Etiket arşivi: eymen akça

Kuran’ın ilahiliği

Deistler, Kur’an-ı Kerîm’in Allah’tan indirildiğine inanmıyorlar. Peygamber Efendimiz’in (SAV) çok zeki olduğunu, Kur’anın onun tarafından yazıldığını (Estağfirullah) söylüyorlar. Cevabı nedir?

Kur’an hakkındaki bu çok önemli soru ve iddialarını ve bunların cevaplarını Üstad Said Nursî’nin şeytanla yaptığı bir fikir çarpışmasında aynen görebiliyoruz. Oradaki soru ve cevaplarla konuyu tam manasıyla anlarız:

Bu risalenin telifinden (yazılmasından) on bir sene evvel, Ramazan-ı Şerifte, İstanbul’da, Bayezid Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat mânevî bir ses işittim gibi bana geldi, zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim. Baktım ki, bana der:

“ Sen Kur’ân’ı pek âli (yüce), çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne (tarafsızca) muhakeme et (yargıla), öyle bak. Yani, bir beşer kelâmı farz et, bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?

“ Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile (varsayımla), Kur’ân’ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki, benimle konuşan şeytandır; beni vartaya (ciddi tehlikeye) yuvarlandırıyor. Kur’ân’dan istimdad ettim (yardım diledim). Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat’î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı. Dedim:

“ Ey Şeytan! Bîtarafâne (tarafsızca) muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır (karşı tarafa taraftarlıktır). Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur’ân’a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi (karşı şıkkı) esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır (hakkın zıddını lüzumlu görmektir), bîtarafâne (tarafsızca davranmak) değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir.” (Mektuba, 26. Mektub, 1. Mebhas)

Kısa İzah: Evet, bu mevzuda şıklar 2 tanedir. Çünkü gözle görünen şu ki Kur’an da, hadisler ve diğer sözler de Hz. Muhammed’in ağzından dökülen kelimelerdir. Fakat Onun dilinden dökülen sözlerin sahipliği konusunda yollar ikiye ayrılıyor. Kur’an ve Müslümanlar diyorlar:

Bu Kur’an, Hz. Muhammed’in ağzından dökülen, Allah’a ait sözlerdir. Hz. Muhammed, bir tercüman ve elçidir. Allah’ın fermanını insanlara peyderpey okuyan bir dellaldır. Hadisler ve diğer sözleri ise, Onun Kur’andan aldığı dersler ve şahsına ait fikirlerdir.” Dinsizler, şeytanlar, müşrikler[1] ve münafıklar ise derler ki:

Onun ağzından dökülen her söz, ister Kur’an ister hadis hepsi Onun malıdır, Onun fikrinin mahsulüdür.” Üçüncü şık yoktur. Bu yüzden Kur’ana “Hz. Muhammed’in sözü diye bak!” demek, “Ona dinsizce, müşrikçe (deistçe) ve münafıkça bak” demektir; karşı şıkkı tutmaktır!

Şeytan dedi ki:

 “ Öyleyse ne Allah’ın kelâmı, ne de beşerin kelâmı deme. Ortada farz et, bak.” Ben dedim:

“ O da olamaz. Çünkü, münâzaun fîh (çekişmeli) bir mal bulunsa, eğer iki müddeî  (hak iddia edenler) birbirine yakınsa ve kurbiyet-i mekân (mekan yakınlığı) varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddeî (iddiacı) birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta (doğuda), biri mağripte (batıda) ise, o vakit, kaideten (kural olarak), sahibü’l-yed (mülkiyeti elinde bulunduran) kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak kabil değildir (kabul edilemez).

İşte, Kur’ân kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyya’ya kadar (yeryüzünden Ülker yıldızına kadar) birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem ortası yoktur. Çünkü, vücut ve adem (varlık ve yokluk) gibi ve nâkızeyn (birbirini yok edip çürüten iki zıt) gibi iki zıttırlar; ortası olamaz. Öyleyse, Kur’ân için sahibü’l-yed (mülkiyeti elinde bulunduran), taraf-ı İlâhîdir (İlâhî taraftır). Öyleyse, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata (ispat delillerine) bakılacak. Eğer öteki taraf, Onun kelâmullah (Allah’ın sözü) olduğuna dair bütün burhanları (sağlam kanıtları) birer birer çürütse, elini ona uzatabilir; yoksa uzatamaz.” (26. Mektub, 1. Mebhas)

Kısa İzah: Hukuk bilimine göre sahibi belirsiz bir mülk ve malı 20 yıl kesintisiz olarak kim mülkiyet ve tasarrufunda bulundurursa, o mal ve mülk hakikatte onun olmasa da hukuk bilimine göre mülkiyeti ve tasarruf yetkisi ona geçer. Eğer hakiki sahibi veyahut başka birisi 20. yıl sonrasında mülkiyet ve hak iddia etse, kural olarak mülkiyeti elinde bulunduran değil hak iddia edenler ispatla mükelleftirler. Bütün aksi iddiaları çürüttükleri zaman ancak, o mülkü mülkiyetlerine geçirebilirler. Gerçek mülk sahibi olmayanda bu iş hukuken böyledir. Ya Kur’an için! 1448 senedir mülkiyeti Allah’a ait olarak bilinen ve ilan edilen, başta kendi ağzından Kur’an dökülen Hz. Peygamberce bu ifade edilen, bunu kabul etmek istemeyenlere “Kur’anın tamamının değil en ufak bir parçasının ötesinde bir sure elinizden geliyorsa getirin. Asla getiremeyeceksiniz!” (Bakara suresi, 23) diye meydan okuyan, bu meydan okuyuşa edebiyat dâhisi Araplar tarafından kalemle değil kılıçla cevap verilen Kur’anın Allah kelamı olduğu kat’îdir, tartışmasızdır. Aksini iddia eden, ispatla sorumludur.

Şeytanla fikir savaşından meydana gelen 26. Mektub’daki metnin devamının özü ve özeti aşağıdaki açıklamadır:

Hz. Peygamber (ASM) de diğer peygamberler gibi bir iddia ile ortaya çıktı. “Ben, size Allah’ın elçisiyim” dedi. İddiasını yaşantısı ile ispat etti. Her iddia sahibi ve özellikle bu tarz iddia sahipleri ya yalancıdırlar, ya samimidirler. Yalancıların yalanları ve kötü niyetleri ortaya çıktığında rezil olurlar. Eğer bu iddiaları dünya içinse, rezaletleri sınırlı olur. Fakat din gibi kutsallık, menfaatsizlik esasına dayanan bir sistem ve hakikat adına yalan bir iddiaya kalkışanların rezillikleri sınırsız olur. Hem yalanları açığa çıkınca vicdan sahibi herkesin tiksintisini kazanırlar. Bu yönden dolayı din adına ortaya çıkan her iddia sahibi için 2 durum vardır: Ya herkesin altına düşmek veya herkesten daha üstün olmak; minâre başına çıkmak veya kuyu dibine düşmek gibi… Eğer bu kişi iddiasında yalancı ise, yalanı da çeşitli delillerle ortaya çıkarsa, Müseylime-i Kezzab (Çok yalancı Müseylime) gibi, iki cihanda rezil ve sefil olur. Buna mukabil bütün peygamberler ve özellikle Hz. Peygamber (ASM) gibi iddialarını mucizeleri, bilgileri, yaşantıları, ahlakları ile ispat ederlerse haklı olarak bütün herkesten üstün olurlar.

Şeytan ve taraftarları, derin düşünmeyenleri, düşüncelerinin nereye varacağına vâkıf olmayanları “Kur’an, Onun sözü olamaz mı?” gibi ihtimallerle aldatırlar. Eğer biz böyle bir ihtimale hak verirsek o vakit, şunu demiş oluruz: “O, Allah’tan haber getirmediği halde getirdim diyen, bütün insanları kandırmaya çalışan, ömrü boyunca usta bir sanatla -hâşâ- sahtekârlık yapan, bunu maddi-manevi menfaatleri için ortaya koyan bir yalancı ve düzenbazdır. Bununla beraber O aynı zamanda, gözle görüldüğü üzere hiç yalan söylemeyen, en inançlı olan, ahlakın en muazzamını sergileyen, Allah’tan en çok korkan, maddi-manevi menfaat gütmeyen, fakirken ve devlet başkanı iken dahi zâhid[2] olarak yaşayan, son derece dürüst, güven aşılayan biri demiş olacağız.” Buradaki çelişki yerden göğe kadardır.

Hem nasıl ki bizler araştırıyoruz, aklımızı kullanıyoruz, hemen teslim olmuyoruz ve hemen teslim olanlara “Akılsız, kör ve bağnaz” diyoruz. Aynı durum o peygamberlerin ve özelde Hz. Peygamber’in (ASM) devrinde yaşayanlar için de geçerlidir. Hatta daha öncelikli olarak onlar için geçerlidir. Çünkü şu an “Müslümanım” diyen birine dokunan kimse yok… Fakat o zamanda Hz. Peygamber’e (ASM) tabi olmak demek kefenini boynuna takmak, sayısız işkenceyi göze almak, vatanını terk etmeyi peşinen kabullenmek, ailesince reddedilmek, toplumca ambargo ve baskılara maruz kalmak demekti.

Hem O (ASM) insanlara para, makam, kadın gibi dünyevi bir şey vaad etmedi ki, aldansınlar. Dinde hedef, ebedî hayatın saadetidir. İman-küfür savaşına katılıp servet, câriye, ırk üstünlüğü gibi dünyevi gayeler güdenlere İslam’da münâfık ve hâin gözüyle bakılır. Onlar din ve dindarlık için, ölçü ve ölçüt değildirler.

Bu noktalardan eğer O (ASM) en doğru sözlü, en güvenilir, en dürüst, en ciddi, en ihlaslı, bencillikten en uzak, en âdil, en hakperest, en imanlı, en düzgün yaşantılı, en dengeli, en mutlu, en huzurlu ve en sükûnetli olmasa; hem her sözü, her tavrı, her hareketi hakka ve hakikate uygun olmasa ve doğruluğu sergilemese insanlar ona güvenmezdi, güvenemezdi; hiç kimse ona inanmazdı, inanamazdı. O vakit insanların akıllarını ikna edemez, kalplerini tatmin edemezdi. Kısa zamanda yalancılığı açığa çıkar, rezil olurdu. Oysa insanlar, ışığa uçuşan pervaneler gibi ona doğru koştular. İşkence ve ölüm pahasına Onun arkadaşlığını tercih ettiler. Bin bir zorluğa rağmen Onu terk etmediler. Hatta anne-babalarını kaybetmelerine rağmen Ona tutundular.

Hem bu tercihlerini o zeki ve dâhi, dikkatli ve araştırmacı insanlar gönüllü olarak yaptılar. Bütün bunlar gösterir ki, Hz. Peygamber (ASM) davasında haklıdır. Onun davası hakka ve hakikate dayanır. Hem insanları da hakka ve hakikate eriştirir. Sahtekârlık, yalancılık, hilekârlık, düzenbazlık O yüce kutsallık dağının (ASM) eteklerine ulaşamaz ve bulaşamaz. Onun mukaddes ve nurlu hayatı, bütün iddiaları çürütecek kadar açıktır. Şeytanca düşüncelere aldanan kişiler, Onun hakkında bazı kof iddialarda bulunsalar da güzel ahlakını ve kusursuz aklını onlar da inkâr edemiyorlar, edemezler de… Bu ise, Onun peygamberliğini, yücelik ve kutsallığını ispata kâfi ve yeterlidir.

Eymen AKÇA

[1] Şu an kendilerini “Deist” olarak tanıtanların bütün fikir ve iddiaları, İslam öncesi dönemin Câhiliye  Arapları’nın iddialarıdır. Onlar da diyorlardı: “Siz de bizim gibi bir beşersiniz. Rahman, hiçbir şey indirmedi. O insanlarla konuşmaz. Siz yalan söylüyor gibisiniz.” (Yasin suresi, 15)

[2] Doğu Perinçek gibi bir İslamiyet, Kur’an ve kutsallık aleyhtarı dahi “Hz Muhammed’in bir çulu, bir de kırık

testisi vardı. Sofradan yarı aç kalkmayı öğütlüyordu. Altına, zenginliğe tamah etmedi; Mekke’nin  yoksullarını,zulme uğrayanları örgütledi” diye bir yazı kaleme aldı. Hz. Peygamber’in dünyaya değer vermeyen yaşantısı, onu da teslim aldı. Tıpkı eşsiz imanının ve cesaretinin Arthur Schopenhauer’i teslim aldığı gibi… Gerçek fazilet O’dur ki, düşmanın dahi tasdik etsin!

Neden Kur’anda Allah, bazı yerlerde “Ben”, bazı yerlerde “Biz” diyor?

Bu sorunun çok sayıdaki cevaplarından kısa bir cevabı şudur: Allah’ın 2 tarz icraatı var:

Birincisi, sebepleri kullanarak, araya vasıtalar koyarak yaptığı icraat… Bu icraatlarda “ Biz ” der. Yani “ Ben ve araçlarım ” manasında[1]

İkincisi ise, sebepler-üstü ve sebeplere dayanmayan icraatlar… Bunlarda “ Ben ” der. Bu iki tarz icraata misaller şunlardır: “Biz sana apaçık bir fetih nasip ettik” (Fetih suresi, 1)

Evet Allah, Mekke’nin fethi için Hz. Peygamber’in anlaşmalısı olan bir kabileye Mekke müşriklerinin anlaşmalısı olan bir kabileyi saldırttı. Böylece Hudeybiye sulhu bitti; Mekkeliler suçlu duruma düştüler. Sonra Mekke fethi gerçekleşti.

Hem Kur’an der: “ Biz insanı en güzel kıvamda, en güzel surette, en kusursuz sanatta yarattık ” (Tin suresi, 4) Buralarda sebepler kullanıldığı için “Biz” der.

Fakat “Ben tevbe eden, iman eden, yararlı ameller yapan ve hidayet üzere yaşamaya çalışan için Gaffâr’ım, günahları devamlı bağışlayıcıyım” (Taha suresi, 82) âyetinde, hem “Ey melekler! Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” (Bakara suresi, 30) âyetinde ise “Ben” der. Zaten bu âyetlere dikkat edilirse rahatça anlaşılır ki, konu “Ben” dedirtir.

Bu izahlarda sonra bu tarz dikkat isteyen soruları soran kardeşlerimiz aşağıdaki âyetlere bir edebiyatçı olarak, dili iyi bilen ve kitap okumuş biri olarak baksalar Kur’an ile insanlara konuşanın kim olduğunu rahatça anlayacaklardır.

Eğer O (Muhammed), Bize dayandırarak bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı, elbette Biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık. Sonra da onun şah damarını keser atardık. O vakit sizden hiçbiriniz ona siper de olamazdınız.” (Hakka suresi, 44-47)

Kendisine a’ma geldi; yüzünü ekşitti ve sırtını çevirdi. Onun halini sana kim bildirdi?! Belki o manen temizliğe erecekti yâhut senden hakkı ders alacaktı! O ders ona fayda verecekti.” (Abese suresi, 1-4)

O, tek başına yarattığım, kendisine mal ve evlatlar verdiğim adamı Bana bırak! Ben ona çok mal verdim. Hem göz önünde oğullar verdim. Hem ona büyük imkânlar sağladım. Sonra da şiddetle arzu eder ki daha da artırayım. Hayır! Çünkü o Bizim âyetlerimize karşı bir inatçı kesildi. Ben onu dimdik bir yokuşa sardıracağım. Çünkü o, bir düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası nasıl da ölçtü, biçti. Yine kahrolası, nasıl ölçtü biçti. Sonra baktı. Sonra kaşını çattı, suratını astı. Sonra arkasını döndü ve büyüklük tasladı:

Bu, dedi, başka bir şey değil; bu, öğretilegelen bir sihirdir. ’ ‘ Bu, sadece bir insan sözüdür ’ dedi.

Ben onu Sekar’a dayatacağım. Sekar nedir, sen nereden bilecek ve idrak edeceksin! O geriye ne bir şey bırakır ne de yakmaktan usanır! Durmadan derileri kavurur!” (Müddessir suresi, 11-29)

Eymen AKÇA

[1] Denilmesi de zorunludur. Çünkü bu tarz icraatlar içinde insanlar, cinler, melekler, şeytanlar gibi irade ve şuur sahipleri de var.

Allah niçin bizim acılar karşısında sabırlı olmamızı istiyor?

Bu sorunun yüzlerce cevabından biri şudur: Acı çekilen şeylerin bir kısmı hastalıklardır. Hastalıkların çoğunluğu ise insanın dikkatsizliği, dengesizliği, kendisine emanet edilen bu hassas ve nazik bedeni hoyratça kullanmasından ileri geliyor. Hastalığın acısı da, bu hataların faturası oluyor. Hem vazgeçilsin diye caydırıcı bir ceza vazifesi de görüyor.

Hak etmeden gelen kısım içinse, bunların çoğunluğu da günah, haksızlık, yalan vesaire gibi Allah nazarında ve hakikatte suç olan işlere dayanır. Böyle durumlarda da, bu yöne bakılır. Eğer bu yön tam bir dikkatle incelenirse görülür ki, peygamberler gibi mükemmel bir otokontrol taşıyarak maddi-manevi zulümlere düşmeyenler hariç herkesin başına gelen acılar, sıkıntılar, hastalıklar, belalar, musibetler, meşakkatler ve kayıplar o kişilerin maddi-manevi yanlışlarının neticeleridir. O yüzden de şikâyete ve itiraza hakları yoktur. Bilakis bunlar adalet ve rahmet tecellisidirler. Tâ ki, kişi yanlışına son versin, cezasını çeksin; maddi-manevi kir ve pisliklerden arınsın. Ayrıca Allah’ın sonsuz rahmet ve sınırsız şefkati var. Bunların tükenmez hazinelerinde çekilen acı ve zorlukları unutturacak öyle manevi lezzetler, Âhiret hediyeleri var ki yaşanan her şeyi unutturacağı konusunda bütün peygamberler, evliyalar, âlimler istisnasız ittifak etmişler.

Ayrıca Allah “Hiç kimseye kaldıramayacağı bir yük yüklemeyiz” (Bakara suresi, 286) teminatı veriyor. Karıncaya filin yükü yüklenmez ve yüklenmiyor. Fakat insanların birçoğu, idareciliği zayıf bir kumandanın askerlerini sağa sola dağıtıp merkezi zayıflatması gibi sabır güçlerini geçmiş ve geleceğe dağıtıyorlar. Merkez birliğin bulunduğu yaşadıkları ânı zayıf bırakıyorlar. Sonra da mevcud acı ve sıkıntılar ağır gelip onları yeniyor. “Çok acı çekiyorum, dayanamıyorum” diyorlar. Oysa onlardan bin kat daha çok sıkıntı çeken insanlar hallerinden şikâyet etmemişlerken…

Hem Üstad Bediüzzaman’ın tesbit ettiği üzere “Günahlar, hayat-ı ebediyede (sonsuz âhiret hayatında) daimî hastalıklardır; bu hayat-ı dünyeviyede (dünya hayatında) dahi kalb, vicdan, ruh için mânevî hastalıklardır” (Lem’alar, 25. Lem’a, 8. Deva) Kişi bu tarz acılarla kalb, ruh, vicdanın ve ebedî hayatının sonsuz hastalıklarından kurtuluyor. İnsan, hastalık ve acılarla temizlenip doğduğu andaki sağlıklı fıtratına kavuşuyor. Böyle bakılınca, değil onlardan şikâyet etmek bilakis şükretmek; “Bana özüme dönmem için böyle bir lütufta bulundu” diye Allah’a hamd etmek lazımdır. Oksitlenerek çürüyen bir kılıç için ateşe sokulması ve dövülerek eski haline getirilmesi, bir rahmet ve şefkat tecellisidir; özel bir hediyedir.

Hem insan için dünya hayatı hedef değildir. Öyle veya böyle ömür nehri akıp gidiyor. Her dengeli bir aklın, sağlam her kalp ve vicdanın, sağlıklı her bir ruhun gördüğü üzere “ebedî hayat ”, kabirden sonraki yolculukta gerçekleşiyor. Her bir gerçek insanın istediği “ sonsuz saadet ”, tam manasıyla kabir sonrasında elde ediliyor… Oranın gidişatını ise buradaki hayat belirliyor. Buradaki yanlışlar oradaki yolculuğun engelleri oluyor. Allah, Kur’anıyla o âlemi bildiriyor ve diyor ki: “Burada hakka karşı kör olan orada gerçekten kör olacak.” (Taha suresi,125) Burada hakkı gören kalp gözü orada, başımızdaki göz yapılacak. Burada kalbi kör olanın orada baş gözü kör olacaktır. “Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki onların akledecek kalbleri, hakkı işitecek kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur.” (Hacc suresi, 46) Aynı şeyi kulak, dil vesaire organlar için de söyleyebiliriz…

Doğuştan kör olma, kekeme ve dilsiz olma, sağır ve topal olma, yetim ve öksüz doğma gibi gelince burada yol ikiye ayrılıyor:

  1. a) Şikâyet edenler… Ebu’l-A’lâ-i Maarrî gibi a’ma doğduğu için Allah’a küsenler ve derecesine göre Ona düşman olanlar…
  2. b) Allah’a teslim olup Hz. Peygamber, Hz. Musa ve Hz. İsa (Aleyhimüsselam) gibi sabır içinde şükredenler

Hz. İsa (AS), babasız doğduğu için yetimlik yaşadı. O yüzden annesine hep iyilik yaptı, onu hiç üzmedi, incitmedi. (Meryem suresi, 32)

Hz. Musa’nın (AS) dilinde kekemelik tarzı bir tutukluk vardı. Onun gibi dışa dönük bir karakter için en büyük ızdırab konuşma problemi yaşamaktır. Öyle ki, Hz. Musa’nın (AS) “Dilimdeki düğümü çöz. Ki, sözümü anlasınlar” duası ebedîleşerek Kur’anda yer aldı. (Taha suresi, 27)

Hz. Peygamber (ASM) ise doğuştan yetimdi, 6 yaşında ise annesinin şefkatinden de mahrum kaldı. Onun yaşadığı bu acıları ise, Duha suresi anlattı.

Babasızlık ve annesizlik, görmemekten geri kalmayacak derecede yakıcı ve yıkıcıdır. Yıllarca evlat acısı yaşayan Hz. Yakub (AS), eşinden ve çocuğundan ayrılık sancısı yaşayan Hz. İbrahim (AS) var. Özellikle eşini imansızlıkta ebedî kaybeden Hz. Lut (AS), babasını ebedî yitiren Hz. İbrahim (AS), hem evladını hem eşini ebedî kaybetme acılarını yaşayan Hz. Nuh (AS) var. Onların, bir kısmı çaresiz bu yakıcı acıları yanında bedensel özürlülerin acı ve kederleri görünmez hale gelir. Çünkü kör, sağır, topal, sakat, yetim vesairenin acıları ölümle biter. Bu dünyevi yokluklar ebedî Cenneti kazandırırlar. Her biri sonsuz varlık ve lezzetlere dönüşürler. Fakat Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve Hz. Lut’un (Aleyhimüsselam) acılarını ne dindirebilir?! Bütün bunlara rağmen peygamberlerin ve diğer Allah dostlarının sabırları, tahammülleri, hatta Hz. Eyyub (AS) gibi yaşadığı zorluklara şükürleri gösterir ki, insanoğlu her türlü maddi-manevi zorluğa, acıya, ızdıraba dayanabilir. Hem bütün bu zorlukları sindirip “Her şey, acı dahi olsa yine de güzeldir” diyebilir.

Peygamberler haricine bakarsak Hz. Abdullah bin Ümmü Mektum (RA), Hz. Muhammed’in ilk arkadaşlarından birisi ve a’ma idi. Abese suresi, onun hakkı öğrenme arzusu dolayısıyla geldi. Evet, evet! Her bir insan, ona ruhundan ruh üfleyen Allah’ın İlahî hayatının sırlarını kendi benliğinde hissedebilecek ve Onun sonsuz güzellik ve mükemmelliğine ayna olabilecek yapısıyla Allah için eşsiz değerdedir. Yeter ki, insan kulluğunu, Allah’a sonsuz muhtaç oluşunu bilsin, görsün ve buna iman etsin. Hem halifelik özelliğini cihad ve sabır ile açmaya çalışsın…

Peygamberler ve evliyaların acıları ise, yaptıkları bencillikten uzak hizmetlerinin kudsiyet derecesi artsın, menfaat için yapılmadığı iyice belli olsun, hakka hizmet eden kişi daha bir ciddi ve kaliteli olsun diyedir. Zaten hiçbir peygamber “Neden bunlar geliyor, beni buluyor?!” dememiştir. Çünkü bu, Allah’ı haksız yere eleştirmektir; hem Allah’ı âciz kullara şikayet etmektir.

Eymen AKÇA

Niçin Hz. Muhammed seçildi? Allah, Onu niçin herkesin ve her şeyin üstünde yarattı?

Bu önemli ve ciddi sorunun binlerce yönünden bir yönü şudur ki: Evet O (ASM), en üstündür. Çünkü tarih bilimine ve sosyolojiye göre peygamberler hariç en büyük dâhiler, en büyük dava adamları, en büyük yetenek sahibi şahsiyetler insanlık dünyasında hürriyet, adâlet, eşitlik, kadın hakları, kölelikten kurtuluş gibi bir veya birkaç hakikat duygusunun uyandırılması ve yaşanması için çabalamışlar ve gerekirse öldürülmüşler. Mesela Sokrates, tevhid denilen Tek İlah inancı ve realitesinin bilinmesi için ömür boyu uğraştı ve sonunda “Gençlerimizi zehirliyorsun” diye Yunanlılarca zehirle öldürüldü.

Bu yönden bakılınca Hz. Muhammed (ASM), en başta ilim ve hikmet realiteleri olmak üzere adâlet, hakkaniyet, kadın hakları, hukuk, şefkat, merhamet, sanat, barış, hoşgörü, kardeşlik, samimiyet, ahlak, arkadaşlık, doğruluk, sadakat, düzen, denge, çevre bilinci, hayvanlara acıma, kızları diri diri toprağa gömülmekten kurtarma, kürtajı engelleme, kölelikten kurtuluş, devletleşme, birlik, beraberlik, dayanışma gibi binlerce hakikatin öğretilmesi, binlerce hissin uyandırılması, hem bunların süreklilik arz edecek şekilde yaşanmasının aynı anda savaşını veren; cinâyet, zina, içki, kumar, yalan şâhitlik, faiz, rüşvet, kan davası, adam kayırma, zulüm, zorbalık, ırkçılık gibi binlerce bozuk ve yerleşik âdetleri ve kötü karakterleri kökleriyle kaldırma uğraşı veren ve bunlarda muvaffak olan tek kişidir.

Tarihte bir kişi olarak yola çıkıp binlerce konuda hakikati bilip onu delillerle dillendirerek, hem hakikatlere göre yaşayarak, hile ve sahtekârlık yapmadan, kimseyi aldatıp kandırmadan, zorlayıp baskı yapmadan ve en az kan dökerek devletleşen, bunu 23 yıl gibi kısa bir zamanda yapan; toplumun kökleşmiş, kokuşmuş, bozuk yüzlerce yıllık âdetlerini kutsallık, sevgi ve ikna ile kaldıran, hem onların her birinin yerine her türlü güzel ahlakı en yüksek seviyesiyle yerleştiren başka biri tarihte görünmüyor.

Hz. Peygamber (ASM) üstünlüğünü emeği, gayreti, getirdiği dini en ince noktasına kadar yaşaması, dürüstlüğü, büyük ve erişilmez ahlakı, derin ve geniş ilmi, Allah’a eşsiz imanı ve Âhiret için yaşaması ile ispat etmiştir. Ona denk biri ne filozoflar, ne beşerî kahramanlar, ne din adamları ve ne de peygamberler içinde görünmüyor.

Hz. Peygamber’in (ASM) veyahut diğer peygamberlerin seçilmişliğinin birçok şifresi Kur’anda var. Onlardan bir tanesi şudur: Allah, Taha suresi 41. âyetinde diyor ki: “Ey Musa, Seni Kendim için seçtim!” Kasas suresi 15. âyetinde diyor ki: “Musa bir Kıptî ile bir İsrailoğlu’nun kavgasını gördü. İsrailoğluna taraftar çıktı.” Eğer Kur’anın tamamına bakılırsa Hz. Musa o an, Firavun’un evlatlığı olan, Mısır’ın kibir ve gurur dolu saray kültürü ile büyüyen, Kıptîleri üstün gören bir eğitim alan bir prens veyahut asilzâdedir. Böyle birinin Mısırlı bir yerliye değil de İsrailli bir köleye taraf çıkması onun hakperestliğini gösterir.

Hakperestlik, peygamberliğin en büyük şartlarından biridir. Hakperest kişi için şahıslar ve bulundukları taraflar önemli değildir; hak önemlidir. O yüzden hak ne yönde ise hakperest kişi de o taraftadır. Bu hakperestliği biz Hz. Peygamber’in (ASM) gönderildiği toplumun asırlardır yerleşmiş bozuk gelenekleri ile savaşmasında da görebiliriz.

Bu savaş, fiziksel olarak küçük görünse de hakikatte çok muazzamdır. Çünkü gelenekler, bir toplumun ruhu ve diriliğidir. Cahiliye Arapları da geleneklerine son derece bağlı ve mutaassıp idiler.

Hz. Peygamber’in o toplumdan kaldırdığı yüzlerce bozuk gelenekten biri şudur: “Evlat edindiği kişinin boşadığı kadınla evlenememe…” İslam açısından ve biyoloji yönünden evlat edinme ile genetik bağ kurulmaz. Genetik bağ kurulmazsa, akrabalık teşekkül etmez. Bu yüzden de İslam’da evlatlık müessesesi kabul edilemez ve yoktur. Dolayısıyla evlatlığın boşadığı kadınla evlenememe gibi bir durum İslam’da ve doğal yaşamda söz konusu olamaz. Fakat Cahiliye Arapları evlatlık sistemini en mukaddes bir âdet olarak kabul ettikleri için evlatlığının boşadığı hanımla evlenmeyi en büyük bir günah ve ahlaksızlık kabul ediyorlardı.

Hz. Aişe bu geleneğin kaldırılması esnasında Hz. Peygamber’in yaşadığı sıkıntıyı anlatmak için der ki: “Eğer Kur’an, Hz. Muhammed’in kendi sözü olsaydı, evlatlığının boşadığı hanımla evlenmeyi emreden âyetleri Kur’ana koymazdı.”[1] Ahzab suresi Hz. Peygamber’in (ASM) bu gelenekle savaş anındaki iç fırtınalarını şöyle anlatır: “Hani sen, Allah’ın kendisine nimet verdiği ve senin de kendisine nimet verdiğin kişiye: ‘Eşini yanında tut ve Allah’tan sakın’ diyordun; insanlardan çekinerek Allah’ın açığa vuracağı şeyi kendi nefsinde saklı tutuyordun; oysa Allah, Kendisinden korkmana çok daha layıktı.[2] Artık Zeyd, ondan ilişkisini kesince, Biz onu seninle evlendirdik. Ki böylelikle evlatlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri (kadınları boşadıkları) zaman, onlarla evlenme konusunda mü’minler üzerine bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir. Allah’ın kendisine farz kıldığı bir şeyde peygamber üzerine hiçbir güçlük yoktur. (Bu,) Daha önce gelip geçen (ümmet)lerde Allah’ın bir sünnetidir. Allah’ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir. Ki onlar (o peygamberler) Allah’ın risâletini tebliğ edenler, O’ndan içleri titreyerek korkanlar ve Allah’ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter. Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir; ancak O, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir.” (Ahzab suresi, 36-40)

Eymen AKÇA

[1] Buhari, Tevhid, 22; Müslim, İman, 77.

[2] Bu ifade gösterir ki, Hz. Peygamber, daha önceden ferasetiyle bu işi sezdi. Fakat toplumun gelenekleri ile savaşmaktan çekiniyordu. Fakat Allah, Onun savaşmasını istiyordu. Tâ ki diğer insanlara örnek olsun.

Niçin yaratıldık?

Bu güzel ve merak uyandıran sorunun binlerce cevabından bir cevabı şudur: Kur’an dikkatle okunursa şu âyetler göze görünür: “Ben cinler ve insanları, ibadet için yarattım” (Zariyat suresi, 56) ve “Allah dedi ki: Ben yeryüzünde bir halife yapacağım.’” (Bakara, 30) 

İbadet, şahsın mükemmelleşme yolculuğudur; hilafet ise, mükemmelliği yansıtarak başkalarını mükemmelleştirme seyahatidir. Bu 2 adımla, insan “Mutlak Mükemmel” i bildiren ve sergileyen hal kazanır. Yaradılışın temeli bu sırdır.

Bu 2 yolculuk ilim ve dua ile başlar, cihad ve sabır ile sonsuz şekilde sürer… İbadetlerde cinlerle ortağız; halifelikte ise, eşsiziz ve yalnızız. Halifelik, kurulmuş bir düzeni adım adım takip etmek, o düzenin çizildiği doğrultuda hareket etmek; fakat bunu, şuurluca ve isteyerek yapmak demektir.

Hud suresi 56. âyetinde Hz. Hud (AS) “Hak ve görünen bu ki Rabbim daima sırat-ı müstakim üzeredir; Onun her işinde, denge vardır” diyerek âlemin yapısını bize açar. Fatiha suresi 5-6. Âyetler de şöyle der: “ Deyin ki: ‘Ey Rabbimiz, yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz. Sen bizi sırat-ı müstakime eriştir, bizi o yolda yaşattır.’”

Hz. Peygamber (ASM) ise der: “Fatihasız, yani bu sırat-ı müstakim ve denge duası yapılmadan kılınan namaz, namaz değildir.[1]

Çok ilginçtir ki, bu sureye içinde “ fetih ” kelimesi geçmemesine rağmen “ Fâtiha ” (Açan, Anahtar) denilmiş. Çünkü dengeye gelmeyen bir akıl ve duygu, denge üzerine kurulmuş bu kâinata baktığında bu âlemin manası, işleme sistemi, güzellikleri ve gayesi ona açılmayacak ve görünmeyecektir.

Evet, günde 40 defa bu duayı yapmak İslam’ın şartlarından biri olduğu gibi hakiki insanlığın da bir ihtiyacıdır. Çünkü her insan önce kendi iç dünyasında, sonra ailesinde, sonra akrabası ve sosyal çevresinde, sonra ülkesinde, sonra dünyada çap ve tesirine göre Allah’ın iffetli, cesur ve hikmet ehli bir halifesidir. En azından potansiyel halifesidir. Fâtiha sûresinin içerdiği dua bu manada, insanın potansiyel yeteneklerini hayır, hak ve itidal üzere açılmasını sağlayan ve hızlandıran bir katalizördür. Çekirdeğin sıkıntılı ve küçücük dünyasından ağacın ferahlı ve büyük dünyasına insanı çıkartıp yükseltiyor. İncir ve zeytin ağaçları gibi…

Halife, Allah’ın kurduğu bu düzeni bilir, ona göre hareket eder. Bu sayede bütün kâinat sistemi ona hizmetkâr olur. Bunu yapmayan ise, kâinat fabrikasının içinde ters yönde dönmeye çalışan bir çark gibi olur. Ezilir, gider.

Semavi kitaplardaki kavimlerin helâkına, peygamberler ve onlara tâbi olanların kurtuluşlarına dikkatle bakılsa görülür ki, peygamberler kâinatı çözmüşler, ondaki sistemle bütünleşmişler ve böyle bir hayat yaşıyorlar.

Eymen AKÇA

 

[1] Buhari 765, Müslim 394, Ebu Avane 2/124, Ebu Davud  822, Nesei 909, Tirmizi 247, İbni Mace 837.