Etiket arşivi: eymen akça

Kur’ana Dair Sorular ve Cevaplar-1 ( Yemin Bozmaya Dair )

  1. Soru: Tahrim suresi 2’de “ Allah sizin yeminlerinizi bozabilmenize imkân tanımıştır ” diyor. Yemin bozmadan kasıt nedir? Allah bunda ne demek istemiştir?

Cevap: Aslında âyette “ Kad faradallahu lekum tahillete eymânikum ” diyor. Birebir meali şudur: “ Allah yeminlerinizi bozmayı sizin için farz kıldı. ” Bu meal garib görünüyor. Fakat doğrudur. Burada kasdedilen yemin hangi yemindir ki, Allah bozulmasını farz koşuyor. Bunu önceki âyette görüyoruz: “ Allah’ın helal kıldığını kişi kendine haram etmeye kalkıp bu konuda yemin ederse…

Bir şeyi haram ve helal etmek, Allah’a mahsus bir sıfattır. Efendimiz (ASM), eşlerinin bir tavrı üzerine, aile huzuru kaçmaması için, eşlerinin rızasını gözeterek “ Kendisine bir nimeti haram ediyor ve artık bir daha hayatımda ona yer vermeyeceğim ” diyor. Bunun üzerine bu âyetler geliyor. Önceki âyet mealinin bir kısmı şöyle: “ Ey peygamber! Eşlerinin rızasını arayarak, Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin sen kendine haram ediyorsun? ” Rivayetlere göre bu nimet, “ bal şerbeti ” dir. Ki Efendimiz (ASM), bu şerbeti de çok severdi.

Bu âyetler bize, helal haram edecek tarzdaki yeminlerimizin geçersiz olduğunu, Allah’ın helalden istifadeden razı olduğunu, helal nimetleri kendine haram etmeye kalkmanın, bunu da insanların hatırı için yapmanın doğru olmadığını vurguluyor. Sonraki âyetlerde Efendimiz’in (ASM) 2 eşi bu olaya sebep olduğu için onlara da ikaz var. “ Peygamberim size muhtaç değil. Sizden daha hayırlı, her noktada ileri dul ve bâkire kadınlar var ” diye onlara da bir ölçü veriyor.

Bu tarz vakalar, günümüzde de yaşanmaktadır. Bu tarz yeminler eğer fıtrat düzenine aykırı ise, geçersizdir; böyle yeminleri bozmak farzdır. Bu yeminleri devam ettirmek, fıtrata zulümdür, haramdır.

Psikolojik yönü de şu: Helali bu şekilde haram edip fıtratı kendine daraltan ve dengeden sapan kişi, başka bir imtihanla karşılaşırsa haramı da kendine helal etmeye kalkabilir. Bu cihetten Cenab-ı Hakk, fıtrattan sapmaya, kendi başına bu tarz kararlar almaya müsaade etmiyor.

Fakat başka tarzda yeminler, adaklar v.s. sözlerin yerine getirilmesine dair âyetler var. Onlar fıtrata ters değil, bilakis destekleyicidir.

Ruh Hakkında Sorular ve Hakikate Uygun Cevapları-2

Soru 3: Ruhun madde ile ilişkisi nasıl? Kişinin şuur seviyesine göre bu nasıl algılanıyor?

Cevap 3) Ruh, maddi ve gözle görünür bir vücud sahibi değildir. Fakat ruh, maddeyi kuşatıyor, onun her yerine giriyor ve onu çekip çeviriyor. Tıpkı esen bir rüzgârın, bir ağacı ve bütün yapraklarını aynı anda hareket ettirmesi gibi… Ruh ve madde arasındaki bu temas hakikati, insanların şuur ve ilim seviyesine göre farklı farklı yansır.

Sıradan halk kitlesi için beden bir elbise, ruh bir kişidir. Ölüm, elbisesini çıkarmak gibidir. Ruh, ölümle bu maddi ve kalın kış elbisesini çıkarır, Berzah Âleminin manevi ve ince yazlık elbiselerini giyer.

Allah âşığı evliyalar gibi, dünyayı ve maddiyatı sevmeyenler için beden, bir kafestir; ruh ise, bir kuştur. Ölüm, ruh kuşunun yücelere varması, maddenin daraltıcı dünyasından kurtulmasıdır. Ruh, ölümle dünya kafesinden kurtulup Berzah Âleminin bahçelerinde gezinir, meyvelerinden yer.

Sahabeler gibi dünyayı Âhiret tarlası bilip eken, Allah’ın sanat eseri bilip seven, zevk ile temaşa edenler için beden, bir saray; ruh ise, saraydaki sultandır. Ölüm ise, fani saraydan ebedî saltanat ülkesine geçiş ve göçüştür. Ruh, ölümle harabeler diyarından ayrılır, ebedî ihtişamla buluşur. Fakat hiçbir ruhun şuur meşalesi ölmekle söndürülmez.[1] Ruh-madde ilişkisi insanlık dünyasında bu şekilde algılanılmış ve algılanılıyor!

Ruhların dünyadaki yaşantıları gibi ölümleri de farklı manalar ifade ettiği için ölümlerine farklı isimler verilir.

Görüntüsü insanca fakat yaşantısı hayvan gibi olanlar için, ölüm bir gebermedir.[2] Kabir ise, bu hayvan leşlerinin atıldığı bir Cehennem çukurudur.

Bazısına ise ölüm, hayat denen faaliyetin sona ermesidir. Bu, sıradan müminler içindir. Onlar açısından hayat, sürekli akan bir nehir gibidir. Ölüm ise, bir deltadır. Kabir ise, ahbaplar denizine bir dökülüştür.

Bazısı içinse ölüm, bir vefat ve dönüştür; vefâlı Sevgili’ye kavuşmadır. Ehl-i kalb veliler gibi…[3] Kabir ise, Ölümsüz Sevgili’nin köşkünün kapısıdır. Onlara selâm ve selâmet vardır.

Hayatın sırrına vâkıf olan bazıları içinse ölüm, bir rücu’ ve aslına varıştır. Yani Yüce Dost’un huzuruna, şehid bir asker ve bir sabır kahramanı olarak giriştir.[4] Kabir ise, dünya askeriyesinden çıkış yeridir. Böyle kişilere ölüm anında bir rahatlık ve güzel koku ikram edilir ve hürmet gösterilir.[5]

Soru 4: Ruhların dünya yolculuğunda peygamberlerin fonksiyonu nedir?

Cevap 4) Her insan 40 hatta 60 yaşına kadar belirli bir şuur seviyesine kadar gelir. Peygamberlik ve din gelmezse o şuur, kişilerde ve olaylarda boğulur. Çünkü her insan her şeyi birbirinden bağımsız ve kopuk gören bir “akıl ” ile dünyaya geliyor. Hem güzelliklere müptela sayısız kör hisler içeren bir “ kalb ” taşıyor. Hem maddeye âşık nankör ve hırslı bir    “ nefis ” sahibi bulunuyor.

Dinin temeli olan Tevhid eğer o ruh tarafından elde edilmezse pırlanta gibi değerli olan akıl, hayatı ona zehir ediyor. Geçmiş zamanın üzüntülerini ve gelecek zamanın korkularını onun başına birer tokmak gibi vuruyor. Hem insanların derin ve karanlık duygularına, dünyanın ve hadiselerin okyanusuna yüzme bilmeyen dalgıç gibi daldırıyor. Ve  vurgun yediriyor. Birçok psikolojik rahatsızlığın kaynağı, insan aklının kişilerde ve olaylarda takılıp kalmasıdır. Öfke kaynaklı nevrozların, hüzün kaynaklı obsesyonların dayanağı aklın rehbersizliği, tevhid ufkuna yükselememesidir.

İnsanın güzelliğe meftun, sonra’ya karşı kör duygular sahibi kalbi ise, ona hayatı bir Cehennem ve azaba çeviriyor. Sayısız ayrılıkların acılarını ona yaşattırıyor. Diğer insanlar ve canlılara karşı karanlık ve âciz bir merhamet duygusunda onu kavurup duruyor.

İnsanın kör, nankör ve doyumsuz nefsi ise, anlık zevklerin peşinde onun ruhunu hatsa ettiği gibi cismini de harap ediyor. Dehşet verici hırsıyla, hayatta tattığı ve sahip olduğu sayısız güzellik ve nimetleri ona kıymetsiz gösterip her şeyden şikâyet ettiriyor. Bütün bunlar insanda psikolojik rahatsızlıklara yol açıyor ve kişiyi mutsuz ediyor.

Mesela sebeplere takılma problemi Hz. Musa (AS) gibi dışa dönük, öfkeli ve sosyal bir karakter için kaçınılmazdır. Bu noktada Onun zihni terbiye için Hz. Hızır gibi bir mürşid-i Rabbâni’ye muhtaçtır. Hz. Hızır, Ona 3 vakayı bizzat yaşattırır. Fakat O, duygusal bakışıyla meselelerin hikmetini göremez. Bu imtihanlar iş kazaları, çocuk ölümleri ve kötülüğe karşı yapılan iyiliklerdir.[6] Sonra Hz. Hızır olayların, İlâhî iradeye dayanan hikmet ve manalarını anlatınca Hz. Musa’nın (AS) dalgalanan duyguları yatışır.

Peygamberlerin getirdiği tevhid[7] ve iman, teslimiyet ve islam her bir ruha bu dünyayı bir mutluluk sarayı yapıyor. O gamlı ve bunalımlı akla, kâinatı bir hikmet kitabına dönüştürüyor ve satır satır okutturuyor. Hem o yaralı ve mahzun kalbe, dünyayı İlâhi bir sanat ve rahmet gösterip manevi bir Cennet’e çeviriyor. O nankör nefsi ise, arıtıp terbiye ederek Cennet’e layık şükredici bir hale getiriyor. Kâinatı, hoş kokulu bir Tûba Ağacı kılıyor. Âlemi ona Allah’ın cemal ve kemalini gösteren bir Nûr Âlemine dönüştürüyor; rahmet ve hikmet hakikatlerini keşfettiriyor.

Dinin kutsallık ve nuru, her bir ruh için, bu yönleriyle maddi hayatı iki cihan saadetinin vesilesi kılıyor. Bu noktalara binaen Üstad Bediüzzaman “İman, şiddetli bir zekâ verir” der.[8] Yani dinin itikad ve amel yönleri, her şeyin özünü gösterecek şekilde kişinin şuurunu artırır ve yükseltir.

Peygamberlerin bu hizmetinin temeli, “sıdk” (doğruluk) hakikatidir. Peygamberlerin en büyük vasfı da, doğruluklarıdır.[9] Bu yüzden kendilerine iman edenlere verdikleri ilk ders doğruluktur.

Bunun sırrı şudur: Dinin temeli, imandır. Hakiki iman ise, ilimle olur. İlim ise aklın, delillerle gördüğü hakikati tasdik etmesidir. Yani doğruyu delilleriyle görünce “Doğru, budur” demesidir. İman ise, aklın bildiği hakikati, kalbin kutsallık içinde görmesi ve hissetmesidir. Bu görüş ve hissediş ise, bencillikten kurtulmakla olabilir. Çünkü bencillik, hakikati hissettirmez ve küçük gösterir. Kutsallık ise, hakikatin evrenselliğini ve kuşatıcılığını hissettirir. Bu hissediş ise, kişiye güven verir. Hakikate bağlılık ve ondan feyz almak, doğrulukla devam eder. Yalan ise, bu kutsal bağlantıyı keser.

Evet yalan, habis bir ruh ve şeytan bir İblis’tir. Onun girdiği her yer harap olur. Yalan bir aileye girse, o aile yıkılır. Ticarete girse, bozar. Sosyal hayata girse parça parça eder. Doğruluk ise, bir kutsal ruh ve Cebrail’dir.

Evet, doğruluk üzerine iki cihan kurulur. Din binası yükselir. İnsan ve kâinatın hakikatleri keşfedilir. Kâinatın yaratıcısı ve insanın Sanatkârı akıllara ve kalplere görünür. Doğruluğun bu çok köklü ve elzem yönünden dolayı Kur’an, nebilerden sonra en üstün insan sınıfını, “sıddîklar” (hakikate son derece bağlı doğru kişiler) olarak gösterir.[10] Hem doğruluktan taviz vermemek için dua etmeyi farz kılar: “De ki: ‘ Rabbim! Girdiğim her yere doğrulukla girmeyi, çıkarken de doğrulukla çıkmayı nasip et! İmtihanlarımda doğruluktan ayrılmamak için bana katından güçlü bir delil kıl. [11]

Peygamberler insanları Hakikate uyandırmak ve diriltmek için gönderilirler. Peygamberlerin gelişine “ bi’set ” denilir. Ki Esma-yı Hüsna’dan Bâis isminin eseridir. Ölümden sonra diriliş “ ba’sü ba’del-mevt ” denilmesi gösterir ki, peygamberler dinden uzaklaşmakla ölen toplumları ölümlerinin ardından diriltmek üzere gönderilen İlâhî bir yağmur ve rahmettirler. Dinin nefret ettiği şuursuzluk ve vurdumduymazlık haline, “gaflet” denilir. Gaflet, manevi bir uykudur. Hakikati görmeme ve hayaller dünyasında yaşamadır. İnsanlığın geneli, geçmiş ve geleceği ile, bu gaflet içinde yaşar ve ölürler. Bunu birçok âyet ve şu hadis-i şerif bildiriyor: “İnsanlar uykudadırlar. Ölünce uyanırlar.[12]

Hakikati görmeyi, kabir ve sonrasına erteleyenler ebedî hüsran ve pişmanlık yaşamaya mahkûmdurlar.[13] Evet dünya, hakikati bulma yeridir. Âhiret ise, hakikati ebedî temaşa etme ve hakikatle yaşama yeridir. Hakikat ise, Allah’ı gösteren ve hissettiren en büyük aynadır.

Soru 5: Ruhani bir hayatın göstergesi ve belirtileri nelerdir?

Cevap 5): Bu sorunun cevabı ruh kelimesinin etimolojisinde saklıdır. Sözlükte “gitmek, geçmek; (hava) rüzgârlı olmak; (bir şey) geniş ve ferahlık verici olmak” mânalarındaki revh kökünden isim olan rûh kelimesi terim olarak genellikle “canlılarda hayatı sağlayan unsur” şeklinde tanımlanmaktadır.

Bu etimolojik tahlile göre revh kökünden 3 dal çıkıyor:

  1. a) “ Gitmek, geçmek…” Bu manasıyla kişinin ruhaniliğinin göstergesi yaşanılan olumsuz olayların boğuculuğuna, maddi ve anlık hazların çekiciliğine takılmayıp geçmek… Hakikat ve ebediyet ile arasına giren nesne, mekan ve kişilerin yanından gitmek Yani hayatta yalnızca Allah’ı vazgeçilmez tanımak… Bu manada Hz. Lut (AS) kendisini materyalistçe bir hayata çeken Urfa kültüründen uzaklaşmasını “ İnnî muhâcirun[14] ilâ rabbî ” ( Hakikaten ben, beni maddeye ve fâni hayata çeken güzelliklerin kaynağı olan bu yeri terk ediyor, Rabbime ve Ebediyeti hissedeceğim ruhani yerlere göçüyorum ) der.[15] Aynı hadiseyi yaşayan Hz. İbrahim (AS) ise kendi algı ufkunu yaşadıkları perspektifinden şöyle ifade eder: “ İnnî zâhibun[16] ilâ Rabbî seyehdîn[17] ( Hakikat bu ki, ben Rabbime gidiyorum, yürüyorum; beni fani hayata çağıran bu yerden uzaklaşıyorum. )
  2. b) “ (hava) rüzgârlı olmak… ” Bu manasıyla Kur’an, aynı kökten gelen “ rıyh ” tabirini rüzgar için kullanır. Aynı kökten türeyen ve yapısı itibariyle havada yayılıcı olan, “râyiha ” ( koku ) ve kokulu çiçek manasında “ reyhan ” lafzını kullanır.[18] Hava eksenli olarak ruh hakkında kullanılan birçok âyetteki “ İlâhî nefha ” ( üfürük )[19] lafzı beraber düşünüldüğünde şu tespiti yapabiliyoruz: Hava kürenin toprak küreyi kuşatması gibi, topraktan yapılan bedeni de havaî yapısı olan ruh kuşattığı ve kişi, manevi kokusunu İlâhî bir çiçek gibi içten gülümsemesiyle etrafa yaydığı zaman… rüzgar ve kasırga gibi celalli yapısıyla, insanların ufkunu kaplayan bulutları dağıtıp onlara Hakikati gösterecek kıvama geldiği zaman ruhanileşmiş demektir.
  3. c) “ (bir şey) geniş ve ferahlık verici olmak… ” Ruh, hakikati itibariyle İlâhî bir emir ve kanun olduğundan; aynen kanunlar gibi geniş sahalarda hükmünü icra etmek ister. Manevi hâkimiyetini doğruluk, ihlas, hakikatli ilim ve ciddiyetiyle ifade eden bir ruh, dünyada kendi potansiyellerini aktif hale getirir ve manevi saltanatını kurar. Böyle ulvi ve yüksek bir ruhun manevi saltanatı diğer ruhların Allah ile aralarındaki engelleri kaldıracak bir ferahlı iklim ve manevi atmosferi onlara hissettirir. Onu, dünyanın geçici hadiselerinde ve sosyal hayatın gittikçe yoğunlaşan meşgaleleri altında nefes alamayacak hale gelmiş ruhlar için bir oksijen çadırı… insanların yanlış düşünceleri, kötü niyetleri, karanlık arzuları ve sayısız beklentileri altında ezilmiş ruhlar için bir şefkatli sığınak ve bir paratoner haline getirir. Bu mahiyeti kazanan bir ruh, ruhani hayatın nasıl ve ne surette yaşanılacağını gösterir.

Peygamberlerin hayatlarındaki daimî hicret ve zühd, insanların düşünce ufkunu temizleyen ve Hakikat Güneşini gösteren etkili sohbet ve hikmet, insanları ışık ve hava gibi kuşatıp onlara nefes üfleyen şefkat, ilgi ve muhabbet onların birer ruh insanı olduğunu; fâni hayatlarını Bâki Zât için ve Onun fâni kullarının ebediyeti için adadıklarını gösteren kriterlerdir.[20] Bu manada her bir peygamber ruhani hayatın huzurlu ve mesud iklimine girmek, dalgalı dünya hayatında sükunet ve selameti elde etmek isteyen bir her bir ruh için birer saadet sarayı ve güvenli bir limandır.

[1] Hacc sûresi, 7.

[2] Müddessir sûresi, 18-19; Abese, 17.

[3] En’am sûresi, 61-62.

[4] Bakara sûresi, 156.

[5] Ölüm anında yaşananlar için bakınız Vâkıa sûresi, 83-96. âyetler.

[6] Bakınız Kehf sûresi, 60-82.

[7] Tevhid, iyi-kötü gözüken her şeyin Allah’tan geldiğini ve Onun verdiğini bilme ve hissetmedir. Teslimiyet ise, Allah’ın kullarının iyiliğini istediğini bilme, görme ve hissetmedir. Bu noktada kişinin geçmişte yaşadıkları ve çevresinde gördükleri onun laboratuarıdır.

[8] İşârâtü’l-İ’caz, Bakara sûresi, 9-10. Âyetler.

[9] Meryem sûresi bu yönü özellikle vurgular. Bakınız 41. ve 56. Âyetler.

[10] Nisa sûresi, 69.

[11] İsra sûresi, 80.

[12] Taberânî.

[13] Asr suresi, 1-2.

[14] “Muhâcir” lafzındaki müşareke kalıbı, Hz. Lut’un (AS) bu hicreti yaparken zorlandığını ve bu kararından dolayı yakınları ve sevdikleri ile zıtlaştığını gösterir. Çünkü O onları terk ederken, onlar da onu terk ediyorlardı.

[15] Ankebut suresi, 26.

[16] Âyetteki “zâhib” ( yürüyen, giden ) ifadesi gösterir ki, Hz. İbrahim (AS) bütün ruhuyla oradan uzaklaşmayı istiyordu. Çünkü Urfa ve çevresi Onun hakkında ateşler diyarı hâline gelmişti.

[17] Saffat Sûresi, 99.

[18] Rahman suresi, 12.

[19] Mesela Hicr suresi, 29 ve diğerleri…

[20] Hz. Peygamber’e emredilen şu âyet bu ruhaniliğin delilidir: “ Ey Muhammed! De ki:Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.”  ( En’am suresi, 162)

Ruh Hakkında Sorular ve Hakikate Uygun Cevapları-1

Bütün asırların hakikati arayan, hayatın manasını ve gayesini sorgulayan, ruhun hakikatini keşfetmeye çalışan insanları tarafından sorulan ortak sorular bulunuyor. Bu makalede bu soruları sıralayarak, soruları din ve bilim bütünlüğü, hakikat ve hikmet ışığı, mantık ve felsefe tutarlılığı içinde cevaplamaya çalışacağım. Sorular şu şekilde:

      Soru 1) Dünyaya gelinmese olmaz mıydı? Ruhlar âlemi bir ruh için yeterli değil miydi? Dünyadaki bu çelişkili, çarpışmalı ve sıkıntılı yapı niçin? İmtihan şart mı?

          Soru 2) Deniliyor ki: “ Biz dünyaya Cennet’ten geldik. ” Tekrar kabir, Cennet veya Cehenneme varış şeklimiz nereden ve nasıl?

            Soru 3) Ruhun madde ile ilişkisi nasıl? Kişinin şuur seviyesine göre bu nasıl algılanıyor?

            Soru 4) Ruhların dünya yolculuğunda peygamberlerin fonksiyonu nedir?

            Soru 5) Ruhani bir hayatın göstergesi ve belirtileri nelerdir?

 Soru 1: Dünyaya gelinmese olmaz mıydı? Ruhlar âlemi bir ruh için yeterli değil miydi? Dünyadaki bu çelişkili, çarpışmalı ve sıkıntılı yapı niçin? İmtihan şart mı?

 Cevap 1) Ruhlar dünyaya ve herhangi bir maddi âleme gelmek zorundadırlar. Çünkü bir şey ya potansiyel haldedir; ya aktif… Gözle görüldüğü üzere hayat, hararetli daimî bir faaliyet ve tahakkuktur. O halde hayatın manevi kaynağı olan ruh, bir potansiyeldir. Potansiyel yapılar, aktif hale geçerek kendilerindeki özellikleri gerçekleştirir ve kemal seviyeye yükselirler. O halde, ruhların kendi kemallerine bir yolculuk mahiyetinde madde ile bir ilişki içine girmeleri savaşçı fıtratlarının ispatı, kendilerinin kendilerine gösterilmesi, kendi hakikatlerini keşfetmeleri, kendilerini yapan Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’u bilebilmeleri için en ideal ve mükemmel haldir. Bu manasıyla maddi hayat ruhun madde ve kudret ile imtihan yaşadığı bir süreçtir. Evet ruhlar, potansiyel yeteneklerini açabilecek bir yere muhtaçtırlar. Bu yer ise, maddi dünyadır. Potansiyelleri açmak ise, nerede olursa olsun imtihan hakikatiyle olur. Eğer bir potansiyel birbirine zıd ve birbirini tamamlayan sayısız hakikatlerle örülmüşse imtihan kaçınılmaz olduğu gibi çetrefilli ve çok boyutlu bir hal de kazanır.

Din ve bilimin ortak tespiti şudur ki: İnsan ruhu mükemmelliğe ayna olabilecek, görünen en büyük potansiyeldir. Bu potansiyel yapı maddi ve manevi, geçici ve sürekli her türlü lezzeti tadabilecek özelliktedir. Maddi ve manevi bütün âlemler bu insan denilen hakikatin önünde bir sofra gibi serilmiştir. İnsanın nefsi, madde âlemiyle beslenirken; akıl ve kalbi manevi âlemlerle beslenir ve doyar.[1] İmtihan realitesiyle, elmas ile kömür, altın ile bakır, temiz ve habis ruhlar ayrışırlar. İmtihan, sözlükte, bir madenin ateşe atılarak toprak ile cevher kısmının ayrıştırılması manasına gelir.

Şuur sahibi ruhların dünya imtihanında ayrışması ilk önce “İlim”de olur. Yani doğruyu bulma ve bilme, eğriyi görme ve öğrenme… İlim zorlu bir yolculuktur. Onda çok meşakkat ateşi vardır. Hanefi mezhebi kurucularından İmam Ebu Yusuf şöyle der: “İlim öyle bir şeydir ki, sen ona kendini tamamen vermezsen o sana yarısını bile vermez.”

İmtihanın ikinci aşaması ise, “İlmi yaşama”da olur. Yani doğruyu yapma (sâlih amel) ve eğriyi yapmama (takva)… Amel ve takva ile o ilim, şuur (bilinç) haline gelir. Dinin kutsal pratikleri, ruhsuz birer ritüel değildir. Bilakis her biri birer manevi metabolizmadır. Hem her biri bilgiyi, bilinç haline yükselten birer mekanizmadır. Bu yolculukla kişinin gittikçe yükselen bir şuuru olur. İnsanlık kalitesi ve keyfiyeti yükselir. Öyle ki her şeydeki hikmetler, güzellikler, manalar ve mükemmellikler ona görünür hale gelir. Yüz bin insanın çözemediği meseleleri kibrit yakma kolaylığında çözer. Bu noktada Arthur Schopenhauer’in Peygamber Efendimiz (ASM) için söylediği şu söz peygamberlerin şuur seviyesi için bir şahitliktir: “Problemleri tereyağından kıl çekme kolaylığında çözen Hz. Muhammed’e dünya ne kadar muhtaçtır!

Ayrışmanın üçüncü aşaması ise, “Hakikati kendine âlet etme” veya “Kendini hakikate hizmetkâr bilme” imtihanıdır. Bu aşama, ahlak boyutudur. İhlas anahtarı ile bu zindandan kurtulmak mümkündür. Allah için bir hakikati yaşayan kişide güzel bir ahlak ve iç ferahlatan bir sima oluşur. Fakat maddi menfaatler için yaşayan kişi, hakikati katleder. Halkın takdir ve beğenisi gibi manevi kazançlar için konuşan ve yaşayan kişi, hakikati kendine kurban eder.

Dikkatle düşünülürse çok net olarak görünür ki: İnsanı değerli kılan hakikattir; insanın kendisi değil… Mesela dürüstlük bir hakikattir. Bu hakikat bir insanın dünyasında olmazsa, o vakit bu kişiden bütün insanların nefret edip kaçtığı düzenbaz ve sahtekâr bir karakter ortaya çıkar. Fakat dürüstlük hakikati kişinin bütün benliğini sarıp kuşatsa o vakit o kişi herkesin aşk derecesinde sevdiği ve hayran olduğu bir şahsiyeti sergiler. Sevilen acaba nedir? İnsan mı yoksa dürüstlük hakikati mi? Bu sorunun cevabı çok kesin ve nettir: Elbette ki dürüstlük…

Diğer hakikatleri de aynı şekilde ele alırsak görürüz ki, insan bir kandildir. Hakikat ise, o kandildeki zeytinyağıdır. İnsanın şuuru ise, fitildir. Meşakkat, sıkıntı ve gayretler ise bu kandili yakan kutsal ateşlerdir. Ahlak ise, bu kandilden yayılan İlâhî nurdur.

Bu 3 aşamayı geçen kişilere Kur’an “Muhlâs” (bütün bağlardan kurtarılmış kişi) diyor.[2] Bir ruh için, zirve nokta burasıdır. Allah’ın Resulü (ASM) bir hadisle bu 3 aşamayı bildirir: “İnsanların geneli maddi kuvvetlerini boşa harcarlar, tükenirler; âlimler hariç… Âlimlerin çoğu da aklî kuvvetlerini boşa harcarlar, tükenirler; ilmini yaşayanlar hariç… İlmini yaşayanların çoğu da kalbî kuvvetlerini boşa harcarlar, tükenirler; ihlas sahipleri hariç… Onlar ise her an manevi büyük tehlikeler ile karşı karşıyadırlar.[3]

 Soru 2: Deniliyor ki: “Biz cennetten geldik, dünyaya…” Tekrar kabir, cennet veya cehenneme geliş şeklimiz nereden ve nasıl?

 Cevap 2) Ruhlar âlemi, Cennet değildir. Cennet, ruh ile bedenin birleşik olduğu bir dünyadır. O yüzden ruhlar âlemi, Cennet olamaz. Fakat ruhlar âlemi, Cennet gibi güzel manevi bir âlemdir. Ruhlar âlemi, berzah âlemine verilen isimdir. O âlemle, yaşadığımız âlem arasında misal âlemi bulunuyor. Orası da temiz ruhlar için dünyadan daha güzel bir âlemdir. Misal âlemi ile bu âlem arasında rüya âlemi var. Orası da temiz ruhlar için bu dünyadan daha güzeldir.

İnsan uyuyunca rüya âlemine girer. Rüya içinde rüya görürse misal âlemine girer. Lucid rüyalar gibi… Onun içinde de uyursa, berzah ve ruhlar âlemine girecektir. Uyku, ruhun madde ile bağının incelmesidir. Ölüm ise, bu bağın tamamen kopmasıdır. Uyku derinleştikçe, ruh özgürleşir. Berzah âlemine varan bir uyku, tam bir ölüm konumudur. Uykusunda Cennet’e girmek ise, ruhun bütün bağlardan sıyrılması ve kurtulmasıdır. Meselenin hakikatine vâkıf olan Hz. Peygamber (ASM), “Uyku, ölümün küçük kardeşidir”[4] diyerek bu sırrı açar. Hz. Peygamber’in (ASM) hocası olan Kur’an ise, uykuda ruhun kabzedildiğini, eğer kişi uykusunda ölecekse ruhun geri verilmediğini, eğer ölmesi sonra olacaksa tekrar beden ile bağının kurulduğunu belirtir.[5] Evet, Allah’ın dostları uykuda doğrudan misal âlemine girerler. Seviyeleri daha da yüksek olan peygamberler ise uykusunda misal, berzah ve Âhiret âlemlerine girerler. Birçok hadis-i şerif der ki: “Bu gece cennete girdim.[6]

Elhâsıl imtihan sürecini reddedenler maddi dünyaya odaklanır ve Âhirete karşı kör olurlar. Tek gözlü deccâl gibi… Maddi âleme odaklanan kişi, ruhlar âlemine karşı gaflet hâli sergiler. Fakat imtihan sürecinde kendi hakikatini keşfetmeye başlayanlar, ölümün hakikatini ve uykunun sırrını anlamaya başladığına yüz binlerce peygamber, milyonlarca ârif ve alim müttefiktir. Bunların bir kısmı bu âleme karşı uyuyarak, gözlerini tamamen yumarak ruhlar âlemine uyanırlar. Muhyiddin-i Arabî gibi hep o âlemi görür ve yaşarlar.

Buna mukabil daha ileri seviyeli olan sahabeler ve vârisleri ise, dünyanın ruhlar için bir fırsat olduğunu Kur’an, vahiyler ve hadislerden keşfettiklerini eserlerinden görebiliyoruz.[7] Onlar Kur’anın verdiği mucize hayat tarzıyla hakiki şuura erişerek, her iki âleme karşı da uyanık bir seviye elde ettiler. Onlar akıl ve kalplerini, fikir ve zikir içinde cem eden ruhani bir hususiyet kesbettiler. Maddi ve manevi âlemleri aynı anda görebiliyor ve hissedebiliyorlardı.[8]

[1] Psikoloji ilmi, nefs-kalb-akıl üçlüsünü sırasıyla id-ego ve süperego olarak isimlendiriyor.

[2] Saffat Sûresi 5 defa “İlla ibâdallâhi’l-muhlasîn” (Ancak Allah’ın muhlas kulları hariç…) der.

[3] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:415, İmam-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmu’d-Dîn, 3:414.

[4] Tirmizî, Sünen.

[5] Zümer suresi, 42.

[6] Kütüb-ü Sitte.

[7] Vahdet-i Vücud ehli, aşklarının ateşiyle bütün varlık âlemini yakarlar; “ Hakk’tan gayrı yoktur ” derler. Mevlana Câmi gibi… Vahdet-i Şuhud ehli ise, aşkın verdiği göz ve müşahede ile “ Hakk’tan gayrı görünmüyor ” derler. İmam-ı Rabbani gibi… Ehl-i Tevhid ise “ Görünen her güzellik Ondandır. Her şey Onun ile vardır. Her bir şey Onun cemal ve kemaline bir ayna, Onun varlık ve birliğine şâhid olmak için yaratılmıştır ” derler. Sahabeler gibi…

[8] Âl-i İmran suresi, 190-191.

Sıffın Savaşı ve Âhiret’e Ait Sonuçları…

Sıffın savaşı, İslam tarihindeki 2. iç savaştır. Allah resulünün halifesi Hz. Ali (KV) ile Şam vâlisi ve maktül halife Hz. Osman’ın (RA) akrabası Muaviye ve taraftarları arasında gerçekleşir. Savaşın sonunda Müslümanlar 3 gruba ayrıldılar. Bu ayrılık günümüzde de devam etmekte…

Bu gruplar: Takvalı, hakka birebir uyan Hz. Ali ve taraftarları; biraz daha gevşek, hakiki adaletin uygulanmasını mümkün görmeyip izafi adaleti savunan Muaviye taraftarları ve bunların dışında kalan manasında Hariciler… Hz. Ali tarafında sahabelerin en faziletlilerinden Ammar bin Yasir, Tabiîn’in en kıymetli Veyse’l-Karani de bulunur ve savaşta şehid olurlar. Muaviye tarafında ise, cömertliği ve hayırseverliğiyle meşhur Zü’l-Kela ve Havşeb de savaşır ve öldürülürler.

Savaş sonrasındaki yıllarda o dönemin en faziletli kişilerinden ve Müslüman 2 grubun savaşmasına taraftar olmayan Amr bin Şurahbil bir rüya görür:

 Rüyamda görüyorum ki, sanki ben Cennet’e dahil edilmişim. Bir de ne göreyim! Dikilmiş kubbeler…

  • Bunlar kim içindir? ” dedim. Dediler ki:

– “ Zü’l-Kela ile Havşeb’indir. ” Bu ikisi Muaviye ile beraber iken öldürülmüştü. Dedim ki:

  • Ammar ve arkadaşları nerede? ” Dediler ki:
  • Senin önünde. ” Bunun üzerine:

– “ Bu nasıl olur? Bunlar birbirleriyle savaşmış ve birbirlerini öldürmüştü ” dedim. Denildi ki:

– “ Onlar Allah’a kavuştular. Onlar geniş mağfiret sahibi bir Rabbi buldular. ” Bunun üzerine Hz. Ali ile Nehrüvan’da savaşan Hâricîleri merak ettim.

  • Nehir ahalisi ne yaptı? ” dedim.
  • Şiddetli azapla karşılaştılar ” denildi.[1]

Bu rüyanın sâdık olduğunun 2 alameti var: Birincisi, rüyayı gören kişi, normal hayatında Müslümanlar arası savaşa karşı biridir. Diğer yön ise, rüya içinde yaşadığı şaşkınlıklar ve meseleyi detaylıca anlamak için her şeyi sorması ve Müslümanların bütün grupları hakkında bilgi almaya çalışmasıdır.

Bu rüya Muhammed ibn-i Sa’dın Tabakat-ı Kübra isimli kitabında geçmektedir. Bu rüyanın şahsî hayatım açısından önemi büyüktür. Bu rüya beni irşad etti. Çünkü bu sâdık rüyayı okuyana kadar, gerek Hz. Ali sevgisi, gerekse hakka taraftarlıktan dolayı, Muaviye bin Ebu Süfyan ve taraftarları hakkında olumsuz düşünüyor ve şüphelerim oluşuyordu. Çünkü Sıffın savaşı, İslam dünyasını 3’e bölmüştü. Ayrıca birçok sahabe bu savaşta şehid olmuştu. Bu savaşla Halifelik sona ermeye yüz tuttu. Fakat bu sâdık rüya, bize Allah’ın onları bağışladığını ve Onların ehl-i cennet olduğunu bildiriyor. Allah’ın bağışladığını, elbette kulları da bağışlamalı ve haddini bilmeli!

Îkaz edici yönüyle bu sâdık rüyaya bakılırsa bu rüya Şii-Sünnî kavgasını bitiren bir fonksiyon icra ediyor. Şiilerin asıl kızması gereken kişilerin Sünnîler değil, Hz. Ali’yi (K.V.) şehid eden Hariciler olması gerektiğini bildiriyor. İçlerindeki fıtrî nefret duygusunun akacağı havuzu onlara gösteriyor.

[1] Muhammed ibn-i Sad, Tabakat-ı Kebir, Cild 1, Amr bin Şurahbil Maddesi.

Ruhun yapısı nasıldır? Ruhlar görünür mü? Bu dünyaya ruhların gelmesi ne içindir?

 

Bediüzzaman Said Nursi’nin tesbit ettiği üzere ruh, bir kanundur.[1] Tıpkı yer çekimi kanunu gibi… Allah, ruh denen kanunuyla canlıların vücutlarını idare eder.

Kanunun kendini gösterdiği bir yerde düzen olur. O yüzden hiçbir insan düzensizliği ve dağınıklığı sevmez.

Hem her kanun gibi ruh da hakikatlere dayanarak yazılır. Bu yüzden her bir insan yalandan ve sahtekârlıktan nefret eder.

Hem her sabit kanun gibi ruh da bir devamlılık taşır. Bu yüzden hiçbir insan geçicilik ve sonluluktan hoşlanmaz ve haz almaz.

Hem her kanun gibi ruh da bir bütünlük ve birlik üzeredir.[2] O yüzden her bir insan birleştirmek ve bütünleştirmekten zevk alır.

Hem her kanun hükmedici olduğu gibi ruh da hükmedici ve emredici bir özellik taşır. Bundan dolayı hiçbir insan hükmedilmekten hoşlanmaz ve iradesini hiçe sayanı can düşmanı beller.

Hem her kanun her yerde kendi hükmünü ifade etmekle güven vericidir. Aynen öyle de her bir ruh, doğrulukla kendini her yerde ifade ederek etrafına güven verici olur.[3]

Fakat bu ruh kanunu tamamen soyut değildir. Onun kendine has bir vücudu vardır. Bu vücud, onun açısından bir kıyafet gibidir.

Hem bu vücud, ruh denilen hakikat kılıcının bir kılıfıdır. Bu kılıf, yıldız gibi ışıl ışıl bir ceseddir.[4]

Hem ruhun, aynadaki görüntümüz gibi, kendine has bir misâlî bedeni var.[5] Bu misalî bedenle her bir ruh havada ve esir maddesinde temessül edip görünebilir. Hz. Meryem’e görünen Ruh gibi…[6]

Hem ruhun kendine has bir manevi hayatı var. Ki o hayat, maddeyi ihya ediyor.[7] Bu manevi canlılık, ruhun yapısına yakın olan nur ve güzel koku ile besleniyor. Tıpkı topraktan oluşan maddi bedenimizin topraktan yapılan gıdalarla beslendiği gibi…

Hem her bir ruh, Allah için gösterilen gayretlerle ve acılarla güçleniyor. Tıpkı hastalıklarla güçlenen ve direnç kazanan maddi beden gibi…

Hem her insanın ruhu, meleklerden ötede bir kalite ve donanım zenginliği taşıyor. Hz. Âdem’e secde hadisesi bunu bildirir. Evet melekler, kâinat ülkesindeki polislere benzerler. Ruhlar ise, bu ülkedeki askerler gibidirler. Kâinatın iç düzenini melekler sağlarken, bu ülkeyi koruyan ve genişleten ruhlardır. Çünkü yokluğa götüren şeytanlarla ve şeytanlıklarla savaşanlar melekler değil, hür irade sahibi ruhlardır.

Hem her bir ruh Allah’ın emir sıfatıyla yapılmış savaşçı bir fıtrattadır.[8] Hakikatlerle bir kâinat ülkesi kuracak ve idare edecek kadar büyük bir potansiyel sahibidir. Her bir ruh için mutluluk, bu potansiyeli aktif hale getirmektedir. Dünya ise, bu iş için kurulan açılma ve yükselme yeridir. Cihad (fikir savaşı) ve sabır ile ruh çekirdekleri hakikat zemininde filizlenip ağaç olurlar.[9]

Allah biz insanların programlarını ruhlar âleminde mükemmel bir donanım taşıyacak şekilde ilmiyle takdir etmiş.

Hem iradesiyle her bir ruhu orijinal ve eşsiz kılmış. Kudretiyle de her bir ruha nurdan bir cesed ve görüntü tarzında bir beden giydirmiş.

Hem her bir ruha diğer irade ve bilinç sahiplerinden bağımsız bir şuur vermiş. Fakat o şuur buradaki şuurumuz seviyesinde değildir.

Nasıl ki bir bebek ile çocuğun, bir çocuk ile gencin, bir genç ile yetişkinin, yetişkin bir inançsız ile bütüncül bakan bir müminin, sıradan bir mümin ile âlim ve ârif bir evliyanın, bir evliya ile hakikat aynası bir nebinin, bir nebi ile hak elçisi bir resulün şuur seviyeleri aynı değildir. Fakat hepsinin bir şeyleri hissetme ve bilme kabiliyetleri vardır.

Aynen öyle de ruhların ruhlar âleminde bir şuuru var. Fakat çok düşük seviyede… Bu dünyada o şuur açılıp gelişiyor, büyüyor. O bireysel ruh, kollektif bir ruh olma seviyesini kazanıyor. Ahrette ise bu evrensel ruh yönünü, ebedî saltanatıyla yaşayacaktır. Dünyaya gelişin sırrı bu kutsal tırmanış ve yüceleşmedir![10]

[1] Sözler, Lemeat.

[2] İnfitar sûresi, 7-8.

[3] Bu yüzden doğruluk, kendi özüne sadakattir; yalan ise, kişinin kendi özüne hıyanetidir.

[4] Miraçtan bahseden Necm sûresi 1. âyet, Hz. Peygamber’i bütün varlığıyla böyle bir yıldıza benzetir. Onun miracını “Yıldızın kayması ve düşüşü” olarak anlatıyor. Bu mevzuu hiç bilmeyen bir kardeşimiz yakın zamanda sâdık bir rüyada şöyle görüyor: “Her insanın dünyada bir yıldızı varmış. O yıldıza tutunup kâinatta geziyormuş. Kendisinin de bir yıldızı varmış. Geceymiş. Gökyüzü karanlıkmış. Ona rüyada denilmiş ‘Et-tahiyyâtü’nü oku daha hızlı gezersin.’” Herkesin bildiği üzere “Et-tahiyyâtü” duası, Peygamberimiz’in (ASM) Miraçta Âlemlerin Rabbi olan Allah’a, bütün yaratılmışlar adına verdiği selam ve götürdüğü hediyedir. Her Müslüman bu duayı bir miraç manasında olan namazında okuyor.

[5] Bilim dünyası yıldız gibi parlayan cesed ve misâlî bedeni aynı sayıyor. Bunlara “Perispiri” veya “Astral  Beden” diyor. Ruhun madde dünyasındaki görüntülerine ise, “Fantom” diyor

[6] Meryem sûresi, 17.

[7] Zümer sûresi, 42.

[8] Melek ve ruhların bu konumları hadislerle, evliyaların keşifleriyle sabittir.

[9] Mutluluğa dair 20’den fazla kitap yazan Japon profesör Choi Yoon-Hee’nin mutsuzluktan dolayı eşiyle beraber intihar edip ölmesi gösterir ki O, ruhun savaşçı fıtratını bilememiş. Evet en büyük mutluluk, fıtratını yaşama ve özünü sergilemedir.

[10] Bakınız, İnsan sûresi. O sûre böyle yüceleşmiş ruhların ebedî iktidarlarını kare kare anlatıyor.