Etiket arşivi: eymen akça

İNSAN İRADESİNİ EMZİREN ANNE: “ KADER ” ( 3 )

İnsan Eseri Olan İşlerde İnsan İradesinin Payı: Halk-Kesb Meselesi

  1. Vecih: [1]Cüz-ü ihtiyarînin üssü’l-esası olan meyelân, Maturidîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş’arîona mevcutnazarıyla baktığı için, abde vermemiş. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref’ etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise, o anda onu terk edebilir. Kur’ân ona o anda diyebilir ki, “Şu şerdir, yapma.”

Evet, eğer abd, hâlık-ı ef’âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref olurdu. Çünkü ilm-i usul ve hikmette, مَالَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْ kaidesince mukarrerdir ki, “Birşey vâcip olmazsa, vücuda gelmez.” Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise, malûlu, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.

Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kisb-i insanî, bazan yapmak ve bazan yapmamak, eğer mûcip bir müreccih bulunmazsa, tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usul-ü kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder.

Elcevap: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. Yani, müreccihsiz, sebepsiz rüçhaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vakidir. İrade bir sıfattır; onun şe’ni böyle bir işi görmektir.

Eğer desen: Madem katli halk eden Haktır. Niçin bana kàtil denilir?

Elcevap: Çünkü, ilm-i sarf kaidesince, ism-i fail, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa, bir emr-i sabit olan hâsıl-ı bi’l-masdardan inşikak etmez. Masdar kisbimizdir; kàtil ünvanını da biz alırız. Hâsıl-ı bi’l-masdar, Hakkın mahlûkudur. Mes’uliyeti işmam eden bir şey, hâsıl-ı bi’l-masdardan müştak kılınmaz.

Bu bölüm Said Nursi’nin dipnotta belirttiği gibi, gayet ince ve derin bir tefekkür isteyen bir yer… Kilit nokta burası diyebiliriz. Burada bazı kavramları açıklamak lazım… Meyelan, kişinin içindeki çeşitli konulara dair şiddetli istekler, eğilimler demektir. Said Nursi başka bir yerde insandaki meyillerin kökünün, onun o konudaki kabiliyetleri olduğunu; kabiliyetlerin kaynağının ise insandaki istidadlar olduğunu bildiriyor.[2] Demek bizim irademizi yönlendiren asıl unsur arka planda bizim potansiyel yeteneklerimizdir.

Emr-i itibarî, bir açıdan var bir açıdan yok denilebilecek özellikteki mesele demektir. Aynadaki görüntümüzü örnek alırsak… Bu görüntü, elle tutulamayan ve bir ağırlığı olmayan bir şey… Bu manada maddi dünya açısından “ Var ” diyemeyiz. Var olan her şeyin bir ağırlığı vardır. Oysa buradaki görüntünün ağırlığı yoktur. Fakat gözle görünüyor, belirli bir şekli, rengi ve sanatı içeriyor. Bu manada da yok diyemeyiz. Manevi bir varlık demek zorundayız. İşte insandaki meyiller, Maturidi mezhebine göre bu manada bir emr-i itibaridir. Maddeten var diyemiyoruz, tamamen yoktur da diyemiyoruz.

Cüz’-ü ihtiyari ile bağına gelirsek, bir şey emr-i itibari olunca üzerinde değişiklik yapmaya çok müsait oluyor fakat emr-i hakiki manasında maddi bir hale gelen bir şeyi değiştirmek çok zordur. Maturidi mezhebi, insandaki meyillerin varlığının insanın iradesine tabi olduğunu kabul ediyor. Bu bir açıdan doğru, bir açıdan yanlış… Yanlış yönü şurası: İnsandaki meyiller, insan istemese de potansiyel olarak varlar. Bu açıdan onları yok edemeyiz. Biz irademizle, onların uyanmasını engelleyebiliriz.

Mesela takvalı olan bir kişi, harama bakmamaya çalışır. Bakmazsa, bakma sonrasında meydana gelebilecek gayr-ı meşru sevgiler ve fiillere meyillerin uyanmasını engellemiş olur. Bu açıdan ömrünü inzivada geçiren bir kişi kendindeki şer potansiyellerini uyandırmadan dünyadan göçebilir. Fakat günah ortamına giren kişi, kendindeki olumsuz meyilleri uyandırtır. Uyanan meyiller de, birer ihtiyaç manasında çeşitli şeylere yönelir. Karşılanmayan ihtiyaç üzüntüye, bunalıma ve manevi acıya yol açar. Bu da, insan iradesini zorlar. Şeytan da bu noktada yanlışları süslü gösterir. “ Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür ” atasözünde olduğu gibi… Sonra kişi yanlış fiili işler. Bu noktada Maturidi mezhebi der ki: “ Haram ortama girmezsen, sendeki şer meyilleri uyanmamış olur. Şer meyilleri uyanmayınca, hayır noktasında iraden daha güçlü olur. Bu açıdan kişinin hayra yönelik tercihlerini belirleyen ana kriter kişinin meyillerinin uyanıp uyanmaması konusundaki yetkisidir. ”

Eş’ari mezhebi, meyelanların varlığını sabit görüp, onların uyanmasını insanın engelleyemeyeceğini fakat kişinin o meyiller üzerinde tasarrufta bulunabileceğini söyler. Onlara göre meyelan, emr-i hakikidir; fakat onlara tabi olup olmama yetkisi bir emr-i itibaridir. Kişi meyillerinde önce ve sonra şeklinde bir sıralama yapabilir. Eş’ariye göre kişide ne kadar hayır meyli bol olsa da şerri irade edebilir; ne kadar şer meyli çok olsa da hayrı tercih edebilir. İnsanda bu manada geniş bir tercih yelpazesi vardır; iradesi de hangi şartta olursa olsun hayrı ve hakkı tercih edebilir. Bu açıdan insan tercihlerinden tamamen mes’uldür.

Bu iki mezheb, itikad noktasında Ehl-i Sünnet’in 2 ana yoludur. Bizim bildiğimiz 4 mezheb olan Hanefi, Şâfii, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri bizim amel noktasında mezheplerimizdir. Hanefiler, itikadda Maturidî’dir. Şafii ve Mâlikîler, Eş’aridir. Hanbelîlerde, itikad ve amelî mezheb tektir. Onlara göre imanı olan amel eder, ameli olan itikad sahibidir.

Vücud-u harici, maddi varlık, dış dünyada gözle görünür yapı demek… Maturidîlere göre, meyelan; Eş’arilere göre, meyelanda tasarruf birer emr-i nisbîdir, vücud-u haricisi yoktur. Yani kişilerde belirli oranlarda ve çeşitli bağlantılarla ortaya çıkan, fakat maddi varlığı olmayan şeylerdir.

İllet-i tâmme, bir şeyin dış dünyada vücuda kavuşabilmesi için gerekli bütün şartların bir araya gelmesidir. Bu şartlar, kudret-ilim-irade’dir. Özel manada illet-i tâmme, İrade-i İlahiye manasında kullanılır.[3] Yani O irade etmeden hiçbir şey vücuda gelemez. Basit bir örnekle meseleyi izah edebiliriz:

Mutfakta un var, yağ var, şeker var, ocak var. Helva yapmayı mükemmel şekilde bilen bir annemiz var. Yani bütün maddi ve manevi imkânlar var ama ortada helva yok. Niçin? Çünkü annemiz helva yapmak istemiyor… İşte iradenin etkinliği! Kudret de olsa, ilim de olsa, İrade-i İlahiye istemedi mi, yaratma da olmaz, yaşatma da olmaz. Fakat hiç kimse helva yemek istemese, annemiz istese, mutfaktan helva kokuları gelmeye başlar.

Meyelân ve tasarruf için, illet-i tâmme gerekmiyor. Normalde illet-i tâmme oluşabilmesi için o şeyin lüzum derecesine gelmesi gerekir. Yani bir tarafı tutmak zorunlu olursa… Mesela bütün davaları Allah’ın birliği ve Âhirette ebedî insan hayatı olan peygamberlerin bildirdiği üzere ölülerin diriltilmesi ve ebedî hayata kavuşturulması gibi… Diriliş olmazsa kâfirler, müşrikler ve münafıklar tasdik edilmiş olacak… Veya zaruret derecesine çıkması lazım… Mesela boğulmak üzere olan fakat ölmesi istenilmeyen bir âcizin ızdırar diliyle duasına cevap vermek gibi… Veya vücub derecesine çıkması gerekir. Yani olsa da olan olmasa da olan bir hususiyetten çıkması… Mesela günahkâr bir kişiye şefkat etmek, Allah için imkan dahilindedir; fakat tevbe edip af dileyene şefkat etmek Onun Kendine yazdığını söylediği üzere Ona vâcibdir. İşte acz ve çaresizlik içinde, işkence ve baskıya maruz kalan, ebedî hayatın varlığı ve Allah’ın birliği konusundaki fikirlerinden dolayı alay konusu olan peygamberlere, sahabelerine ve Allah dostlarına İlahî bir ikram olan mucizeler ve kerametler için illet-i tâmme meydana geldiğinden elbette ve elbette mucizeler ve kerametler zuhur etmiştir, denilir.

Fakat zaruret yoksa, göreceli durum varsa; vücub yok, imkanlar ve ihtimaller söz konusu ise, illet-i tâmme oluşamaz.  İllet-i tâmme oluştuğunda, o nesne vücuda gelir, iradeler ve tercihler söz konusu olmaz. Çünkü şartlar ne olması gerektiğini daraltır, tek bir şık kalır. Fakat illet-i tâmme oluşmadan sayısız ihtimaller vardır; irade de zorlanmaya tabi değildir, hürdür. Bu manada irade sahibi biri, o meyelan ve tasarrufu kullanarak tercih değiştirebilir.

Mesela, birisi kötü bir ortama girdi. Arkadaşlarının hepsi de kalpazan… O da onlardan para basmayı öğrendi. Sonra onların yanından ayrıldı. Paraya da çok sıkıştığı bir ortam oluştu. Aklına para basma fikri geldi. Hemen zihni hesaplamalara başladı. Sonra içinden bir ses “ Dur, yapma! Biliyorsun bu iş haram! Cehennem hapsi gibi kesin bir cezası var. Ayrıca dünyada da kirli bir para yüzünden hapse girme ihtimalin çok yüksek. Vazgeç bu pis işten. Alnının teri ile para kazan. Çoluk çocuğuna haram mal yedirme! ” Bu sesi dinlemeyip kararını kesinleştirebilir ve o işe teşebbüs edebilir. İşte ona o işin cazip gelmesi, sebeplerinin üstün görünmesiyledir. Fakat tam tercih yaptığı anda, ayağıma bir vazo düşüp kırsa; İlâhî bir yardım ve ikram gelmiş olur. O da bu kırılmış ayağın acısıyla bu tercihi unutsa ve vazgeçse işte iradesi şerden uzaklaşmış oldu. Veya vazoya gerek kalmadan kendi vicdanının sesini dinleyip o yanlıştan dönebilir, kötü niyetinden dolayı tevbe edebilir. O an hayrı tercih edip “ Allah’ım! Sırf Senin rızan için bu yanlışı terk ediyorum. Ne olur bana sen helal ve temiz bir rızık kapısı aç ” diye dua etse, takva ile yapılan bu dua kabul olur. Çünkü âyet var: “ Ve men yettekillâhe yec’allekum mahracan ” ( Siz takvalı olursanız, Allah sizin için bir çıkıp kapısı açar. )[4]

İnsanın, bu manada şer niyetine girip haram olduğuna dair bir iç muhasebe yaparak haramı terk etmesi, bir vâcibi işlemiş hükmünde sevap kazandırır. Bir vacibi işlemek, çok sayıda sünneti yerine getirmekten daha kıymetlidir. Bu açıdan takva çok kıymetlidir.

Evet, eğer abd, hâlık-ı ef’âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref olurdu. Çünkü ilm-i usul ve hikmette, مَالَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْ kaidesince mukarrerdir ki, “Birşey vâcip olmazsa, vücuda gelmez.” Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise, malûlu, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.

Bu kısım izahı zor bir yer. Önce bir kuralı ele alalım: Dünyada meydana gelen her şey, vâcib olmadan vücuda gelemez. Yani Cenab-ı Hakk, insanların imtihanı ve kâinatın kemalatı açısından olması gereken, her şeyin fıtratıyla olmasını istediği, bir çeşit ihtiyaç olan şeyler yaratıyor. Mesela mideyi yaratır, onun için olmazsa olmaz bir ihtiyaç olan suyu ve rızkı yaratır. Midesi rahatsızlık hissedenler için maden suyunu ve sodayı yaratır. Hakikati bilmeye muhtaç olanlar için, peygamberlere vahiy gönderir, suhuf ve kitap indirir. Bu manada maddi ve manevi ne meydana gelmişse, vâcib kıvama geldiği için meydana gelmiştir. Bu noktada iki çeşit vücub var:

  1. a) Vücub-u Sâbık: Bu bir şeyin meydana gelmesinin Kader noktasında kesin takdir edilmesidir. İrade sıfatı, bu manada onu vâcib kılıyor. Mesela İstanbul’un fethi kesin kader olarak bir vücub-u sâbık içeriyor. Hadis de haber veriyor.
  2. b) Vücub-u Lâhık: Bir şeyin kudret ile icad edilmesi şeklinde gözle görünür hale gelmesiyle ortaya çıkan vaciblik…

İlk vücubda, dış dünyada gerçekleşme olmuyor. Biz kendi iç dünyamızda her iki aşamayı yaşıyoruz. “ İradem kesin. Ben bunu kesinlikle yapacağım ” deyip sabit karar verdiğimizde ve kararı gerçekleştirene kadar devam ettirdiğimizde vücub-u sâbıkı yaşamış oluyoruz. O karar gerçekleştiğinde artık o bizden çıkıyor, dış dünyanın malı ve bizim dış dünyadaki mühür ve imzamız oluyor. Bütün olumlu ve olumsuz sonuçları amel defterimize yazılıyor. Bir hayrı başlatan kişinin hayrını örnek alan herkesten ona sevap gelir; bir şerri işleyip başkalarına o konuda örnek olanların günahından bir hisse de ona gelir. Bu manada ikinci vücub, tehlikeli… O yüzden hadis der: “ Allah’a ve Âhiret gününe iman eden ya hayır söyle ya sus![5] Yani hayra yol açacaksa ağzını aç ve zihnindekileri veya kalbindeki ortaya saç…

Bir şeyin vücuda gelmesi, illet-i tâmme istiyor. O halde bir konuda ilim varsa, kudret ve imkânlar da varsa, o şeyi yapmaya istek ve irade de bulunuyorsa onun meydana gelmemesi için hiçbir engel yok demektir. Annemizin helva yapmayı istediği durum… Bu durumda biz istesek de istemesek de o helva yapar. Çünkü o, helva yapmak istiyor.

İşte bu noktada ince mevzu geliyor: İllet-i tâmme meydana gelince ve bu illetler güçlendikçe kişide seçim hakkı azalır. Evet insan cahilliğinden, nefsinin-şeytanın ve benliğinin hilelerinden dolayı şerri, kendisi hakkında hayır zannedip seçebilir. Fakat ilim bize kesinkes gösterse ki bu tercih çok fena bir şerre yol açacak, canlı ve yakından örneklerle benzer tercih yapanların akıbetlerini gözümüzle görsek, tiksinsek ve korksak… Diğer şıkkı tercihin muazzam güzel sonuçlar verdiğini canlı örneklerle görsek, o tercihin daha kolay ve güvenilir olduğunu fark etsek, o güzelliklere karşı içimizde bir meyil uyansa ve muhtaç da olsak elbette ve elbette bizim artık tercih yapmamıza gerek kalmaz. Sonuç zaten bellidir. İşte  bu noktada illet-i tâmme, vücub ve zaruret ile o nesnenin varlığını istiyor. Bu durumda kişide bu mu şu mu hayırlı şeklinde bir seçim yapmaya gerek kalmıyor. Kişi doğrudan hayırlı görüneni tercih ediyor.

İşte bu noktada sebepler dünyasının günah-sevap, şer-hayır şeklinde işleme sistemi devre dışı kalır. Kulda illet-i tâmme olsaydı, şerri işlemezdi; bu durumda da gelişmesi olamazdı; daima iyilik isteyenler ve hayrı seçen melekler gibi olurdu. İmtihan dünyasının ana direği kulun cehaleti, nefsine ve ihtiyaçlarına söz geçirememesidir. İradesi keskin ve güçlü olsa, ilmi derin ve kuşatıcı olsa, nefsinin hile ve oyunlarını fark etse, tercihinin nereye varacağını yakinen bilse bir insan şerri tercih edemez. Bu ince nokta Cenab-ı Hakk’ın yaratma sisteminin daima hayrı sonuç verecek şekilde olduğunu gösterir. O, mutlak ilmiyle en hayırlı ihtimali bilir. Mutlak İrade ve İhtiyarı ile daima hayrı sever, seçer ve ister. Fakat bazen imtihan sırrı gereği “ razı    olmasa ” da şerri seçer, tercih eder ve yaratır. Fakat Onun seçimlerinde geri dönme olmaz; çünkü mutlak ilme dayanır. İnsanlarda ise geri dönme olur. Bu manada insan iradesi ihtimaller arasında sarkaç gibi gider, gelir. Bunun sebebi bilgisizlik, duygularını kontrol edememek, ihtiyaç ve heveslerinin önüne geçememektir. İrade güçlendikçe, bilgi arttıkça insanın seçimlerinde de yanılma ve geri dönme sayısı azalmaya başlar. Bu durum gösterir ki ilim ve irade sonsuzlaştıkça, her tercih hayır, her karar isabetli ve geri dönülmez bir seviye kazanır.

Kulda illet-i tâmme tam tahakkuk etmediği için, çeşitli ihtimaller ve şıklar arasında biz tercihlerde bulunuyoruz. Bazen karar veriyoruz, sonra vehim, korku ve saire gerekçeye o kesin karardan dönüyoruz. İmtihanımız bu manada çeşitli gerekçelerle irademizi hayırdan yana kullanıp kullanamamada… İşte bu noktada tefekkür ve ilim çok kıymetli oluyor. İlim bizi bir kalıba sokuyor; irademizi besleyen kaynak oluyor. Bize ihtimalleri elemede, zarar ve yararlarını fark etmede bir göz oluyor, nur veriyor. Ondan sonra doğru şık belirmeye başlıyor. Aynı İlahî İlim ve İrade arasındaki ilişki gibi… Takva da, duyguların ve nefsin etkisini kırıyor.  Bu durumda hak ve hayır ayan-beyan oluyor.

Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kisb-i insanî, bazan yapmak ve bazan yapmamak, eğer mûcip bir müreccih bulunmazsa, tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usul-ü kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder.

Elcevap: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. Yani, müreccihsiz, sebepsiz rüçhaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vâkidir. İrade bir sıfattır; onun şe’ni böyle bir işi görmektir.

Bu kısımda bizim irademizle bir konuda yapacağımız tercihlerin işleme sistematiğini Bediüzzaman veriyor. Biz, bir konuda 5 ihtimal varsa, çeşitli gerekçeler ile bir tanesini diğerine üstün tutarız. Burada üstün tutan ve tercih eden biziz. Bu manada hakikatte 3. şık daha iyi iken, biz gerek bilgisizliğimiz, gerek öngörü azlığı, gerek nefsin hevesleri ve hırsı, gerek gelecek endişesi gibi sebeplerle 5. ihtimali seçeriz. İşte Bediüzzaman buna “ tercih bilâ müreccih ” ( bir şıkkı diğer şıkka üstün tutturucu gerçek bir sebep olmadan öbür şıkkkı diğer iyi şıktan üstün tutma ve tercih etme ) diyor. Bizler, şıklar ve ihtimaller arasında, tercih yaparız. Bu manada ilmin takdir ettiği ve gösterdiği ihtimalleri irade sıfatı, seçer; kudret ise yaratır. Bu noktada, ilim, irade sıfatı karşısında pasif ve edilgendir. İlmin gösterdiği ihtimaller kendi kendine üstün gelip, tercih edici bir sebep olmadan iradeyi zorlayamazlar veya kaderde yazılı ihtimaller, irade ve kudreti baskı altına alarak vücud âlemine gelemezler. Bu duruma kelam ilminde “ tereccüh bilâ müreccih ” ( tercih edici bir sebep yok iken iki ihtimalden birinin vücud âlemine gelme noktasında öne geçmesi )  denilir.

Bu mana iyi anlaşılırsa, vücud âlemine gelebilme noktasında her şey bir olasılıktır; gelmesi ve gelmemesi eşit ihtimaldir. Bir irade sahibi, onlardan birini seçip vâcipleştirmeden vücuda gelemez. İlim, yaratmada temel sıfatlardan biridir. Fakat yaratıcı asıl unsur, İrade’dir. İsterse yaratır, istemezse yaratmaz. Her çekirdek bir ağaç programını ilim bazında içeriyor. Fakat bütün çekirdekler değil bazı çekirdekler ağaç oluyor. Çünkü İrade ve Hikmet öyle ister. Ki hikmet temelinde iradeye dayanır. Evet irade sıfatı, mutlak hürdür. Hz. Peygamber’in (ASM) sözüyle “ Mâşâallâhu kâne vemâ lem yeşe’ lem yekün ” ( Allah’ın dilediği olur ve oluşur; Onun dilemediği olamaz ve oluşamaz. )[6] Cevşenü’l-Kebir duasında bir bölüm, Allah’ın meşietine          ( dileme ) vasfına ayrılmıştır. Hz. Peygamber (ASM) o bölümde İrade-i İlahiye’nin mutlak hür olduğunu şöyle işler:

Yâ Men yahlüku ma yeşâu

Yâ Men yef’alü ma yeşâu

Yâ Men yehdi men yeşâu

Yâ Men yudillü men yeşâu

Yâ Men yağfiru limen yeşâu

Yâ Men yü’azzibü men yeşâu

Ya Men yetûbü alâ men yeşâu

Yâ Men yüsavviru fı’l-erhâmi keyfe yeşâu

Yâ Men yezîdü fi’l-halki mâ yeşâu

Yâ Men yahtassu bi rahmetihî men yeşâu

Sübhâneke yâ lâ ilahe illâ ente’l-emâ-ne’l-emâne neccinâ mine’n-nâr.

  1. Bab olan bu bölümün kısa meali şu şekilde:

Ey dilediğini yaratan,

Ey dilediğini yapan,

Ey dilediğine hidayet eden,

Ey dilediğini saptıran,

Ey dilediğini bağışlayan,

Ey dilediğine azap eden,

Ey dilediğinin tevbesini kabul eden,

Ey anne rahimlerindeki yavruları dilediği gibi şekillendiren,

Ey yarattıklarında ve hilkatte dilediği şeyi ziyâde kılan,

Ey rahmetini dilediğine tahsis eden,

Sen bütün kusur ve noksan sıfatlardan münezzehsin, Senden başka İlah yok ki bize imdat etsin. Emân ver bize, emân diliyoruz. Bizi Cehennemden kurtar.

İlahi İrade’nin mutlak hür olması bir hakikat olmakla beraber, bu bölümde Said Nursi biz insanların iradesinin de göreceli manada hür olduğunu, hatta kendi hakkımızda şer olacak bir ihtimali dahi seçebileceğimizi işleme sistemiyle gösteriyor. Cahillik, aklını kullanmama, hesap edememe, baskılar, hevesler, arzular, ihtiyaçlar, endişeler, korkular, beklentiler v.s. sayısız sebep bizim irademizi esnetiyor; hayır ve şer arasında dalgalandırıyor.

Eğer desen: Madem katli halk eden Haktır. Niçin bana kàtil denilir?

Elcevap: Çünkü, ilm-i sarf kaidesince, ism-i fail, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa, bir emr-i sabit olan hâsıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kisbimizdir; kàtil ünvanını da biz alırız. Hâsıl-ı bilmasdar, Hakkın mahlûkudur. Mes’uliyeti işmam eden birşey, hâsıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz.

Burası dil bilgisi ile ilgili bir izah… Türkçe üzerinden meseleyi ifade etmek istiyorum. Bazı kelimeler, bir nesnenin sıfatına dayanarak yapılır. Mesela ayağında aksama özelliği olana, “ topal ” deriz. Bazı kelimeler ise, yapılan bir fiile dayanır. Mesela bir yerde bekleyerek oranın güvenliğini sağlayan kişiye “ bekçi ” diyoruz. Bu manada dildeki birçok kelime fiilden türetilir. Mesela yazar, oyuncu, çiftçi gibi… Kelime türetme ilmine Arapça’da “ ilm-i sarf ” denilir.

Fiilin olduğu yerde fiilden etkilenen nesne ve kişi de olur. O fiil, o kişi ve nesnede bir iz bırakır. Mesela “ bıçaklama ” fiilinde, bıçaklayan kişi var, bıçak var, bıçaklama fiili var; bir de bıçak darbesiyle bıçaklanan kişi var. Bıçaklama fiili, “ masdar ” oluyor. “ Hâsıl-ı bi’l-masdar ”, ölüm oluyor. Yani bıçaklamanın sonucunda meydana gelen olay… Yaralama da buna dâhil… Ölüm, sabit bir hal… Buna “ emr-i sâbit ” deniliyor. İsm-i fâil, fiilden türetilen isim demek… İşte bıçaklama fiilinde bıçaklanan kişinin üzerinde bıçak bir iz bırakır. Bu iz, eğer öldürücü bir yer değilse, yara izi olarak kalır; fakat kalp ve boyun gibi öldürücü bir yere darbe alırsa o kişi ölebilir. Şimdi burada bıçaklama fiili, öldürmeye döndü. Hakikat noktasında bir kişinin diğer kişiyi öldürme hakkı yoktur. Nefsi müdafaa yaparken öldürürse veya savaş meydanında öldürürse ayrı mesele… Zaten hukuk bilimi burada adamı suçlu bulmaz. Aksi takdirde kan davaları çıkar. Bu manada bir cinayeti, ancak devlet cezalandırabilir. Şimdi bu vakada, bıçaklama fiili adamın ölümüne yol açtı. Burada katil kim?

Bıçaklama olayı olmasaydı, bıçaklamayı yapan kişiye bir suçlama olabilir miydi? Hayır. Çünkü iradesini bu yönde kullanıp birine bıçak saplamadı. Ölüm hakikati, bir kanundur. Şartlarını bulunca, bıçaklamada da meydana gelir, kurşun sıkmada da, kalp krizinde de ve sairede de meydana gelebilir. Bu vakada, bıçakla vurmayı irade eden kişi, ölmesini istediğini gösterir şekilde maktülün öldürücü bölgelerine vuruyor. Adam da ölüyor. Katil kelimesi Arapça’da, haksız yere bir kişiyi öldüren demek… Mümit ise, öldüren demek… Bütün ölümleri Allah yaratır. Hayatı veren O olduğu için hayatı almada da tek hak sahibi Odur. Bu manada Allah’a, “ Mümit ” denilir fakat katil denilemez. İradesini kötüye kullanıp başkasını haksız şekilde öldürmeye teşebbüs eden kişiye “ katil ” denilir. Diyemeyiz: “ Adamın vadesi dolmuş. Öleceği varmış. Ben bıçağı vurmasaydım da adam ölecekti. Adamın ölümü kesin olduğu için ben katil olamam, olmamam lazım. Öldüren kimse, katil odur. ” Evet bunu diyemeyiz. Bu Cebriye mantığı… Bu durumda dünyada düzen kalmazdı. Hırsızlar, hırsızlığında; zâniler, zinalarında mazur olurlardı. Çünkü onlar yazılmış şeyi mecburen uyguluyor olacaklardı. Oysa kader, onların iradeleriyle tercih edebilecekleri şeyleri yazıyor, sonra da kul o ihtimali vakti gelince tercih ediyor “ Yarat Allah’ım! Çok istiyorum ” diyor. Allah da “ Mes’uliyeti sana ait olmak kaydıyla yaratıyorum ” diyerek o menfi hadiseyi yaratıyor fakat yaratılış sistemi içinde onu hayırlara dönüştürüyor.

Bu noktada, ölüye bakarak; “ Bunu biri öldürmüş. O halde onu öldüren katildir ” demek bir iddiadır. Çünkü ölüm, bir sonuçtur. Tıpkı helva gibi… Her sonucun ise bir sebebi vardır. O kişi eğer, bıçakladığı kişiye birisi o an saldırsaydı ve kalkıp onu savunmaya çalışıp diğer adamı bıçağıyla yaralayıp onu kurtarsaydı, bıçak ona bela değil kahramanlık vesilesi olurdu. İlk durumda katlettiği adamın nefretini kazanmışken; işlediği cürümle kaçak bir hale girebilecekken; saklanmayı ve gizlenmeyi isterken ikinci durumda sevgiyi hak eder. Halktan kaçmak değil bilakis görünmeye çalışır ve takdir edilmeyi ister. Demek fiilin, tatlı ve acı sonuçları var. İlkinde cezayı kendine layık görmeyen, ikincide de mükâfâtı layık görmemeli.   “ Adamın vadesi dolmamış. Zaten kurtulacakmış. Ben olmasam da adam kurtulurdu ” der miyiz? Hayır. O halde insan, işlediği fiillerine göre unvan alır. İlim elde ederse “ âlim ”, zulmederse “ zâlim ” ünvanını alır. Ebedî Cennet’e girmenin yolu Mü’min, Müslim ve Muhsin isimlerini, iman-islam-ihsan fiilleriyle, müttaki-ârif-âbid-zâhid-câhid-şâhid ünvanlarını takva-irfan-ibadet-zühd-cihad ve şuhud fiilleriyle elde etmeye çalışmakladır. Burada da İrade vasfımız her şeyin temelidir.

[1] Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattir.

[2] Sözler, 29. Söz, 2. Maksad, 2. Esas, 5. Medar.

[3] Said Nursi, Talikat.

[4] Talak suresi, 2-3.

[5] Tirmizi, Kıyamet 51, (2502).

[6] İmam-ı Azam Ebu Hanife, Risaleler, Oğlu Hammad’a Öğütler, Ebu’d-Derda’dan (ra) rivayeten…

İNSAN İRADESİNİ EMZİREN ANNE: “ KADER ” ( 2 )

Sebeb-Sonuç Bağlamında Kader-İrade ve Takdir İlişkisi

  1. Vecih: Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, “Şu müsebbep, şu sebeple vukua gelecek.” Öyle ise, denilmesin ki, “Madem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz-ü ihtiyariyle tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı yine ölecekti.

 Sual: Niçin denilmesin?

Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini neyle hükmedeceksin? Ya, Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen; veyahut Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin.

Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.” Cebrî der: “Atmasaydı yine ölecekti.” Mutezile der: “Atmasaydı ölmeyecekti.

Kader, takdir yaparken sebeple sonucu birbirine bağlayarak takdir yapıyor. Bu çok önemli bir konu… Mesela birisi çok hırslı bir yapıda olsa, çalıştığı işyeri de ona az maaş verse; bu kişi eğer kasiyerse içinden bir ses, paraları çalmasını ve kaçmasını söyler. Şimdi kasada bir gün hasılat çok olsa, o adamın da hırsı alevlenmiş olsa, adam parayı çalar. Peki kasada para olmasaydı adam hırsızlık yapabilir miydi? Veya kasiyer o adam değil de başkası olsaydı o para çalınır mıydı?

Bu noktada Cebriye der ki, kasadaki paranın çalınacağı kesin. O yüzden o adam olmasa da, başkası yine o parayı kesinkes çalacaktı. Mutezile der ki, hırsızlık yapacak hırslı adam yoksa hırsızlık neden olsun! Ehl-i hak der ki, hırsızlık meçhul… Başkası kesinlikle çalacak denilemez. Çünkü yerine gelecek kişi, çok namuslu biri olabilir. Bu durumda hırsızlık olamaz. Cebriye yanılıyor, deriz. Ayrıca tek hırsız o adam olmadığı için başka birisi de çalabileceğinden dolayı veya bir yangın çıkıp o para yanabileceği, depremde göçük altında para kaybolabileceği gibi sebeplerden dolayı o işyeri sahibi o parayı kaybedebilir. Bu durumda paranın çalınması veya zayi olmasını tek bir sebebe bağlamakla Mutezile yanılıyor. Ehl-i hak bütün ihtimalleri nazara alarak hüküm verir. Hırsızlık vak’asını, o vak’anın meydana gelmesi için gerekli şartların bir araya gelmesi sonunda ortaya çıkan bir husus olarak görür. Kaderin Gözünde İnsan ve İradesi isimli makaledeki icad etmede bütün şartların gerekliliği maddesini hatırlayabiliriz.

Bu manada Allah, bir katilin öfke, su-i kast, namus ve kan davası, cihad ve nefsi müdafaa gibi bir sebeple başka birisini öldürme arzusu ile adamın elindeki tüfeğe basmasını ve o tüfekten çıkan mermi ile maktulü öldürmesini beraber takdir ediyor. Bütün gerekçeler bir araya gelince o takdir yapılıyor. O adam, oraya gelmeseydi ne olurdu? Ölür müydü? Ehl-i hak der: Meçhul… Ölmez denilmez, Allah isterse başka yerde de öldürür. Kesin ölür de denilmez. Çünkü ölümü gerektirecek hususlar meçhul…

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dengeli bakıyor. Ne kulun iradesini Cebriye gibi yok sayıyor. “ Sen tüfeğe sıkmasan da adam kesin ölecekti ” der. Ne de “ Sen sıkmadan adam o tüfekle ölebilir mi? Bu mümkün değil ” der. Kaç defa olmuştur ki, adam tüfeği yere bırakırken tüfek patlar ve birini vurur. Ya da tüfek yere düşüp patlar birini öldürür. Veya mekanizma kilitlenir, kontrol ederken patlar karşısındakini vurur. Demek kişi irade etmese de onun elindeki tüfekle birisi ölebilir.

Cebriye, İlâhî İrade’nin mutlak hâkimiyetini kabul edip kul iradesini yok sayıyor. Adam kendisi değil, Allah yazdığı için zorla tüfeği sıkıyor, diyor. Bu durumda kulun iradesi yoksa neden katil o olsun? İslam böyle zorlama ile yaptırılan fiilde kişiyi mes’ul tutmuyor.

Mu’tezile ise, insan iradesini yaratıcı gibi görüyorlar. “ İnsan istedi mi her şeyi yapar ve yaratır. O istemedi mi hiçbir şey meydana gelmez ” gibi bir algıyla olaylara bakıyor. Mu’tezile, Kaderi ve İlahi İrade’yi inkar ediyor. Bu manada kuldan çıkan güzel veya çirkin bütün fiilleri kulun gördüğü için övgüyü de yergiyi de kula ait bilir. Cebriye ise, kulun iradesini yok saydığı için, kuldan çıkan zulüm ve adalet bütün fiilleri Allah’ın bilir. Bu manada Allah’a kusur ve çirkinlik atfeder. Oysa kuldaki bütün güzellikler, onun potansiyel yeteneğine bağlı; potansiyel yetenekler ise Allah’ın irade ve ilmine dayanıyor. Potansiyelleri aktif hale getirecek şartları kuran, o şartlar dahilinde zevk ve merak içinde o potansiyelleri açtıran Allah’tır. Bu manada mimarlık potansiyelini Mimar Sinan’a veren, Onu Osmanlı Enderun’unda terbiye edip kemale eriştiren, Onu Kanuni Sultan Süleyman’ın serveti ve iktidarı ile buluşturan kim ise, Sinan’ın elinden zuhur eden güzellikler de Onundur. Hamd ve sena Sinan’a değil, Sinan’ın mimarına Ona aittir.

Bu noktada Ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet, itidalli olarak bakıp kulları gurur ve firardan kurtarıyor. İnsanları cürümlerinin bihakkın mahkumu olarak gördüğü ve gösterdiği gibi, sevap ve hayırların da mecburu olarak gösterir. Evet, cumhurbaşkanlığına seçilen birinin o makamın gereği gibi davranması ona mecburdur. O makamın gereği gibi davranırsa normal bir şey yapmış olur. Eğer kötüye kullanırsa, bütün suç ona ait olur. Bu manada kula Allah’tan gelen veya bir kula diğer kullardan akseden bütün güzellikler Allah’tandır. O kuldan başka kula yansıyan veya Allah’tan kuluna gelen bir kötü muamelenin mes’ulü elbette ve elbette bulunduğu yaratılış makamını kötülüğe kullanan insanın nefsidir. İyiliği Allah’tan, kötülüğü kullardan bilip kendini aklamak; münafık ahlakıİyiliği kendinden, kötülüğü Allah’tan, Kader’den veya kullardan görüp kendini aklamak ve suçunu inkâr etmek, müşrik ve kâfir ahlakı… Kimden gelirse gelsin bütün iyilikleri Allah’tan bilip görmek ve hamd etmek; başına gelen bütün kötülüklerin mes’ulü ve müstehakkı olarak kendi nefsini bilmek ve görmek, nefsini levm edip Allah’ı tenzih ve takdis etmek ise, bir mümin ve ârifin ahlakıdır. [1]

[1] Nisa suresi, 74-79.

İNSAN İRADESİNİ EMZİREN ANNE: “ KADER ” ( 1 )

( Said Nursi’nin Kader Risalesi’nin Şerhi )[1]

  1. Mebhas: Bu bölümde Said Nursi insandaki cüz’-ü ihtiyari hakikatini, onun görünme şeklini ve işleme sistematiğini ele alıyor. Bediüzzaman başta bizi uyarıyor, “ Bu bölüm bir ilmî tedkiktir. ” Tahkik işin hakikatine, tedkik ise sırlarına kadar insanı ulaştırdığından dolayı bu 2. Mebhas’ta kadere ait sırlar işin içinde var diye Said Nursi bizi ikaz ediyor. Hakikate ermek zordur; sırlara ermek ise, zordan daha zordur. Bu açıdan bu kısmın anlaşılması okuyucuya zor gelebilir. Bu, normal bir durumdur. Açıklamalar yaparak meseleyi zihinlere ve duygulara yaklaştırmak istiyorum. Bediüzzaman 7 vecihle kader ile cüz’-ü ihtiyarî meselesinin bağdaşmasını çözümlüyor.

İnsan İradesinin Varlığına Dair Tahliller

  1. Vecih: Elbette kâinatın intizam ve mizan lisanıyla hikmet ve adaletine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevap ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz-ü ihtiyarî vermiştir. O Âdil-i Hakîmin pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz-ü ihtiyarînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delâlet etmez.

Bu adımda Said Nursi, cüz’-ü ihtiyarînin mahiyetini bilmediğimiz ama varlığından emin olduğumuz bir şey olduğunu vurguluyor. Mahiyeti bilinmeyince, kader ile bağlantısının kurulmasının da çözümü zorlaşıyor. Farz-ı muhal hiçbir zaman, kader ile uyuşmasını hiç kimse çözemese dahi İlâhî adalet ve hikmet gereği, kişinin ihtiyar ve iradesi onu mes’ul edecek ve ona mükâfât kazandırabilecek bir yapıda kader-ihtiyar bağdaşması gerekir. Aksi takdirde, insan belirli bir şıkkı seçmek zorunda bırakılsa, tercih serbestiyeti azaldığı ve yok olduğu zaman mes’uliyet de ortadan kalkar. O vakit işlenen bir suç, cezayı hak edemez. Kul, hür olmalı; istediğini zor da olsa yapabilmeli; istemediğini çok cazip de gelse reddedebilmeli ki, kulun ihtiyar ve iradesi görünsün ve derecesine göre mes’ul olsun.

  1. Vecih: Bizzarure, herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder, o ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul… İşte, şu cüz-ü ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir. Her şey malûmatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez.

İradenin varlığını biz insanlar, hissen biliriz. Yani irademizin varlığını hissederiz. Vicdanımızda, irademizin varlığını, yaptığı tercihler ile rahatça fark ederiz. Mahiyetini bilmiyoruz ama varlığından hakka’l-yakîn eminiz. Aynen aklımız, gönlümüz, ruhumuz gibi… İradenin mahiyetini, Allah bilir ve bildirdiği kişiler de bilebilir. Hemen hemen insanların tamamı bilmiyor. Biz bilmesek de, onun bir mahiyeti vardır.

İnsan İradesi ve Kader Uyuşması

  1. Vecih: Cüz-ü ihtiyarî, kadere münâfi değil. Belki kader, ihtiyarı teyideder. Çünkü, kader, ilm-i İlâhînin bir nev’idir. İlm-i İlâhî, ihtiyarımıza taallûk etmiş. Öyle ise ihtiyarı teyid ediyor, iptal etmiyor.

Cüz’-ü ihtiyarî, irade sıfatı ile ilgili; kader ise, ilim sıfatı ile ilgili… Aslında sahaları ayrı… Biz kendi ilmimizi, Kader ile karşılaştırabiliriz. “ Kadere rağmen biz nasıl bilebiliyoruz? Allah’ın ilim ve takdirinden başka bir ilim olabilir mi? ” diye düşünülse daha tutarlı olurdu. Veya “ İlâhî İrade mutlak iken, nasıl bir kulda irade ve ihtiyar olabilir? ” şeklinde sorgulanabilir ve araştırılsa daha makul olur. Kader, ilim nev’inden birisi… Yani bir çeşit bilme… İlim sıfatı, kalıp çizer; kudret sıfatı ise kalıplara dayanarak nesneleri yapar. Bu manada kader, bir çizim ve bir geometridir; çok ince hesaplarla bir nesneyi hazırlama ve bir plandır. Cansızlarda, irade sahibi olmayan canlılarda ve kâinattaki İlahî düzene muhalif hareket edemeyen nesnelerde, doğrudan doğruya takdir-i İlâhî, İlm-i İlâhiyeye dayanır. Fakat dünyada imtihan olan insan, cin, melek, şeytan gibiler şuur ve irade sahiplerinde; özellikle insan ve cinlerde, günah ve isyan edebilme yönü de bulunduğundan, eğer onların irade serbestiyeti olmasa, imtihan olamazlar. O vakit kaderin Kendine göre yazdıklarını fiilen yaşarlar. Bu durumda Cehennem denilen hapishane, adalet ve rahmet hakikatleri gereği iptal olur. Cebriye mezhebi bunu savunur.

Kulun iradesi, yaratıcı derecede etkili değildir. Bu manada ne hayrı ne şerri o yaratır; fakat İlahî İrade kul iradesinin tam mükellefiyeti görünebilecek şekilde bir serbestiyet tanıyarak, kulların iradî tercihlerini fiilleriyle yazar. Onların ihtiyarî tercihlerini hafızalarında, yaydıkları sinyallerle kâinatta ve manevi âlemlerde kaydeder. Hiçbir aklı başında kişi “ Benim iradem yok ” diyemeyecek şekilde bir irade hürriyetini insanlarda görebiliyoruz. Hayatının belli bir döneminde isyan ve günahın dibine batan ve sonrasında ibadet ve sevabın zirvesinde bir hayatı yaşayan tövbeci insanlarda, iradenin varlığı ve etkinliği güneş gibi parlak ve açık görünüyor. Bütün serbestiyetiyle… Dünün eşkıyası, bugün evliyası, yarının asfiyası dedirtecek derecede… Bu manada İlâhî takdir, şuur ve irade sahiplerine, onların tercih edebilecekleri, yapabilecekleri bütün her şeyi hesap ederek bir kader defteri yazıyor. Canlılardaki DNA, Kader’in İmam-ı Mübin denilen defteri ve RNA ise, Kazâ’nın Kitab-ı Mübin denilen divanıdır.

İmam-ı Mübîn, apaçık manevi önder ve rehber demektir. İmam-ı Mübîn tamamen İlahî takdir kalemiyle yazılmış, kulu hayra sevk eden bir rehberdir. Fakat insanlar genetik yapılarını reddederek veya ona zıt hareket ederek, Allah’ın o genetik yapıya koyduğu potansiyel yetenekleri kilitleyebiliyor. İşte küfür, bu potansiyeli reddetmek; fısk ise, bu potansiyel yeteneğin manyetik kabuğunu kırıp onu israf etmektir. Yanlış işlerde kullanarak…

Kader, İlâhî İlimdir; Kazâ İlâhi İradedir

  1. Vecih: Kader, ilim nev’indendir. İlim, malûma tâbidir. Yani, nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa, malûm, ilme tâbi değil. Yani, ilim desâtiri, malûmu, haricî vücut noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü, malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder.

Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ” Ezel ” deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.

Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertiple tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça, o âyinenin mukabil dairesi genişlenir. Git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte, şu âyine, şu vaziyette, onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez.

İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun.

İlim, maluma tâbidir. Mâlum, bilinen demektir. Bu durum, irade sahibi olanlarda geçerli… İrade sahibi olmayanlarda mâlûm ilme tabidir; ilmin çizdiği kalıplar, malumu teşkil eder. Malum denilen cansız ve canlılar, o kalıba göre hareket ederler. “ Küllün ya’melu alâ şâkiletih ” ( Her şey kendi şekillendirici manevi kalıbına göre amel eder ) âyeti bu meseleyi ifade eder. Bu, irade sahibi olmayanlar için geçerli… İnsanlara gelindiğinde insanlar için 2 durum var:

  1. a) Mutlak Tevhid ile kendini İlâhî İrade’ye teslim eden kişiler, kâinattaki umumi nizama ve akışa kendi iradelerini teslim ederler. Fakat bunu ilim ve irade eşliğinde yaparlar. Kendi hayatlarında İlâhî İrade ve İlmin Takdiri’nin görünmesini isterler. Onlarda İmam-ı Mübîn, zaman içinde Kitab-ı Mübin haline gelir. Hayatları, yaşayan bir vahiy olur. Sıffın Savaşı’nda mızraklara takılan Kur’an sayfaları ile savaşı durdurma hilesine başvuran karşı tarafa doğru söylenen Hz. Ali’nin “ Ben, Kur’an-ı nâtıkım ( konuşan Kur’anım ) ” sözü bu manadadır. Kader’den gelen her şeye râzı olmak Onda bir karakter olduğu için Hz. Ali’ye (KV) “ Murteza ” lakabı verilmiştir.
  2. b) Kendindeki akıl, zihin ve iradeye tabi olarak kâinattaki nizama ve genetik yapısına zıt giderek yaşamaya çalışan kişiler… Bunlarda ilim, malumun tercihlerine göre tahakkuk ediyor. Burada görünen ve diğer insanlara yansıyan ise, kişinin cam misali düşünceleri ve karanlık duyguları… Oysa ilk durumda kulda görünen ise, elmas gibi ışıldayan düşünceler ve güneş gibi sıcak duygulardır. Kul, İlâhî ilim ve iradeyi gösteren ve yansıtan bir hal sergiler. Fakat bunu bilinçli olarak yapar.

Herhangi bir sıfat noktasında 3 hal var: Fâil-Fiil-Mef’ul… Yani fiili ve eylemi yapan, fiil ve eylem, fiil ve eylemden etkilenen ve ona tabi olan… Kudret sıfatı noktasında Kadir, fâil; kudret, fiil; makdur ise, mef’uldür. İlim sıfatında durum âlim, ilim ve mâlum şeklinde görünüyor. Kadirin kudreti, makduru var ettiği gibi ayakta tutmaya da devam eder. Bu manada âlimin ilmi de, mâlumun hakikatini tayin edip ayakta tutar. Bu manada kudret ve ilim gibi sıfatların fâil ile mef’ul arasındaki süreklilik sahibi bağına “ alaka ” ve “ taalluk ” deniliyor. Alakanın sırrı gereği, o şey, kudret ve ilimden beslenir. Malum ve makdurun, âlim ve kadirin taallukuna karşı fıtrî ihtiyacı, şuur sahiplerinde ontolojik manada bir dua ve yalvarışa yol açar. Mevcudatın her biri, bu manada kudretin bir makduru; ilmin bir malumu, iradenin ise bir mervûdu ve murâdı hükmündedir. İlim, irade ve kudretin birleşerek taallukla zuhuruna vesile olan ana sıfatlar ise, rahmet-i İlahiye ve muhabbet-i Rabbaniyedir. Rahmet sıfatı, mahlukatı, onlar için yaratır ve yaşatır. Muhabbet ise, mahlukatı Kendisi için yaratır. Muhabbet sıfatı noktasında bütün mahlukat sevmek, sevdirmek ve sevilmek için yaratılmıştır.

Zât-ı İlâhiye, şefkat sıfatıyla mahlukatı himaye edip rahmet sıfatıyla onları besler ve büyütür. Mahlukatın zahiri, rahmetin maddi rızıklarıyla büyüyerek İlâhî sanatın hüsün ve cemalini sergilediği gibi; mahlukatın batını da rahmetin bir tecellisi olan vahiylerle gelişerek İlâhî hikmet, sanat ve nimetin cemal ve kemalini sergileyecek hale gelir. Bu noktada yaratılan canlı ve cansızlar, kendilerini yönlendiren İmam-ı Mübîn’e tabi yapılarıyla zahir ve batına ait bu gayelerin tahakkukunda tamamen mef’ul konumundadırlar. İnsan ve cinler gibi hür irade sahipleri mâlum olabildikleri gibi, âlim de olabiliyorlar. Bu manada hem etken hem edilgen yapıdalar… Akıl ve fikir noktasında etken yapıları, onların nefis ve benliklerini büyüttüğü için iradelerini yaratıcı seviyesinde algılamalarına yol açıyor. Bu ise bir Firavun ve Nemrud gibi, İlahi kanunlara ve kâinattaki nizama meydan okumaya varır.

Bu manada insanlar vahye tabi olma veya kendi benliğine uyma şeklinde bir yol ayrımını mecburi olarak yaşıyorlar. Mana-yı harfî ve mana-yı ismî ayrımı… Bu noktada Said Nursi 23. Söz’de insan şuurunu, bir şa’reye (kıla); Kur’anı ise kopmaz kulba ve metin bir halata benzetir. İnsan aklını, sönmeye mahkum muma; vahyi ise, söndürülemeyen güneşe benzetir. Peygamberler, Kitab-ı Mübin’den gelen sözlü vahye, İlahi bir vahiy ve yazgı olan İmam-ı Mübin’e tabi bir hayatı getirip yaşarlarken; muhalifleri kendi zihinlerine ve iradelerine uyarlar. Felsefenin talebesi olan bu kişiler, kendi zihinlerini tefekkür ve gayretleriyle doldurabilecekleri bir Tabula Rasa ( Boş Levha ) olarak görürler. Vahiy ise, insan mahiyetini ve zihnini Kader Kalemi’nin manaları resmedeceği son derece zayıf ve hassas “ Beyaz Bir Kâğıt ” olarak gösterir.[2]

İnsan vahyin çizdiği plana göre de yaşayabilir; kendi fikirlerine göre de… Bu manada ilim, kişinin ( malumun ) maddi hayatta yönlendiricisi değildir. İnsanın zâtını, İlâhî irade; vücudunu ise, kudret sıfatı yönlendiriyor, ayakta tutuyor. İnsan, bilmek ve istemek için yaratılmıştır. Cenab-ı Hakk insanın dileyebilmesini, seçebilmesini, isteyebilmesini ve hedefleyebilmesini istemiş ve bu manada insana bunları yapabilecek zâtî cepheye ait özellikler bahşetmiştir. Meşiet, ihtiyar, irade ve kasd gibi… Bu noktada bir ârif zât sistemi şöyle okur: “ Vermeyi istemeseydi, istemeyi vermezdi. Madem istemeyi vermiş, o halde istenileni verecektir.[3]

Kader ilim nev’indendir. İlim ise, ilim sahibindeki şuura tabidir. Şuur, bir açıdan ayna gibidir. Bir ayna yükseldikçe, gördüğü ve içine aldığı şeylerin çapı büyüdüğü gibi, şuur da yükseldikçe ihata edip bilmediği hiçbir şey kalmaz. Şuur, büyüdükçe nuraniyeti artar, manevi bir güneş gibi olur. Mutlak ve zâtî şuur, mutlak bir güneş olur. Güneş ise aydınlattığı dairede ne varsa hepsini görür. Işığı ile aydınlattığı nesneye odaklanır. Onu daire-i müşahedesine alır. Cenab-ı Hakk, Habîr ismi ile her şeyin farkında ve şuurundadır. Bu manada Onun Habîr isminden hiçbir nesne ve fiil gizlenemez, saklanamaz. O nesneye, ilmiyle ve kudretiyle yakındır. O nesnenin hakikati, Onun ilminin sabit bir görüntüsü olduğu gibi, sureti Onun tasvirinin çizdiği bir suret ve kalıptır. O nesnenin vücudu, Onun kudretinin sabit birer tecellisi olan zerrelere dayandığı gibi o nesnedeki kuvvetler de Onun kuvvetinin birer gölgesi ve nurudur.

Bu yönlerden İlâhî ilim ve habiriyet, bütün nesneleri içleri ve dışları, başlangıçları ve sonları itibariyle tıpkı bir ayna gibi kuşatır. Kader noktasında öncelik-sonralık, gizlilik-açıklık, iç-dış ayrımı, gayb-şehadet farkı yoktur. Her şey Ona ayandır. Bu noktada Said Nursi bizim “ Ezel ” diye anladığımız mevzuu, geçmiş zamanın başı olarak algılamanın Cebrîliğe vardığını fark ettiğinden, bu ise Kader ve cüz’-ü ihtiyari meselesini izah edemediğinden dolayı “ Ezel ” meselesini, bütün geçmiş ve gelecek zamanı içine alan “ Sermediyet ” şeklinde ele alıyor. Yani Allah için dün-bugün-yarın aynıdır; O, zamandan münezzehtir. Zaman, Onun ilim ve iradesinin bir tecellisinden ibarettir. Bu manada “ Dehre ( zamanın tümüne ) sövmeyin, dehr Benim [4] hadis-i kudsisi bu sermediyet manasını bildirir. Dün-bugün-yarın şeklinde zaman algısı, başlangıcı ve sonu olan insanlara ait bir husus ve anlayıştır. Hakikat ufkuna yükselip beka ve sermediyeti idrak eden bir kişi açısından zaman meselesi bütünleşir ve kesintisiz akan bir nehir haline gelir. Bu ufka çıkamayan kişi içinse, zaman ve seneler bir tren ve vagonları veya bir sürü ve sığırları gibidir. Yusuf suresinde geçtiği gibi…[5]

Kaderin, bedihi ve nazari 2 şekli var: Bedihi kader, bizim zahir vücudumuz ve onun başından geçenlerle ilgilidir. Nazari kader ise, bizim yaşadığımız ve yaşayacağımız manevi haller ile ilgili… Yani Kader, bizi içimiz ve dışımızdan kuşatmıştır. Ne hissedeceğimize, onun sonucunda alacağımız zevke ve duyacağımız eleme kadar, bunlar sonucunda dış dünyaya vereceğimiz tepki ve onlarda göstereceğimiz etkiye kadar her şey birer birer hesap edilmiştir. Böyle sonsuz bir ilim, ince hesap içeren bir âlemde yaşıyoruz. Âyet der: “ Ve külle şey’in ahseynâhu fi imâmin mübîn ” ( Biz İmam-ı Mübîn’de her şeyi birer birer saydık. )[6] Demek iç ve dışımızla Kader’in ilmi içindeyiz. Duyulmamamız, görülmememiz mümkün değil.

[1] Bu yazı bir mahkumun talebi üzerine hazırlandığı için sohbet ve karşılıklı konuşma üslubundadır.Okuyucunun bunu nazar-ı dikkate almasını istirham ederim. Bu yazı sadece Kader Risalesi’nden 2. Mebhas’ın izahıdır. Önce ilgili metni aktarmak sonra izahını yapmak istiyorum. Ta ki eksik anlatımlar okuyucuyu mahrum etmesin ve okuyucu yazarla doğrudan da muhatap olsun.

( Devam edecek… )

[2] Bediüzzaman Said Nursi, Rumuzat.

[3] bk. Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 3:263.

[4] Buhârî, Tefsiru Süre 45/1; Tevhid, 35; Edeb,101; Müslim, Elfâz,1,2, 5, 6; Ebû Dâvûd, Edeb,169.

[5] Bkz Yusuf suresi, 43-49.

[6] Yasin suresi, 12.

KADER KONUSUNDA BİR MAHKÛM İLE YAZIŞMA

( Said Nursi’nin Kader Risalesi’nin Şerhi )[1]

Soru: Kader’den bahseden 26. Söz’ü açabilir misin?

Cevap: Said Nursi Kader Risalesi’ni 4 Mebhas’a ayırmış. Mebhas, ilmî araştırma ve inceleme yeri ve bölümü demek…

1. Mebhas: Said Nursi bu kısımda, Kader ve Cüz’-ü İhtiyarî’nin varlık sebebini işliyor. Kader, ilimle belirlenen bir ölçü ve miktar demektir. İlimle belirlendiği için, başta bulunan ilk âyetin sonunda “ kaderin ma’lûm ” ( bilinen bir miktar ) deniliyor. İlimle belirlendiği için, kader hakikati, ilim sıfatına dayanır. Bu ilim, ilm-i İlâhî olduğundan; Allah’ı tanımak, Onun sıfatlarını bilmek, sıfatlarının tecelli ve sırlarını bilmekle kader konusu anlaşılabilir. Yeni Müslüman olmuş bir sahabe Hz. Peygamber’e (ASM) sorar:

-“ Kader nedir? ” Hz. Peygamber (ASM) şöyle cevap verir:

-“ Kader, Cehennem korlarından bir kordur.[2] Yani o an, kadere dair meseleleri o sahabe sindiremezdi. Sindirilmeyen ağır bir bilgi ise, insan ruhunu yakan bir kor vazifesi görür. Said Nursi, Mantık bilimine dair eserinde “ Sindirilmeyen ilim, en şiddetli acıdır ” der.[3] Sindirilmeyen ilme, mâlûmât denilir. Her bir malumat, ruha batan ve kanatan bir kıymık hükmündedir. Mâlumât sindirilince, “ ilim ” ( bilme ) halini alır. Hakikatli bir ilim ise ruh için şifa, huzur ve nur olur. O vakit ruhu ferahlatan bir kandil halini alır.[4] Bu mesele iyi anlaşılırsa birçok filozofun intihar sebebi, birçok kitap okuyan kişinin dengesiz ve şizofren ruh hallerine girmelerinin nedeni, depresyon ve melankolik hallerle ömür geçirmelerinin ana sâiki anlaşılacaktır. Sindirilen ilim, ölçü ve takdiri görmeyi sağlar. Çünkü ilim, belirli bir ölçüye dayanan kalıplar çizerek tecelli eder. Ölçülülük, denge ve takdir ise, güzellik hakikatinin temelidir. Bu manada sindiremediği bilgilerle kör olan, yarım bilgilerin kıymıklarıyla ruhu yaralanan ve eksik bilginin ateşiyle duyguları yanan bir insanın tamamen ilm-i İlahiye dayanan kaderi anlaması elbette ve elbette mümkün değildir. Kâinatın ona karanlık veya gri tonda görünmesi, algıda seçicilikle sadece üzüntü verici ve kirli yönleriyle ona açılması gayet normal bir seyirdir.

Cenab-ı Hakk, maddi-manevi, dünyevi-uhrevi her şeyi ilim sıfatıyla takdir edip, irade ve kudret sıfatlarıyla kaza ettiğinden ezelden ebede bütün her şey temelde ilme dayanır. Evet ilimle her şeyi tayin ve takdir eden Odur. İlim sıfatı, her nesne için bir “ hakikat ” tayin eder; yani sabit ve değişmeyen bir öz… Her şey hayra hizmetkâr bu hakikate dayanır. Hakikat, bâkidir, yani zaman-üstü… Zamana ve mekâna göre hakikatin sureti değişse de kendisi değişmez. Bir insan hakikati, aklen bilse; kalbinin ihtiyacı ve ruhunun çaresizliği içinde hakikati hissetse o vakit o kişi doğrudan doğruya Allah ile muhatap olabilecek kıvama yükselir. Bu yükselişle zaman-üstünden insanlarla konuşan Kur’anın dili ona açılır. Kur’anın sermediyet ufkuna yükselen kişinin dünyasından korku ve vehimler silinip gider. Kendini mutlak bir emniyet ve nur âlemi içinde görür. Allah’ın Onun hayrını istediğini keşfeder. Kendini “ daimi huzur ” da hisseder. Çünkü fark eder ki, huzur, ilm-i İlahi’nin sırlarından birisi ve ebediyetin diğer adıdır.[5]

Cüz’-ü ihtiyari, kulun kendisi hakkında hayırlıyı seçebilme özelliğidir. Bu hayırlılık kulun kendi algısı, ilmi ve anlayış seviyesine göredir. Fakat çoğu zaman insan dar anlayışıyla, cahilce yarım bilgisiyle, nefsinin heva ve hevesiyle hakkında şer olanı hayırlı zannedip seçer. Bu durumda tercihi ona, hayır değil şer; yarar değil, zarar getirir. Hem bu tercihler, sonrasında geri dönüşü olmayan zaman kayıplarına, yaralanmış fıtratlara, kaybedilmiş masumiyetlere ve saireye dönüşür. Bu kavrama benzer yapıda olan cüz’î irade ise, kulun ihtiyarı ile seçtiği şeyi uygulamaya geçmesi aşamasıdır. İhtiyar ile seçeriz, irade ile tatbik ederiz. İhtiyar ile irade arasında fark olduğundan, seçtiğimiz şeyden emin değilsek içimizden gelen “ Dur, yapma! ” gibi sesler üzerine tercihimizi sorgular ve değiştirebiliriz. Aksi takdirde, ihtiyarımız, irademize; irademiz, kudretimize bağlı olsaydı; ihtiyar ettiğimiz şık anında dış dünyada uygulanmış olurdu. Bu durumda da ihtiyar ve irademiz, hür olmamış olurdu. İrade serbestiyeti, tercihinden vazgeçebilmekte; şerri de hayır gibi seçebilmekte saklıdır.

Kader ve Cüz’-ü ihtiyarînin Varlık Sebepleri

Said Nursi izah ediyor: “ Mü’min, herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için, cüz-ü ihtiyarî önüne çıkıyor; ona “Mes’ul ve mükellefsin” der. Sonra, ondan sudur eden ( çıkan ) iyilikler ve kemâlâtla mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: “Haddini bil, yapan sen değilsin. ” Mü’min tevhid ve iman hakikatleri gereği, her mevcud şeyi Allah’tan bilir ve görür. Bu mevcud, şerli yapıda olsa da sonuçta yaratılmış bir şey ve bir sanat eseridir. Yılan zararlıdır ama Allah’ın sanatıdır. Onun yılanlığıyla hayırlı olduğu saha vardır. Tarla farelerini yemek gibi… İşte nefis de küçük bir yılan ve potansiyel bir ejderhadır. Onun da münafıkların ( manevi tarla faresi demek ), kâfir ve müşriklerin sihirbazların ipleri gibi fikirlerini yutmak şeklinde vazifeleri vardır. Bu yönü itibariyle nefis dahi hayırlıdır. Tevhid, her şeyi kuldan alır Allah’a verir. Güzelliklerin ve hayrın, menbaı ve mes’ûlünü Allah olarak gösterir.

Fakat kuldan güzelliklerle beraber sudur eden çirkinlikler, yanlış tercihler, günahlar ve küfür gibi karanlıklar da görünüyor. Allah bunlardan râzı değil ve istemiyor. “ Velâ yerdâ li ibâdihi küfre ” ( Allah kulları için küfürden razı değildir )[6] âyetinde olduğu gibi… Bu çirkinlikleri çeşitli bahane, gerekçe, korku ve sebeplerle isteyen, insandır. Bu noktada sorumluluk insanadır. Kul, bu tercihleri şeytanın azdırması, nefsinin kandırması, hevâsının baskısı, hevesinin zorlaması gibi hususlar eşliğinde severek yapar. Fakat istemezse, kimse ona yaptırtamaz. Ebu Cehil’in baskısı altında “ Rabbim Lat, Menat ve Uzza’dır[7] dememek için öldürülen Sümeyye Hatun ve kocası Hz. Yâsir (R.Anhuma) gibi…

Biz severek veya bilerek yanlışı tercih ederiz; vebali olursa tercih bize ait olduğu için mes’uliyeti biz yükleniriz. Fakat Allah onu yaratılış sistematiği içinde yararlı hale dönüştürür. Mesela tedbirsizliğimizden dolayı bir yangın çıksa ve içinde çocuğumuz yanarak ölse; kasıd olmadığı için büyük suçlu olmayız; fakat ihmal suçuyla hapis alabiliriz; en azından evlat acısı yaşarız. Rahmet-i İlahiye, o çocuğu bize Âhirette şefaatçi yapıp bizim Cennet anahtarımız kılar. Bu ölümlü yangın, bize ebedî bir hayra dönüşür. Çocuğun kendisini de zamanın tehlikelerinden kurtarıp Cennetin ebedî bir çocuğu ( 7 yaş altı ise ) veya ebedî yetişkini ( 7’yi geçmiş ve namaz kılıyorsa ) yapar, onu da kurtarır.[8] Bu yangın uhrevi manada herkese hayra dönüşür. Fakat böyle güzel neticeleri olacak, diye biz o yangını çıkartamayız. Kasıdlı çıkartırsak, evlad katili oluruz. Çocuğumuz Cennet’e biz ise Cehennem hapsine gideriz.

Bu noktada cüz’-ü ihtiyari, şerlerin mes’uliyeti için bize verilmiş; Kader ise, hayırlarda hissemizden öteye el uzatmayalım diye verilmiş. Said Nursi’nin metindeki “ Haddini bil ” cümlesi, “ Olaydaki hisseni ve payının sınırlarını bil ” demektir. Metindeki ana cümle şu:  “ Yapan sen değilsin. ” Yani bir hayrın gerçek sahibi, o hayrın her şeyini bilen, onun bütün bağlantılarının farkında olan, nereden gelip nereye gideceğini hesap eden, onu kudret ve iradesiyle yaratandır. Biz azıcık ilmimizle, “ Bu güzel bir fikir ” diye merakla odaklanırız, irademizle de teşebbüs yaparız. Allah bütün o konu ile ilgili irade ve tercihleri göz önüne alır, o şeyin yaratılması kâinatta nasıl hale yol açar her şeyi hesap ederek isterse onu yaratır, biz de görürüz. İstemezse yaratmaz. İşte yarattığı durumda nefsimiz, hemen devreye girip; o hayrı tamamen sahiplenmek ister. Kader der: “ Elini çek, yapan sen değilsin. ” Eğer şer bir şey ortaya çıksa, nefsimiz hemen kaçmak ister ve kendini aklar: Cüz-ü ihtiyari der, “ Kendini aklama, tercih eden sensin. ” Bu hususa dikkat edilirse, Kader Risalesi’nin sonunda Zeyl daha iyi anlaşılır. Çünkü 4 Hatve namındaki o Zeyl’deki 1. Hatve, tam iç dünyamızdaki bu psikolojiyi tarif ediyor.

Nefis, cinayet işler hatta su-i kasd yapar; kendini kedi gibi dili ile yalayıp temizler ve  “ Ben, kaderin mahkûmuyum ” deyip suçu Kader’in takdirine verir. Fakat gemide paspasçı olsa ve yerleri temizlese “ Koca transatlantiği ben yürütüyorum ” havasına girer. Bu tenzih, takdis ve tebrie hisleri, Sübhanallah diyerek Allah’ı zâtı ve icraatları noktasında tenzih ve takdis etmek için insan fıtratına verilmiştir. Fakat biz insanlar nefis ve benliğimizin sevk etmesiyle kendimizi aklamada ve mes’uliyetten kaçmada kullanıyoruz. Takdir, medih ve fahr hisleri ise, Elhamdülillah diyerek Allah’a hamd u senada bulunma, Ona şükretme ve Rabbi ile iftihar etme için fıtratımıza tevdi verilmiş. Biz ise kendimizi medhetme ve övünmede kullanıyoruz. Bir misal verirsek:

“ Bir askeri bir paşa odasına çağırsa, asker odaya vardığında paşa, tuvalete gitmiş olsa… O anda odada güzel tarihi silahlar olsa; asker de bunlardan birini merakından eline alsa ve o anda silah ateş alıp patlasa ve çıkan mermi pencereyi delil yolda yürüyen eli çantalı birini vursa ve adam ölse; asker korkudan silahı yerine bıraksa ve durumu çaktırmamaya çalışsa… Paşa silah sesini duyup gelse; odadaki barut kokusundan patlayanın kendi silahı olduğunu anlayıp askerin telaşlı halinden onun bunu yaptığını anlayıp askeri nezarete attırsa… Nezarette onu sorguya çekseler?

  • O silahı sen mi ateşledin? ” Asker önce,
  • Hayır. Ben silah ateşlemedim. Hatta dokunmadım bile ” der. Bunun üzerine ona:
  • Oda barut kokuyordu ama ” denilince asker:
  • Paşa da yokken kibrit çakmıştım. Bir sigara içeyim demiştim. Kibritin barutunun kokusudur ” diye cevap verir. Ona
  • Silah üzerinde parmak izini bulduk ” denilir. Bunun üzerine asker, kendini aklamaları tutmayınca
  • “ Efendim isteyerek olmadı. Meraktan elime almıştım. Bir anda patladı. Vallahi isteyerek yapmadım ” diye yeminlere başlasa… Sonra onu:
  • Atın içeriye… ” diye hapse atsalar… Ne kadar yaptığına pişman olur. Çünkü kendisi tercih etti. Merakına yenildi. Sonra araştırmada bulunsa ki o elindeki çantalı adam paşaya su-i kasd düzenlemeye gelen, bir casus ve bombacı imiş. Kimse de onun kim olduğunu bilmiyormuş. Askerin silahından çıkan mermi onun planını yarıda bırakıp paşayı kurtarmış. Askere denilse ki:
  • Durum böyle, böyle… ” Asker:
  • Zaten ben o adamdan şüphelendiğim için silahı elime alıp adamı nişan alarak sıktım. Hak etmişti namussuz herif ” der.

İşte bu örnek bizim korku ve endişeden, olayı kuşatamamaktan kaynaklanan yalpalamalarımızı gösterdiği gibi, meydana gelen güzelliklerin sahibi olamadığımızı, onda hissemizin çok az olduğunu ve kötülüklerden bizzat mes’ul olduğumuzu gösterir. İşte temsili gerçek dünyaya uygularsak: Dünya, bir askeriyedir; bizler ise, birer askeriz. Doğumlar, birer askeri celb; ölümler ise, bir terhis ve asıl vatana bir dönüştür. Hayat ve ömür, bir tâlim ve cihad yolculuğudur. İbadetler, erzak dolu çantamız; takvamız ise, maddi-manevi düşmanlara karşı etkili zırhımızdır. Ezelî kumandanımız ise, Allah… Silahımız ise, hadiste belirtildiği gibi, duamız… Silahımızı sıkıyoruz ve birilerini dua ile vuruyoruz. İş nereye varıyor, kime dua veya beddua ediyoruz çoğu zaman haberimiz bile olmuyor. Kötülüğe yol açsak, her şeyi inkâr ediyoruz. Mes’ul olduğumuz sabitleşince yeminlerle pişmanlık ateşinde yanıyoruz. Demek ki isteyen ve irade eden biziz. Fakat haberimiz o dua ile olmadan bir güzelliğe yol açsak, hemen bütün yönleriyle o olayın farkındaymışız gibi sahipleniyoruz. “ Ben duasıyla Allah düşmanlarını yüreğinden vuran bir mücahidim ve kahramanım havasına giriyoruz ” Dua silahını yapan Allah’tır. Kulu olan insanları yaratan O’dur. Duanın işleme mekanizmasını kuran O’dur. Duadan ortaya çıkabilecek her şeyi hesap edip ona göre bu kâinatı kuran O’dur. Bu hususları binlerce madde halinde sayılabilir.  Elbette ve elbette takdirler, tebrikler, övgü ve senalar Ona ait olacaktır.

Kader’den gelen her şey nahoş da olsa, hakikatte hoştur; en azından sonuçları itibariyle hayırdır. Bu manada şikâyet edilecek bir takdir-i İlâhî yoktur. Günahlar ve kötülükler ise, bize bizim irademizin ve kendimizin varlığını gösteren en keskin yoldur. Çünkü şerri, Allah istemiyor ve râzı değil. Fakat birisi, şerri tercih ediyor ve irade ediyor. Bu durum gösterir ki, o şerri şer olarak işlemek isteyen bir irade var. Bu irade, Allah’ın Külli İradesi değil. Bu gösterir ki, kulun varlığının en bariz göstergesi, günahlar, suçlar ve kötülüklerdir.

İnsanın iradesinin varlığını hissetmesi, psikoloji ve ruhî tatmin noktasında çok önemli bir husustur. İnsan için bir mutluluk sebebidir. Çünkü varlık, mutlu eder; yokluk şikâyet kaynağıdır. Günaha da kullansak, bir irademiz bulunuyor. Onun varlığının sabitliği çok önemli bir mesele… Bugün şerre kullanılan bir irade yarın hayra kullanıldığında sahibi için tam bir mutluluk menbaı olur. O vakit, irade küllileşmeye başlar. Allah, insan iradesinin varlığından razıdır. Onun hayra kullanılmasını ise, seviyor ve istiyor. Bu açıdan geçici bir süre şerre kullanılsa da âkıbete bakıyor. Hayatının geri kalanı hayrı tercih ederek geçmişse o iradeyi koruyup güçlendiriyor ve sabitleştirip Cennet’e alıyor. Cehennem hapishanesinin en kötü yerindeki kişiler, iradesi en zayıf, kararsız, tarafını iman ve küfürden bir tarafa olacak şekilde kullanamamış münafık tiplerdir.[9] Allah, kullardan irade ve tercih görmek istiyor. Bu açıdan tarafı belirgin olan bir kâfir, tarafını belirleyememiş bir münafıktan daha üstündür. Mühim olan irade cihazını akıl eşliğinde kullanabilmektir. Bugün küfrü irade eden, yarın o irade ile imanı ve hayrı da irade eder.

İnsan iradesi ile, amel eder. İradeyi en iyi gösteren ibadet oruç olduğu için “ Oruç, yalnız benim içindir/doğrudan doğruya benim için yapılan bir ibâdettir. Onun ecrini de doğrudan doğruya ben veririm ” der[10] Mürîd-i Zü’l-Celal… İrademiz bize gösterir ki, “ Sayısız hayırları şu an yapan ve geçmişte yapmış sayısız kişiler var. ” Sonra irade sahibi kişi içinden der: “ Keşke imkanım olsaydı, bütün o yapılmış hayırların bir mislini bizzat ben yapsaydım. ” Onun bu yöneliş ve meylini Allah bir niyet ve irade olarak kabul edip aynen yapılmış gibi yazar. Yani Allah insandan hayır tercihlerini, hayra yönelik meyilleri ve hedefleri görmek istiyor, diyebiliriz. Bu manada tevhidde en ileri seviye: Tevhid- Maksudiyet’tir. Ki Allah’ın kulları yaratmadaki maksadlarını bilip Onun maksudu olan manaları, kendi hür iradesi ile bilerek ve severek istemek, onları hedeflemek ve bu maksud-u İlahî olan manaların tahakkuku için ömrünü adamaktır. Hayatta Kader tarafından gelen her şey, olumlu-olumsuz hep o manaların gerçekleşmesi içindir. Mesela bir mahkum olan senin orada bulunman, o mahkumlarla arkadaşlığın, Risale-i Nur gibi Kur’anî tefsirlerle ile tanışman da dâhil… Her şey Kader’dendir; bir ilim ve hikmete dayanır; hayırlıdır ve güzeldir.

Bu kısımda son husus: Allah yaratacağı zaman, binlerce sebebi bir araya getirir ve yaratır. Bu, sünnetullah tarzı yaratmadır. Mucize tarzı yaratmada, sebepler kullanılmaz veya bazen kullanılsa da hiç bir etkinliği görülmez. Sünnetullah ile yaratmada, bir şeyin oluşabilmesi, binlerce sebebe dayanırken, oluşamaması tek bir sebebin eksikliğiyle oluyor. Mesela bir bahçe olsa, onu iyi bir bahçıvan budasa, ilaççı ilaçlasa, çapacı çapalasa, gübreci gübrelese, fakat bekçi gece vakti gelen suyun arkını kasden açmasa veya unutsa veya ihmal etse bahçe meyve veremez ve kurur. Başkalarının emekleri de zayi olur. Bekçi suyun arkını açsa, fakat ilaçlamayı unutsak, meyveler kurtlanır; biz yine ürün alamayız. Bütün bunlar olsa, bahçeyi kırağı vursa veya bahçeye yıldırım düşse yine mahsul alınamaz.

Demek ki varlık için, bütün şartlar gerekiyor; yokluk için, tek bir şartın eksikliği yeterlidir. Bu ince meseleden dolayı Allah, Kur’anda kâfirleri ve günahkarları şiddetli ikaz ediyor.[11] Çünkü meydana gelecek büyük ve sonsuz hayırların önünü tıkıyorlar. İnsanlığın başına gelen musibet ve âfetlerin sebebi aslında bu tespitler ışığında diyebiliriz ki ya ihmalleridir, ya vazifelerini terk etmeleridir veya inkâr etmeleridir. “ Bana hayat bahşeden Allah’a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez[12] hadisi, insanlığın hayatının risalet hizmeti yapılınca Allah katında değerli hale geldiğini söylüyor. Yoksa risalet vazifesi terk edilince, kıyamet kopmazdı. Demek iş, Allah’ın cemal ve kemalini, risalet vazifesi içinde Onun yarattıklarına göstermek ve Ona ayna olmaktır.

[1] Yazı bir sohbet ve karşılıklı konuşma üslubunda olduğu için okuyucunun bunu nazar-ı dikkate almasını istirham ederim.

[2] Bkz. İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Ğâbe.

[3] Bkz. Kızıl İcaz, Son sayfa…

[4] Mâlumatı sindirten faaliyetleri bazıları şunlardır: Tahkik ve Tedkik; Cihad ( fikir savaşı ); Sabır ve Şükür; Namaz ve Oruç; Hastalıklar ve Musibetler; Zikir ve Aşk; Zühd ve Fedakârlık…

[5] Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Katre, Meratib-i Allâhu Ekber Bahsi; Mektûbât, 20. Mektûb, 2. Makam, 9. Kelime… Rene Guenon, Varlığın Mertebeleri…

[6] Zümer suresi, 7.

[7] İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Ğabe, 5. Cild, Yâsir bin Âmir Maddesi.

[8] Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası-II, 63. Mektub.

[9] Nisa suresi, 145.

[10] Buhari, Savm, 2.

[11] Hatta Tevbe suresinde, Hz. Peygamber’in (ASM) yaşantısını örnek almayıp yaşanan Kur’andan ibaret olan sünnet-i seniyyeyi ihmal eden Sahabeleri de şiddetli ikaz ediyor. Hz. Peygamber’e (ASM): “ Onlar senin onlara karşı yoğun şefkat ve merhametine rağmen Senin gibi bir hayatı yaşamaya yanaşmazlarsa ‘ Allah bana yeter. O yüce arş ve saltanatın sahibidir ’ de ve onlara sırtını çevir ” der. ( 128-129. Âyetler )

[12] Ebû Dâvûd, Melâhim, 16; Tirmizî, Fiten, 9; İbn Hanbel, V, 388.

Bediüzzaman Said Nursi’de Rabıta-yı Mevt

Râbıta, kişinin hakikat ile arasında bağ kurmasıdır. Mevt ise, hayatî faaliyetin sona ermesi ve ölümdür. Bu manada rabıta-yı mevt, kişinin ölüm hakikati üzerine ve kendi kişisel ölümü hakkında tefekkür edip odaklanmasıdır. Ölüm rabıtası, Said Nursi’nin Eski Said’den Yeni Said’e yolculuğunda anahtar rolü oynayan, Âhiret’e tahkiki imanı elde etmesine vesile, tam manasıyla halktan mütecerrid uhrevi bir hayat yaşama kararını vermesinin ana sâikidir. Kendisi şöyle der: “ Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim. ” 4 kelamı izah ederken şöyle der: “ İkinci kelâm: Ölüm haktır. ”Said Nursi’nin bahsettiği bu öğrenmenin, ölümün hakikatini keşfetme manasında olduğu bedihîdir.

Said Nursi, rabıta-yı mevt ile ihlas arasındaki kopmaz ilişkiden dolayı rabıta-yı mevtin tarih boyunca hep yapıldığını ve bunun 2 usulle gerçekleştirildiğini şöyle ifade eder:

“ Ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım! İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, “Râbıta-i Mevt”tir. Evet ihlâsı zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevkeden, tûl-i emel ( uzun süreli arzular ) olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir. Yâni: Ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülahaza edip, nefsin desîselerinden                    ( aldatmalarından ) kurtulmaktır. Evet, ehl-i tarîkat ve ehl-i hakîkat, Kur’ân-ı Hakîm’in ” Küllü nefsin zâkatü’l-mevt “, ” İnneke meyyitün ve innahum meyyitûn”[1] gibi âyetlerinden aldığı dersle, râbıta-i mevti sülûklarında ( fikrî yolculuklarında ) esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti ( dünyada ebedilik kuruntusunu ) o râbıta ile izâle etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir sûrette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip; düşüne düşüne nefs-i emmâre o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup uzun emellerinden bir derece vazgeçer. Bu rabıtanın fevâidi     ( faydaları ) pek çoktur. Hadîste ” Eksiru zikra hâdimü’l-lezzât “[2] -ev kemâ kal Yâni: “Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” diye bu rabıtayı ders veriyor.

Fakat mesleğimiz tarîkat olmadığı, belki hakîkat olduğu için, bu rabıtayı ehl-i tarîkat gibi farazî ve hayalî sûretinde yapmağa mecbûr değiliz. Hem meslek-i hakîkata uygun gelmiyor. Belki âkibeti düşünmek sûretinde, müstakbeli zamân-ı hazıra getirmek değil, belki hakîkat noktasında zaman-ı hâzırdan istikbâle fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet hiç hayâle, faraza lüzum kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini ( ölümünü ) gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşâhede eder, ihlâs-ı etemme yol açar. ”[3]

Bediüzzaman ruh terbiyesine ayırdığı Lem’alar kitabında birçok bölümde rabıta-yı mevti işler. Özellikle İhtiyarlar Risalesi olarak bilinen 26. Lem’a tamamı farklı yönlerle yapılmış bir rabıta-yı mevt şaheseridir. En ümitsiz bir yaşlıya dahi ümit ve teselli verecek pencereler açar. Sünnet-i Seniyyeye dair yazdığı 11. Lem’ada rabıta-yı mevt ile psikoloji bilimi noktasında “ İlerleme ” ismiyle anılmaya seza psikoterapik bir yol keşfeder. Batı felsefesi ile Kur’an hikmetinin mukayesesine ayrılan 17. Lem’ada birçok notada ölüm üzerine tefekkür, tahkik ve tedkikler yapar. Bunlardan 1. ve 3. Nota’lar çok kritik tespitlerde bulunuyor. Bunları Risale-i Nur Külliyatı’ndaki diğer ilgili bahislerin ışığı ve yönlendirmesi altında kısaca şerh ve izah etmeye çalışacağım:

Bediüzzaman 1. Nota’da dünya hayatı ve bizi çevreleyen şeylerle bizim temaslarımızın, alakamızın ne derece olması gerektiğini; onların mahiyetlerini göstererek açıyor.

Said Nursi önce en geniş daireyi ele alıyor: Bütün kâinat… Başlangıcı olan her şeyde olduğu gibi kâinatın da bir sonu var. Onun ölümü, kıyamet vaktindedir. Kıyamet esnasında dünya hayatında bizim sevdiğimiz, değer verdiğimiz ve bağlandığımız her şey, dağlardan bağlara kadar, çiçeklerden yıldızlara kadar, görkemli saraylardan en ince sanatlara kadar parça parça olacak… Yani fânidir. Daha sonrasında süren yolculukta bize arkadaşlık etmeyecek…

Bediüzzaman daha sonra asrımızı gösteriyor. Her insanın yaşadığı asırdakilerle öyle veya böyle gönül bağı, ihtiyaç ve saire bağları kurulduğunu, bütün bu bağların 100 yıl tamamlanana kadar günden güne koptuğunu ifade ediyor. Bu bağların çoğunun bize arka çevirip terk ettiğini, berzah seferinde arkadaşlık etmediğini izah ediyor. Bu bölüm asrımızın kıyameti…

Asrımız içinden de Said Nursi halkayı daraltıyor. Bizim ömrümüzün sonuna işi getiriyor. Yani bizim kişisel kıyametimize… Sevdiğin ve bağlandığın mal, mülk, diploma, makam, mevkinin hiç biri, değil kabre seninle girmek, kabir kapısına kadar seni uğurlamaz, diyor.

Sonra işi daha da daraltıp ömrümüzün bir safhası olup kadınlar için güzellik ve erkekler için kuvvetin zamanı olan gençliğe sözü getiriyor. Her bir insan gençliği seviyor. Gençlik hayatın baharıdır. Potansiyel yetenekler, gençlik baharında çiçek açarlar. Bununla beraber gençlik ömrün en tehlikeli dönemidir. Bediüzzaman da bu kısma değinerek gençliği tarif ediyor: “ Bir-iki sene zarfında ebedî bir firakla senden ayrılıp günahını senin boynuna takan… ” İnsanların günahları genelde gençliğe aittir veya gençlikte başlıyor.

Sonra Said Nursi işi tekrar daraltıp ömür boyunca tadılan, çoğu insan açısından hayatın varlık gayesi sayılan zevk ve lezzetlere konuyu getiriyor. Meşru ve gayr-ı meşru olsun maddi hayatın zevk ve lezzetleri, madde sadece an içinde var olduğu, geçmiş ve gelecekte bulunamadığı için, maddi zevk ve lezzetler de anlık oluyor; kısa süre içinde bitiyor. Eğer tadılan lezzetler meşru ise hayıflanmalara, “ Keşke bitmeseydi ” diye acılı şikâyetlere ve yaralı ruh hallerine yol açıyor. Eğer gayr-ı meşru ise zehirli bir bal gibi oluyor. Anlık zevk verse de sürekli bir acıya yol açıyor…

İnsanın dünya ve maddi hayat ile halka halka şeklinde, farklı süre ve periyodlara dayanan ilişki ve irtibatlarını bu silsilede görebiliyoruz. Burada Bediüzzaman bir nokta koyuyor: Ölüm sonrası bir yolculuğun var. Dünya hayatında inkılablar yaşıyorsun; bebeklikten çocukluğa, oradan gençliğe, oradan olgunluğa, ondan sonra yaşlılığa… İşte bu yolculukta birçok şey ezilip, dağılıp gidiyor. O şey istemese dahi, insan istemese dahi… Fakat insandaki bir yön gitmemelerini istiyor. Berzah âleminde de anne karnındaki bir bebeğin büyüyüp doğması gibi insanın manevi halleri, şekilleri ve oraya has suretleri var. O esnada da birçok şey insandan ayrılıyor. Ayrıca Âhiret hayatında da çok inkılablar olacak. Buradaki birliktelikler orada birbirinden kopacak… Aklını düzgün kullanan ve risklerden çekinen bir kişi için, onu ebediyet Cennetine götürmeyen, bir süre sona ondan ayrılmaya mahkum şeylere gönül bağlaması hakikat noktasında kendine bir zulümdür.

İşte burada Bediüzzaman insanın içinde bulunan bir latifeden yani manevi özellik ve cihazdan bahsediyor ve bize sesleniyor: “ Senin lâtifelerin içinde öyle bir lâtife var ki, ebedden ve Ebedî Zattan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Mâsivâsına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez.[4]

Buradaki latife, insan ruhudur. Ruh, ebediyet ister. Her yöneldiği şeyde ebediyeti arar. Ebediyet cilvesi taşıyan işlere odaklanır, onda kendini kaybeder. İlim, hikmet, muhabbet gibi… Fânilere tenezzül etmez, edemez…

İnsan ruhu, diğer insanların rızasını, teveccühünü, takdirini ister görünür. Tâ ki bu sayede kendini sevdirsin, onlardan ona zarar gelmesin… Yani ruh esasında emniyet arar. Dünyevi tazyikler ve korkular ruhu ezer, hayatı ona bir zindana dönüştürür. Bu manada ruhun nefes alacağı nokta her şeyin bir elden idare edilmesi, her şeyin tek bir iradenin kontrolü altında olmasıdır. Bu ise Rene Guenon’un tespit ettiği üzere “ Ebediyet denilen Huzur-u Mutlak ” hakikatiyle mümkündür.[5] Mutlak Huzur ise, Allah’a mahsus bir realitedir. Ruhun ferahı, nefes alması ve memnuniyeti Ebedî Zât olan Allah’a odaklanmasında, Onun rızasını, teveccühünü, takdirini kazanmasındadır.

Evet ruhun muhtaç olduğu “ mutlak emniyet ” i ona verebilmek, her şeyi bizzat ilmiyle yaratan ve idare eden Allah’a mahsustur. Bu noktada ruhun kendini her an Allah’ın huzurunda Onun tarafından kuşatılmış olarak hissetmesi, her şey gibi kendisinin de Onun idaresi ve tedbiri altında olduğunu fark etmesi, her şeyin ipi elinde olan Allah dilemedikçe hiç kimse hiç kimseye zarar veremediğini Tevhid ile görmesi ruha nefes aldıracak tek penceredir.. Bu seviyeyi Muhyiddin-i Arabi “ tevhid-i ehadiyet ” olarak isimlendirir.[6]

Ruhun bu arzusu, arayışı ve tatmini onun fıtratının gereğidir. Ruhun vatanı, Nur âlemidir. Allah’ın nurunu görmeyen bir ruh için dünya karanlık bir gurbettir. Fakat ne zaman bu âlem içinde Allah’ın nurunu görmeye başlar o vakit dünya onun vatanı olur. O zaman herkes ona gurbette görünür.

3.Nota’yı Said Nursi dünyanın fâniliği ve insanın dış dünya ile bağına ayırır. Kıyamet, dünyanın ölümüdür. İnsanın ölümü ise, küçük kıyamettir. Her bir insanın, Bediüzzaman’ın “ hususi âlem ” dediği kişiye özel bir dünyası bulunuyor. İnsan öldüğünde bu hususi âlem yıkılıyor ve çöküyor. Bu da hususi kâinat olduğundan onun ölümü de bir çeşit kıyamettir.

Fakat başka bir açıdan dünyanın ölümü küçük kıyamet sayılabilir. Çünkü dünyanın ölümü veya diriliği insanın Âhireti hakkında kesin bir hüküm vermiyor. Fakat insanın ölümü insanın Âhireti hakkında bir mühür oluyor. Ömür defteri ecel mührüyle damgalanıyor; hayat mektubu mevt ile hâtimeye eriyor. Bu açıdan insanı bire bir ilgilendirdiği için psikolojik manada insanın ölümü asıl ve büyük kıyamettir. Dünya, insan doğmadan da vardı; insanla da var; insan öldükten sonra da var… Biz gelip gidiyoruz… Geniş plandan bakılınca, üstünde yaşadığımız gezegen de bir gün geldi, o da yaşıyor ve bir gün oda gidecek ve bitecek… Daha geniş planda içinde bulunduğumuz kâinat da varlık âlemine geldi; şimdi varlığı devam ediyor; fakat o da her varlığı başlayan gibi bir gün bitecek… Fânilik mührünü ölümü olan kıyametle gösterecek. Bu açılardan “ kıyamet-i Kübra ”, mevtimiz; “ kıyamet-i suğra ” ise, dünya ve kâinatın mevtidir.

Bediüzzaman bu Nota’da insanın ölümünün kolaylığını ve her an gerçekleşebileceğini, insanın hususi âlemi ve kâinatla ilişkilerini ayna misaliyle çok net olarak gösteriyor. Ayna, camdan yapılır. Cam ise, en kırılgan cisimlerden biridir. Kemik kırılsa da kaynar; et, yırtılsa da iyileşir. Fakat cam kırıldı mı bir daha eski ayarına dönmez. İnsanın hâli, elde tutulan aynaya benziyor. Her bir insan İlâhî Kudret Eli’nde tutulan bir ayna gibi… Öyle bir ayna ki, karşısında kâinat var. Kişiler kâinatı evi gibi görür. Bu manada hâne gibi ona yansır. Kendini güvende hisseder. İnsan evinde kendini güvende ve sükunet içinde hissediyor. Bu yönüyle eve, Arapça’da mesken ( sükunet bulma yeri ) denilir. İnsanın dış dünyaya bu şekilde bakışı dinin “ iman boyutu ” yla ilgili…

Daha ileri seviyede kişinin algısına göre kâinat muntazam bir şehir olarak görünür. Kişi o intizama uymakla şehrin düzenine tabi olur; o düzenin nimetlerinden istifade eder. Kişi bencilliği terk ederek kudsiyet elde eder. Kudsiyetin verdiği selamet ile iklimi ile, kavgasız bir hayata tabi olduğunda İslamiyet ona kâinatı bir şehir gibi istifade sahası olarak sunar. Kılınan namazlar, âlemin nizamını ona gösterir. Bu manada kendini kâinat şehrinde bir vatandaş gibi hisseder; ufku büyür. İnsanın dış dünyaya bu ufuktan bakışı dinin “ İslam boyutu ” yla ilgili…

Daha ileri seviyede ise, insan kâinatı bir güzellik bahçesi olarak görür. Kendini o güzellik bahçesinin nadide bir gülü, hakikati şakıyan bülbülü gibi hisseder. Kainatın güzelliğini tamamlayan, onu aşk ile süsleyen bir figür halini alır. İnsanın dış dünyaya bu şekilde bakışı dinin “ ihsan boyutu ” yla ilgili… Bu seviyeye gelen kişiye her şey güzel olarak görünür veya ondaki gizli güzellikler görünür hale gelir.

Kâinat insana bu 3 seviye ve şekilde yansır. İnsanın iç dünyası öfkeliyse vicdan aynasının rengi değişir ve kâinatı öyle görür ve hisseder. Eğer karamsarsa, algıda seçicilikle kâinattaki hüzünlü ve geçici şeyleri görür hale gelir. Eğer tefekkür ehli olarak berrak bir vicdan aynası ile kâinata yönelirse her şeyi olduğu gibi görür ve hisseder. Bu seviyeyi Hz. Peygamber (ASM) “ hakkı hak olarak görme, ona tabi olup rızıklanma; bâtılı batıl olarak görme ve ondan uzak durmakla rızıklanma ”[7] olarak ifade eder ve Rabbinden talep eder. Mal ve mülk, evlat ve eş işin esasında insanın dışındadır; onlar insana yansır. Biz, onların bize yansıyan görüntüsünü ve göreceli sorumluluğunu taşımaktan âciziz, yoruluyoruz. Onları yaratma, yaşatma, bedenlerini idare etme, ihtiyaçlarını giderme, onları koruma ve saklama vazifeleri hakikatiyle bize kalsaydı mahvolurduk. Endişeleri insanın ruhunu ezmeye yetiyor. İnsan âciz ve zayıf beline dünyaları yük yapıyor. Ölümle hayat aynamız kırılınca, her şey geride kalıyor ve onlar dünya hayatlarına kaldıkları yerden devam ediyorlar. Mesela bir mahkum kendisi içerideyken ailesi hayatlarına güzelce devam ediyorlar. Aynı durum herhangi bir insan öldüğünde de olacak. Mühim olan nasıl ömür geçirildiği; dış dünyayla irtibatın hakkını verip tehlikelerinden kurtulup kurtulunmadığı, ebediyetin mutlak huzur ve mutluluğuna erişilip erişilmediğidir.

Dış dünya, bir imtihandır. Bu imtihanı verip dış dünyayı kendisi için Allah’a ayna, Allah’tan gelen bir mektup ve bir hediye, Allah’a götüren bir yol ve vesile; Allah’a varan bir araç ve vasıta kılan kişi; Âhirette Cennet’ten o nispette istifade eder. Cennet, Onun için birçok kişiye göre daha farklı görünecektir. İmtihan hakikatinin sırrı, kalite kanununa tabi olarak, kalitenin sonsuz mertebelerinde yol almak ve tekemmül etmektir. Elbetteki dünya hayatında bütün ruhuyla Allah’a odaklanıp kemale eren bir kişi ile madde-mana dengesini tutturamayıp Cennet’e kendini zor atan bir kişinin ebedî hayatlarının standartları aynı olmayacak… Vakıa suresinde anlatıldığı üzere…

Yukarıda izah ve şerhini yapmaya çalıştığım 1. ve 3. Nota’nın asıl metinlerini aşağıya aktarmak istiyorum. Çünkü herkesin istifade ve idrak çapı seviyesine göre ve farklı farklıdır. Bunun için okuyucunun müellifle doğrudan muhataplığı açısından bu aktarım önem arz ediyor:

BİRİNCİ NOTA: 

Kendi nefsime hitaben demiştim: Ey gafil Said! Bil ki: Şu âlemin fenasından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabiyle senden müfarakat eden ( ayrılan ) bir şeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Husûsan senin asrının inkırâziyle ( çöküp dağılmasıyla ) seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve husûsan seni kabir kapısına kadar teşyi’ etmeyen ( uğurlamayan )… husûsan bir iki sene zarfında ebedî bir firak ile senden ayrılıp günahını senin boynuna takan… husûsan senin rağmına olarak husûlü ( elde edilmesi ) anında seni terk eden fâni şeylerle kalbini bağlamak, kâr-ı akıl değildir. Eğer aklın varsa; uhrevî inkılâbâtında, berzahî etvarında ( formlarında ) ve dünyevî inkılâbâtının müsâdematı ( darbeleri ) altında ezilen, bozulan ve ebedî seferde sana arkadaşlığa muktedir olmayan işleri bırak, ehemmiyet verme, onların zevalinden kederlenme. Sen kendi mâhiyetine bak ki:

Senin lâtifelerin içinde öyle bir lâtîfe var ki, ebedden ve ebedî Zâttan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Mâsivasına ( Ondan başkasına ) tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve lâtifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîm’in emrine mutî ( itaatkar ) olan o sultanına itaat et, kurtul!..

ÜÇÜNCÜ NOTA: 

Ey gafil Said! Bil ki: Galat-ı his ( his yanılgısı ) nev’inden gâyet muvakkat dünyayı lâyemut ( ölümsüz ) ve dâimî görüyorsun. Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sâbit ve müstemir ( devamlı ) gördüğünden, fani nefsini de o nazar ile sâbit telâkki ettiğinden, yalnız Kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun. Aklını başına al. Sen ve husûsi dünyan, dâimî zeval ve fena darbesine ma’rûzsunuz. Senin bu galat-ı hissin ve mağlatan ( yanılgın ) şu misale benzer ki:

Bir adam elinde olan âyinesini bir hâne veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa; misalî ( görüntü tarzı ) bir hâne, bir şehir, bir bahçe o âyinede görünür. Edna ( en hafif ) bir hareket ve küçük bir tegayyür ( başkalaşma ) âyinenin başına gelse, o misalî hâne ve şehir ve bahçede herc ü merc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakîki hâne, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana fâide vermez. Çünkü senin elindeki âyinedeki hâne ve sana âid şehir ve bahçe, yalnız âyinenin sana verdiği mikyas ( ölçü ) ve mîzan ( tartı ) iledir.

Senin hayatın ve ömrün, âyinedir. Senin dünyanın direği ve âyinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır. Her dakikada o hâne ve şehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harab olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak bir vaziyettedir. Mâdem öyledir; sen, bu hayatına ve dünyana, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme!..

[1]Her nefis ölümü tadıcıdır.” ( Âl-i İmrân Sûresi, 3:185 ) Ve “Muhakkak ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” ( Zümer Sûresi, 39:30.)

[2] Tirmizî, Zühd: 4, Kıyâmet: 26; Nesâî, Cenâiz: 3; İbni Mâce, Zühd: 31; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:321.

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 21. Lem’a, 4. Düstur.

[4] Lem’alar, 17. Lem’a, 1. Nota.

[5] Bakınız, Varlığın Mertebeleri…

[6] Bakınız, Tedbirat-ı İlahiye, Ahmed Avni Konuk şerhi…

[7] İmam-ı Gazali, İhya-yı Ulumu’d-Dîn.