleşmiş ve orada vefat etmiş, Kâbe ile zemzem arasında Hicr’e defnedilmiştir (Ezrakī, II, 134; İbn Kuteybe, s. 28). Diğer bir rivayete göre ise kabri Şam’da Emeviyye Camii’ndedir, hatta caminin kıble duvarını onun yaptığı ileri sürülmüştür (İbn Kesîr, I, 130). Ancak bu rivayet, Şam’ı diğer bölgelerden daha üstün ve kutsal gösterme arzusunun bir ürünü olarak değerlendirilmektedir (Cevâd Ali, I, 313; M. Beyyûmî Mehrân, s. 256-257).

Kabrinin Yemen diyarında olduğu (İbn Sa‘d, I, 52; İbn Kesîr, I, 130), kavminin cezalandırılmasının ardından Âd diyarından Yemen bölgesindeki Şihr’e göç ettiği, burada iki yıl kaldığı, vefatında Hadramut topraklarına defnedildiği yolunda rivayetler de vardır. Bu rivayetlere göre Hz. Hûd, Câhiliye döneminde kötü şöhreti yayılan Berehût Kuyusu’nun da bulunduğu Berehût vadisinde defnedilmiştir. Burada ona atfedilen kabir önemli bir ziyaret yeridir. Özellikle Şâban ayının 21’inde gelen ziyaretçiler burada üç gün kalmaktadır (Cevâd Ali, I, 312; Mustafa Murâd ed-Debbâğ, s. 17) R. B. Serjeant Hz. Hûd’un Berehût (Barhût) vadisindeki kabrini, ulaşım imkânlarını, ziyaret usullerini anlatmaktadır (Le Muséon, LXVII [1954], s. 121-166). Öte yandan Hûd’un kabrinin Filistin’de olduğu da rivayet edilmektedir. Gazze’deki Hûc sakinleri beldelerinin adının Hûd’un bozulmuş şekli olduğuna ve Hûd peygamberin orada medfun bulunduğuna inanırlar. Nâsır-ı Hüsrev ise Hayfa’nın bir köyünde Hz. Hûd’un kabrini ziyaret ettiğini nakletmekte, İrbid’in bir köyünün “en-Nebî Hûd” adını taşıdığı bilinmektedir (Mustafa Murâd ed-Debbâğ, s. 17). Hz. Hûd’un kabrinin Filistin’de olduğu iddiası, Âd kavmini Arap yarımadasının kuzeyi ile alâkalı kılan rivayetlerle bağlantılıdır. Humus’ta da Hz. Hûd’a nisbet edilen bir makam-kabir vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de hem Hûd adıyla hem de Âd kavminin yaşadığı bölgenin adıyla (Ahkāf) anılan birer sûre bulunmaktadır.[1]

Gırnâtî Seyahatnâmesi ve Gezginlerin Şahitlikleri

Ebu Hamid el-Gırnatî yazdığı eserlerinde bizzat kendi müşahedesi olan vakaları anlattığı gibi seyahat ettiği yer ile alakalı olarak âlimlerin eserlerinden nakiller de yapar. Bunlardan birisi aslen Yemenli olan Şa’bî’dir. Gırnatî, Onun Siyerü’l-Mülük isimli eserinden Yemen ile ilgili bizzat Şa’bî’nin şahit olduğu veya Yemen halkından sözlerine itimad edilir toplulukların şahitlikleri olan bazı vakaları anlatır. Bu yazıda Gırnâtî’nin Şa’bî’den aktardığı şahitliklerin arkeolojik deliller ile uyumunu göreceğiz:

Şa’bi Siyerü’l-Mülûk ( Kralların Hayatları ) adlı kitabında zikrettiğine göre Ali b. Ebu Tâlib (RA) bir gün Kûfe dolaylarında otururken Yemenli bir bedevî oraya doğru yaklaşmış, insanlara selam vermiş ve

  • “Mü’minlerin emîri olan hanginiz?” diye sormuş. İnsanlar Hz. Ali’yi (RA) göstermiş ve adam Onu selamlayıp hilâfetini kutlamış ardından:
  • “Yâ Mü’minlerin Emîri, Allah’ın sana öğrettiği dininde faydalı olabilecek şeyleri öğretmen için Yemen’den geldim ” demiş. Emirü’l-Mü’minîn Ali ona Yemen’in hangi beldesinden olduğunu sormuş. O da “ Hadramevt” ten ( Ölü Hadra ) geldiğini söylemiş. Ali:
  • “ El-Ahkaf’ı biliyor musun? ” diye sorunca adam,
  • “ Sanırım Nebi Hud’un (AS) küçük çukurunu diyorsun ” diye karşılık vermiş. Ali (RA):
  • “ Evet ” deyince adam şöyle devam etmiş:
  • “ Yâ Emire’l-Mü’minîn ”, gençlik yıllarımda ben ve bir arkadaşım birlikte 100 merdiveni olan bir dağın içinden bir kuyuya indik. Kuyuda içeride büyük bir kubbeyle karşılaştık. İçinde mermerden bir yatak, üzerinde de kaya parçası gibi bir adam vardı. Tıpkı canlı insanlar gibiydi, hiçbir değişiklik yoktu. Güzel yüzlüydü, cesedi azametli ve üzerinde Yemenî elbiseler vardı. Kafasının yanında mermerden bir levhada şiirsel bir dille şunlar yazılıydı:

Bu, takva sahibi doğruya itilmiş ve doğruya ileten bir peygamberdir.

Âd kavminin azgın tiranlarına gönderilmiş

Sadece Allah’a kul olsunlar, onun yerine başkasını anmasınlar

Zıddı ve eşi olan her şeyi reddetsinler diye

Ama onlar karşı çıktılar ve Onun sözüne beyinsizce cevap verdiler

Terör estirmekle, sürgünle korkuttular

Derken, Allah uğuldayan bir rüzgâr gönderdi üzerlerine,

Gök gürlemeleri ve şimşekler ile yeri göğü inleterek

Sonunda evlerinden başka hiçbir şey görünmez oldu

Elbette kul günah işler ve Allah gözetir.[2]

Bu şiir tarzı kitabe yazısı, tamamen Kur’anın anlattığı Hz. Hud (AS) kıssaları ile örtüşüyor. Hz. Hud’un (AS) kabrinin Yemen’de, Berehut vadisinde olduğuna dair tarihi rivayetlerin doğruluğuna şahitlik ediyor. Mezar taşlarına kitabe yazılması, ölen kişi hakkında bilgi verilmesi ve bunun şiir tarzında yazılması Osmanlı döneminde ve bütün dünya genelinde olan bir gelenek ve kültürel mirastır.

Şiirler, eski toplumların hafızasıdır. Duygulara hitap etmeyen fikirler ve sözler insan hafızasına depolansa da hatırlanması çok çok zor bir hal alır. Fakat duygulara hitap edecek şekilde söylenen, hasret-üzüntü-endişe-hayret gibi duygular içerdikleri için, insan hafızasındaki en güçlü bilgilerdir. Duygular, bilgiye güç katar. Şiirler, gerek kafiyeleri, gerek veciz olmaları, gerek duygusal bir sezgiye dayanmaları ile insanın kalıcı hafızasında yer ederler. Unutulmaları en güç, hatırlanmaları en kolay bilgi sınıfını teşkil ediyorlar. Bu açıdan Türkler, Araplar ve diğer göçebe kavimler, kağıt ve yazı yerine kültürel miraslarını bazen 40.000 beyite varan Manas Destanı gibi şiirlerle gelecek nesillere miras bırakmışlardır. Şiirleri belirli periyodlarla kişisel ve sosyal hayatlarında sürekli tekrar ederek hafızalarını canlı tuttukları gibi, ezber yönlerini iyice güçlendirmişler ve şiiri çok sayıda zihne nakşetmişlerdir.

Bu ara bilgiden sonra Şa’bî’nin aktardığı vakalara devam edebiliriz:

Şa’bî ( Allah rahmet etsin ) şöyle rivayet eder: “ Ölü Hadra dağında Ad kavminin ileri gelen melikleri ile kudretli olmayan meliklerin kabirlerini barındıran oyuklar vardı. Allahu Teala cesetlerinin azametliliği ile yiğitlikleri, kuvvetlerinin çokluğu ve sultanları ile onları ayrıcalıklı kılmıştır. Bu dağdaki Şeddad’ın kuyusunu buldum. Oraya her biri 10 zira olan merdivenlerden inilerek ulaşılır. ”[3] İçinde altınla işlenmiş mermerden büyük bir yatağın olduğu yer altındaki kubbeli mezara ulaşmışlar. Yatağın üzerinde Şeddad bin Âd’ın koyu kırmızı[4] ve acıyla bezenmiş, kaya parçası gibi olan cesedi duruyormuş ve cesetten hiçbir şey düşmemiş, canlı gibiymiş. Kafasının yanındaki altından levhada[5] şu şiir yazıyormuş:

Ben Âd oğlu Şeddâd’ım,

Muhkem ve ulu sarayın sahibi,

Şiddetin ve savaşın kardeşi,

Ve upuzun yaşamın,

Yeryüzünün halkı topluca boyun eğdiler,

Bana, tehdidimden korktukları için;

Bütün insanları ezdim topluca,

Sanki hepsi kölelerim benim;

Derken Hûd rüşd ( dosdoğru yol ) getirdi,

Ama biz Hûd’un sözünü de tutmadık;

İsyan ettik Hûd’a, oysa boyun eğdik,

Her inatçı zorbaya;

Sonra bir çığlık geldi, çöktü üstümüze uzak ufuklardan,

Döndürdü bizi ekine, çölün ortasında harman ezilmiş gibi…

Altın levhayı alıp oradan uzaklaştırdılar ve gördüklerine çok şaşırmışlardı.[6]

Helak edilmiş bu topluma ait cesetlerin kaya mezarlarına nasıl getirildiğinin delilini sonraki şiir bize bildirecek. Şiire geçmeden önce “ kaya mezarları ” bahsini incelemek önem arz ediyor.

Eski toplumlar, vefat eden sıradan halk ile kral, vezir, başkumandan v.b. yönetici kesimin cenazelerini aynı yere defnetmiyorlardı. Ad kavminde de bu durumun olduğunu görüyoruz. Sıradan halkın cenazeleri düz ova ve kuyulara; kralların ve Hud (AS) gibi önemli şahsiyetlerin mezarları ise, kaya mezarlarına ve benzeri yapılara defnediliyor; Mısır’da olduğu gibi kimi zaman da mumyalanıyordu.

Dağlar ihtişamın, büyüklüğün, toplumda ve döneminde bulunan insanlar arasında sivrilmenin sembolüdür. Bu açıdan bir piramitin tepe taşı gibi döneminin insanlarının üstüne yükselmiş kişilere insanlar vicdanlarından doğan bir saikle sıradan bir mezar yapmak istemediler. Dindar ise bir türbe veya bir mescid inşa etme arzusu onlarda uyandığını Kehf suresi, Ashab-ı Kehf kıssası ile ifade eder.[7] Eğer dinden uzaksa Mısır’ın, Endonezya’nın, Güney Amerika’nın piramitleri gibi, devasa yapılar inşa ederek veya dağları oyarak kaya mezarları inşa ettiler. Şanlıurfa merkezinde Roma dönemine ait kaya mezarlarını görebiliyoruz. İnsan fıtratındaki bu görünme, gösterme ve ihtişam arzusunun varlığını ifade etmek için Kur’an “ Ve’l-cibâle evtâde[8] ve “ Ve fir’avne zi’l-evtâd[9] der. İlk âyet “ Dağları, yeryüzüne çakılmış evtad ( kazıklar ) yaptık ” manasındadır. İkinci âyet “ Görmedin mi Rabbin nasıl muamelede bulundu kazıklar, dağlar sahibi Fir’avuna? ” manasındadır. Eski Mısır’ın yerleşim alanları Nil nehri kıyısındaydı ve bu saha düz arazidir. Orada dağlık saha bulunmamaktaydı. Hem Arapça’da çoğul ifadeler, en az 3 sayıda olan için kullanılırlar. Bu manada bakılınca Kur’an firavunların piramitlerini bir kazığa benzetiyor tespitini yapabiliyoruz. Fakat diğer kazıklara ters olarak bunların sivri tarafı semaya doğru uzanmış şekilde… Kur’an onları birer dağa ve yüksek yeryüzü şekline benzetiyor. Cibal kelimesi, kişiliğin şekli manasında olan “ cibilliyet ” ile aynı köktendir. İnsan kişiliği bir buzdağı gibi şekillendiği, yükselerek belirdiği zaman ona cibilliyet, yeryüzü ise dağlaşacak şekilde yükseldiği zaman ona cebel denilir. Cebel’in çoğulu ise cibâldir. Bu açıdan bakılınca Kur’an, piramitleri sun’î bir dağ olarak görmektedir. Gerek piramitlerle sun’îsi, gerek Âd ve Roma kavimlerindeki gibi hakikisi ile kaya mezarları sosyolojik bir kanundur ve halen devam etmektedir.

Gırnâtî, Şa’bîden aktarmaya devam eder: Onların yine yerin altında büyük bir kubbeli mezar buldukları rivayet edilir. Birçok merdivenle oraya inmişler. Yerin altında süslenmiş mermerden bir yatak, üzerinde de kaya parçası gibi ( taşlaşmış ) bir adam bulmuşlar. Bu cesetten de hiçbir şey düşmemiş, canlı insanlar gibiymiş ve onun da kafasının yanında bir levha varmış ve o levhada da şu şiir yazılıymış:

                        Kim beni tanımıyorsa, onca yıl aradan geçti diye,

                        Bunca sıkıntıdan, olup bitenden sonra;

                        Bilsin ki ben Şeddâd’ın oğluyum, ardından Kral olan;

                        İki yüzyıl, akabinde bir yüzyıl daha;

                        Çöl ordularım ve Câsim günlerinde,

                        El-Arûz’dan Saffan’a yayılan;

                        Aslanlar gibi Cadis ve Tasm kabilelerimiz,

                        Ve Umman körfezine kadar, Hicaz halkı;

                        Savaş için atıma bindiğimde,

                        Çevremde görürüm bunlardan;

                        Sabırsız atların üstünde,

                        Dizginlere yapışmış milyonlarcasını;

                        Anlaşma yapan kavimlerin hepsi bana boyun eğdi,

                        Şeddad’dan sonra isyan etmek üzere;

                        Doğu ve batının halkı isyan etmişlerdi bir zaman,

                        Nankörlüğe tutunup olmuşlardı hep düşman;

                        Kazandığım malın haddi hesabı yok,

                        Hayat ne getirir bilinmez diye sakladım onu;

                        Denizin derinliklerindeki toprağın altına,

                        Ama dileğim ölümsüzlük, zamanla uğraşamam;

                        Görünüyor ardımdan öyle toplumlar gelecek ki,

                        Birbirine takva ile bağlı, hepsi kardeş tastamam

                        Her erdemin sahibi Muhammed gelecek onlara,

                        Çarpıcı âyetler getirecek okunan Kur’andan

                        Keşke Onun önünde bulunsam,

                        Her savaş meydanında ve mızrakların vurulduğu anlarda;

                        Ey beni şimdi bir çukurda bağlanıp kalmış gören,

                        İman ile yaşa, uzak dur küfür karanlığından.[10]

Bu şiirden ve önceki şiirden anlaşıldığı üzere Hz. Hud’un (AS) tebliği, Şeddâd’ın hidayetine vesile olamamışsa da, oğlunun hidayetine vesile olmuştur. Hz. Peygamber’in (ASM) geleceğini, Kur’anın ona vahyedileceğini, Onun Hak yolunda savaşlar yapacağını, Allah katında takvanın değerli olduğunu Hz. Hud (AS) ona haber vermiştir. Şeddad’ın kum fırtınasında ölmesinden sonra oğlu onun yerine kral olmuştur. Babasının cesedini kaya mezarlarına defnetmiş, Onun Hz. Hud’un (AS) tebliğiyle muhatap olmasına rağmen iman etmediğini babasının kitabesine yazdırmıştır. Önceki şiirde gördüğümüz üzere… Eğer oğlu iman etmese ve Hz. Hud’a (AS) cephe alsaydı O da babası ve kavmi gibi helak olurdu. Bu durumda ne kralların mezarlarının bulunduğu yere Hz. Hud’u (AS) defnettirebilir, ne de babasının kitabesine bu şekilde bir kitabe yazdırabilirdi.

Hz. Hûd’un (AS) tebliği, halk tabakasından saray halkına kadar bütün kesimlerde duyulduğunu ve kabul gördüğünü yukarıdaki kitabe, levha ve şiirlerde gördük. Hz. Hud’un (AS) tebliğinin asker ve memur kesiminde de taraftar bulduğuna dair bir delili Gırnatî 55 yıllık seyahatinin bir safhasını içeren ve yıllarca içlerinde kaldığı Bulgar ve Başkırt Türkleri’nin bulunduğu bölgedeki bir mezar taşında okumuştur.

Gırnatî şöyle anlatır:

Şeddad bin Âd amcaoğlu el-Dahhâk bin Alvân’ı 10.000 tane dev askerler ile Irak’a göndermişti. Askerlerinin arasında Lam bin Âbir[11] adında imanını gizleyen ve Hud’a (AS) inanan bir mümin vardı. El-Dahhâk insanlara çeşitli işkenceler yapıyor, tencerelerde kaynatıyordu. Lam bin Âbir onu bu işten vazgeçirmek isteyerek:

– “Onlar da bizim gibi insan. Biz güç ve kuvvet olarak onlardan üstünüz. Allah bu yaptıklarından razı olmaz” dedi. Melik el-Dahhâk, ona kızarak:

– “Sanırım sen Hud’un dinindensin, Melik’in dinine karşı geliyorsun” dedi. Lâm korku içinde malını ve ehlini alıp ava çıkarmış gibi kuzeye doğru yola çıktı. Dahhak’ın bundan haberi olmadı. Lam bin Âbir, Sakalibe ve Başkırt topraklarına, oradan da Batı’ya, Rum topraklarına vardı. Karadeniz kıyısında temiz havalı, kaynakları bol, bitki örtüsü çok, yabani hayvanların olduğu bir yerde durdu. Orada siyah kurşun madeni buldu ve siyah kurşundan dağ gibi bir kubbe yaptırarak oraya gömülmeyi vasiyet etti. Sonra başucundaki taşa Arapça şu beyitleri yazdırdı:

Lâm bin Âbir’im ben…

Vermişim şirkin karanlığını, yerine ihlâsı almışım;

İdris’in Rabbi olan Allah’a inanıyorum,

O, Hûd’un da Rabbi’dir, kısasa da inandım;

Diyerek ben “ Ondan başka tanrı yoktur ”

Başkası yok, kendisine sığındığım Rabbimden;

Sonra inkârcı Dahhâk benden istedi,

Körlükte ve haddi aşmada onun gibi olmamı;

Sonunda tamamen terk ettim ülkemi,

Boşalttım onun için yerimi-yurdumu;

Oturdum uzun bir süre yalnız ıssız çöllerde,

Korkarak ve günahkârlardan kaçarak;

Ve inşa ettim gördüğünüz bu yapıyı,

Kudretli Rabbimin yardımıyla, kurşundan levhalarla;

Ve emrettim çocuklarıma beni defnetmelerini,

Bunun içine gömleklerim ve yorganlarımla;

Benden sonra bir peygamber gelecek bir zamanda,

Haşim oğullarından, hem koruyucu hem sığınak;

Sen çok ibadet edersin şefkatli, merhametlisin,

Aç-açık zavallılar ve de yetimler için;

Keşke ömrüm olsa da görsem onu,

Ulaşsam hayalime, seçkinlere verilen bu ihsana;[12]

Lâm bin Âbir’e ait bu şiir Hz. Hud’un (AS), Hz. Peygamber’e (ASM) dair halkını bilgilendirdiğini, Onun sıfatlarını muhatabının özelliklerine göre belirttiğini gösterir. Şeddad’ın kral olan oğluna Hz. Peygamber’i (AS) “ savaşçı bir kral ” ve “ takvalı ” olarak tanıtırken Lâm bin Âbir’e ise “ koruyucu, sığınak, çok ibadet edici, zavallı ve yetimler için şefkatli ve merhametli ” olarak tanıtıyor.

Bu şiirde dikkat çekici bir husus Lâm bin Âbir’in, Hz. Hûd’a (AS) iman ettiğini beyan etmeden önce kendisinin Hz. İdris’e (AS) iman ettiğini belirtmesidir. Ki bu bilgi peygamberler tarihi açısından çok kıymetli ve peygamberlik silsilesinin bir biriyle bağını göstermesi açısından çok önemlidir. İncil ve Kur’an için “ Kendinden önceki kitabı tasdik edici ”[13] ifadelerindeki sır ile aynıdır.

Lâm bin Âbir, şiirde, dinin sosyal hayata ait uygulamaları olan “ Kısas ” hükümlerine de iman ettiğini vurgular. Ki Lâm bin Âbir, Hz. Hud’un (AS) getirdiği şeriatin hükümlerinin Âd kavminde uygulandığı yıllara yetişememiştir. Şeddad’ın oğlunun iktidar döneminde Hz. Hud’un (AS) getirdiği semavi kanunlar, had ve kısas cezaları imanlılar toplumunda icra edilmiştir.

İngiliz Tarihçi John Forster’in Keşfettiği Kitâbe ve Âd Kavmi

Âd kavminden, helak öncesinde yaşayanlara Kur’an “ Âd-i Ûlâ ” ismini verir.[14] Âd kavminden helak sonrasında, Hz. Hûd’a (AS) iman eden ve içlerinde kral Şeddad’ın oğlunun da olduğu grup Hadremût’a yerleştiler. Peygamberlerin bir âdetidir ki, helake uğrayan yerleşim yerlerini terk ederler. Helak sonrasında iktidar kuran ve hak din üzerine yaşayan bu kavme           “ Âd-ı Sâni ” ( İkinci Âd ) ismi verilir. Hicrî 18. yılda İkinci Âd’den kalan bir kitabe keşfedilir. Ve şu sözler okunur:

“ Bizler, âdî düşüncelerden beri, kötülükle acımasızca savaşan hükümdarlar tarafından idare olunmaktayız. Bize Hud’un (AS) dini üzere rehberlik etmekteler ve tüm iyi hükümler, bir kitapta toplandı. ”[15]

 Emevi devrinde Muaviye bin Ebu Süfyan döneminde İkinci Âd’dan kalan bir kitabe Hısn-ı Gurab’da ( Karga Kalesi ) bulunur. Nüveyrî, Mesâlikü’l-Ebsâr isimli eserinde bu kitabeyi tamamen kaydeder.

1834 yılında İngiliz arkeolog John Forster bu kitabeyi ve üstündeki şiiri Aden çarşısı yakınlarındaki bir hisarın kalıntıları arasında mermerler üzerine kazılı olarak bulmuştur. Kitâbenin geçtiği İslam tarihi kaynaklarını araştırmış ve Nüveyrî’nin eserinde de tespit etmiştir. Nüveyrî tarafından yapılan kaydın eşliğinde şiiri deşifre ederek İngilizceye çevirip Historical Geography of Arabic isimli eserinde yayınlamıştır. Kitabede yazanların bir kısmı şöyle:

Asırlarca, bu kalenin avlularında huzur içinde yaşadık.

   Deniz, o yüksek dalgasıyla üzerimizden geçti.

   Nehirlerimiz şelâleler gibi akıp gitti.

   Yüksek hurmalar arasına bekçileri ektiler taze hurmaları,

   Vadideki derenin dolambaçlı ve kuru akıntılarının yanına,

   Ve kement ve kargılarla çıktık ava,

   Denizin derinliklerinden balıkları çekip çıkardık. 

   İğnelerle nakış nakış işlenmiş ipekler içinde gururla yürürdük;

   Saf ipeklerin ve yeşil çizgili kaftanların içinde.

   Hükümdarlarımız bizi idâre etti; âdilikten uzak bir şekilde

   Ve yalancılara karşı da acımasız.[16]

   Hükümdarlarımız, Hûd’un dininden doğru kanunu bize tatbik ettiler;

   Ve biz de inandık mucizelere, ölümden sonra dirilişe

   Ve Allah’ın nefesiyle ölülerin diriltilmesine.

   Düşmanlarımız topraklarımızı işgal etmek için üzerlerimize saldırdıklarında

   Beraberce karşı koyduk, düz ve kara mızraklarımızla.

   Çocuklarımızın ve eşlerimizin gayretli ve hararetli savunucuları,

   Uzun boyunlu, gri, parlak-doru ve duman renklerindeki küheylanların üzerinde,

   Üzerimize var gücüyle saldıran ve kazanırsa bizi ezecek olan düşmanları,

   Arkalarını dönüp kaçırana kadar ince ve uzun mızraklarımızla yaralayarak.[17]

Bu kitabe hakkında Seyyid Süleyman en-Nedvî şöyle der: “ Bu kitabe, Avrupalılar tarafından Arap topraklarında keşfedilmiş ilk Arapça kitabe olma özelliğini de taşımaktaydı. Kitabenin dili ve yazısı Güney Arapçasına yakın olduğundan, bazı kişiler tarafından yanlış bir şekilde Himyerî menşe’li sanılmıştır. ”[18] Hz. Peygamber’in (AS) bir hadisi bu konuyu aydınlatıcıdır: “ Peygamberlerden 4 tanesi Arapça konuşarak Arap halkına tebliğ yaptılar. Bunlar Hûd (AS), Sâlih (AS), Şuayb (AS) ve senin peygamberin, ey Ebu Zerr ” der.[19] Bu açıdan Âd-ı Ûlâ ve Âd-ı Sânî’ye ait yazı, kitabe, şiir ve kitapların Arapça olması gerekmekte ve öyle olması normaldir.

Seyyid Süleyman en-Nedvî kitabeyi inceledikten sonra şöyle der: “ Yukarıdaki kitabe; ilkin Hz. Hud’un (AS), gerçekten yaşamış bir kişi olduğunu; ikincisi, İlâhî gazaba uğrayan Âd kavminden geriye sağ olarak sadece Hz. Hud’un (AS) dininin müntesiplerinin kaldığını; üçüncüsü Âdların büyük mimarlar olduğunu; ve dördüncüsü, bu kavmin muhteşem bahçelere, çeşmelere, sığırlara ve çok sayıda çocuğa sahip bulunduğunu ispatlamaktadır. ”[20]

Bu şiiri ve Şeddad’ın oğlunun şiirini de beraber ele aldığımızda İkinci Âd kavminde denizciliğin ilerlediğini, deniz altını hazinelerini saklama yeri olarak kullanacak şekilde bir teknik geliştirdiklerini görebiliyoruz.

Bu kitabe ile, Gırnâtî’nin Şa’bî’nin Siyerü’l-Mülük eserinden aktardığı kitabe şiirleri ve kendisinin Başkırt diyarında gördüğü kitabedeki şiirde, bir birinin tamamlayan ve doğrulayan bilgiler bize Hz. Hûd (AS) ve kavminin helak öncesi ve sonrası dönemi hakkında bir harita oluşturacak kadar bilgi vermektedir. Bu durum arkeolojik çalışmalar devam ettikçe, peygamberler tarihine dair yeni bilgiler ortaya çıkacağı yönünde ümit vaad etmekte; Kur’anın ve diğer semavi kitapların bahsettiği kıssaların tarihî bir realite olduğunu ispat etmektedir.

Evet, Kur’an ve bütün vahiyler, peygamberlerin yaşadıkları hayatı, ideal bir hayatın formatı; peygamberlerin kavimleriyle mücadele sahnelerini kâinattaki iman-küfür, hidayet-dalalet, hayır-şer savaşının farklı cephelerini sunan halleri olarak canlı bir tablo şeklinde sunarlar. Canlılık, hakikatler üzerine kurulu küllî ve zaman-üstü bir sistemdir. Hayatı yönetecek ve yönlendirecek hakikatleri, kendi kudsî ve nurlu hayatlarıyla gösteren model şahsiyetler ise peygamberler ve dönemlerinde onlara tâbi olan insanlardır. İnsan hayatını, kâinata güzellik katan bir ahlak ağacı haline getirmek isteyen din elbette ki peygamberlerden bahsedecek, bütün ilmî-imânî-amelî ve ahlakî hükümlerini onların hayatları üzerinden gösterecek ve anlatacak… Bir melek insanlara, model olamazdı. Peygamberlerin sözleri, hakikati arayanlar için bir nur kandili, peygamberlerin hayatları ise hakkı görmek isteyenler için bir hidayet güneşidir. Bu manada peygamberler sözleri ve fiilleri ile akıl ve gözü olan bütün insanlara birer rehber, mürşid ve üstaddırlar.

 

 

[1] DİA, Hûd maddesi.

[2] Gırnâtî Seyahatnâmesi, s. 158-159.

[3] Şa’bî, aslen Yemenli’dir. Buraya kadarki ifadesinden Şa’bî’nin kendisinin bizzat oraya gittiği anlaşılıyor. Fakat metnin sonrasında başkalarının şahitliğine geçiyor. Muhtemelen kendisi riske girip dağın içinde araştırmaya kalkışmadı. Fakat yol arkadaşları yolun sonuna kadar gidip ona değerli bilgileri aktardılar.

[4] “ Koyu kırmızı cilt rengi ”, 7 gün 8 gece devam eden kum fırtınasının cildini yaktığını; “ acıyla bezenmiş yüz hatları ” ise gelen azabın yol açtığı fiziksel ve ruhani acıların yüzüne aksetmiş halini gösterir. Kum fırtınasının küçük çapta da olsa sıcak hava şartlarında yakıcı olduğunu 1998-2003 yılları arasında Kayseri’de İç Tarım Müdürlüğü’nde çalışırken bizzat müşahede etme fırsatım olmuştu.

[5] Diğer kaya mezarlarındaki levha ve kitâbelerden farklı olarak bu levhanın “ altın ” dan olması gösterir ki, bu mezar sahibi toplumda en yüksek konumlarda bulunan birisidir. Ki levhadaki şiir, levhanın altından yapılmasını teyid etmektedir. Eski toplumların en kıymetli kişilerinin kabirlerini, en değerli taşlar ve kıymetli madenlerle süsledikleri arkeolojik olarak bilinen sabit bir meseledir.

[6] Gırnâtî Seyahatnâmesi, s. 160.

[7] Kehf suresi, 21.

[8] Nebe suresi, 7.

[9] Fecr suresi, 10.

[10] A.g.e. s. 159-162.

[11] Gırnâtî, “Seyahatnâme” isimli eserinde bu şahsın ismini kitabın ana kısmında “ Lâm bin Âmir ” ve ekler kısmında ise “ Lâm bin Âbir bin Âd bin İrem ” olarak farklı zikreder. Tarihî ve semavi kaynaklar beraber ele alındığında bu ismin Lâm bin Âbir şeklinde olması daha doğrudur. Bu açıdan ismi Lâm bin Âbir olarak almayı doğru gördüm.

[12] A.g.e. s.163-164 ve s. 205-206.

[13] Mâide suresi, 46-47.

[14] Necm sûresi, 50.

[15] İbn-i Hişam, Târih.

[16] Kitâbenin bu kısmı Hicrî 18. yılda keşfedilen metinle aynı görünüyor. Kısa metindeki farklılık kitabenin tam tercümesi ile halledilebilecek bir hususiyet… Bu durumda kitabenin ilk keşfi Muaviye döneminden Hicrî, 18. Yıla kadar ilerlemiş olur. Eğer farklı noktalar kitabenin tam tercümesi ile giderilmeyecek bir şekilde ise, 2 yazı kaynağı farklı arkeolojik metin teşkil ediyor demektir.

[17] Seyyid Süleyman en-Nedvî, Kur’an-ı Kerim’de Kavimler, Toplumlar, Âd, Semûd ve Medyen, s. 52 ve 145. )

[18] Seyyid Süleyman en-Nedvî, Kur’an-ı Kerim’de Kavimler, Toplumlar, Âd, Semûd ve Medyen; İnkılab Yayınları, s.144-145.

[19] Sahih-i İbn-i Hibban, Cilt 1.

[20] Seyyid Süleyman en-Nedvî, Kur’an-ı Kerim’de Kavimler, Toplumlar, Âd, Semûd ve Medyen; İnkılab Yayınları, s.145-146.

Bediüzzaman Said Nursi’nin Entellektüel Biyografisi Üzerine Bir Değerlendirme

Şükran Vahide Hanımefendi, Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını anlatan böyle kıymettar ve erbâb-ı ilim yanında yüksek bir değeri haiz bir eseri hazırladığı için sonsuz teşekkürü hak ediyor. Entelektüel Biyografi isimli bu eser genel itibarı ile güzel olmakla beraber birkaç noktada eksiklikleri var. Bu yazının amacı bu eksikliklerin de tamamlanması ile Üstad Bediüzzaman’ı, entellektüalite boyutuyla yeterli bir şekilde tanıtacak bir eserin oluşmasına yardımcı olmaktır.

 Öncelikle diyebiliriz ki birkaç yerde dizgi hatası olarak bazı yanlışlar var. ( Mesela, bir yerde takdir kelimesi tekdir olarak yazılmış; mana zıddına dönmüş. Mesela, Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın yılı 1922 olmalı iken 1915 olarak girilmiş… )

İkinci ve asıl ve son derece ciddi eksiklik şu ki, yazarÜstad’ın asıl entellektüalite boyutu olan onun ilmî şahsiyetine ve ilmî keşiflerine dair ne Eski Said Dönemi’ni ne de Yeni Said Dönemi’ni anlatırken hakkıyla değinmemiş. Gerçi Eski Said Dönemi’nde bu konuya dair bir giriş yapılmış fakat bu, deliller ve nümuneler ile desteklendirilmemiş. Ayrıca Üstad Hazretleri, imanî meseleleri izah ve isbat ederken son derece ilmî ve derin ve makul ve mantıkî izahlar ile, çok sağlam ve sarsılmaz ve karşı konulmaz ilmî bürhanlar ve hüccetler ve deliller ile Hakikat’e ve Hakikatu’l-Hakaik’a bir yol açtığını ve bunu Kur’an’ın manevî ve ilmî mucizeliğinden elde ettiğini ifade ettiği halde[1] yazarımız, Yeni Said Dönemi’ni anlatırken, Üstad sanki ilmî çalışmaları tamamen terk etmişçesine bir izlenim vermiş. Oysa Üstad Hazretleri, bizzat şöyle diyor:

Evet dinin, şeriatın ve Kur’an’ın yüzden ziyade tılsımlarını, muammalarını hall ve keşfeden ve en muannid dinsizleri susturup ilzam eden ve Mi’rac ve haşr-i cismanî gibi sırf akıldan çok uzak zannedilen Kur’an hakikatlarını en mütemerrid ve en muannid feylesoflara ve zındıklara karşı güneş gibi isbat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nur…[2]

Demek Risale-i Nur son derece ilmîdir ve ilim dünyasında yeri ve değeri yüksekte olmayı hak eden ve hakiki değeri de öyle olan bir eser-i cihandeğerdir. Biz, Eski Said Dönemi’ne ve Yeni Said Dönemi’ne ait Üstad’ın bazı ilmî keşiflerini yazarak gerisini yazarın zekâvetine ve entellektüalitesine havale edeceğiz.

Eski Said Dönemi’nde Üstad:

İşarât isimli eserinde; her bir genç erkeğin 1/3 çocuk, 2/3 erkek; her bir genç kızın 1/3 erkek, 2/3 kadın olduğunu tesbit ediyor. Ve evlilik ile, genç kızdaki erkekliğin erkeğe geçmesiyle erkeğin tam erkek olduğunu, erkekteki çocukluğun ise genç kıza geçmesiyle kadının tam kadın olduğunu ifade ediyor. Bu şekilde modern psikolojinin daha ulaşamadığı ve belki de üstünde kalem oynatmadığı bir noktada hakikate muvafık bir tesbit ve keşifte bulunuyor.

Muhakemât isimli eserinde 8. Mukaddime’de; geçmiş asırların insanlarında hissiyat hâkim olduğunu, bunun için de, daha çok somutçu ve gördüğüne inanan bir yapıda olduklarını ve bundan dolayı onları, akılları değil, gözleri; fikirleri değil, hisleri; hikmet değil, hükûmet; hak değil, kuvvet; aklın temayülleri değil, kalbin meyilleri; hüda değil, heva idare ettiğini belirtiyor. Eski asırların insanlarının fikren çocuk olduğunu fakat zamanın ilerlemesiyle artık insanlığın olgunlaştığını ve hikmetin, hakkın, aklın, efkarın, hüdânın bundan sonra sözünün geçeceğini söyleyerek gelecek asırlarda bütün bu özellikler üzerine müesses olan İslamiyet’in hâkim-i mutlak olacağını haklı olarak söylüyor, tesbit ve isbat ediyor.

Yani Üstad, daha derinden bakılırsa, eski devirlerde insanlar için kudret sıfatı ve her alanda onun hâkimiyeti esas iken gelecek zamanda ilim sıfatı ve her alanda onun hâkimiyeti esas olacaktır, diyor.

 Sünûhat ve Lemeât isimli eserinde; Şeriat-ı İslamiye’nin Medeniyeti ile Avrupa Medeniyeti ismi altında beşerî felsefenin ürünü olan bütün medeniyetlerin muvazenesini yapıyor ve şu sonucu çıkarıyor:

İslam Medeniyeti, ilim ve maneviyatın hâkim olduğu, kudretin ve maddenin ise ona hizmetkâr olduğu bir akıl-hâkim medeniyet iken, Avrupa Medeniyeti ise kudret ve madde esaslı giden ve ilmin geri planda kaldığı duygu-hâkim bir medeniyettir. Çünkü, İslamî Medeniyetin esasları Hak ( İlmin ve Şuurun yani İradenin kontrolündeki kudrete denilir ), Fazilet ( Manevi kazanç ve değerdir ), Din, Vatan, Sınıf Rabıta’sı ( Din ve mana bağına dayanır ), Muavenet ( Mananın üstünlüğüne dayanır ), Hüda ( Akıl ve Kalb ittifakı )’dır. Ki her biri ilmin hâkimiyetine yani soyuta dayanır.

Avrupa Medeniyetinin esasları ise Kuvvet ( Maddenin kaynağıdır ), Menfaat ( Maddi kazanç ve değerdir ), Unsuriyet ( Kan bağına dayanır ), Mücadele ( Kuvvetin üstünlüğüne dayanır ), Heva ( Nefsin cismanî arzuları )’dır. Ki her biri kudretin hâkimiyetine yani somuta dayanır. Mesela, Kuvvet, Kudretin cilvesidir, yani görünür halidir.[3] Ayrıca bu esaslardan çıkan sonuçları da Bediüzzaman zincirleme bir sistematikle şöyle sıralar ve şu an yaşanılan tablonun izahı da ortaya çıkar:

Hakk>>Adalet>>Selamet

Fazilet>> Muhabbet ve Tecazüb>>Saadet

Din, Vatan, Sınıf Bağı>>Uhuvvet ve Umumi Selamet>>Vahdet

Muavenet>>İttihad ve Tesanüd>>İhya-yı Cemaat-ı İslamiye

Hüda>>Terakki ve Refahet ( Cismani Kalkınma )>>Tenevvür ve Tekamül ( Ruhani kalkınma )

Hayat (canlılık), Vahdet ve İttihad’ın eseridir.[4] Buna binaen denilebilir ki bu düsturlarla oluşan bir İslamî toplum, büyükçe bir organizma halini alır ve canlanır.

Kuvvet>>Tecavüz ve Taarruz>>Hıyanet ( Yani, Terörizm. )

Menfaat>>Tezâhüm ve Tehâsum>>Cinayet ( Kapitalizmin sonucu budur. )[5]

Unsûriyet>>Tenâzu’ ve Tedâfü’>>Sefalet ( Bütün zenginlik kuvvetlilerde toplanır. )[6]

Mücadele>>Tesâdüm ve Telâtum>>Helaket ( 2 Cihan Harbi bunun ürünüdür.)[7]

Heva>>Sefahet>>Mesh-i Manevi-i İnsan ( Ye’cüc ve Me’cüc anarşizminin sebebi bu.)

Bu düsturlarla oluşan bir toplumda değil manevi saadet ve sürur, maddi ve anlık saadet ve lezzetler dahi hakkıyla mümkün olamaz.

 İşarât isimli eserinde, “ Ben ” kavramı üzerinde bir tahlille, cismin her sene maddeten değiştiğini ve benliğin de her sene öğrendikleriyle şekillendiğini, tabir caizse dağ başından yuvarlanan ve sonra çığ haline gelen bir yapıda olduğunu ifade ediyor. Bu değişim sürecinde şekillenmeler farklı farklı olsa da kendi kendisinin farkında oluş sabit olduğunu ve bunun değişmediğini belirterek ölümde ve sonrasında da bu farkındalığın devam edeceğine değiniyor ve her sene ki “ Ben ” in geçmiş yıllarda ölmüş eski benliklerin aynı farkındalıkla, farklı bilinç seviyesinde haşr edilmiş hali olduğunu ispat ediyor.

Mesnevi-i Nuriye eserinde Nokta Risalesi’nde; Ezeliyet-i Madde, Tabiat, Kuvvetler ve Kanunlar konusunu işleyip, görünen bir şeyin ezelî olamayacağını çünkü görünenin sınırlı olduğunu ve bundan dolayı değişmeye ve erimeye mahkum olduğunu ispat ediyor. Tabiatın ise, Sünnetullah tabir edilen ve maddeyi çekip çeviren İlahî bir yazılım ve program olduğunu; kuvvetler ise, bu programın birer hükmü; kanunlar ise bu yazılımın birer meselesi olduğunu belirterek, yalnızca ve yalnızca Kudret-i İlahiye’nin müessir olduğunu ispat ve izah ediyor.

Bunlar ve benzeri yüzlerce psikolojik, sosyolojik, ahlakî, tarihî, kevnî keşifler ve tesbitler…

Yeni Said Dönemi’nde Üstad:

Mektubat kitabı 24. Mektup’ta, Ontolojik açıdan Ontolojiyi izah ve ispat ediyor. Kudret’in Ayn-ı Vücûd olduğunu, Kudret’in ve Vücud’un Vahdet’ini, İlm’in Ehadiyet’ini, ve Tecelli-i Ehadiyet vasıtasıyla Kudret ile İlm’in organize olmalarını işler. Akabinde bu sistemin sonucunda Âlem-i Şehâdet’in oluşmasını, bunun ise faaliyet ve hareket ile meydana gelişini, onun hayatı doğuruşunu, hayatın bir faaliyet oluşunu, hayatın olduğu yerde lezzet, şevk, aşk, iftihar, sürur gibi manaların ortaya çıkışını tahlil eder. Bu çıkışın sebebinin Tecelli-i Ehadiyet olan her bir mahlukun yazılımı olan ilmî sıkıştırılmış dosyanın açılması oluşunu ve İman’ın, hakikatin böyle olduğunu ilmen bilme ve kabullenme olduğunu ve kendinin de Kudret-i Ehad-i Samed’in bir zuhur noktası olduğunu kabullenme olduğunu beyan eder. Sonra bu âlemde yaşamanın Mutlak Kudret’in eseri olan çeşitli âlemlerde kendini ilmen kopyalamak için olduğu gibi birçok orijinal tesbitlerde bulunur.

Lemeât’ta merâtib-i ilim bahsinde; imanın, ilmin en üst mertebesi olduğunu ispat ediyor ve insanın beynindeki ilmin mertebesine göre insanda ruh halleri oluştuğunu ve insanın aldığı farklı tavırları sıralayıp imanın hangi merhalelerden geçtiğini şöyle özetler: Tahayyülden, tasavvura; tasavvurdan, taakkule; taakkulden, tasdike; tasdikten, iz’ana; iz’andan, iltizama; iltizamdan, itikada ( Lemeât )… Bunlardan çıkan halleri sayarken dinde salabetin ancak itikad ile olacağını, taassubun sebebinin itikad ve iman haline gelmemiş eksik bilgi olduğunu ve iltizamın eseri olduğunu belirterek Müslümanları imanî meseleler üzerinde ilmî çalışmalara teşvik ediyor. Buradan anlaşılıyor ki, her bir dinî mesele ilmen izah ve ispat edilebilir. Bediüzzaman’ın Yeni Said Dönemi’nde Risale-i Nur Külliyatı ile yaptığı bütün icraat bundan ibarettir. Veraset-i Nübüvvet ve Velayet-i Kübrâ yolu budur.

Mesnevi-i Nuriye’de 10. Risale’de, Küll-Küllî, Cüz-Cüz’î farkının izahıyla, Cenab-ı Hakk’ın Cemal ve Celal’ini, hem Kemal ve Kibriya’sını izah ve ispat ediyor; bütün bu sıfatlarla kâinatın ilişkilerini gösteriyor; kâinat ve insanın yaratılışının sırrının bu meseleler arasındaki ilişki ve farklara dayandığını ispat ediyor.

7. Söz’de, 29. Söz’deki İnce Remizli Nükte’de, 13. Lem’a’nın 9. İşaretinde ve 11. Şua’nın 8. Meselesi’nde, felsefecilerin tesbit edip kâinata uyarlayamadıkları Küll-Küllî[8] farkını hem uyguluyor, hem işlettiriyor, hem sonuçlarını beyan ediyor. Yani kâinatın Celal-Cemal ile inşa edilip Küll anlamına gelen Celal, Küllî anlamına gelen Cemal ile kurulduğunu ve bunların çarpışmaları sonucu Küll içinde Küllî anlamına gelen Kemal ve Cüz içinde Cüz’î yani potansiyel Küllî anlamına gelen Kibriya sıfatlarını izhar ettiğini… Bu diyalektik yapının Cüz’ kavramının ortadan kaldırıp her şeyi bir Cüz’î kıldığını beyan ediyor. İnsanın Celal sıfatlarına karşı “ Acz ”, Cemal sıfatlarına karşı “ Fakr ” ile donatıldığını, Tecelliyât-ı Celâliyeye karşı “ Sabır ”, Tecelliyât-ı Cemâliyeye karşı “ Şükür ” ile sorumlu olduğunu, İnsanın Acz’inin ona Kudret-i Mutlaka’yı bulduracak pusula olduğunu, Fakr’ının İlm-i Muhît’i göstereceğini ifade ediyor. Acz’den Havf doğar eğer geleceğin belirsizliği akla görünürse; Kudret-i Mutlaka’yı bilmek insana emniyet verir ve buna İman denilir. Fakr’dan hüzün doğar geçmiş kayıp bilinirse; İlm-i Muhît’i bilmek insana sürur verir, çünkü ona kaybolmanın imkânsızlığını duyurur. Acz insanı Ulûhiyet’e İmana, Fakr insanı Rubûbiyet’e “ Duaya ve Muhabbete ” götürür, der.[9] Kâinattaki bu Celal-Cemal dualitesi ve Kemal-Kibriya diyalektiği faaliyeti doğurur. Bu da “ Zaman ” ı oluşturur. Faaliyetsiz, zaman olamaz. Zaman, Faaliyet-i Kudret’in uzunluk ölçüsüdür. Ayrıca bu diyalektik, mevt ve zevali yani entropiyi doğurur. Çünkü hem imtihan hakikati için hem daimî faaliyetin tahrip ediciliği açısından madde ve maddî beden erir. Uzun süre devam edemez. Çünkü hayat, faaliyet ve hareket maddeyi eriten ve şeffaflaştıran bir hakikattır.[10]

2. Şua’da Itlak Bahsi’nde, Kudretin müstevli ve dolayısıyla boşluksuz olduğundan bahseder. Çünkü hakiki ıtlaka mazhar olmayan su gibi bir madde dahi istila ettiği yeri dolduruyor ise, hakiki ıtlaka mazhar olan Kudret’in mutlak manada boşluksuz olması zaruridir, der. Üstad Bediüzzaman bu boşluksuzluk hakikatını, 29. Söz 1. Maksad 1. Esas’da, 26. Lem’a’nın 6. Ricası, 11. Şua’nın 11. Meselesi, 24. Mektub’un 5. Nüktesi, 12. Lem’a’nın 2. Sual’inin 3. İşareti gibi yerlerde ve Risale-i Nur Külliyatı’nın tamamında Melâikeye İman Rüknü’nün isbatında sarsılmaz ve reddedilmez bir delil olarak kullanır.

29. Söz’de ve 30. Lem’a’nın İsm-i Hayy bahsinin 4. Remz’inde, Vücud, Hayat, His, Şuur ve Akıl Hakikatlerinin bir birleriyle ilişkilerini; Vahiy ile Peygamberlik müessesinin Hayat, His, Şuur ve Akıl ile ilgisini anlatarak, Peygamberliğin Kâinatın Ruhu olan Uluhiyet’in[11] Cilvesine bilfiil mazhariyet olduğunu ve İnsanın ruh yazılımının bu kâinat yazılımıyla aynı olduğunu, Peygamberlere kalb denilen bilinçaltı kâinat arşivinden bilgiler verilmesine “ Vahiy ” denildiğini ve Vahyin insana Vücud’u, ve onun yoğun hali olan Hayat’ı, ve onun yoğun hali olan Hiss’i, ve Onun yoğun hali olan Şuur’u, ve onun yoğun hali olan Akl’ı, ve onun yoğun hali olan Akl-ı Küllî’yi kainat çapında Küllî olarak yaşattırdığını ispat ve izah ediyor. Evet, insan kâinatın meyvesidir ve kalbi, kâinat ağacının yazılımını taşıyan sıkıştırılmış bir programdır. Yani Kur’anî tabirle matvi bir dosyadır. Bu cihetten kâinat kadar açılabilir ve açılmasından da mes’uldür. Vahiy ise bunu sağlayan tek şifre çözücü programdır. Bu yazılımın son noktasında kadar açılmasına ise “ Mi’rac ” denilir.[12]

17. Lem’a 8. Nota’da ve 30. Lem’a İsm-i Kayyum bahsi 5. Şua 1. Mes’elesi’nde, Kudret-i Mutlaka’nın tasarrufunun, sibernetik tarzda, her şeyin her şeyi tetiklemesi ve etkilemesi ile olduğunu “muvâzene-i kainât” tabiriyle ifade ediyor. Bu muvazenenin yeni tevzin ve tanzimler şeklinde daimî faaliyet ile olduğunu isbat ediyor ve Emr-i Kün Feyekün diye anılan idare-i kainât hakikatinin sibernetik bir idare olduğunu beyan ediyor. 17. Lem’a’daki nümune şu ki: Dünya döndürülür, atmosferde hava akımları oluşturulur, bunun sonucunda sıcak hava yükseltilir, soğuk hava alçaltılır, soğuk havayla ortam soğutulur ve ortamın soğumasıyla sıcaklık Sıfır dereceye indirilince suya “Don!” emri verilmiş olur… Yani kâinat, dualiteyle kurulmuş, diyalektik ve sibernetik Vâhidiyet yasaları ile işleyen bir mükemmel sistemdir. Üstad’ın dediği gibi “ Her şey her şey ile alakadar” ise her şey her şeyi etkiler. İşte sibernetik ilminin tarifi!

10. Söz’de, epistemolojik olarak hakikatin hakikati doğurması ve gerektirmesi tarzında bir sistem ile ve bu sistemin Âlem-i Şehâdet’te yani Hakikat-i Hâricîyede câri oluşunu gösterir. Sonra bu sistemin daimiyetini ve bunun da ebedî Âhireti sonuç vereceğini aklî, mantıkî, ilmî izahlarla son derece yüksek bir tarzda izah ve ispat eder.

Ayrıca, 30. Söz ve Mesnevi-i Nuriye Katre Risalesi’nde, İnsan’ın bütün bir bedeniyle Hücre oluşu yani Organizma oluşu ve Benliğin ondaki Şehevî, Gadabî, Aklî kuvvelerle izah edilişi…

 24. Söz 2. Dal’da insanlık dünyasında 9 Kişilik Tipi oluşu, bunların Zühre, Reşha, Katre[1] sembolleriyle ana hatları ve kısmen de detaylarıyla izah edilişi…

Sözler kitabı 32. Söz’de 3. Mevkıf 2. Nükte’de psikolojideki Baba-Oğul Rekabeti’nin izahı ve çözümü…

Sözler kitabı, 17. Söz’de Farisî Münacatta, Mutlak Yokluk’tan, batılı tabirle Ex Nihilio’dan Bahsedilemeyeceğinin isbatı ve izahı…

Sözler kitabı 20. Söz’de Hz. Âdem’e (AS) secde hadisesinin Gaybî olduğu ve Hz. Âdem’in (AS) aynı zamanda Şahs-ı Mânevî-i Beşeriyet olduğu, secde hadisesi ve Tâlim-i Esma hadisesinin beşerin yeryüzüne ilimle hâkim olması ve başka mahlukları hizmetinde kullanmasının sembolü olduğu…

Sözler kitabı 26. Söz’de İlim Hakikatinin zaman-üstü olduğu ve buna binaen ilmi, zamana tabi kılıp ona göre kaderi anlamaya çalışmanın hata olduğu…

Sözler kitabı 21. Söz 2. Makam’da bilinçaltı ve hafızada bilgi kayıt sisteminin nasıl çalıştığı ve vesvese meselesinin izahı ve çözümü…

Sözler kitabı Söz’de Namaz’ın Hakka ayinedârlık ve bir açıdan vuslat oluşu; Hakikat-ı Namaz’ın Onun Cemal ve Kemalini Göstermekten ibaret olduğu ve bunun yapıldığı her ameliyenin namaz kabul edildiği…

Lem’alar kitabı 13. Lem’a’da ademin (yokluğun) izafî olduğu, açılmamış yazılımlardan ibaret olduğu, şerlerin ve günahların açılmamış yazılım olduğu ve bunu doğurduğu, şeytanın insana müsbet bir şey yaptırmamaya çalıştığı ve bununla sorumlu bir perde-i izzet ve azamet olduğu…

Lem’alar kitabı 14. Lem’a’nın 2. Makamında kâinatın Uluhiyet’le kozmik bir hayata, yeryüzünün Rahmaniyet’le ekolojik bir hayata mazhar olup canlı olduğu ve insanın İsm-i Rahîm’in tecellisinden ibaret olduğu…

Lem’alar kitabı 30. Lem’a’nın İsm-i Ferd bahsi 5. İşaret ve İsm-i Hayy bahsi 5. Remz’de Ferdiyet ve Ehadiyet Tecellileri’yle kâinatın bir mana oluşu ve kâinat dosyasının ihata ettiği her bir dosyanın onun alt dosyası olduğunu, onun parçası olmadığını çünkü ilmin parçası olamayacağını beyan ederek Allah’a parça isnad edenlerin cehâletini ispat ettiği…

Lemeât’ta, İnsanların Tümevarım ve Tümdengelim metodlarıyla ancak düşünebildiğini, Tümevarım’ın yetersiz ve kısır kaldığını, kâinatın ve her şeyin ancak Tümdengelim metoduyla anlaşılabileceğini ispat ettiğini görüyoruz.

Bunlara benzer yüzlerce ve binlerce ilmî mesele hem ontolojik, hem epistemolojik, hem metodolojik, hem linguistik, hem psikolojik ve psikiyatrik, hem sosyolojik, hem parapsikolojik v.s. olarak incelenmiş ve detaylarıyla anlatılmış.

Cemil Meriç’in kendisine “ Üstad ” diyerek hürmet ettiği, 26. Söz olan Kader Risalesini dinlediğinde “ Bir tek O, bir tek O çözmüş. Ne Doğu’da ne Batı’da başka çözen yok ” deyip heyecanından ayağa fırladığı bir hikmet dâhisinin eseri olan Risale-i Nur Külliyatına dair bazı küçük tespitler ile bu muazzam ve ölmez eserin günümüz ve gelecek asır insanlarının hakikat ve hak arayışında rehberlik etmeye layık olduğunu göstermeye çalıştım.

Şükran Vâhide Hanımefendi’ye kıymetli çalışması için teşekkür eder, kendisine Allah’tan uzun ömürler dilerim. İslamiyete ve insaniyete daha nice faydalı eserler vereceği temennisiyle…

[1] Emirdağ Lahikası-I, 53. Mektub.

[2] Emirdağ Lahikası-I, 23. Mektub.

[3] Lem’alar, 26. Lem’a 11. Rica.

[4] Barla Lahikası, 120. Mektub.

[5] Tezâhüm, bir birine zahmet verme; tehâsum, bir birine düşman kesilme demektir.

[6] Tenâzu’, çekişme; tedafü’, bir birini def etme demektir.

[7] Tesâdüm, bir birine darbe vurma; telâtum, birbirini tokatlama demektir.

[8] Mantık bilimine göre Küll, parçalardan meydana gelen bütün; Küllî ise, ferdlerden oluşan tümel ve bütüncül demektir. Cüz’, parça; Cüz’î ise, ferd, tikeldir.

[9] Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 1. ve 2. Meyve.

[10] Sözler, 30. Söz, 2. Maksat, 3. Nokta, 2. Haşiye.

[11] Lem’alar, 14. Lem’anın 2. Makam’ı 1. Sır.

[12] Sözler, 31. Söz, 1. Esas ve 2. Esas.

[13] Zühre, çiçek; Reşha, güneş ışığı altındaki su sızıntısı; Katre ise, yakamoz altındaki su damlasıdır.

Peygamberlerde Tevhid, Tevekkül ve İhlas Bütünlüğü-2

Tevhid, Teslim ve Tevekkül

Tevekkül, terim olarak, sebeplere başvurup gerisini Allah’ın hikmet ve rahmetine, kudret ve san’atına havale etme demektir. Fakat Cenab-ı Hakk, hikmetine göre yarattığı için, kulun teşebbüsü her zaman istediği sonucu vermez. Bu da zaman zaman kulda şevk kırılmasına yol açar. Bu da, bir çeşit imtihandır. Bir yazar buna şevkten, iştiyaka geçiş aşamasıdır, der. Şevk, ruh kuşunun sağlam iki kanadıyla uçması ve uçmaya çalışmasıdır. İştiyak ise, bir kanadı kırık kuşun uçma gayreti ve heyecanıdır, diye meseleyi açıklar.

Bediüzzaman Said Nursi, 23. Söz isimli eserinde tevekkül bahsini şöyle anlatır:

ÜÇÜNCÜ NOKTA: Îman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî îmanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve îmanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. “Tevekkeltü Âlallah” (Allah’a tevekkül ettim) der, sefine-i hayatta (hayat gemisinde) kemâl-i emniyyetle (mükemmel bir güven içinde) hâdisâtın dağlarvârî dalgaları içinde seyran eder (gezer). Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak’ın yed-i kudretine (kudret eline) emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra saadet-i ebediyyeye girmek için Cennet’e uçabilir. Yoksa tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne (aşağıların en aşısına) çeker.

Demek îman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni (iki dünya mutluluğunu) iktiza eder. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı (sebepleri) bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telâkki ederek; müsebbebatı (sonuçları) yalnız Cenâb-ı Hak’tan istemek ve neticeleri O’ndan bilmek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.

Tevekkül eden ve etmeyenin misâlleri, şu hikâyeye benzer:

Vaktiyle iki adam hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye (gemiye) bir bilet alıp girdiler. Birisi girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret eder. Diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi:

Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.” O dedi:

Yok, ben bırakmayacağım. Belki zâyî’ olur. Ben kuvvetliyim. Malımı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim.” Yine ona denildi:

Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i Sultaniyye (saltanat gemisi) daha kuvvetlidir. Daha ziyâde iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremiyecek. Kaptan dahi eğer seni bu halde görse, ya divânedir diye seni tardedecek. Ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihza (alay) ediyor, hapis edilsin, diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünki ehl-i dikkat nazarında, za’fı (zayıflığı) gösteren tekebbürün (büyüklenmen) ile, aczi gösteren gururun ile, riyâyı ve zilleti gösteren tasannuun (yapmacıklık) ile kendini halka mudhike (komedi) yaptın. Herkes sana gülüyor.” denildikten sonra o bîçârenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu.

Oh!.. Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum. ” dedi.

İşte ey tevekkülsüz insân! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfuruşluktan (kendini satmaktan) ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyyeden (Ahiret bedbahtlığından) ve tazyikat-ı dünyeviyye (dünyevi baskılar) hapsinden kurtulasın…

Bediüzzaman tevekkül bahsinden önce 1. Nokta’da insan ve kâinatın tevhid hakikatiyle yapıldığını ve devam ettiğini ders verir. Sonra 2. Nokta’da insan ve kâinat arasındaki kopmaz bağı ve bağlantıyı hatırlatıp genelde insanların nefis ve enaniyetlerine tabi olduklarını, tabi oldukları veya bunları kırıp aştıkları durumlardaki kâinat algısının farklarını bir temsil ile ifade eder. Nefis ve enaniyetle zifirî karanlık bir âlem insanı sararken; tevhidin yerleştiği kudsiyet ve hüviyet haletinde âlem aydınlanır, Hakikat Güneşi doğar, Allah’ın tecellileri ve her şeyin Onun elinde olduğu idrak edilir, görülür ve hissedilir, der. Tevhidin, insanın ruhuna işlemesini sağlayan bu safhaya “ Teslimiyet ” adını verir.

Tevekkülden bahseden 3. Nokta’da ise, “ iman kuvveti ” bahsine geçer. İlk 2 nokta “ iman nuru ” ile her şeyin aydınlanması meselesidir… İlk 2 nokta enâniyetin (benliğin) aşılmasıdır. Enâniyet olayın dışını görür; içine geçemez. Geçemeyince, insan kindar bir canavar hayvan gibi kalır. “ Homo homini lupus ” (İnsan insanın kurdudur) sözünü yaşar. Fakat öze geçince insan kâinatta “ mükerrem bir aziz misafir ” ve “ muhterem bir muhatab-ı İlâhî ” olarak varlık piramidinin tepesinde görünür. Kâinat ise tevhid olmayınca, dıştan bakılınca karma karışık ve tesadüfi bir olaylar zinciri ve nesneler yığını olarak hayale yansır. Tevhid hakikati ve nuruyla bakılınca kâinat bir kitap gibi muntazam ve manalı; bir ayna gibi şeffaf ve güzel; gökyüzü gibi ferah ve aydınlık verici bir suret alır, der.

Tevekkül, “ iman kuvveti ” bahsidir. Bu kısım, nefs-i emmâreyi aşmakla ilgilidir. Duygulara iman nurunun işlemesi meselesidir. İşleyip işlemediğinin alameti, gemiye binen yolcuların halidir. Çünkü o gemi, tevekküldür. Tevekkül ettim demek, hakikaten tevekkül etmek anlamına gelmiyor. Temsilde gördüğümüz üzere… Yükünü gemiye bırakan kişi gemiye itimad ediyor; geminin gücüne, gemiyi idare eden kaptanın maharetine güveniyor. Diğer adam ise, gemi onu ve yükünü taşıdığı halde o gemiye ve kaptana itimad etmediği, güvenmediği için yüklerini sırtında ve belinde taşımaya devam ediyor. Gemiye güvenmiyorsa, yüzerek denizi geçmeli değil miydi? İşte bu manzara, taklidî tevekkül ve sürü psikolojisidir. Herkes gemiye biniyor diye o da binen adamın hali… Herkes “ Allah büyüktür ” diyerek tevekkül ediyor diye o da “ Allah büyüktür ” diyen adama benziyor… Fakat herkes aklından ve başından “ Acaba ne sonuç çıkacak? Kötü sonuç çıkar mı? Çıkarsa ben ne yaparım? ” şeklindeki gelecek endişelerini çıkarırken o, bu endişeleri halen başında taşımaya, tereddütlerde bocalamaya ve telaşa kapılmaya devam eder. Hem herkes kalbinden ve sırtından “ Daha önce yaşadığım başarısızlıklar gibi üzülür müyüm? Evet, geçen günlerde böyle üzülmüş ve şöyle yanmıştım. Daha önce şöyle ızdırap yaşamıştım ” gibi üzüntüleri çıkarırken o, bu üzüntüleri sırtında bir yük olarak taşımaya devam eder.

Burada çok ilginç bir nokta var ki, bu tarz üzüntü ve endişeler manevi birer günahtır. Çünkü Kur’an günah hakkında, “ yük ” der. “ Vela teziru vâziratun vizra uhra ” âyetleriyle…1 Kur’an bu âyetlerle günah sorumluluğunu anlatmak için defalarca “ Kimse kimsenin yükünü yüklenmez ” der. Evet bu tarz endişe ve üzüntüler birer manevi günahtır. Çünkü kişiyi Allah’ın kudret ve kuvvetine değil kendi nefsine itimada, kendindeki kudret ve kuvvete itimada yol açarlar. Oysa tevhid hakikati der ki, “ Sendeki hayat gibi kudret ve güç de Allah’tandır, Onun tecellisidir. ” Bundan dolayı diyebiliriz ki, tevekkül anında, kişinin tevhidi hayatına ne kadar yerleştirdiği ortaya çıkar. Hakiki tevekkül dilde değil gönülde, duygu ve düşüncede huzur ve sükunet ile kendini gösterir. O vakit ruh gelecek endişesi ile ezilmez, kalb de geçmişin üzüntüleriyle dağılmaz. Bu şekilde yük yapmaktan kurtulan kişi Bediüzzaman’ın dediği gibi berzahta istirahat eder, mahşer günü bir kuş gibi Cennetin kapılarının bulunduğu yer olan gökyüzüne doğru uçuşa geçer. Baş ve sırtında böyle yükleri olanlar ise yerde çakılı kalır; sonra Cehennem’e düşer.

Tevekkülü Engelleyen Hususlar

Üstad Bediüzzaman, insanın tevekkülünün önündeki engelleri nefsin hastalıkları olan gurur, tekebbür (büyüklenme) ve tasannu’ (yapmacıklık) olarak tespit eder. Gururun, aczden kaynaklandığını, hakiki tevekkülü yapmayan veya yapamayan kişiye dikkatle bakan birinin gurur perdesinin arkasında saklı derin âcizliği görebileceğini sosyal hayattaki bir çok müşahedesine dayanarak söyler. Hem tekebbürün, zaaftan yani zayıflıktan kaynaklandığını ve dikkatle inceleyen birinin büyüklenen kişinin derinliklerinde saklı köklü zayıflığını görebileceğini ifade eder. Tasannu’un (yapmacıklık) ise, riya (gösteriş) ve zilletten (eziklikten) kaynaklandığını, bunları gösterdiğini ve dikkatle bakan birinin böyle bir kişide bunların hâkim olduğunu görebileceğini ifade eder.

Dikkat edilmişse burada psikolojik bir oyun var. Nefis, âciz değil, “ Kâdir ” görünmeye çalışıyor. Zayıf değil kuvvetli ve “ Kavi ” görünmeye çabalıyor. Yaşadığı psikolojinin tersiyle kendini yansıtıyor. Hakikate karşı dik durmaya çalışıyor. Fakat endişeler ve üzüntüler o kadar çok ve manen ağır ki, altında eziliyor. Bu durumda ister istemez, beli bükülüyor.

Nefsin asıl derdi “ görünmek ”, daha derinlerde ise “ güçlü görünmek ” ve “ mükemmel görünmek ” olduğundan Allah o nefsin görünme ve “ görsünler ” (riya) hastalığını onu rezil ve zelil ederek gösterir. Said Nursi verdiği temsilde gemiye binip de yükünü başında ve belinde taşıyan kişiye hitaben şöyle dedirtir: “ Kendini halka mudhike (güldürücü, komedi, gülünç) yaptın. Herkes sana gülüyor. ” Bu söz o kişiye söylendiğinde adam sırtından ve başından yükleri indirip “ Oh! Allah senden râzı olsun ” der. Diğer deliller onu ikna edemez. Bu durum da gösterir ki asıl dert, görünmektir. Buna Arapça’da, “ riya ” denilir. Tasannu’ hastalığının içinde riya boyutu açığa çıkıyor. Riyanın zıddı ise, “ ihlas ” tır.

Riyada kişi, kendini gösterdiği ve kendini güzel, mükemmel ve güçlü gösterdiği için diyebiliriz ki ihlas da, Allah’ın cemal ve kemalini, kudret ve kuvvetini göstermektir. Bu göstericiliğe, risalet hakikati ve Allah’a aynalık ismi verilir.

Bu noktada denilebilir ki riya, kendi zâtını göstermek ve “ Ben ayna değilim. Ben, benim ” demektir. İhlas ise, Cenâb-ı Hakk’ın zâtını ve tecellilerini göstermek ve “ Ben Onun aynasıyım ” demektir. Ki tam manasıyla tevhidin yaşanılma halini ifade eder.

İhlas Hakikati ve Yaratılış Sistemi

İhlas, kelime olarak, kurtarmak, bir şeyi kabuğundan kurtarıp özleştirmek, manevi engelleri aşmak manalarına gelir. Dinî manasıyla ihlas, kendisiyle Allah arasındaki bütün perdeler ve engellerden ruhunu temizlemek… madde ve nefis, tabiat ve şahsiyet, tesadüf ve enâniyet denilen içteki ve dıştaki karanlıklar ve putlardan kendini kurtarmak; tevhidi iç ve dış dünyasına yerleştirmek; kabuktan öze ve hakikate geçmek demektir. Bu manada diyebiliriz ki ihlasın seviyeleri var:

Dünyayı terk edip Âhirete odaklanana, “ hâlis ” denilir. Âhireti kalbinden çıkarıp Allah’a odaklanan kişiye “ muhlis ” denilir. Kendini tamamen terk edip şevk içinde Allah’tan başka bir şey düşünemez ve hissedemez hale gelene ise “ muhlas ” denilir. Bu son seviye, kişinin çabasıyla elde edilemez. Kul çabalar, Allah verir. Fakat diğerlerinde kul çabası ağırlıklıdır.

Muhlas, terim olarak, manevi bütün kir ve ateşlerden Allah tarafından kurtarılmış kişi manasına gelir. Hz. Yusuf’un (AS) Züleyha’nın teklifi karşısında dik durduğundan bahseden âyetin sonunda “ Hakikaten o bizim muhlas kullarımızdandı ” der.2 Demek bir kişi hâlis-muhlis de olsa o an zinadan kendini kurtaramazdı. Muhlaslar manevi bir koruma altındadırlar. İslam kelam âlimlerinin tespit ettiği peygamberlerdeki ortak vasıf olan ismet sıfatı ”, muhlaslıkla alakalıdır, diyebiliriz.

Kur’an Meryem ve Saffat sûrelerinde Hz. Musa ve Hz. İlyas’ın (Aleyhimesselam) muhlaslık yönlerine vurgu yapar.3 Sad suresinde Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakub’un (Aleyhimüsselam) ihlasta zirve oluşlarını ifade eder.4 Meryem suresinde Hz. Musa (AS) bahsinde ise muhlaslığı, “ risalet hakikatinin ” temel bir yönü olarak vurgular.

Meryem suresi kişiyi maneviyata açan ve onu maneviyatta yükselten iki sır verir: “ Sıdk ” ve “ İhlas. ”5

Öfkeli, aceleci, kavgacı, adaletperver, hakperest kişilerin “ ihlas ” ile yol alabileceklerini… Çekingen, erteleyici, uzlaşmacı, tahammüllü, nizam-perver, hakikatperest kişilerin sıdk ile yol alabileceklerine işaret eder. Hz. Musa ve Hz. İsmail ( Aleyhimesselam ) misallerinde…

Muhlas kişi kendini hiçe sayıp Allah’ın varlığını, birliğini, tekliğini, eşsizliğini, ezelî ve ebedî oluşunu, Onun mükemmelliğini, hiçbir kişi ve nesneye muhtaç olmayışını muhatabına hissettirerek anlatabilir.

Sâdık kişi ise, hak ve hakikati ona gösteren her nesne ve kişi karşısında boynunu büküp nefsini ve benliğini yere çalabilir. Hakikat Kabesi karşısında melekler gibi secde eder. Sebeplerin Allah’ın elinde bir ip olduğunu ve her şeyin Allah’ın yönetimi altında olduğunu aklen net bir şekilde görüp bütün akıl sahiplerine delil ve bürhanlarla gösterebilir.

Bu açılardan bakılınca ihlas ile tevhid arasında çok sıkı bir bağın var olduğu görünür. Çünkü ihlas ile kişi, Allah hakkında yanlış itikad, anlayış, inanç ve saire her şeyden kendini kurtarır. Onu hakkıyla tanır, sever; her şeyi Ondan bilir, görür ve hisseder.

Bundan dolayı sahabeler, Allah’ı en iyi tanıtan sureye, içinde ihlasla ilgili bir kelime geçmemesine rağmen “ İhlas Sûresi ” adını vermişler. Kişinin ihlasıyla o suredeki manaları idrak edip hissedebilecek ve onlara mazhar olabilecek boyuta yükselebileceğini keşfetmişler. Evet o sûre, bütün şirk ve bozuk anlayış çeşitlerini öldürüyor. Saf, katıksız, tertemiz, öz bir Allah anlayışı, marifeti ve tevhidini ders veriyor. Hüviyet, Uluhiyet, Ehadiyet, Samediyet, Ezeliyet, Ebediyet ve Ferdiyet-i Zât’ı akıl, kalb ve ruhlara gösterir.

İhlas, zaman zaman güncellenmek ister.. Çünkü ihlas, bir niyet işidir. Niyetler ise zaman içinde değişir. İhlas, niyetin Allah rızası ve sevgisine odaklanmasıdır. Bu manada Bediüzzaman şöyle der: Demek, niyet bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır. 6

Niyet, amele hayat verdiği ve ona ruh olduğu gibi; niyeti de ruhlandıran ihlastır. Ruhu canlandıran ise, nurdur. İhlas, özünü Allah’a odaklamakla nur-u İlâhîyi niyetin içine yerleştirir. Bir hizmet ve ibadette ihlas kırıldığında iş, riyakarlığa, “ görsünler ” ve “ desinler ” meselesine iner.

1Zümer suresi, 7; Fatır suresi, 18 v.d.

2Yusuf suresi, 24.

3Meryem suresi, 51 ve Saffat suresi, 128.

4Sad suresi, 45-46.

5Meryem suresi, 41-55.

6Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, Nükte.

Peygamberlerde Tevhid, Tevekkül ve İhlas-1

Tevhid, sözlük manası ile, birleme, bir araya getirme, ayrılık ve bölünmüşlükleri ortadan kaldırma demektir. Fakat dinî terim olarak tevhid, çok sayıda var olduğu sanılan ilahların hakikatte bir olduğunu idrak edip O hakiki İlah haricindekilerin ilahlıklarını reddetme, Hakiki ilahı ise bütün sıfatları ve isimleriyle, fiilleri ve icraatlarıyla kabul etmedir.

Kelime-i Tevhid’de “ Lâ ilahe ” kısmı, reddetme bölümünü içerir. “ İlallah ” ifadesi ise Hakiki İlah’ı gösterir. Fakat yaratılmışların ilah olamayacaklarını anlayıp o putları kırmak ve Hakiki İlah’ın varlığını ve birliğini bulmak Tevhid yolunun ilk yarısıdır. Diğer yarısı ise “ Muhammedü’r-Resûlullah ” cümlesinde gizlidir. Akla geliyor, “ O Tek ve Mutlak Mükemmel olan Allah niçin kulları yarattı? ” Bu sorunun cevabını “ Muhammedü’r-Resûlullah ” cümlesi anlatır. Yaratılanlar içinde en mükemmeli ve en üst seviyeye çıkanı olan Hz. Peygamber’in (ASM) “ resul olması bu meselenin anahtarıdır.

Resûl, elçi demektir. Elçi ise, bir sultanın razı olduğu ve sevdiği; gazaplandığı ve nefret ettiği meseleleri içeren fermanı getiren ve halka tebliğ eden kişiye denilir. Normal saltanatlarda bu iş böyledir. Allah’ın saltanatında ise, elçilik için sadece söylemek yeterli değildir. O elçi, yaşadığı mükemmel ve dengeli hayat ile getirdiği fermanı yaşayacak ve yansıtacak… İşte o vakit bu fermanın ne işe yaradığı; başta insan olmak üzere bütün mahlukatın yaratılış sebebi ortaya çıkmaktadır.

Resûller, insanın aklını terbiye edip onu hikmete eriştiriyor; âlemdeki hayır ve hakkı, düzen ve kemali gösteriyorlar. Hem insanın kalbini tasfiye edip onu meveddet denilen marifete dayalı sevgiye eriştiriyor; âlemdeki san’at ve cemali, denge ve merhameti gösteriyorlar. Hem insanın nefsini tezkiye edip onu şükre eriştiriyor; âlemdeki ni’met ve bereketi, ihsan ve sürekliliği gösteriyorlar. Bu sayede Allah’a ayna oluyorlar.

Yaratılanların varlık gayesi, Allah’a aynalıktır. Bu aynalığa, “ risâlet ” (elçilik) deniliyor. Bu açıdan insana Allah’ı hatırlatan ve Onun sıfatlarını insanlara, varlığı ve hayatıyla gösteren her şey çapına göre bir resullük yapmış olur. Bu manada risalet hakikatinden her şeyin bir hissesi vardır. Resuller, hayatlarıyla hakkı, hak yolu olan hidayeti, hidayet denilen sırat-ı müstakimi gösterdiklerinden dolayı, insanların hayatındaki eğri büğrülükleri gidermeye yardımcı olan her kişi ve her nesne insan açısından bir Allah elçisidir.

Mesela Cüneyd-i Bağdâdî Hz.leri (KS) der ki: “ Bana hak yolunun, pürdikkat olmayı ve uyanıklık istediğini gösteren, yani bana mürşidlik eden bir kedi oldu. ” Fare avlayan evindeki kedinin fare deliği karşısında saatlerce gözünü kırpmadan beklemesi ve fare çıkar çıkmaz da onu avlaması Hz. Cüneyd’e (KS) hak yolunda sebat ve pürdikkat şartı olduğu dersini vermiştir.

Risalet ve Tevhid Bağlantısı

İnsanlığın tarihine baktğımızda görüyoruz ki, risalet ve Allah’a aynalık hakikati bilinmeyince Allah’ın yarattığı ve yaşattığı, sayısız özeliklerle donattığı ve süslediği, her biri bir sanat antika, hikmetinin harikası, ilmî maharet, kudret mucizesi ve rahmet hediyesi olan nesneler Ona ortak koşulmuştur. Hakikatte onlarla Kendisini bildiren, hissettiren o nesneler ve canlılar Allah’ın ortağı zannedildiler Özellikle irade sahibi olan insanlar, cinler ve hatta şeytan… Ya korkudan, ya aşırı sevgiden, ya ölüm tehlikesinde yetişip kurtarmasından, ya sefalet ve rezalet anında uzanıp genişlik vermesinden veya başka sebeplerden dolayı bu yaratılmışlar Yaradan’a ortak hayal edildiler. Bunlardan Firavun, Nemrud ve benzerleri ise, elde ettikleri iktidar ve gücün, ordu ve servetin üflemesiyle şişen nefis ve enaniyetleri ile bu ortaklığı ve hatta daha ötesini dilleriyle ilan ettiler. Bu noktada “ Muhammedü’r-Resulullah ” cümlesi şu sorunun cevabıdır: “ Yaratılanlarda gözüken bu güzellik ve mükemmellik kimindir? ”

Tevhid hakikati der ki, her bir yaratılan nesne ve canlı, Allah’ın yeryüzüne, kâinata ve o kulun bulunup gezdiği mekan ve zamanlara vurduğu bir mühürdür, şeffaf bir aynadır ve oralarda vazife gören istikametli bir askerdir. O asker nereye giderse, orası Sultanının mülküdür. O ayna nerede görünürse görünsün o daima Onu yaratanı gösterir. O mühür nerede bulunursa bulunsan Ona dikkatle bakana o mührü vuranın ismini ve ihtişamını okutur. Bu manada yıldızlar, uzaydaki mühürler olduğu gibi çiçekler de yeryüzünde birer mühürdürler. Onlar uzay tarlasında ekilmiş çiçekler olduğu gibi, yeryüzündeki çiçekler de dünya aynasında parlayan sabit birer yıldızdırlar.

Tarihte bu aynalık meselesi bilinmediği için her toplumda şirk problemi olmuştur. Tevhidin zıddı, “ şirk ” tir. Yani Allah’ın, yaratılış sırrı gereği yaratılmışlarda gözüken sıfatlarını, yaratılmışlara ait bilme… Bunun psikolojik temelinde kulların, kendilerinin kendilerine ait olduklarını düşünmeleri yatar. Bu düşünceyi de kişiye veren her bir insanın içindeki “ nefs-i emmâre ” ve “ enâniyet ” tir.

Enâniyet (benlik), kendini her şeyden müstakil, bağımsız ve hür olarak görür. Nefs-i emmâre de kendini, kimseye muhtaç olmayan, kendisi kendi başına var olan hakiki varlık olarak hisseder veya kendini böyle görmek ister. Allah-u Zü’l-Celal, sırf bir imtihan meydanı oluşsun diye onlara bu yanlış algıya kapılabilme özelliği vermiştir. Her bir insanda bu algılar vardır. Bu algının varlığını en bâriz olarak

* Birisi bize hıyanet ettiğinde,

* Birisi bizim adımıza karar verip bu yanlış karar bize zarar verdiğinde,

* Birisi bizim akıl ve irademizi hiçe saydığında içimizde uyanan tepkilerde görürüz.

Bu nokta-i nazardan bakıldığında semavi bütün dinlerde bulunan bir ibadet olan oruç, nefs-i emmâreye çok ağır gelir. Çünkü nefsin muhtaçlığını bütün âleme ve kendine gösterir. Bu yüzden nefis, oruçta çok sinirlenir. Oruç emrini verene ve o emri Ondan getirene karşı kin tutar.

Semavi bütün dinlerde farz kılınan namaz ise enâniyete çok ağır gelir. Çünkü onun hür olmadığını, tabir caizse, onun yularının 5 vakit bir el tarafından çekildiğini, onun bağımsız ve hür olmadığını herkese ve ona gösterir. Namazın ömür boyu ve sürekli oluşu bu manada enâniyetin bozuk algısını yıktığı için o da içten içe kin güder. Bu duygusunu göstermek için:

* Namaza kerhen kalkar;

* İstemeye istemeye kılar;

* Ettiği duaların aynen istediği gibi verilmesini ister; verilmez ise küser;

* Canının istediği zaman namaz kılmak ister;

* Canı istemediği zaman namazı bırakır.

Bu açıdan namaz ve oruç, insan ve cinlerin hayatına tevhidi yerleştiren; insanları ve cinleri diğer yaratılmışlardan üstte şuurlu ve iradeli bir tevhid mührü, aynası ve askeri kılan birer manevi reaksiyondurlar. İnsan ve cinlerden Allah’ın istediği, onların tevhidin dili, hayatı ve sembolü olmalarıdır. Bu manada Kur’an der: “ Allemehu’l-beyan ” ( Rahman olan Allah, insana beyanı yani hakkı açıkça ifade edebilme özelliğini öğretti ).1

Tevhidin Mertebeleri ve Hayat

Tevhidin Esma-yı Hüsna ve hakikatler sayısınca tecellileri ve kişinin iç dünyasında yerleşme seviyeleri vardır. Mesela Mu’ti (Veren), O’dur.

* Ondan başka hiç kimse bir insana bir safa ve nimet veremez.

* Hayatı veren O olduğu gibi, hayatı besleyecek ve devam ettirecek şeyleri veren de O’dur.

* Ondan başka hiç kimse bir insana cefa ve musibet veremez.

* İnsana ebedi hayatı getiren imanı, islamı, ilmi ve muhabbet veren de O’dur.

* Bu konuda elçisine elçi görevi veren,

* Elçisine fermanı olan Kur’anı veren,

* Elçisini insanlığa bir nimet ve ikram, ayna ve rehber olarak veren yine O’dur.

Bu açıdan Cevşen’de Hz. Peygamber (ASM) Allah’a şöyle seslenir: “ Yâ Mu’tiye’l-mes’ûlât ” ( Ey Kendisinden dilenilen ve istenilen her şeyi kullarına veren ve bahşeden Zât-ı Mu’ti-yi Mutlak! )2 Bu konudaki tevhid, insanın dünyasına yerleşirse kullar üzerinden ona gelen acı-tatlı her şey Allah’ın Mu’ti ismiyle verdiği bir imtihan unsurudur, der. Fazla korkmaz, fazla üzülmez. Çok terakki ederse gün gelir hiç korkmaz ve üzülmez bir seviyeye yükselebilir. Acının, mes’ulü kendinin olduğunu; verenin O olduğunu fark eder ferah duyar; lezzetin muhtacı ve dilencisi kendisi olduğunu, verenin O olduğunu hisseder sevinç ve minnet duyar. Kişilere, onların bozuk niyetlerine takılmaz; her şeyi Allah’tan görür ve hisseder. O kötü niyetli kişiye de böyle zavallı bir hale düştü diye acır. Fakat bir daha aynı delikten ısırılmamak için de temkinli olmayı ders alır. Bu manada Cevşen duasındaki uzun cümlelerin her biri Esma-yı Hüsna’nın Hz. Peygamber (ASM) tarafından kısaca izah edilmesidir. Cevşenü’l-Kebîr duasında bu özellikte 750 tane izahlı isim bulunuyor.

Tevhidin sonsuz mertebeleri bulunuyor. Yazdığı Külliyat, Kur’anın tefsiri, Cevşenü’l-Kebîr’in bir şerhi ve marifetullah konusunda eşsiz boyutta olan Bediüzzaman Said Nursi 7. Şua isimli Âyetü’l-Kübra Risalesini tamamen tevhide ve mertebelerine ayırmış; tevhidini 33 ana mertebesini yazmıştır. Ayrıca tevhidin hakikat ve sırlarının ne olduğunu 22. Söz’de, 2 makamda incelemiştir. 33. Söz olan Pencereler Risalesi ile, her şeyi Allah’ın güneş gibi aydınlık tecellilerinin göründüğü birer pencereye çeviren bir tevhid dersini vermiştir. Ki Cemil Meriç bu Risaleyi her dinlediğinde “ Bütün Avrupa’ya meydan okuyor ” diyerek oturduğu yerden ayağa kalkmıştır. 16. Söz isimli eser ise, Allah’ın ve Onun icraatlarının en kök boyutlarını ve tecelli çeşitlerini bize bildiren, Vahdet-Vâhidiyet-Ehadiyet-Vahdaniyet sırlarını temsillerle işleyen ana tevhid dersleridir. 2. Şua Risalesi ise doğrudan doğruya tevhid sırlarını Mutlakiyet, Sonsuzluk, Sınırsızlık, Kuşatıcılık hakikatleri çerçevesiyle işleyen muazzam bir eser ve mutlak tevhid dersidir. 3. Şua Risalesi ise, kâinatı âlem âlem bir sayfa gibi okutarak tevhidi gözlere gösterecek surette ders veren bir hakikat hazinesidir. 20. ve 24. Mektublar ise Marifetullahtan Muhabbetullaha; 32. Söz ise Muhabbetullahtan “ Ruhani Lezzetlere ” doğru kişiye yolculuk yaptırır. Fikirden hisse, histen şuur ve bilince doğru yükselen ve yükselten birer miraç merdivenidirler.

1Rahman suresi, 4.

2Cevşenü’l-Kebîr, 2. Bab, 9. Ukde.