Etiket arşivi: eymen akça

Fıtratın Bozulması ve Manevi Hastalıklar-6

11) Liderlik Tutkusu… Bu tutku, lider bir aile babası veya grup öncüsü bir anne kucağında yetişen bir çocukta büyük ihtimalle olan bir durumdur. Çünkü fıtratta yenilik ve yenilenme, gelişme ve yükselme meyli var. Bu fıtrî meyilden dolayı sonradan gelenler, önce gelenlerden daha ileri bir seviye almak isterler. Fakat bu seviye kolaylıkla elde edilemez. Hem dünya şartları altında liderlik az sayıda kişinin elde edebileceği bir makamdır. Bu şartlar, böyle kişilerde öldüresiye bir rekabet hissinin ortaya çıkmasına yol açar. Bu şekilde fıtrat zedelenir ve dengeli halini kaybeder.

İslam ve dünya tarihine baktığımızda görüyoruz ki kendi fıtratında böyle bir zedelenme ve yaralanma olduğunu gören aklı başında kişiler, çeşitli yollarla bu cihetlerini tedaviye çalışmışlar.

Bunlardan bazıları ehil oldukları bir idarecilik makamını elde edebilecekken sessiz kalmış; imam olmayı bırakıp cemaat olmayı tercih etmişler. Cenab-ı Hakk’ın bir gün kendisini lider edeceğini düşünüp kader denilen nehrin akışına kendi irâdelerini bırakmışlar. Böylece iç dünyalarındaki bulanıklıktan kurtulmuşlar. Bu konuya misal olarak Hz. Ali’yi (RA) gösterebiliriz. Evet O, Mekke’nin reisi Ebu Tâlib’in oğlu idi. Aynı zamanda ilim ve hikmette devrinin en önde gelen sahabesi, Allah Resulünün has talebesi ve müridiydi. Cesaret ve kahramanlıkta ” Esedullahi’l-Gâlib ” ( Allah’ın yenilmez aslanı )[1] diye meşhurdu. Hz. Peygamber’in en sevgili kızının eşi ve torunlarının babasıydı. Her cihette liderliğe liyakati vardı. Fakat O, bunu istemedi. Takdir-i Huda’ya rıza ile boyun eğdi. Bu cihetten “ Murteza ”   ( Allah’ın her takdirinden râzı olan ) lakabını aldı.

Bazıları ise idareciliğin külfetini, ciddi sorumluluğunu, işin esasında hizmet ve meşakkat yeri oluşunu derinlemesine düşünerek içlerindeki bu nefsânî ateşi, tefekkürün kudsi nurlarıyla söndürdü. Zaman da onları haklı çıkardı. Bu konuya sahabeden Ebu Zerr’i (RA) misal verebiliriz. Bir gün Hz. Peygamber’e (ASM) arkadaşı Ebu Zerr (R.A.) gelip kendisini bir yere yönetici tayin etmesini ister. Hz. Peygamber (ASM) der ki:  “Ey Ebû Zer, sen zayıf bir kimsesin! Bu bir emanettir, kıyamet günü zillet ve pişmanlığa yol açar. Ancak hakkıyla elde edip kendine düşen sorumluluğu yerine getiren kimse bundan müstesnadır.[2] Hem kıyametin ne zaman kopacağını soran bir kişiye de der ki: “İş, ehline verilmezse kıyameti beklemek lazımdır.[3] Hz. Peygamber’in (ASM) bu mühim uyarıları, yaralı fıtratları tedavi edici ve teskin edicidir.

Bazıları ise baktılar ki bu his, çok huysuz ve güçlü bir ata benziyor, onu kontrol edemiyor ve onu öldüremiyorlar. Bu tarz kişiler marifetullahın verdiği pencere ile şöyle düşündüler: “Makam, bir hakikattir. İsm-i Kayyum’un gereğidir. Hem Allah’ın isimlerine aynalıktan ibarettir. Maddi dünya aynalığı ise, sınırlı ve dardır. Allah’ın mülk âlemi var olduğu gibi melekût, ceberût ve rahamût denilen manevi âlemleri de var. Öyleyse sonsuz makamların olduğu, aynı makama sayısız kişilerin aynı anda sahip olabildiği mana âlemlerine dikkatimi ve gayretimi yoğunlaştırayım.” Birçok aklı başında kişi sırr-ı ihlas ile bu şekilde, içlerindeki bu susmaz meyli hakka yöneltti. Günden güne gelişerek çaplarına göre aşk dolu bir “kutub”, şevk dolu bir “gavs” ve nur âbidesi bir “ferîd” oldular. Bu hissin bir veriliş sebebini tahakkuk ettirdiler.

12) Güçlülük ve Güç Tutkusu… Çocukluk zamanında ya baskıcı bir ailede ana–baba zulmüne maruz kalmış veya ömrünün bir devresinde güçlü bir kişinin haksızlığına uğramış ve bu zulmü sindirememiş veya çeşitli gerekçelerle içinde bu his uyanan fıtratlar bu tarz durumlarla yaralanırlar. İçlerinde bir hınç, bir kin ve intikam hissi hâsıl olur ve zaman içinde gittikçe bıçak gibi bilenirler. Bu durum onları madde ve güce aşkla yönelen ve saldıran bir hâlet-i rûhiyeye sokar. Doymak bilmeyen bir hırsla dünyaya dalarlar. Ellerine mal ve mülk geçtikçe kendilerini ispat ettiklerini zannederler. Kur’an böyle kişilerin psikolojisini şöyle anlatır: “Yazıklar olsun yüz göz hareketleri yaparak insanlarla alay edenlere ve insanların kusurlarını araştıranlara! Onlar, mal ve mülk biriktirir ve devamlı onları sayarlar. Mallarının kendilerini ölümsüz kılacağını zannederler. Halk içinde bu yönleriyle bilinecek hale düşerler.[4]

İslam ve dünya tarihine baktığımızda görürüz ki kendi fıtratında bu yönde bir yaralanma olduğunu hisseden aklı başında kişiler kendilerini tedavi için farklı farklı yollar ve usuller takip etmişler.

Bazıları gördüler ki güç ve servet arttıkça, insan onu kontrol edemiyor. Bilakis insan malın esiri oluyor. Oysa insanı asıl insan yapan unsur, onun iradesidir. Bu yüzden bu kişiler irade güçlülüğünü tercih ettiler. Ve iradelerini sınırlayan, güç ve servet talebinden vazgeçtiler. Allah dostlarından Belh Hükümdarı İbrahim bin Edhem’in (KS) hayatında bu tercihi görüyoruz.

Bazıları ise, Hz. Peygamber’in (ASM) “İnsanların en kuvvetlisi olmayı arzu eden Allâhü Teâlâ’ya tevekkül etsin.[5] hadisini kendine rehber edindi. Allah’ın kâinatta koyduğu kanunları öğrenmeye ve onunla kendi güç ve iradesini bağlamaya yöneldiler. Çünkü elde ettikleri ilim ve tevhid onlara gösterdi ki, insanın bulunduğu ve bulunacağı bütün âlemler Allah’ın mülküdür. Hem Onun tasarrufu altındadır. İblis’ten tâ Cebrail’e (AS) kadar, firavunlardan Musalara (AS), zerrelerden güneşlere kadar her şey Allah’ın irade ve kudretine bağlıdır. Bu şüphesiz ilim ve iman ile tevekkül gemisine binip iradelerini ve takdiri, Hakîm olan Allah’a bıraktılar.

Bazıları ise imanın verdiği nurla gördüler ki asıl güçlülük, kendini öfke krizlerinde ve şehvet galeyanlarında dizginlemektedir. Hem bir zâlimin nefsini kıracak bir surette yüzüne karşı hakkı söylemektedir. Bundan dolayı onlardan her biri kendi içlerine döndüler ve nefisleriyle boğuştular. Sonra da halkın nefis ve benlikleriyle savaştılar. Bu konuya en iyi misal Yezîd’in zulmüne karşı kıyam eden Hz. Hüseyin’dir (RA).

Bazıları ise tecrübeleriyle gördüler ki içlerindeki bu servet ve güç tutkusu susturulmuyor. Buna mukabil aşkla yöneldikleri dünyanın zenginlik ve gücü ise, gelip geçiyor. Asıl servet, ukba zenginliği; asıl güçlülük, manevi ve uhrevi güçlülüktedir. Hem Kur’anda ve sosyal hayatta gördüler ki “Allah, genelde mülk ve kudreti, isteyene değil istediğine veriyor.”[6]Bu geçici ve kısıtlı maddi makamların ve dağıtımı sadece İrade-i İlâhiye’ye ait servetlerin talebi için, gayr-ı meşru yollara tevessül ederek Âhiretini de berbat etmek bir akılsızlık ve bir gaflettir. Bunun üzerine onlar bütün duyguları ve imkânları ile Allah’a ve Âhirete yöneldiler. Âhiret zenginliğinin kaynağı olan ibadet, taat ve dine hizmete kendilerini verdiler. Dönemlerinin en âbid ve en zâhidi; nefis ve benliklerine karşı en mukatil ve mücâhid kişileri olarak galip geldiler.

[1] Hz. Risalet, bu ünvanı, Hz. Ali’ye (KV), Hayber’de gösterdiği kahramanlıktan dolayı vermiştir.

[2] Müslim, İmaret, 16.

[3] Buharî, İlim, 2.

[4] Hümeze Sûresi, 2.

[5] Hâkim, Müstedrek.

[6] Âl-i İmran Sûresi, 26.

Fıtratın Bozulması ve Manevi Hastalıklar-5

9) Aşırı Öfke… Öfkeli ve inciten bir baba veya anne kucağında büyüyen kişide veya büyük potansiyelli karakterlerde açığa çıkan bir hastalıktır. Özellikle sosyal karakterli çocuklarda… İçindeki öfkenin fevriliğini engelleyemeyen, onun yakıcı etkisiyle çevresine zarar veren ve öfkesini kontrolde âciz düşen bir kişinin üzüntü ve çaresizliği fıtratını zedeler. Kendisiyle yıpratıcı bir uğraşıya girer. Onun mükemmeliyetçi yapısı, rahat kusur gören gözleri, keskin kılıç gibi sözleri onun kendi kontrolünü zorlaştıran unsurlardır.

İslam ve insanlık tarihine baktığımızda görüyoruz ki, kendi iç dünyasında böyle olumsuz bir yön olduğunu fark eden aklı başında kişiler kurtuluş ve tedavi için çareler aramışlar.

Bu karakterlerin bazısı halkın içine çok girmezsem onların hatalarını görmem! Halk ile Âhiret hedefi dışında da görüşmezsem onların bencillik ve kusurlarıyla karşılaşmamış olurum, der. Bu tavra Bediüzzaman Said Nursi’yi örnek gösterebiliriz.

Bazısı içteki ateşin dışa dil ile yayıldığını gördüğü için “Ne yapıp edip, susmayı becermeliyim” diye karar alıp susmaya çalışmışlar. Hatta dillerinin altına çakıl taşı bile koymuşlar… Hz. Ebu Bekir (RA) bir süre bu çakıltaşı stratejisini; Hz. Yakub (AS) ise çocuklarının oğlu Yusuf’a (AS) karşı yaptıkları haksızlığa karşı “sabırla susma” yöntemini uygulamıştır.

Bazıları ise öfkenin aşırılığının menbaı olan ve görme endeksli bir yapısı bulunan nefs-i emmare ile ömür boyu sürecek bir savaşa kalkışarak bu hastalıklarını tedavi yoluna girmişler. Bu konuya âdil halife Hz. Ömer’i (RA) örnek gösterebiliriz. Öfke ve şehvetin kaynağı, beslenmedir. Hz. Ömer (RA) ömrü boyunca bulamaç tarzı bir gıda yiyerek “nefis tezkiyesi” için uğraşmış ve kendi öfkesini frenlemeye çalışmıştır.

Hz. Peygamber (ASM) aşırı öfke için şöyle der: “Yiğit ve güçlü kişi, insanları güreşte mağlup eden kişi değildir. Asıl yiğit ve güçlü kişi, öfkelendiği zaman devamlı nefsini mağlup eden kişidir.”[1] Hem Hz. Peygamber (ASM) usta bir psikiyatrist ve terapist üslubuyla aşırı öfkeli kişilere 2 tavsiyede bulunur: “Biriniz öfkelendiği zaman ayakta ise otursun. Öfkesi geçerse ne âlâ geçmezse, yatsın”[2]ve “Öfke, şeytandandır. Şeytan ise, ateştendir. Su, ateşi söndürdüğü gibi abdest de, öfkeyi söndürür.[3]

Bu çarelerle beraber öfke gücünü kontrolde zorlanan ve bu öfke selini herhâlükârda bir yere akıtmak isteyen fıtratlar için Hz. Peygamber (ASM) şöyle bir kanal açar: “Allah katında en makbul amel, Allah için sevmek, Allah için öfkelenmek ve nefret etmektir.[4] Böyle bir öfke, bu şekilde hak için kullanıldığında Allah düşmanlarına karşı izzet-i İslâmiyeti sergilemeye yol açar. Kur’an bir âyetiyle böyle nurlu bir öfkenin “Müminlere karşı şefkatli olmaktan[5] daha değerli olduğunu bildirir; bu güzel ve hayırlı öfkeye, sahiplerini teşvik eder.

10) Aile Pasifliği… Asosyal ve korkak bir ailenin yanında büyüyen veya çok öfkeli ve baskıcı bir ana-baba-kardeş ortamında yetişen bir çocukta bu fıtrat zedelenmesi kaçınılmazdır. Özellikle içine kapanık, uysal ve sessiz karakterli kişilerde…

İslam ve insanlık tarihinde baktığımızda görüyoruz ki, kendisinde bu şekilde bir yaralı fıtrat olduğunu hisseden ve bundan kurtulmak isteyen aklı başında kişiler farklı farklı yollar takip etmişler.

Bunlardan bir kısmı korkularının üstüne gitmeye, onların evhamlı bir görüntüden ibaret olduğunu benliklerine göstermeye çalışmışlar. Bu konuda Hz. Osman’ı (RA) misal gösterebiliriz. O çekingen yapısına rağmen ve sülalesinden çok az kişi iman etmesine rağmen ilk Müslümanlardan olmuştur. İslam öncesinde var olan Emevi-Haşimi mücadelesine rağmen Hz. Peygamber’in (ASM) sırasıyla 2 kızıyla evlenmiştir. Mekke’deki baskılara rağmen Habeşistan’a hicret etmiş, Medine’de yapılan Bedir savaşında akrabalarına karşı savaşmak istemiştir. Eşinin rahatsızlığından dolayı katılamasa da… Bu şekilde iç dünyasındaki bu yönle savaşmış ve galip gelmiştir.

Bazıları bir mürşidin kontrolünde bir terbiyeye girdiler. Bu konuya Hz. İbrahim’i (AS) misal olarak gösterebiliriz. O, Kur’anın genelinden anlaşıldığı üzere bir gaybî mürşidin irşadına tabidir. O mürşid Ona göklerin ve yerin melekûtunu, her şeyin Allah’ın idaresi altında olduğunu gösteriyordu.[6] Bu şekilde babası Azer’in baskısıyla zedelenen ve içe dönük karakteri evham noktasında yol alan genç İbrahim, gaybî mürşidinin irşadıyla kendini tedaviye başladı. O mürşid Ona önce hak ve hakikati öğretti. Sonra “Hak ve hakikatiyle bildiğin meseleyi, tatlı dille herkese söyle! Korkma! Çekinme! Sen, hak ve hakikat ile güçlüsün! Güçlü kişi, kendinden emindir!” dedi. Bu şekilde mürşidi ona konuşmayı, halka Hakkı dillendirmeyi hedef tayin etti. Nasıl çok öfkeli kişilerin susma problemi varsa, böyle fıtratı zedelenmiş içe dönük karakterli kişilerde de konuşamama problemi vardır. Oysaki düşünce ağırlıklı ve hakikati dillendirecek bir potansiyele sahip olmalarına rağmen… Halka hakkı seslendirmek, onların kendi kendileriyle ve vehimleriyle yaptığı “cihad-ı ekber” dir. Bu konuşma yolculuğunu genç İbrahim’in babası Âzer’e karşı yaptığı ikna edici konuşmada, bütün şehir ahalisine karşı puthanedeki ilzam edici hitabında, en nihayetinde ülkenin zalim kralı Nemrud’a karşı yaptığı ve Onu sükuta mecbur eden mantıklı sözlerinde görebiliyoruz.[7] Onun fikrî ve ilmî gücü, bütün muhataplarını âciz düşürdü. Hz. İbrahim (AS) tarzı kişiler mürşidlerinin emriyle halka hakkı tebliğ ettikçe, en başta ailesi olmak üzere herkesin hak karşısında âcizliğini temaşa ederler. Hastalığın kaynağı aileden başladığı için mürşidleri ilk önce yaralanmaya sebep olan aile ferdine karşı tebliği emreder. Tâ ki tedavi süreci hızlansın. Muhataplarının fikren âciz düştüğünü temaşa etmek, onların yaralı fıtratlarını yavaş yavaş tedavi etti ve onlara cesaret kazandırdı.

Bazıları ise bulundukları ortamı değiştirip ezici unsurlardan kurtulmayı tercih ettiler. Kur’an Yusuf (AS) kıssası ile bu tarz fıtratlara kemale erme yolu gösterir. Böyle karakterli kişiler Yusuf kıssasını kendilerine şöyle okudular: Bu ortamda kalmaya devam etsem değil gelişmek, eldeki mevcut hali dahi kaybedeceğim. Hakiki aile, çocuğu koruyan ve geliştiren bir yuvadır. Bana ise, burası aile vazifesi görmüyor. Madem Cenâb-ı Hakk, Hz. Yusuf’u (AS) zararlı kardeş ortamından uzaklaştırdı. O masum çocuğu böylece çok zedelenmeden kurtardı. Hem Onun eşsiz potansiyellerini gurbette açtı. Bu kıssa bütün zamanlara ve toplumlara hitap eden bir manevi kanun ve hikmetli derstir… Bu hikmet dersiyle bu yaralı fıtrat sahipleri de gurbette bir hayatı tercih ettiler. Aile ocaklarında bulamadıkları sıcak ve aydınlık ortamı gurbet karanlıklarında, Allah’ın velayeti ve sıcak dostluğu içinde arayıp buldular.

Bazıları ise gördüler ki duygularına hâkim olamıyorlar; kendilerindeki pasiflik ve korku potansiyelleri açılmış, büyümüş ve güçlenmiş. Bu kişiler Allah’a tazarru ve dualarla yalvardılar ve dediler ki: “ Allah’ım, nasıl Sen sevgi duygusunu kalbe Kendin için yerleştirmişsin. Bütün kalbimle sevilmeyi hak eden Sensin. Aynı şekilde ruhumu çeşit çeşit korkuları hissedecek şekilde yaratan Sensin. Ne olur bu korkuları yalnızca Sana karşı hissedeyim. Beni âciz kullarına karşı zelil etme! Beni evhamlarımın esiri kılma! Beni Senden başkasına karşı hissedilen korkulardan kurtar… ” Dualarını fikren destekleyecek şekilde tefekkür ettiler ve gördüler ki: “Karşısında asıl pasiflik, eziklik hissedilecek kişi, Allah’tır. Asıl korkulacak, O’dur. Korku, ruhum ile Rabbim arasında sürekli açık duran penceredir. Ben Ondan korktukça, Onun şefkatine daha çok sığınabilirim. Madem Allah, Mü’mindir; kullarına emniyet verir ve vermek ister. Hem madem O, Müheymin’dir; Onun şefkatine sığınan kullarını himaye kanatları altına alır. Madem benim fıtratım bu şekildedir. Bu duyguları öyle veya böyle fıtratım gereği yaşayacağım ve zaten yaşıyorum. Öyleyse en güzeli ve yücesi, bu duyguları hakka uygun şekilde Allah’a karşı yaşamaktır.” Bu kişiler enfüs ve âfaktaki azamet ve kibriya hakikatlerine dair deliller üzerine tefekkür ederek, hassas duygularıyla Allah rızasına odaklanarak takvalı bir hayat yaşamaya başladılar ve gördüler ki, kullardan korkmak ezici ve merhametsiz bir azap ve zillettir. Allah korkusu ise şefkatli, ferahlı, lezzetli bir korku ve bir izzettir.[8] Bu kişilere, Yeşilçam senaristi Ayşe Şasa’yı misal verebiliriz.

[1] Buhari, Edeb 76, Müslim, Birr 107, (2760); Muvatta, Hüsnü’l-Halk 12, (2, 906)

[2] Ebu Davud, Edeb 4, (4782).

[3] Ebu Davud, Edeb 4, (4784).

[4] Begavî, Mesâbîhu’s-Sünne, c. 1, s. 123, Hd. 30; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 4, s. 198, Hd. 4599; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 146, Hd. 21341; Münzirî, Terğîb ve’t-Terhîb, c. 4, s. 14, Hd. 4593; Tebrizî, Mişkâtü’l- Mesâbîh, c. 1, s. 7, Hd. 32; Aliyyü’l-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtîh, c. 1, s. 107, Hd. 32

[5] Fetih Sûresi, 29.

[6] En’am suresi, 75.

[7] Nemrud vak’ası için Bakara suresine, puthane vakası için En’am suresine, Âzer vak’ası için Meryem suresindeki ilgili yerlere bakabilirsiniz…

[8] Bediüzzaman aid Nursi, Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 1. Meyve.

Fıtratın Bozulması ve Manevi Hastalıklar-4

6) Kendini Tanımamak… Kendini tanımayan bir kişi, Allah’ın onun fıtratına, ruh programına koyduğu potansiyel yetenekleri bilemez. Bu potansiyelleri bilmeyen bir kişi, bunları alacağı öğrenim ve eğitim ile açamaz. Kurak arazide çay yetiştirmeye çalışan bir çiftçinin bütün emeklerinin zayi olması gibi ömrü ve emekleri zayi olur gider. Aslî yetenekleri açılamadan kalır. Bu şekilde ruhu ve fıtratı kilitlenen bir kişi fıtratına uygun ne bir meslek, ne bir sanat, ne de uygun bir sosyal çevre edinemez. Bunlar ise, bu kişinin mutsuz, huzursuz, rahatsız ve kararsız bir yapı almasına yol açar. Böyle biri kendini ifade edebileceği, kendini yaşayacağı, manasını bulacağı ve hissedeceği bir zemin bulamamış bir çiçek tohumuna, bir ağaç çekirdeğine benzer. Bu iğreti hal ise, fıtratı bozar. Hayat ve dünya ona manasız, karanlık ve abes gelir.

Bu mevzuu hem bildirme, hem ilacını sunma sadedinde Allah’ın Elçisi (ASM) şöyle der: “Kur’an, kalplerin baharıdır.[1] Kalb, akıl ve fuat (gönül) hakikatlerinin toplamına verilen Kur’ani bir isimdir.[2] Nasıl ki ilkbaharda tohumlar, çiçek olur; çekirdekler, fidan olmaya yürür. Aynen öyle de kişinin zihnî ve duygusal bütün yetenekleri Kur’an baharında beslenir, gelişir, büyür ve kendilerini ifade edecek hale gelirler. Aynı Kur’anı Bediüzzaman, Gazzali, İbn-i Arabi, İbn-i Sina, Kindî, İbn-i Rüşd gibi hikmet, ilim ve irfan erbabı da okuyor, besleniyor; Celaleddin-i Rumi, Geylani, Mevlana Cami, Cezeri, Ahmet-i Hani gibi aşk, muhabbet ve cezbe sahipleri de okuyor, besleniyorlar.[3] Demek herkes Kur’an’da kendini buluyor.

7) Yanlış Din Algısı… Din, fıtrattır. Fıtrat ise ruh–beden, madde–mana beraberliği ve etkileşmesi esasına dayanır. Bu etkileşimi Bediüzzaman Said Nursi şöyle anlatır: “Cesed ruhla mültezdir (lezzet alır); ruh, vicdanla mütelezziz.[4] Hem aynı kitapta mealen yine der ki: “Ceseddeki israf, ruh sıkıntısına yol açar.” Bu etkileşimi unutarak dinin sırf zâhirini, lafzını ve maddi dünyaya bakan yönünü baz alarak Yahudileşmek nasıl fıtratı bozuyorsa; dinin sırf bâtınını, mânâsını ve ruhani hayata bakan yönünü temel almakla Hıristiyanlaşmak da aynen fıtratı bozar. Mecusiler gibi laik ve “Din, dünya ayrıdır” şeklinde bir bakış daha köklü bir yanlıştır; fıtratı parçalayan bir şizofrenidir. Oysa din, İslam’dır. Yani barıştırmaktır. İslam madde–mana, beden–ruh evliliği ve beraberliğidir.

Bu noktada “Dinin temeli olan ruhanilik ve hazları bize yeter. Maddi hayatı Allah adına yaşamasak da olur” diyen bir grup sahabeye Allah’ın Elçisi (ASM) şöyle der: “Sizler böyle böyle söylemişsiniz. Halbuki Allah’a yemin olsun Allah’tan en çok korkanınız ve yasaklarından en ziyade kaçınanınız benim. Fakat buna rağmen, bazen oruç tutar, bazen yerim; namaz kılarım, uyurum da; kadınlarla beraber de olurum. (Benim sünnetim budur). Kim benim sünnetimi beğenmezse benden değildir.[5]

Bu gruptaki sahabelerden evli olan Osman bin Maz’un’a (R.Anh) özel tavsiyesi şudur: “Bil ki, ben, hem uyurum, hem namaz kılarım; oruç da tutarım, kadınlarla evlenirim de… Ey Osman, Allah’tan kork! Zira ailenin senin üzerinde hakkı var, misafirin senin üzerinde hakkı var, nefsinin senin üzerinde hakkı var. Öyle ise bazen oruç tut, bazen ye. Namaz da kıl, uykunu da al.”[6]

Demek ki din, her hak sahibine hakkını vererek itidal ve fıtrat üzere yaşamaktır. Bu açıdan bakılınca şunu rahatlıkla diyebiliriz: Dinin sırf zahirini baz alan Haricilerin ve takipçilerinin dengesiz, Kur’ana ve Sünnet’e aykırı tavırları bozulmuş fıtratlara nasıl misalse, riyaya girmeyeyim diye şarap içen hak yolundan sapmış bazı tarikatların Kur’an ve Sünnet’e zıt tavırları da aynen öyle bozulmuş fıtrat belirtisidir.

8) Fakir Düşme Korkusu… Ailesinde veya yakın çevresinde cimri birisi bulunan, küçüklüğünden itibaren sık sık “Harcama! Dur! Sonra muhtaç duruma düşersin…” sözlerini telkin-vari duyan birisinde böyle bir hastalık kaçınılmazdır. Bu telkinlerin arkasında, madde aşkı ve ruhanilikten uzaklık vardır. Fakir düşme korkusu, böyle bir şahsın iç dünyasında şeytanın yayın yaptığı bir kötülük merkezi halini alır.

İslam tarihine baktığımızda görüyoruz ki kendisinde böyle bir yön olduğunu, fıtratının bu noktada yaralanmış olduğunu hisseden aklı başında kişiler bu olumsuz duyguya karşı sınır tanımayan bir cömertlik anlayışıyla bir iç savaş başlatmışlar. Cömertlik kişiyi fakir etmediğini, verene Allah’ın daha çok verdiğini, fakir düşme korkusunun yersiz bir kuruntu olduğunu tecrübe ede ede görmüşler; madde âşığı nefislerine dahi göstermişler. Bu konuda Hz. Ebu Bekir’i (RA) misal verebiliriz. Sahabe hayatına dair Tabakat kitaplarını incelediğimizde Onun babasının fakir düşme korkusu taşıdığını, evladını da bu korkuya dair telkinler altında büyüttüğünü görebiliyoruz.

Hz. Peygamber (ASM) cömertlik hakkında şöyle der: “Cömert, Allah’a yakındır, Cennete yakındır, insanlara yakındır, ateşten uzaktır; cimri ise Allah’tan uzaktır, Cennetten uzaktır, insanlardan uzaktır, ateşe yakındır. Muhakkak cömert bir câhil, Allah Teâlâ’ya cimri bir ibadet ehlinden daha sevimlidir.[7]

Hem Hz. Peygamber (ASM) cömertlik edene Allah’ın daha çok verdiğinden o kadar emindir ki, arkadaşı Ebu Zerr’e (R.A) şöyle der: “Yanımda şu Uhud dağı kadar altın olsa bu beni sevindirmez. Bir borcu ödemek için ayırdığımdan başka da yanımda bir dinar ( altın para ) bulunarak üç gün geçmesini istemem. –Resulullah önüne sağına soluna ve arkasına elleriyle verme işareti yaparak– yanımda bulunanı Allah’ın kullarına şöyle şöyle dağıtmak isterim.[8]

Hem diğer bir hadisinde de şöyle der: “Bir müminde 4 vasıf bir araya geldiğinde Allah ona Cenneti vâcib kılar: Dilinde doğruluk, malında cömertlik, kalbinde şiddetli hak sevgisi, halk içinde veya yalnızken samimiyet.[9]

[1] Mecmeu’z-Zevâid, 10:136; Hâkim, Müstedrek, 1:509.

[2] Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’caz, Bakara Sûresi Tefsiri, 7. Âyet.

[3] Bu Allah dostlarını akıl ve gönül erbabı olarak sınıflandırmamız, ağırlıklı yönleri itibariyledir. Aşk ehli dediklerimizde de irfan vardır; irfan ehli dediklerimizde de aşk ve muhabbet vardır.

[4]Hakiki Bütün Elem Dalalette, Bütün Lezzet İmandadır” bahsi. (Sözler, Lemeat)

[5] Buhari, Nikah 1; Müslim, Nikah 5, (1401); Nesai, Nikah 4, (6, 60).

[6] Ebu Davud, Salat 317 (1369).

[7] Tirmizî, Birr, 40.

[8] Buhârî İstikrâz 3 Rikak 14; Müslim Zekât 32.

[9] Ramuzu’l-Hadis, 2:438.

Fıtratın Bozulması ve Manevi Hastalıklar-3

4) Fiziksel Engellilik… Kişinin doğuştan gelen veyahut sonradan meydana gelen kalıcı engelleri onun maneviyatını bozabilir ve onun dine girmesini engelleyebilir. Çünkü böyle birisi için dünya küçük bir cehennem halini alır. Bu fizikî engelin hikmetini bilemezse, dünyanın geçici bir imtihan yeri olduğunu kavrayamazsa, Âhiret hayatının tesellisini dinden almazsa Allah’a düşman kesilir. Hem dünyası hem Âhireti berbat olur.

Bu mevzuda en çarpıcı misal Ebu’l-A’la-i Maarri’dir. “A’ma” olması, teselli için felsefeye dalması ve Kur’anı dinlememesi onun Allah’a düşmanlık taşımasına yol açmıştır.[1] Fakat Hz. Eyyub’un (AS) yıllar süren ağır hastalığı, Hz. Musa’nın (AS) konuşmasında aksaklık olması, Hz. Yakub’un (AS) yıllar süren evlat acısı ve gözlerinin a’ma olması gösterir ki engellilik ümitsizliğe yol açmayabilir. Hem ilk Müslümanlardan olup Abese Suresinin inmesine vesile olan, Allah’ın Elçisinin de (ASM) müezzini bulunan Abdullah bin Ümmü Mektum’un (RA) a’ma olması gösterir ki, bedendeki engeller akıl ve gönül canlılığına ve yüceliğine engel değil, bilakis destektir. Abese Suresinin inişi nazara alınırsa “Engellilerin imanı ve ilmi, Allah için çok değerlidir.

Doğuştan ve sonradan engelli olmak, o yönünü Allah’a kurban etmek gibidir. O yön onun ebedî Cennetinin anahtarı olur. Bir savaşta elini kaybeden Zeyd bin Suvahan için Allah’ın Elçisi (ASM) şöyle der: “Zeyd’in eli, kendisinden önce Cennet’e girecek.”[2]

Zeyd, kendi iradesiyle Allah yolunda elini feda etti; Cennet’i kazandı. Oysa dünyaya doğuştan elsiz gelenin elini ise, Külli İrade keser. Kulun iradesi ve niyeti, kirli ve şerre açık olabilir. Fakat Külli İrade daima hayrı tercih eder. Fakat bu hayır, ebedî Âhiret hayatı noktasındandır. Bu açıdan bakılırsa engelliler, fıtrat âleminin doğuştan gazileridir. Eğer engelli kişiler bu hallerine sabrederler ve hikmetlerini çözüp şükrederlerse, ebediyet âleminin kahramanları olacaklar… Bu noktada Hz. Peygamber (ASM) doğuştan veya sonradan bir şekilde engelli hale gelenlere, gözü örnek göstererek, Allah’tan şöyle bir müjde getirir: “Ben kulumu –iki gözünü kast ederek- iki sevgilisini almakla imtihan ettiğimde o buna sabrederse, iki göze bedel olarak ona Cennet’i veririm.[3] Yeter ki kişi “Allah verdi, Allah aldı” şuurunda olsun…

 5) Fakirlik… Bir insanın maddi imkânlarının kıtlığı ile fiziksel ihtiyaçlarının devamlı yenilenmesi çarpışırlar. Çarpıştıkları durumda, insan iradesi sıkışır. Böyle bir kişi başkasından bir şey dilenme gibi ezici veyahut başkasının malını çalma gibi karalayıcı bir tavra mecbur olur. Bu tavırlar, fıtratı zedeler ve sağlıklı düşünmeyi bozar. Allah’ın rahmeti ve hikmeti hakkında sorgulamalara ve suçlamalara yol açar. Bu mevzua Allah’ın Elçisi (ASM) dikkat çekerek şöyle der: “Fakirlik, küfür olayazdı.”[4]

Kur’an bu fıtrat yaralanmasını engellemek için şöyle emreder: “İnsana çalıştığından başkası yoktur. Neyin uğrunda çalışırsa karşılığını mutlaka görür.” (Necm Sûresi, 39-41) Geçimini ağlamak için çalışmak isteyen herkese Allah mutlaka bir iş kapısı açar. Çünkü kişinin fiziksel ihtiyacı, ağaçların yağmura ihtiyacı gibi Hakk katında makbul bir duadır. Ağaçları ve çimenleri yaşatmak için bulutları istihdam eden rahmet-i İlahiye fakir bir kişinin rızık duasını ve iş talebini karşılıksız bırakmaz. Herhangi bir işte çalışmak, kişiye asgari de olsa bir gelir getirir. Bu geliri kullanma noktasında Hz. Peygamber (ASM) şöyle rehberlik yapar: “İktisad eden, asla sefillik yüzü görmez.[5] İktisad, az dahi olsa, elindeki imkân ve gelirini önce en hayatî ihtiyacına sonrasında hayat açısından ikinci derece ihtiyaçlara baz alarak şuurluca harcamaktır. Diğer bir hadis ise ufuk açıcıdır ve asıl fakirin kim olduğunu gösterir: “Kanaat, bitip tükenmek bilmeyen bir zenginliktir.[6] Asgari gelir elde edip elindekiyle yetinen, kul hakkı yemeyip harama girmeyen bir kişi, ayda milyon lira kazanan, hırs ve ihtirasının verdiği sarhoşlukla başkalarının hakkını yiyen bir zenginden hakikatte daha zengindir. Kanaatkâr kişiye Hz. Peygamber (ASM) bir müjde daha verir: “Kanaat eden zengin olur, izzet bulur. Aç gözlülük eden fakir düşer, zelil olur.[7] Allah’ın bir âdeti dünün azizlerini bugün zelil, bugünün zelillerini yarın aziz etmektir. Mâlikü’l-Mülk O’dur.

[1] Öylesine bedbinliği ve ümitsizliği ile meşhur olmuştur ki Arap dünyası onu atasözlerinde “Ebu’l-Ye’s” (Ümitsizliğin babası) olarak yad eder.

[2] Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:343; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:702; Hafâci, Şerhu’ş-Şifâ, 3:214; el-Heysemî, Mecme’u’z-Zevâid, 9:398; Askâlânî, el-Metâlibü’l-Âliye, 4:91, no. 4047.

[3] Buhârî, Merdâ, 7.

[4] Beyhâkî, Şuabu’l-İman, Cilt-5, 267. Hadis.

[5] Müsned, 1:447; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 5:454, no: 7939; el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, 3:36, 6:49, 56, 57.

[6] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat: 7:84; el-Beyhakî, ez-Zühd: 2:88; el- Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ: 2:133.

[7] İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî Ğarîbi’l-Hadîs: 4:114; ez-Zebîdî, Tâcü’l-Arûs: 22:90.

Kutsal ve Bencil İnsanın Görüntüleri ve Mukayeseli Hayatları

Din, kutsallaşma ve bencillik zindanından kurtulmadır. İnançsızlık, Ali Şeriati’nin anlattığı gibi, kendi zindanında boğulmaktır.[1] Hakiki bir iman, her insanı bir ârif ve hak âşıkı eder. Ârifin fikri, Allah olduğu gibi; âşıkın zikri de, Allah’tır. Böyle bir bilge ve âşık için en büyük zevk, lezzet ve haz, Allah’ı tanıtan ve sevdiren bir ayna halini almaktır. Evet insanın iç dünyasına iman ve namaz penceresiyle İlahî nur girdiğinde insan bir metamorfoz yaşar. Yerde zor hareket eden, çirkin bir manevi tırtıl iken sonsuzluk semalarında uçan güzeller güzeli, nurlu ve sanatlı manevi bir kelebek halini alır. İnsanın her bir organı ve duygusu, iman ve islam nuru ile bir kelebek ve bir serçe gibi gelişir, güzelleşir; sonsuzluk semalarında helezonlar çizerek yükselen bir kartal ve bir zümrüd-ü anka halini alır.

Mesela akıl, insana geçmiş ve gelecek zamanın kapılarını açan ve insanı diğer canlılardan ayıran en temel yön ve cihazdır. Eğer Allah’ın nuru ile aydınlanırsa, kişiyi kâinat denilen muazzam memleketin Eğitim ve Öğretim İşleri Bakanı konumuna yükseltir. Çünkü insana sonsuz sırları, değişmez hakikatleri keşfettiren bir kâşif ve kaptan olur. Hem insanın ruhunu ebedî mutluluğa hazır hale getiren hikmetli bir mürşid vazifesi yapar.

Eğer Allah’ın nuruyla aydınlanmazsa o akıl, insanın başına geçmiş zamanın alevli hüzünlerini, gelecek zamanın karanlık korkularını toplamakla hayatı ona zehir eden bir bela olur. Hem her şeyi ona bir düşman, dünyayı ona bir cehennem olarak gösteren bir münâfık olur. Hem daima kötülük düşünen ve kötülüğü yayan fitnebaz bir İblis olur.

Mesela insanın gözü, Allah’ın nuruyla aydınlandığında âlem, sonsuz sanat harikalarının sergilendiği bir galeri, sayısız güzelliklerin temaşa edildiği bir mesire, sınırsız rahmet çiçeklerinin hediye edildiği bir bahçe olarak görünür. Göz ise, bu sonsuz harika sanatların mütefekkir bir hayranı; hem bu sayısız, çeşitli güzelliklerin âşık bir seyircisi; hem bu kıymetli rahmet çiçeklerinden ibret ve hikmet ballarını süzen mübarek bir arı olur. Bu yüce seviyesi ile maddeten bir yağ parçası olan o göz, kâinat krallığında Kültür ve Sanat Bakanı haline yükselir.

Eğer Allah’ın nuruyla o göz aydınlanmazsa geçici, fani ve haram güzellikler ile sahibini buluşturan âdi bir ırz düşmanı, hem herkesin ve her şeyin kusurunu arayan hâin bir casus, hem iğrenç ve pis şeylere konarak zihni kirleten bir karasinek alçaklığına düşer.

Mesela insanın dili, Allah’ın nuruyla aydınlandığında kudret-i İlahî mutfağının birer mucizesi ve rahmet-i İlahi sofrasının birer ikramı ve hediyesi olan hoş kokulu, lezzetli, güzel görüntülü sayısız yiyecek ve içecekleri tadan, onları tartan, onları derecelendiren, onların sanatkârının maharetini fark eden ve hisseden şükredici bir müfettiş, hamd edici yüce bir bakan olur. Hem konuşması yönüyle de ebedî hakikatlerin, ölümsüz sırların, köklü gerçeklerin ilancısı, yayıcısı ve ulaştırıcısı bir merkez olur. Bu iki mukaddes yönüyle maddeten bir et parçası olan o dil, maddi ve manevi sofraların sonsuz nimetlerinin tadıcısı olduğu gibi, başkalarının tatmasına da vesiledir. Yolunu şaşırmışlara bir deniz feneri, hidayet kandili olur. Böylece kâinatın yüce hükûmetinin Gıda, Tarım ve Köy İşleri Bakanı ve Haberleşme ve Ulaştırma Bakanı seviyesine yükselir.

Eğer Allah’a satılmaz ve Onun nuruyla aydınlanmazsa o dil, karın denen fabrikanın bir yasakçısı olur; her şeyin içeri girmesine izin vermez. Hem nefis denen atın önüne yem koyan bir kapıcı seviyesizliğine düşer. Ayrıca konuşmalarında da söylediği yalanlarla câhilleri kandıran ve aldatan bir deccal, attığı iftiralarla herkesi karalayan bir şeytan, laubali ve edepsiz sözleriyle şaklabanlık yapan bir maymun rezilliğini yaşar.

Mesela cinsellik, Allah’ın nuruyla aydınlandığında insana çocuk denilen mukaddes hediye ve sırrı, nesil denilen ebedî hayatı ve aynaları, babalık ve annelik denilen şefkatli ve merhametli ölümsüz makamları kazandıran yüce bir araç olur…

Evet, çocuk vasıtayla erkek aynasında, babalık denilen mukaddes ve ulvi makamda İlahî celal ve ihtişam, izzet ve şefkat güneş gibi yansıdığı ve göründüğü gibi, kadın aynasında da, annelik makamında İlahî cemal ve güzellik, merhamet ve kerem sıfatları dolunay gibi ışıl ışıl parlar ve görünür. Kendi evladına karşı merhamet ve şefkati yoğun olarak hissetmeye başlayan kalp ve ruhunu daha da geliştirip bütün yavrulara, insanlara ve canlılara şefkat ve merhametle yönelten bir erkek, evrensel bir baba olduğu gibi, kadın da evrensel bir anne olur. Bu yüce seviyesiyle erkek ve kadın kâinat iktidarının Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı olurlar.

Eğer Allah’ın nuruyla aydınlanmazsa o cinsellik, anlık hevesler ve geçici zevklerde boğulan hedonist bir eşcinseli; hem ebedî mutluluk vesilesi olan evladını kaybeden zinacı bir erkeği mahsül verir. Hem bataklığa dönüşmüş ve kokuşmuş çamurlu bir tarla, sahipsiz ve kimsesiz bir hane, gün geçtikçe kararan ve çürüyen bir yarım elma haline düşen perişan bir kadını netice verir.

Mesela kulak, Allah’ın nuruyla aydınlandığında âlem denilen memleketin kuşlarından böceklerine, rüzgârlarından denizlerine, insanlarından şimşeklerine kadar geniş ve evrensel orkestrasını dinleyen bir şef; yaratılan her şeyin Allah’ı anışını duyan ve kavrayan bir alıcı; meleklerin ve Rabbinin ilham ve vahyini duyabilen ve hissedebilen bir manevi radar ve şifre çözücü olur. Mukaddes manalar, sırlı meseleler, sonsuz hakikatler onun ile insanlara ulaşırlar. Bu yüce seviyesi ile maddeten kıkırdaksı bir yapı olan o kulak, kâinat saltanatının İletişim ve Müzik Bakanı olur.

Eğer Allah’a satılmazsa ve Onun nuruyla aydınlanmazsa o kulak, laf getirip götüren bir gammaz ve fitneci, kusur arayıp soran bir ajan ve kötülük merkezi, hep çirkin ve karanlık şeyleri haber yapan ve yayan bir şeytan kanalı ve santrali haline gelir.

Hem mesela kalp, Allah’ın nuruyla aydınlanınca bâki güzellik ve mutlak mükemmelliği arayan, bulan, gören ve Ona tapan bir âşık; kâinatı zerrelerinden galaksi kümelerine kadar sahiplenen ve onunla bütünleşen bir mâlik; bütün yaratılmışları adalet ve merhametiyle kuşatan ve kaplayan bir hak elçisi ve aynası seviyesine yükselir. Bu yüceleşen haliyle kalp, kâinat krallığının Diyanet İşleri Bakanı ve Adalet Bakanı haline gelir.

Eğer Allah’ın nuruyla aydınlanmazsa ve Ona satılmazsa o kalp, kadın heykelleri ve putlar ile dolu bir Cahiliye dönemi Kâbesi, anarşist duyguların ve habis ruhların içinde toplandığı bir hücre evi, geçmiş zamanın üzüntüleri ve ayrılıklarıyla yanıp kavrulan bir cehennem çukuru haline düşer.[2]

Evet Bediüzzaman’ın dediği gibi: “İnsan nur-u iman ile a’lâ-yı illiyyîne (yücelerin en yücesi seviyesine) yükselir, Cennete layık bir kıymet alır. Zulmet-i küfür (inançsızlığın karanlığı) ile esfel-i sâfilîne (aşağıların en aşağısına) düşer, Cehenneme ehil bir vaziyete girer. Çünkü iman insanı Sâni-i Zü’l-Celâline (Muhteşem Sanatkârına) nisbet ediyor. İman bir intisaptır (kulun Allah ile bağını kurmadır).[3]

İnsan denilen İlahî, canlı ve şuurlu heykelin kıymeti ona, onun sanatkârının gözüyle bakmakla ancak anlaşılabilir. Onun bakışını ise, bize kelâmı olan Kur’an göstermekte ve öğretmektedir.

[1] Bkz. İnsanın 4 Zindanı, Fecir Yayınları…

[2] Bu, Allah’a adanmış hayata dair yazılanlar, Üstad Bediüzzaman’ın Tevbe Sûresi, 111. âyeti tefsir eden 6. Söz Risalesi’nden alıntı ve ilhamdır. Detaylar için Sözler kitabına müracaat ediniz.

[3] Sözler, 23. Söz, 1. Mebhas, 1. Nokta.