Etiket arşivi: eymen akça

Sünnet-i Seniyye ile Muhabbetullah İlişkisi-2 (11. Lem’a’nın 10. Nüktesi’nin Şerhi)

(Önceki yazının devamı)

Bu makamda “Üç Nokta” isbat edilse, mezkûr hakîkat tamamiyle tezahür eder.

Birinci Nokta: Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü: Fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemâl ve Kemâl ve ihsan derecatına göre, o muhabbet tezâyüd eder. Aşkın en münteha derecesine kadar gider.

[ Muhabbet sebebi olan şeyler 3 tane olarak burada vurgulanıyor: Cemal, Kemal ve İhsan… Kalb, cemal-i bâkinin aşığıdır. Akıl, kemal-i sermedînin hayranıdır. Nefis ise, rahmet-i daimenin müteşekkiridir.[1] Rahmet ise, ihsan ederek kendini gösterir. İnsan akıl, kalb ve nefisten oluştuğu ve akıl ile Kemal, kalb ile Cemal, nefis ile ihsan bağı bu şekilde olduğundan Üstad, insan, kâinatın Halıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır, diye haklı olarak söylüyor. Bir zâtta bulunan bu özellikler sonsuz derecelere varırsa, ona karşı muhabbet de o nisbette sonsuzlaşır.

Dikkat edilirse Üstad cemal-muhabbet, kemal-perestiş, ihsan-sevmek bağı kurmuş. İlginç olan şu ki muhabbet, Arapça; perestiş, Farsça; sevmek ise, Türkçe… Sanki Araplar, cemalden anlar; Farslar, kemalden anlar; Türkler ise, ihsandan diye bir işaret veriyor. Yani kendi ırkına göre gidebileceğin yol budur diye Üstad ince bir meseleye de dokunduruyor. Ben, ırk olarak Türk olduğum için ihsanı, çok seviyorum. Allah nimet verdikçe, Ona karşı sevgim daha da artıyor.

Muhabbet, habbe ile aynı köktendir. Kalbinde, bir aşk sarmaşığının çekirdeğini taşımak demektir. Muhabbet çekirdeği cemal tecellileri ile büyürse, o kişinin kalbinde Kemale karşı bir aşk sarmaşığı büyür. Aşk, Arapça’da sarmaşık demek… Perestiş, tapar derecede sevmek demektir. Perestişin en ileri boyutu Allah’ın bendesi, kapısının ayrılmaz kulu olmaktır. Sevmek ise, öz Türkçe’de ev kelimesi gibi insanın sığınması anlamındadır. İnsan sevdiğine sığınır. Bu manada muhtaç olan kişi de cömert birinin ihsanına sığınır. İhsan gördükçe, Ona sığınması daha da artar. Bu manada ihsan sarayına sığınan bir fakîr, sevgisi ve şükrü ile Allah’ın ihsanının mükemmelliğini ve sonrasında zatının kemalini elde edebilecek boyuta kadar ilerler.

Aşkın en münteha derecesi, cezbe ve incizap halidir. Yani kişinin iradesinin devre dışı kalması seviyesidir. Yani Allah’ta fani olma, Onunla bâki olmaktır. ]

Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde, kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hâfıza, bir kütübhâne hükmünde binler kitab kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki: Kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.

[ Kalbin bir hizmetkârı, insanın hafıza kuvvetidir. Kalbin duygusal bir zekâsı var. Bu zeka ile kütüphaneler dolusu bilgiyi içine alan hafızasındaki bilgileri işleyip marifetullah haline getirebilir. Getirirse kâinatı Allah’ın cemal, kemal ve ihsanının sergilendiği bir sanat-hikmet-rahmet sergisi olarak görebilecek bir tevhid boyutuna yükselir. Kâinattaki güzellikler, onun kalbini, mükemmellikler aklını, ihsanlar ise nefsini hareketlendirip onu muhabbete, perestişe ve şükre sevkeder. Bu şekilde insan, kâinat çapınca bir aşk ile Allah’a bağlanır. Çünkü kâinattaki bu görüntü sürekli yenilendiği, farklı cemal-kemal-ihsan tecellilerini gösterdiği için kendisi bir seyirci konumunda aşk ile bunları temaşa eder. 7. Şuada Üstad’ın ifade ettiği gibi insan kalbi ve aklı, kâinat kadar inkişaf edebiliyorlar.   ]

Mâdem fıtrat-ı beşeriyede ihsan ve Cemâl ve Kemâle karşı böyle hadsiz bir isti’dâd-ı muhabbet vardır.

[ Hadsiz bir istidad-ı muhabbet: İnsan dünyaya geldiğinde, muhabbet potansiyeliyle geliyor. Yaşanan, görülen, duyulan her şey bu muhabbet çekirdeğini açmak ve bütün kâinatı saran bir ebedî aşk sarmaşığına dönüştürmek içindir. Bu manada bakılırsa, Allah’ın en sevdiği duygu minnet duygusudur. Allah öyle ihsanlar ve nimetler verir ki, kalbin en ince duygularını harekete geçirip Kendisine minnettar eder. Bu manada Mennan ismi, muazzam bir isimdir. Minnet duygusu ile insan daha bir Allah’a sarılır, tutunur. Kur’anda bu duygu, Hz. Musa (AS) ile ilgili kıssalarda vurgulanır.[2] Karakter olarak size de Hz. Musa (AS) gibisiniz. Bu manada Allah’ın size bu tarz nimetlerini hatırlayınız ki, minnettar olasınız. Minnettarlığın bir ilerisi, medyuniyettir. Yani kendini Allah’a borçlu hissetmek… Medyuniyet ile din, aynı köktendir. Bu manada dindarlık, kendini Allah’a daima borçlu hissetmek, ebediyen bu borcu ödeyemeyeceğini bilmek ve bunun şuurunda olmaktır. ]

Ve mâdem bu kâinatın Hâlıkı, kâinatta tezahür eden âsâriyle, bilbedahe tahakkuku sabit olan hadsiz cemâl-i mukaddesi;

[ Burada vurgu cemalin tahakkukunun sâbit olmasına dair… Tahakkuk, bir hakikatin gözle görünür hale gelmesi, vücud bulmasıdır. Çekirdeğin ağaç olmasına tahakkuk denilir. Çekirdek içinde ağacın hakikati var ama ağacın vücudu yok. Hakikat ile vücud birleşirse, hak zuhur eder. Tahakkukun sâbitliği ise, her yapılan işin o hakikatin bir tahakkuku haline gelmesi demektir. Bu manada kâinattaki bütün eserlerde ya bizzat veya dolaylı olarak bir cemal ve güzellik bulunması gösterir ki Cenab-ı Hakk cemalini göstermek için yaratıyor. Genç ve güzel bir kadının heykelini yapmak, bir sanat ve güzelliktir. Fakat bu kadında olan güzelliği taşa nakşetmek ve kopyalamaktır. Fakat usta bir heykeltraş, yaşlı kadının heykelini en ince detaylarına kadar büyük bir ustalıkla taşa nakşetse, burada eserin kendisi göz alıcı değildir ama sanatın kendisi göz alıcıdır. Bu manada kâinatta yaratılan her şeye bu 2 gözle bakıldığında çirkin bir şey olmadığı, olamadığını görürüz. Küflenmiş ekmek de, fırından yeni çıkmış ekmek de sanat eseridir. Belki küflenmiş ekmek çok daha sanatlıdır. Çünkü üstünde canlılar yaşıyorlar. Bu cümleden çıkarılacak özet netice: “ Allah ne yaratırsa yaratsın bir güzellik yaratır, kusursuz cemal-i zâtını veya cemal-i sanatını onunla gösterir. Ezelden ebede…]

bu mevcûdâtta tezahür eden nukuş-u san’atıyla bizzarure sübûtu tahakkuk eden hadsiz kemâl-i kudsîsi;

[ Burada vurgu kemalin sübutunun tahakkuk etmesine dair… Sübût, bir şeyin tereddütsüz bir şekilde, esnemeyecek, yıkılmayacak surette olması, sabitlik demektir. Bu sübut, kalıcı ve daimi olmayı netice verir. Mesela hak yolunda birini sâbit kılmak demek, onu o yolda baki kılmak, başka yollara kaymasına engel olmak, onu muhafaza etmek demektir. “ Allahümme yâ mukallibe’l-kulûb sebbit kalbî alâ dînike[3] ( Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi Senin dini üzerine sâbit kıl ) hadisi bu meseleyi vurgular. Âyette var: “ İn tensurullâhe fe yensurküm ve yüsebbit akdâmekum[4] ( Eğer siz Allah’a ve dînine yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı dîni üzere sâbit kılar. ) Sübûtunun tahakkuku ise, kemal, bâtın ve zâhiri kuşattığı ve zuhur etmemiş kemal, kemal olmadığı ve İlâhî sanattaki nakışlarla İlâhî kemal zuhur ettiğinden, kâinattaki bu kadar ince ve hassas sanatlarla her şeyi nakış nakış işlemesi aslında kemalinin külli şekilde zuhur etmesine ve gerçek kemal olmasına, bu sürecin ebedî devam etmesi ise kemalin sabitliğinin kendini gözle göstermesine ve hakikatli olduğuna dair kanaat oluşturmasına işarettir. Cemal, gizlidir; kemal ise gizlinin gizlisidir. Çünkü bir insanın kemali idrak edebilmesi için, önce cemali görmesi; cemali görebilmesi için nesnelere sanat, muvazene, tenasüp gözüyle bütünden bakması gerekiyor. Kemal içinse o nesne ile içinde bulunduğu mekan, içinde bulunduğu an, geçmiş ve gelecek zamanlar ortasında bulunduğu konum noktasından bakması gerekiyor. Ki kâinattaki sanat ile ondaki sanatın ilişkisi ve bir birini bütünleyiciliği ortaya çıksın. Bu açıdan cemal tecellisini görüp Hakka âşık olan evliya çoktur. Ama kemal tecellisini görüp Hakka iştiyak makamına çıkan asfiya az sayıdadır. Üstad burada “mevcudatta tezahür eden” diyerek yine zuhur konusuna vurgu yapıyor. Zuhur hakikati, kâinatı ve mevcudatı görselliği olan bir keyfiyete büründürmüş. Bu cümleden alınacak ders “ yaratılanlardaki bu kadar ince sanatlar, en küçük mahlukta da en büyüğünde de olan bu sanat inceliği ve ustalıklar, her gün, her yıl yenilenen sanatlı yapılar gösteriyor ki kemal-i Hakk zâhir olmak istiyor, sâbit şekilde kendini göstermek istiyor, baki hakikatini zihinlerde sabitleştirmek istiyor. Ta ki insan nerede olursa olsun, nereye ve hangi âleme giderse gitsin orada da kemal tarafından kuşatıldığını bilsin. ]

ve bütün zîhayatlarda tezahür eden hadsiz envâ-ı ihsan ve in’amatiyle bilyakîn ve belki bilmüşahede vücûdu tahakkuk eden hadsiz ihsanatı vardır.

[ Burada vurgu ihsanın vücudunun tahakkuk etmesine dair… Vücud, bir şeyin varlığı, bulunurluğu ve görünürlüğü demektir. İhsan, bir manada güzelleştirmek, çirkinliklerini gidermek demektir. Genel bilinen manada, maddi ve manevi ihtiyaçlarını giderecek şekilde muhtaç birine yardım etmek, iyilikte bulunmak, hibe yapmak anlamına gelir. Bu kısımda da bu manada kullanılmış. Vücudunun tahakkuk etmesi ise, ihsan fiile dayalı isimlerden Muhsin isminin eseridir. Yaratmakla, ihsan hakikati kendini gösterir; varlığını bildirir. Bu manada yaratıcılık ve yarattığı şeylerin maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde düzen kurma ve sürekli şekilde onları destekleme bir ihsandır. Canlıların rızıklandırılması, dünyanın güneşten belirli bir mesafede tutularak güneşe çekilmesinin engellenmesi dünyaya ve üzerindekilere de yapılmış bir ihsandır. Fakat şuurlu bir canlı için ihsanın sâbit bir varlığı olması çok önemli ki, üzüntülere düşmesin. İşte bu noktada Üstad ihsanın varlığının tahakkuk etmesini vurguluyor. Bir şey var olunca, ala külli hal, görünür olur. Yani bu manada vücud, şuhudu doğurur. Mesela bir mağarada mantar bulmak demek, orada mantarın var olduğunu bulmak demektir. Var olmayanı bulamayız. Bu açıdan Arapça’da vücud, bulmak anlamındadır. Aynı zamanda bir şeyi bulmak, onu görmek, onun gerçekliğine taraftar olmak demektir. Arapça’da şuhud, bir şeyi görmek, onun gerçekliğine taraftar hale gelmek demektir. Bu manada kâinattaki görünen hadsiz ihsan türleri ve nimetlendirmeler ile biz ihsan hakikatinin varlığına yakinen eriyor, onu müşahede ediyoruz. Bu açıdan Üstad “bi’l-yakîn ve bi’l-müşahede ” diyor. ]

Elbette zişuurların en câmii ve en muhtacı ve en mütefekkiri ve en müştakı olan beşerden, hadsiz bir muhabbeti iktiza ediyor.

[ Câmi, kendinde cem eden, toplayan demektir. Cemal, Ehadiyetin tecellisidir. Ehadiyet ise, bir cem’dir, 1001 ismin cem olmuş halidir. Kemal, Vahdaniyetin tecellisidir. Vahidiyet ve Ehadiyetin toplamıdır. Vahidiyet, kâinattaki 1001 ismin cem olmuş halidir. Bu manada kemal, cem’in cem’idir. Bu cem’ü’l-cem’i idrak edebilecek yapı da zişuurun en câmiinde olabilir.

En cami’ potansiyel demek, zaruri olarak en muhtaç demektir. Çünkü Samed, müstağni demektir. Ondan gayrısı ise ihtiyaç içinde bir fakîr demektir. En büyük potansiyel kimdeyse en muhtaç odur. Onun ihtiyacına göre Samediyet hazineleri kapılarını açar. Samed, doyuran demektir. Bu manada hadiste “el-fakru fahrî”[5] (Ben Allah’a karşı fakrımın çapıyla iftihar ederim) deniliyor.

Buradaki “ cami ” lafzını Üstad insanın akıl-kalb-nefis boyutlarıyal eşleştirerek şöyle açıyor: Hırslı nefsiyle “en muhtacı”, meraklı aklıyla “en mütefekkiri” ve âşık kalbiyle “en müştâkı…” İhsanatın her çeşidine ve nimetlendirmelerine en muhtaç beşeriyettir. Kemalinin sonsuz perdelerini açma konusunda en meraklı hayranı, Âdemoğludur. Cemalinin tecellilerine âşık ve müştak insanoğludur. Bu açıdan hadsiz cemali, nâmütenahi kemali ve külli ihsanatıyla insanın fıtratından hadsiz bir muhabbetin Allah’a yükselmesi hikmet ve hakikat gereğidir.]

Evet herbir insan, o Hâlık-ı Zülcelâl’e karşı hadsiz bir muhabbete müstaid olduğu gibi, o Hâlık dahi, herkesten ziyâde cemâl ve kemâl ve ihsanına karşı hadsiz bir mahbûbiyete müstehaktır.

[ Üstad, bu iki cümle şu noktaya parmak basıyor: İnsan, fıtratı gereği Habîbiyetin sonsuz mertebelerinde ilerleyebilecek potansiyeldedir ve zikir gibi anahtarlarla bu potansiyeli aktif hale getirebilir. Sevgi meselesinin insana bakan cephesi bu şekilde izah edildi. Üstad şimdi, Mahbubiyet cephesine geçiyor ve Halık-ı Zü’l-Cemali ve’l-Kemal’in sonsuz bir mahbubiyete müstehak olduğunu ispat edecek… ]

(Devam edecek…)

[1] Lem’alar, 30. Lem’a, 6. Nükte, İsm-i Kayyum Bahsi, 5. Şua, 3. Vazife.

[2] Taha suresi 36 ve 37. âyetlerde vurgulandığı üzere…

[3] Tirmizî, Kader 7, Daavât 90, 124. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, IV, 182, VI, 91, 251, 294, 302, 315.

[4] Muhammed suresi, 7. Âyet.

[5] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2/87.

Sünnet-i Seniyye ile Muhabbetullah İlişkisi-1 (11. Lem’a’nın 10. Nüktesi’nin Şerhi)

Soru 14: Lem’alar kitabından 11. Lem’anın 10. Nüktesini açıklayabilir misiniz?

Cevap 14: Üstad Bediüzzaman bu Nükte’de şöyle diyor:

Âyetinde i’cazlı bir îcaz vardır. Çünkü: Çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir.

[ İ’caz ve îcaz farklı konulardır. İ’caz, muhatabını aciz düşürecek derecede ilmî ve edebî bir üslup kullanarak bir sözle anlatmak istediği mesajı karşı tarafa aktarmaktır. Buna, manevi mucize deniliyor. Vahiyler, bu tarz ilmî ve manevi mucizelerdir. Aynı sözle, farklı seviyelerde ve farklı asırlarda bulunan kişilere hakikati tabaka tabaka ders vererek geliştirmek bir mucize ve bir i’cazdır. Îcaz ise veciz söz söylemek, az sözle muhatabını ikna edecek şekilde konuşmaktır. Âyetlerde bu iki boyutun bir arada bulunması mucizeler mucizesidir. Çünkü söz azaldıkça, kullanılacak kelime ve üslup da daralır ve zorlaşır.]

Şöyle ki: Şu Âyet diyor ki: “ALLAH’a (celle celâlühü) îmanınız varsa, elbette ALLAH’ı seveceksiniz. Mâdem ALLAH’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, ALLAH’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, ALLAH da sizi sevecek. Zaten siz ALLAH’ı seversiniz, tâ ki ALLAH da sizi sevsin.

İşte bütün bu cümleler, şu Âyetin yalnız mücmel ve kısa bir meâlidir. Demek oluyor ki; insan için en mühim âlî maksad, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu Âyetin nassıyla gösteriyor ki: O matlab-ı a’lânın yolu, HABİBULLAH’a ittibadır ve Sünnet-i Seniyyesine iktidadır.

[ Burada iman-sevgi ve sevme-sevilme bağlantısına vurgu var. Allah’a iman demek, Onun Mutlak Kemal ve Cemal’ine iman etmek demektir. İnsan fani güzellik parıltılarına meyleden ve âşık olan kalbinin elbette Allah’ı, Mutlak Cemal ve Kemal sahibi olarak bilip iman etmesinden sonra Allah’ı sevmemesi mümkün değildir. Tevbe suresi, 24. Âyete göre bir müminin dünyasında sevilenlerin sıralaması şu şekildedir: “ Allah, Resulullah ve Fî Sebilillah Cihad… ” Allah, Mutlak Kemal ve Cemal sahibi olduğu için sevilir. Resulullah (ASM) ve diğer resuller, O Mutlak Kemal ve Cemale kalbleri, ruhları, mahiyetleri ve hüviyetleri ile ayna oldukları için sevilir.  Fî Sebîlillah Cihad ise, insanı O Mutlak Cemal ve Kemal’e bâki bir ayna haline getirip fanilikten kurtaran yol olduğu için sevilir. Cihad, bakırı altın, kömürü elmas, zerreyi güneş haline getiren sırdır. Ham ruhlar, cihad ve sabır ile kemale ererler. Fakat cihad, kişinin kendi isteği ile kemale erme gayretini gösterdiği için sabırdan daha kıymetlidir. Cihad, Kutup Yıldızı kitabında vurguladığımız üzere, kişinin kendi nefsi ve enaniyeti ile savaşıyla başlar, diğer insanların nefis ve enaniyetleri ile savaşa geçerek ömür boyu süren bir savaştır. İçteki savaş da bu sırada devam eder. Bu, kılıçla savaş değildir. Kılıçla savaşın adı Kur’anda, “kıtal”dir (ölümüne savaşma). Bu çerçevede Kur’an “Yâ eyyühüne’n-nebiyyü câhidi’l-küffâre ve’l-münâfıkîne vağluz aleyhim[1] (Ey Nebi! Kâfirler ve münafıklara karşı cihad et, onlara kaba davran!) der. Münâfık, “Ben Müslümanım” dediği için öldürülmesi, haramdır. Resulullah (ASM) Medine’deki bütün fitnelerin menbaı ve müsebbibi olduklarını yakînen bilmesine rağmen hiçbir münafıkı öldürmemiştir. Bu durum “cihad” kavramını sınırlarını çizer. Buna mukabil Kur’an “ Kâtilûllezîne lâ yu’minûne billâhi ve lâ bi’l-yevmi’l-âhıri ve lâ yuharrimûne mâ harramallâhu ve resûluhu ve lâ yedînûne dîne’l-hakkı minellezîne ûtû’l-kitâbe hattâ yu’tû’l-cizyete an yedin ve hum sâğirûn[2] [ Kendilerine semvai kitap verilenlerden, Allah’a ve yevm’il âhire (Allah’a ulaşma gününe) inanmayan kimselerle (Yahudilik, Hıristiyanlık, SabiÎlik ve Mecusilik gibi semavi dinlerin mürtedleri olanlarla) ve Allah’ın ve O’nun Resûl’ünün haram ettiğini haram etmeyenlerle ve hak dîni, dîn edinmeyenlerle, onlar küçük düşüp, cizyeyi elleriyle verinceye kadar savaşın. ] ve “Yâ eyyühellezıne âmenu katilüllezine yeluneküm mine’l-küffâri ve’l-yecidu fîküm ğılzah va´lemu ennallâhe mea’l-müttekîn[3] [Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.] gibi âyetler öldüresiye savaş olan “kıtal” in kimlerle yapılabileceğini belirterek cihad-kıtal farkını belirtir.

Cemali seven, cemale erişmek ister; kemali seven, kemale ulaşmak ister. Cemal ve Kemal sahibini sevmenin en ileri boyutu Onun tarafından sevilmektir. Cevşen’deki ifadeyle Habîb ve Mahbûb olmaktır. Habîb, seven; Mahbûb ise sevilen demektir. Allah sevmeyi sever, sevilmeyi de sever, sevdirmeyi de sever. Âyetin sonundaki “yuhbibkumullah” ifadesi “ Allah da sizi sevdirsin ” manasındadır. Ki bir hadis bu konuyu ifade eder: “ Allah Teâlâ bir kulu sevdiği zaman Cebrail’e:

-“Ben filanı seviyorum onu sen de sev!” diye emreder. Cebrail onu sever ve sonra gök halkına:

-“Allah filanı seviyor, onu siz de seviniz” diye seslenir. Gök halkı da o kimseyi sever, sonra yeryüzündekilerin kalbinde o kimseye karşı bir sevgi uyanır

Allah Teâlâ bir kula buğz ettiği zaman, Cebrail’e:

-“Ben, filanı sevmiyorum, onu sen de sevme!” diye emreder. Cebrail de onu sevmez. Sonra Cebrail gök halkına:

Allah filan kişiyi sevmiyor, onu siz de sevmeyin, der. Göktekiler de o kimseyi sevmezler Sonra da yeryüzündekilerde o kimseye karşı bir kin ve nefret uyanır.”[4]

Esmaü’l-Hüsna’dan Vedûd ismi, hem seven hem sevilen anlamına gelir. Üstad “ her cemal ve kemal sahibi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister” sırrıyla yaratılışın temelini açar. 32. Söz’ün 3. Mevkıfında Cemîl ismi, Vedûd ve Rahîm isimlerini içerir, der. Mesnevi-i Nuriyede ise, kemal sıfatı, cemal ve celal sıfatlarını içerir, der. Yani Kâmil ismi, Cemîl ve Celîl isimlerinin toplamıdır, der. Bu manada bakılırsa Allah kâinatı 2 gaye için yarattı diyebiliyoruz:

  1. Ubudiyet: Bu kısma “Rahîm” ismi bakıyor. Ubudiyet ile kullar varlık kazanırlar. Hiçlikten kurtulup ruhlarını açabilme fırsatı elde ederler. Bu Allah’ın kullarına şefkati ve özel rahmetidir.
  2. Hilâfet: Bu kısma “Vedud” ismi bakıyor. Hilafet ile kullar cemal ve kemale erişirler. Evliyalar, cemal aynası; asfiyalar, kemal aynası bir seviyeye erişirler. Bir kul açısından en üst seviye, Allah’a ayna haline gelmektir. Yani Onun cemal ve kemalini gösteren, her haliyle Yaratanını tanıttıran ve sevdiren bir hal kazanmaktır. Bu ise, daima Onu zikreden bir dil, daima Ona şükreden bir kalb ve daima Onu fikreden bir akıl ile olur. Hilafet 2 seviyedir:                                                                           a) Cemal Hilafeti: Kişisel hayatında hilafeti başaran kişi, bakıldığında Allah’ın cemalini insanlara yansıtan bir seviye kazanır. Kalb, hak aşkı ile dolu olduğu ve yüzü Allah’a odaklı olduğu gibi, kullara karşı da sonsuz şefkat ve rahmet doludur. Örnek Yusuf (AS)…                                                                                                                                                                   b) Kemal Hilafeti: Eğer devlet başkanı gibi bir seviye elde eder de Allah’ın kanunlarını devletinin ruhu ve ana programı yaparak, İlahî celal ve ihtişamı gösteren bir devlet kurarsa o zaman o kişi Allah’ın kemalini hayatında sergiler. Cenab-ı Hakk’ın hakkı olan, İlâhî emirleri ve yasakları insanlık dünyası ve yeryüzünde uyguladığı gibi, halkın hakları olan meseleleri de hassas şekilde uygular. Zulüm ve haksızlıkları, başka ülkede dahi olsa durdurur. Bu konuda misal: Süleyman (AS), Zülkarneyn (AS), Davud (AS), Efendimiz (ASM) ve 4 Halifeyi verebiliriz.

İnsanın İlahî cemal ve kemale ayna haline gelmesi, Allah katında sevilir bir seviyeye çıkması demektir. Bunu elde etmenin yolunu ise Kur’an, model şahsiyet olarak Peygamber Efendimiz (ASM) üzerinde gösteriyor. Her peygamber kendi ümmetinin model şahsiyetiydi. Fakat bunlar arasında her cihetçe ve bütün ümmetlere hitap edecek derecede model seviyeye çıkanlar Efendimiz (ASM) ve Hz. İbrahim’dir (AS). Kur’an her iki peygamberi model olarak sunar.[5]

Üstad âyetin tefsiri olarak işin temeline iniyor. İnsan neyi sever, insan fıtratında ne kadar muhabbet potansiyeli var, muhabbeti cezbeden şeylerin sınıfları, İlahi sıfatlarla bunların ilişkileri, Peygamber Efendimiz’in (ASM) burada üstlendiği rol modellik nasıl sorularını 3 nokta halinde gösteri.

Külliyatta Üstad anlatacağı mesele, çok zâhir ise, “nokta” olarak onu isimlendirir; eğer mesele ince ve dikkat istiyorsa “nükte” olarak onu nitelendirir. Tabir caizse noktalar, hakikatlerden bahseder. Nükteler ise, sırlardan… Mesela 23. Söz 5 Nokta ve 5 Nükte’den oluşur. Burada Üstad meseleler gözle göründüğü için 3 Nokta ile meseleyi izah edecek: ]

(Devam edecek…)

[1] Tevbe suresi,73 ve Tahrim suresi, 9.

[2] Tevbe suresi, 29.

[3] Tevbe suresi, 123.

[4] Müslim, Birr, 157.

[5] Mümtehinne suresi, 4. Âyet Hz. İbrahim’i (AS); Ahzab suresi, 21. Âyet ise Hz. Peygamber’in “üsve-i hasene” olduğunu vurgular.

17. Lem’a 6. Nota’ya Dair Bir Soru ve Cevap

Soru: Lem’alar kitabından 17. Lem’anın 6. Notasını açıklayabilir misiniz?
Cevap: Üstad bu Nota’da şöyle diyor:
Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telâşa düşen ve itikadını bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değil. Çünkü, insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrepler gibi ihtirâsât-ı hayvâniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvâniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvânâtın kemiyet ve adet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur.
[ Bazı insanlarda akıl göze indiği için bir yolun doğruluk veya yanlışlığını o yolda gidenlerle ölçer. Sayıları çoğaldıkça o yolda gidenlerin gittiği yolun doğruluğu konusunda onda bir kanaat oluşur. Burada “ Bu kadar insanın hepsi mi yanılıyor? Elbette doğru görüyorlar ki bu şekilde bir yola girmişler ” algısı kaynaklık ediyor. Bu aslında hakikat-perestlik değil kesret-perestliktir. Çünkü bir yerde sayı çoğaldıkça, kalite azalır. Kalite azaldıkça, birçok kişi çeşitli gerekçeler veya görenek gereği o gruba katılır. O grubun savunduğu fikrin eğri veya doğru olduğunu bilmez. Sürü psikolojisiyle, uçuruma da gitse körü körüne tabi olur. Bu noktada din, bilerek, görerek yürüyen insanlar yetiştiriyor. Bu tarz kişiler, “1” dir. Sürü psikolojisinde olanlar “0” (sıfır) olur. Milyarlarca sıfırı yan yana koysak değeri yine sıfırdır. Bir tane 1 o bütün kuru kalabalıktan daha değerlidir. Abese suresinin inmesinde de bu sırrı görüyoruz. Abdullah ibn-i Ümmü Mektum isimli a’ma sahabenin Peygamber Efendimiz’e (ASM), tam müşriklikte diretenlere tebliğ yaptığı an gelmesi esnasında, Peygamberimizin sergilediği tutumu Allah eleştirir. “ A’ma geldi diye yüzünü ekşittin ” der. Gerçi Efendimiz’in (ASM) niyeti hizmeti devam ettirmekti. Fakat Allah’ın muradının tam bu manada İbni-i Ümmü Mektum’u “1” olarak gördüğü, müşrikleri “0” olarak gördüğü şeklinde belirdiğini söyleyebiliriz. Çünkü “ Kim bilir belki o bir ders alacaktı ” diye ifade ederek, Hakikate karşı sağır, Hakka karşı kör olan müşrikleri Cenab-ı Hakk sıfır olarak gördüğünü bildiriyor. Bu açıdan Hak ve Hakikate değer vermeyen bütün dünya insanları bir kefede olsa, bütün benliğiyle Hakkın esiri, Hakikatin kölesi olan bir Ebu Bekr-i Sıddık etmezler.]
İşte, muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenâb-ı Hakkın hayvânâtından bir nevi habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imâreti için halk etmiştir. Mü’min ibâdına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, âkıbetinde, müstehak oldukları Cehenneme teslim eder.
[ Burada Üstad, kâfirlerin varlığının hikmetlerini bildiriyor. Müminler Ahireti imar eder; kâfir ise bütün emeğini dünyanın imarına çalıştırır. Bir ayette bildirildiği üzere sonra o imar ettikleri dünyayı Allah salih kullarına miras olarak verir. Sasani ve Bizans imparatorluklarının bütün dünyevi imarları Sahabelere ve İslamiyete miras kalması gibi… Vâris ismiyle Allah bu lütfa salih kullarını eriştiriyor. Kâfirleri, habis hayvanlara benzetmesi, Enfal suresinden bazı ayetlerin tefsiridir. ]
İşte, küffârın ve ehl-i dalâletin bir hakikat-i imaniyeyi inkâr ve nefyetmelerinde kuvvet yoktur. Çünkü, nefiy sırrıyla, ittifakları kuvvetsizdir. Bin nefyediciler, bir tek hükmündedir.
[ Küffâr, hakikate karşı kör olanlar, hakikati göremeyenler demektir. Münkir ise, hakikati görmesine rağmen reddeden kişiye denilir. Küfür, bir cehalettir. İnkâr ise, tam bir körlüktür, küfürden daha beterdir. İnkârda inad etkilidir. Bu manada ehl-i dalalet, münkirlerdir diyebiliriz. Görüntüde 100.000.000 ateist Allah’ı ve Âhireti inkar ediyor olabilir. Manzara hepsinin aynı şeyi söyledikleri şeklinde… Fakat derinliğine indiğimizde aslında aynı şeyi söylemiyorlar. Bazısı menfaati için, dünyadan vazgeçemediğinden Ahireti inkar eder, bazısı günahlarının cezasından kaçmak için Ahireti ve Cehennemi inkar eder, bazısı dünyayı rahat yaşamak için Ahireti inkar eder, bazısı yaşadığı hayattaki eksiklikleri bir zulüm gördüğü için Allah’a küser ve dolayısıyla Ahireti inkar eder vesaire vesaire şeklinde gerekçeler uzar. Bazısı da hayalindeki Allah ile gerçek Allah uyuşmadığı için inkara sapar. Bu açıdan ehl-i dalalet ve ehl-i küfür bir birine destek ve kuvvet olamazlar. Mesela adam tabiata tapıyordur, her şeyi doğal bir faaliyet olarak görür. Bu yüzden Allah’ı inkar eder. Bazısı her şeyin tesadüfen olduğunu savunur. Bu cihetten Allah’ı inkar eder. Bazısı her şeyin atomlardan ve hareketlerinden meydana geldiğini düşünür. Bu yüzden Allah’ı inkar eder. Fakat dindarlar aynı Allah’ın varlık ve birliğini dava ederler. Allah’ın atomları kudretiyle yaratan, kuvvetiyle hareket ettiren, havliyle onları şekilden şekle, halden hale sokan olduğunu dava ettiği gibi, tabiat kanunları denilen fıtrat kanunlarını koyan ve bu kanunların yönetimi altında ilim ve hikmetiyle kâinatı bir iktidar ve saltanat haline getiren olduğunu da görür ve ispat ederler. Aynı zamanda her bir faaliyet, her bir olan biten işi ve her bir yaratılan şeyi iradesiyle, kasdıyla yaratıp hikmetlerle düzenlediğini, her şeyi bir sanat eseri olacak şekilde güzel ve estetik şekilde yaptığını, her şeyi çeşitli gayeler için diğer şeylerden farklı özellikte yarattığını, her şeye çeşitli sonuçlar verdirdiğini görüp tesadüfe kâinâtta tesadüf edilmediğini delilleriyle gösterip ispat ederler. Bu manada bütün dindarlar kudret, ilim, irade, hayat, kelam sahibi tek bir Allah’ın varlığını, birliğini, sıfatlarını kabul edip öyle iman ederler. Birbirlerine destek ve kuvvet verirler. Bu manada dindarlar, ilim ehli ve mütehassıs bir profesör gibi maneviyatta ve tevhidde icma ile konuşurlar. Kâfir ve münkirler ise, avam tabakası gibi… ]
Meselâ, bütün İstanbul ahalisi, Ramazan’ın başında ayı görmediğinden nefyetse, iki şahidin ispatıyla o cemm-i gafîrin (büyük çoğunluğun) nefiy ve ittifakı sukut eder.
[ Hilal, Uluhiyetin sembolüdür. Hilali görmek, gözümüzle olduğu gibi kâinat aynasında Allah’ın ilahlığının tecellilerini görmek de basiret gözüyle olur. Nasıl ki Ramazan orucuna başlamak için hilali görmek şarttır. 2 şahid hilali gökteki makamında görüp gösterseler ispat ederler. Mesele biter. Milyon kişi reddetse hiçbir etkisi yok. 2 dahiliye uzmanı bir hastaya kanser teşhisi koysa, belirtilerini gösterse ve o belirtilerin kansere ait olduğunu delilleriyle ispat etse isterse milyon mühendis gelsin, etkisi yok. Eğer ispatı hakikate uygunsa o sahadaki diğer doktorlar da onlara katılmak zorunda kalacaktır. Çünkü müşahede edip ettiriyorlar. İmani meseleler de aynen öyledir. Kâinattaki düzen Allah’ı net gösterir. Kimse inkâr edemez. Her şeydeki sanat Allah’ı sanatkarlığıyla gösterir. Kimse reddedemez. En büyük filozof da gelse, en dinsiz kâfir de gelse, en büyük ârif ve âlim de gelse düzenin arkasında görünen ilmi ve iradeyi okur. ]
Madem küfrün ve dalâletin mahiyeti nefiydir ve inkârdır, cehildir ve ademdir; küffârın kesretle ittifakı ehemmiyetsizdir.
[ Küfür ve dalalet, varlığı değil yokluğu savunuyor. Allah’ın yokluğuna delil aramaya çalışıyor. Oysa ilim, var olana dair olur. Yokluk bilinemez. Varlık bilinir. Hayat görünür. Bu açıdan küfrün temel özelliği görünene gözünü yummak, işitilene kulağını tıkamaktır. Hakka ve Hakikate karşı laubalilik, ciddiyetsizlik, yalanlama ve hıyanettir. ]
Ehl-i hakkın, hak ve sabit ve sübutu ispat olunan mesâil-i imaniyede, şuhuda istinad eden iki mü’minin hükmü, hadsiz o ehl-i dalâletin ittifakına râcih olur, galebe eder.
[ İmanî meseleler haktır, gerçeğe uygundur. Dış dünyada eserlerini görebiliyoruz. Çünkü canlıların ihtiyacı olan gıdalar —ağaçlarda olduğu gibi— ona bir şekilde ulaşıyor veya o ulaştırılıyor. Bu şekilde yeryüzünde milyonlarca tür canlı karada, denizde ve havada milyar yıldır yaşıyor. Bu durum gösterir ki öyle bir düzen var ki ne denizin karanlık kısmındaki canlıları unutuyor, ne toprak altında yaşayan solucanları es geçiyor. Her şeyi görüyor, ihtiyacını işitiyor, muhtaç olduğu şeyleri ona yetiştiriyor. Aksi takdirde hayat devam edemezdi. İşte bu durum sürekli müşahede edilen bir manzara… İçinde rızık, hikmet, duyulma, görülme, cevap verme gibi sayısız hakikat görünüyor. Din, bu görünen, hakkın ta kendisi olan, sabit şekilde devam eden, varlığı delillerle ispat edilen imani meselelerden ve tevhidi fiillerden Allah’a, Onun varlığına ve Birliğine ve sıfatlarına intikal ediyor. Onun dünyayı Ahiret için bir tarla, imtihan salonu, manevra meydanı kıldığını görüyor, gösteriyor, hikmetle ispat ve izah ediyor. Bu açıdan ilimle, müşahede ile, hikmetle, münazara ile gördüğü ve gösterdiği için hiçbir peygamberi geldiği toplum fikren mağlup edememiş. Kaba kuvvetle, baskı, işkence ve hicrete zorlamakla onlarla mücadeleye kalkışmışlar. Bu durum gösterir ki nebilerdeki ilim karşı konulamaz derecede hakka ve hakikate uygundur. Bütün hepsi bu şekilde bir sürece girmeleri gösterir ki, peygamberlerle ilim ve hikmet boyutuyla mücadele edilemez. Zaten din ve dinsizlik savaşı ilim-kudret savaşıdır. ]
Bu hakikatin sırrı şudur ki: Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir (çok sayıda); birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökteki hilâl-i Ramazan’ı görmeyen der ki: “Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.” Başkası da “Nazarımda yoktur” der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında yoktur der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur, birbirine kuvvet veremez.
Fakat ispat edenler demiyor ki, “Benim nazarımda ve gözümde hilâl var.” Belki “Nefsü’l-emirde, göğün yüzünde hilâl vardır, görünür” der. Görenler bütün aynı dâvâyı ve “Nefsü’l-emirde vardır” der. Demek bütün dâvâlar birdir. Nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, dâvâları da ayrı ayrı olur. Nefsü’l-emre hükmedemiyorlar. Çünkü nefsü’l-emirde nefiy ispat edilmez. Çünkü ihata lâzımdır.
 (Mutlak yokluk veya bir şeyin mutlak yokluğu çok büyük müşkilattan sonra ancak isbat edilebilir) bir kaide-i usuldür.
[ Bir şeye yok diyebilmek için bütün varlık âlemlerini, bütün muhtemel boyutları, bütün âlem çeşitlerini, bütün zamanları-mekanları, zamansızlık ve mekansızlık âlemlerini kişi gezecek, hepsini sonsuz bir görme ile görecek, sonsuz bir duyma ile duyacak, sonsuz bir bilme ile bilecek ki ondan sonra yok diyebilsin. Yani Allah yok diyen kişinin bir ilah olması lazım. Bir insanın ilah olması ise imkansızdır. Mutlak ilim ve hikmet, mutlak varlık ve kudret sahibi olarak Allah, “ Benim bilmediğim şeyleri ve isimleri bana ortak koşuyorlar ” diyor. Yani demek istiyor ki, putların hakikati yok. Şirkin varlık ve sonsuzluk âleminde yeri yok. Hayal ürünüdür. ]
Evet birşeyi dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy isbat edilsin. İşte bu sırra binâen; ehl-i küfrün bir hakîkatı nefyetmesi ise, bir mes’eleyi halletmek veyahud dar bir delikten geçmek veyahud bir hendekten atlamak misâlindedir ki; bin de, bir de, birdir. Çünkü birbirine yardımcı olamaz. Fakat isbat edenler nefsü’l-emirde hakîkat-ı hale baktıkları için, müddeaları ittihad ediyor. Kuvvetleri birbirine yardım eder. Büyük bir taşın kaldırmasına benzer ki, ne kadar eller yapışsa daha ziyâde kaldırması kolay olur ve birbirinden kuvvet alır.
[ Üstad bu boyutu vurgulamak için bazen 14 asır boyunca her asırda 350.000.000 kişinin Onun risaletine şahidliği… diyor. Bu şekilde insanın sayı çokluğuna müptela duygularına da hitap ediyor. Fakat bu 350 milyon kişi sürü gibi değiller. Her biri Allah’ın varlığı ve birliğine delil sahibidirler, der. ]

Hikmetü’l-İstiâze Risalesi, 13. Lem’a’nın 6. İşâretinin Şerhi

 

Soru: Şeytan’dan İstiaze Risalesi olan 13. Lem’anın 6. İşaretini açıklayabilir misiniz?

Cevap: Üstad bu işarette şöyle diyor:

ALTINCI İŞÂRET: Şeytanın en tehlikeli bir desîsesi şudur ki: Ba’zı hassas ve sâfikalb insanlara tahayyül-ü küfrîyi tasdîk-ı küfürle iltibas ettiriyor. Tasavvur-u dalâleti, dalâletin tasdîkı sûretinde gösteriyor. Ve mukaddes zâtlar ve münezzeh şeyler hakkında gâyet çirkin hatıraları hayaline gösteriyor. Ve imkân-ı zâtîyi, imkân-ı aklî şeklinde gösterip îmandaki yakînine münâfi bir şek tarzını veriyor. Ve o vakit o biçâre hassas adam, kendini dalâlet ve küfür içine düştüğünü tevehhüm edip îmandaki yakîninin zâil olduğunu zanneder, ye’se düşer, o yeisle şeytana maskara olur. Şeytan hem ye’sini, hem o zaîf damarını, hem o iltibasını çok işlettirir, ya divâne olur yahud “her-çibad-âbad” der, dalâlete gider.

Şeytanın bu desîsesinin mâhiyeti ne kadar esassız olduğunu, ba’zı Risâlelerde beyân ettiğimiz gibi, burada icmâlen bahsedeceğiz. Şöyle ki: 

Nasılki âyinede yılanın sûreti ısırmaz ve ateşin misali yandırmaz ve murdarın aksi, telvis etmez. Öyle de: Hayal veya fikir âyinesinde küfriyatın ve şirkin akisleri ve dalâletin gölgeleri ve şetimli çirkin sözlerin hayalleri, i’tikâdı bozmaz, îmanı tağyir etmez, hürmetli edebi kırmaz. Çünkü meşhur kaidedir ki: 

Tahayyül-ü şetm ( sövmeyi hayal etmek ), şetm (sövme) olmadığı gibi, tahayyül-ü küfür (kafirliği hayaline canlandırma) dahi, küfür değil ve tasavvur-u dalâlet (sapkınlık durumunda neler olabileceğini hayal etmek) de dalâlet değil.

[ Sözlerin sonundaki Lemeat Risalesinde Üstad, ilmin mertebelerini tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam ve itikad şeklinde 7 mertebe olarak sıralar. Vesvese Risalesinde ise bunlardan insanı sorumlu ve mükellef kılanlarının tasdik ve sonrasındaki mertebeler olduğunu ifade eder. Bu manada insan hayal gücüne, tasavvur gücüne hâkim olamadığı, mantıklı mantıksız şeyler tasavvur edebildiği, insanın hayal gücü hafıza arşiviyle bağlantılı olduğu, hafıza arşivi zıt şeyleri bir biriyle bağlayarak arşivlediği, en ufak bir ilgili söz ve hatıra o arşivi harekete geçirdiği için insanın hayaline mukaddes şeylerle beraber en çirkin manzaralar da gelir. İnsan bu sistematiği bilmediği için şeytanın oyununa gelebilir. Üstad bu kısımda insanın bilgi seviyelerinden insanın kontrolü altında olanlar ve olmayanları ayırıyor. İnsanın iradesi altında olan latifeleri de ayrıştırıyor. Ta ki insan aldanmasın. Sorumlu olduğunu bilen kişi daha rahat hareket eder. Şeytan insanı cehaletinden avlıyor. Kendi ilkaatlarına kalbimizin malıymış havası vererek bizi risk altına sokuyor. İmanımızla, yakinimizle oynuyor. ]

 Îmandaki şek mes’elesi ise, imkân-ı zâtîden gelen ihtimaller, o yakîne münâfî değil ve o yakîni bozmaz.

[ Şekk, bir konuda kesin kanaat olan “yakîn” in zıddıdır ve bir konuda %50 ye %50 kanaat sahibi olmadır. Yani o şey olabilir de olmayabilir de… Bu durum ise iman etmeyi engeller. İman, kesin bilgiye dayanan yakîn halidir. İmkân-ı zâtî, bir şeyin zâtı itibariyle mümkün olması, gerçekleşebilir bir yapıda olması, uygun zaman ve zeminde Zât-ı Vâcib olan tarafından icad edilebilmesi anlamındadır. Mesela bir çekirdeğin ağaç olabilmesi hadd-i zâtında mümkündür. Çünkü olabilecek potansiyeli var. Fakat bir çekirdeğin tahtadan bir güneşe dönüşebilmesi hadd-i zâtında mümkün değil. Çünkü güneş, alevden bir toptur. Alev ise, tahtayı yakar. Bu noktada imkân-ı zâtîde bulunan her şey dış dünyada gerçekleşemiyor. Dış dünya söz konusu olduğunda imkân-ı aklî devreye giriyor. Bu sebepler planında o şey gerçekleşebilir mi? diye soruyor ve net bir şekilde “Asla!” cevabını alıyor. Mesela peygamberlerin göz göre göre yalan söylemeleri zâtında mümkündür. Fakat imkan-ı aklî noktasında mümkün değildir. Böyle yalan söyleyebilen ve söyleyen birini Allah peygamber yapmadığını ve yapmayacağını Meryem suresindeki birçok âyette vurguluyor. Bu manada insanın aklına şeytan bu tarz mümkün durumlar getirerek imanını zedelemeye çalışır. Fakat aklî mukayeselerle meseleyi halledebiliriz.  ]

İlm-i usûl-i dinde kavâid-i mukarreredendir ki: 

Meselâ: Barla Denizi su olarak yerinde bulunduğuna yakînimiz var. Halbuki zâtında mümkündür ki: O deniz, bu dakikada batmış olsun. Ve batması mümkinattandır. Bu imkân-ı zâtî, mâdem bir emâreden neş’et etmiyor, zihnî bir imkân olamaz ki, şek olsun.

[ İlm-i usûlü’d-din, din metodolojisi demektir. Yani dinin dayandığı aklî ve hissî temelleri tespit eder. Sonra onlar üzerine dinin kurduğu düzeni izah eder. Üstad’ın Barla Denizi dediği Eğridir gölüdür. Zihnî imkan, imkan-ı aklî demektir. İmkan-ı aklî belirli sebeplerle meselelerin mümkün olup olmadığında dayanır. Mesela bir göl veya deniz gibi büyük bir su birikintisinin bir anda batması dünya tarihinde çok olmuştur. Bir çöküntü depremiyle, veya büyük yarıklara yol açan tektonik depremlerle veya o yerde volkan patlaması olup gölün buharlaşmasıyla göl bir anda yok olabilir. Akıl burada sorar: Şu an bir deprem oldu mu, volkan patladı mı? Eğer deprem olmadı, volkan patlamadıysa o zaman göl var olmaya devam ediyordur, şeklinde kesin kanaatini ifade eder. Burada aklın bir şeye ihtimal verebilmesi için belirtiler, emareler gerekir. Herhangi bir emare yoksa, akıl ve kalb bu ihtimallere itibar etmemelidir ve etmezler. ]

Çünkü: Yine ilm-i usul-i dinde bir kaide-i mukarreredir ki:

Yâni: “Bir emâreden gelmeyen bir ihtimal-i zâtî ise, bir imkân-ı zihnî olmaz ki, şübhe verip, ehemmiyeti olsun.”

[Şüphe, hakikate benzeyen fikir demektir. Bu benzerliğinden dolayı aldatır. Fakat hakikatin derinlerinde nur varken, şüphenin derinlerinde karanlık ve ateş vardır. İmkân ve ihtimal farkını şöyle açabiliriz: İmkân, mekanda yer tutabilecek bir gizli güce sahip olmak demektir. İhtimal ise, mekan boyutuna geçerek bir manayı yüklenebilecek ve taşıyabilecek bir karakterde olmak demektir. İmkân biraz daha kudret ile ilgili bir durumdur. İhtimal ise, ilim ve irade ile ilgili bir durum gibi görünüyor.]

İşte bu desîse-i şeytaniyeye ma’rûz olan biçâre adam, hakâik-ı îmaniyeye yakînini, böyle zâtî imkânlar ile kaybediyor zanneder. Meselâ: Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında beşeriyet i’tibâriyle çok imkân-ı zâtiyye hatırına geliyor ki, îmanın cezm ve yakînine zarar vermez. Fakat o, zarar verdi zanneder, zarara düşer.

[ Şeytanın gayreti kişiyi, zarara uğradığı algısına kaptırarak zarara uğratmaktır. Bu açıdan böyle durumlara itibar etmeyen kişi zarar etmez. Düşünmekte hürüz, düşünceye taraftar olmamak kaydıyla… Akıl bir düşünceyi onayladığı zaman sorumlu olmaya başlıyoruz. Tabir caize, insanın aklı, gökyüzü gibidir. Hayaller, gökyüzündeki bulutlar gibidir. Bulutların oluşması elimizde değil fakat bulutları kendi üzerimize çekmek, onları şekillendirerek kendimiz bir yağmur veya dolu bulutu yapmak elimizde olan bir husus. Bu noktada hür olduğumuz saha var, sorumlu olduğumuz saha var. Bunları ayırt edebildiğimiz durumda fikrî boyutta tam bir hürriyeti elde ederiz. ]

Hem ba’zan şeytan, kalb üstündeki lümmesi cihetinde Cenâb-ı Hak hakkında fena sözler söyler. O adam zanneder ki; onun kalbi bozulmuş ki, böyle söylüyor. Titriyor. Halbuki onun titremesi ve korkması ve adem-i rızası delildir ki: O sözler, kalbinden gelmiyor, belki lümme-i şeytaniyeden geliyor veya şeytan tarafından ihtar ve tahayyül ediliyor.

[ İnsanda lümme-i şeytaniye ve lümme-i melekiye bulunuyor. Bunlar kalbin üzerinde iki merkezdir. Bu iki merkez, birer kulak gibi… Lümme-i şeytaniyeye, şeytan üflüyor; diğerine ise melek… Onlar üflediğinde içimizde sesler yankılanıyor. Bu sözlerin sahibi biz değiliz. Sahibi olmadığımız için mes’ul değiliz. Ne zaman mes’ul oluruz? O sözü kabul eder, ona göre hareket edersek… Bu manada kendi mahiyetini iyi tanımak insana hürriyet kazandırır. Kendini tanımayan şeytanın oyuncağı haline gelir. Şeytanın sözlerini kendi kalbinin sözleri zanneder, maskara olur. Burada kriter, Cenab-ı Hakk hakkındaki o sözlerden kalbin razı olmamasıdır.

Dikkat edilirse Üstad önce Hz. Peygamber’e (ASM) dair ihtimaller, imkan boyutunda menfi durumlara dair saldırılarıların olduğunu söyledi. Şimdi ise yapılan saldırıların Cenab-ı Hakk hakkında ithamlara vardığını ifade ediyor. Yani şeytan işi daha derinlere vardırıyor. O da tutmazsa, bu sefer saçmalamalarda bulunacak… ]

Hem insanın letâifi içinde teşhis edemediğim bir iki latife var ki, ihtiyar ve irâdeyi dinlemezler; belki de mes’uliyet altına da giremezler. Ba’zan o latifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar. O vakit şeytan o adama telkin eder ki: “Senin isti’dâdın hakka ve îmana muvafık değil ki, böyle ihtiyarsız bâtıl şeylere giriyorsun. Demek senin kaderin, seni şekavete mahkûm etmiştir.” O biçâre adam, ye’se düşüp, helâkete gider.

[ Burada dikkat edilecek husus, o latifeler hükmettiği zaman kişinin yaptığı fiillerden sorumlu olmamasıdır. Cezbeye kapıldığı ve iradesi devre dışı kaldığı zaman bir kişi yanlış bir fiil yapsa beşerî hukuk onu mes’ul tutmadığı gibi semavi hukuk da mes’ul tutmaz. Bu latifeler o derece baskın ki akıl ve kalbi susturuyor. İşte bu noktada şeytan insana saldırı zemini buluyor: “ Senin istidadın bozuk. Sen hayır yapabilecek biri değilsin. Allah seni böyle yaratmış. Sen kötülük yapmaya mahkumsun. ” İstisna fıtratları Cenab-ı Hakk bu şekilde irade kontrolü tam olmayan bir surette yaratıyor. Bu tarz kişilerin şuuru yerindeyken ve hür iradesiyle tercih yaptıkları fiillerden sorumlu olurlar. Fakat iradesi devre dışı kaldığında sorumluluk ondan kalkar. Bu konuda hadisler bulunuyor. Yani şeytanın vesvevesini yine ilim ve hakikat nuru def ediyor.  ]

İşte şeytanın evvelki desîselerine karşı mü’minin tahassungâhı: Muhakkikîn-i Asfiyanın düstûrlariyle hudutları taayyün eden hakâik-i îmaniye ve muhkemat-ı Kur’âniyedir.

[ Asfiya, evliya âlim demektir. Asfiyalar da iki sınıflar: Muhakkikler ve Müdakkikler… Muhakkik asfiyalar, meselelerin hakikatlerini tespit eder. Sınırlarını çizer. Müdakkik asfiyalar ise, hakikatlerin dayandığı sırları tespit eder, işin hikmetini beyan eder. Fakat her iki grubun da “sıddıkıyet makamı” na çıkmaları şarttır. Külliyattaki genel bir okuma bunu bildiriyor. Nefis ve enaniyet, bu tarz evliya âlimleri engelleyemez. Bu yüzden Kur’anın hakikat ve sırlarını Allah onlara açar. Bu şekilde şeytanın, nefislerin, şeytanlaşan kişilerin iman esasları konusundaki iddialarına cevap verebilecek şekilde bütün imânî konuların hudutlarını tayin edebilirler. Nereye kadar insan hürdür, nereden sonra insan mes’uldür sınırlarını çizerler. Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an ve iltizamın farklarını, belirtilerini tespit etmek gibi… İnsanın mes’ul olduğu ve olmadığı konuların da hudutlarını çizerler. Bazı şer’î konuları kabul etmek, zaruridir, bazıları zaruri değildir fakat itiraz edilmez şeklinde sınıflandırma yaparlar. Mesela Allah’ın varlığı ve birliği, peygamberlerin sıdkı zaruriyattır. Fakat Mehdi, Deccal meselelerini kabul edip etmemek bağlayıcı değildir. Bu konuda hadisler çok olduğu için susmak ve işi ehline havale etmek esastır. Muhalefet o sahih hadisleri inkar ve tekzibe varır. Bu ise dine zarar verir. Fitneye yol açar. ]

Ve âhirdeki desîselerine karşı:

İstiaze ile, ehemmiyet vermemektir. Çünkü: Ehemmiyet verdikçe, nazar-ı dikkati celbettirip büyür, şişer. Mü’minin böyle ma’nevî yaralarına tiryak ve merhem: Sünnet-i Seniyyedir.

[ Lümme-i şeytaniye gibi merkezlerden gelen seslere, Allah ve Resulü hakkındaki ithamlara ve suçlamalara dair durumlarda ilaç, merhem ve şifa sünnettir. Çünkü sahabelerde de benzer durumlar olmuş. Çok korkmuşlar. Abdullah ibn-i Mesud (RA) bu konuyu şöyle anlatır. Sahabelerden bazıları dediler ki:

-“ Ey Allah’ın Resulü, bazılarımız içinden öyle sesler işitiyor ki, onu (bilerek) söylemektense kömür kesilinceye kadar yanmayı veya gökten yere atılmayı tercih eder. (Bu vesveseler bize zarar verir mi?)” Hz. Peygamber (sav):

-“Hayır, bu (korkunuz) gerçek imanın ifadesidir.”[1] diyerek meselenin bir manevi yolculuk kanunu olduğunu bildirmiş, sahabeleri teskin etmiştir. Hz. Peygamber’in (ASM) günah ve sevabın vicdandaki etkilerinden yola çıkarak onun tanımlamasını yapması gibi birçok hadis dinî meseleleri sağlam zeminlere oturtuyor. Sünnetin her konuda rehber olduğunu bildiriyor. Köklü bir çare ise, istiaze ederek şeytanın şerrinden Allah’a sığınmaktır. İstiaze, acz içinde Allah’a yalvarmaktır. Bu âcizlik hissi insana ilimlerin ve hakikatlerini kapılarını açan anahtar olur.]

[1] Sahih-i Müslim.

Hikmetü’l-İstiâze Risalesi, 13. Lem’a’nın 5. İşâretinin Şerhi

Soru 12: Şeytan’dan İstiaze Risalesi olan 13. Lem’anın 5. İşaretini açıklayabilir misiniz?

Cevap 12: Üstad bu işarette şöyle diyor:

BEŞİNCİ İŞÂRET: Cenâb-ı Hak, Kütüb-ü Semaviyede beşere karşı şu Cennet gibi azîm mükâfat ve Cehennem gibi dehşetli mücazatı göstermekle beraber çok irşad, îkaz, ihtar, tehdid ve teşvik ettiği halde; ehl-i îman, bu kadar esbab-ı hidâyet ve istikamet varken hizbü’ş-şeytanın mükâfatsız çirkin zaîf desîselerine karşı mağlub olmaları, bir zaman beni çok düşündürüyordu. Acaba îman varken, Cenâb-ı Hakk’ın o kadar şiddetli tehdidatına ehemmiyet vermemek nasıl oluyor? Nasıl îman gitmiyor? Sırriyle: Şeytanın gâyet zaîf desîselerine kapılıp Allah’a isyan ediyor. Hatta benim arkadaşlarımdan ba’zıları, yüz hakîkat dersini kalben tasdik ile beraber benden işittiği ve bana karşı da fazla hüsn-ü zannı ve irtibatı varken, kalbsiz ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz ve riyakârane iltifatına kapıldı, onun lehinde benim aleyhimde bir vaziyete geldi. FESÜBHANALLAH dedim, İnsanda bu derece sukut olabilir mi? Ne kadar hakîkatsız bir insan idi, diye o biçâreyi gıybet ettim, günaha girdim.

Sonra sâbık işâretlerdeki hakîkat inkişaf etti, karanlıklı çok noktaları aydınlattı. O nur ile LİLLAHİ’L-HAMD,

  • hem Kur’ân-ı Hakîm’in azim tergîbat ve teşvikatı tam yerinde olduğunu,
  • hem ehl-i îmanın desâis-i şeytaniyeye kapılmaları, îmansızlıktan ve îmanın zaîfliğinden olmadığını,
  • hem günah-ı kebâiri (büyük günahları) işleyen küfre girmediğini,
  • hem Mu’tezile mezhebi ve bir kısım Hariciye mezhebi: “Günah-ı kebâiri irtikâb eden, kâfir olur veya îman ve küfür ortasında kalır.” diye hükümlerinde hata ettiklerini,
  • hem benim o biçâre arkadaşım da yüz ders-i hakîkatı bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm gibi çok sukut ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım. Cenâb-ı Hakk’a şükrettim, o vartadan kurtuldum.

Çünkü: Sâbıkan dediğimiz gibi şeytan, cüz’î bir emr-i ademî ile insanı mühim tehlikelere atar.

[ Emr-i ademî, dış dünyada bir varlığı olmayan fakat kişinin fiil ve hareketlerinde etkisi olan olumsuz şey anlamına geldiği gibi, bazen de bir fiili yapmama, bir vazifeyi ihmal ile erteleme gibi durumlar manasına da gelir. Mesela bir kişiyi zenginleştirmek, onun varlığına varlık katmaktır. Bu bir çeşit “emr-i icadî” olur. Fakat hırsızlık bir “emr-i ademî” dir. Varlığı yok ediyor. Veya bir kişinin malının yıldırımla yanıp küle dönmesi tam bir emr-i ademîdir. Bu ilk kısma misal… İkinci kısma misal ise bir kişinin korkudan dolayı cihada gitmediği için ülkesi işgale uğraması, tembellikten dolayı namazı kılmaması, nefsine acıdığı için oruç tutmaması da bir emr-i ademîdir. Namaz ve oruçla meydana gelecek güzellikler doğamıyor. Bir bahçenin sulama kanalını zamanında açmayarak onun kurumasına yol açmak gibi… Âyetlerde var: “ Şeytan sizi fakir düşmekle korkutur.[1] Bu korku sadaka ve zekât vermeyi engeller. Veya insanın tembellik damarından girer ta ki hayır yapmasın, ertelesin. Hadis var: “ Heleke’l-müsevvifûn ” ( erteleyenler helak oldular.)[2]]

Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler.

[ İnsanın nefsi, tezkiye edilmediği sürece kulakları daima şeytanın sinyallerine alıcı ve verici hükmündedir. Sinyali alır ve doğrudan bir emir telakki ederek uygulamaya geçer. Uygulama safhası ise, şehvet ve öfke boyutuyla kendini gösterir. Nefis, şeytanın fısıltılarını âyetin tabiriyle bir vahiy gibi algılar ve asla sorgulamaz. Harfiyyen uygular. Kendi aleyhine sonuçlarını göremez. Eğer bir tezkiyeye uğrar da gözündeki katarakt kalkarsa o zaman şeytanın onun da düşmanı olduğunu fark edebilir.]

Kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise, şeytanın desîselerine hem kâbile, hem nâkile iki cihaz hükmündedirler.

[Kâbile, alıcı, kabul edici ve yansıtacak şekilde kabullenen demek. Nâkile, nakledici, aktarıcı demektir. Mesela birisi bize zarar vermeye kalksa ve çok ciddi hakaret etse, şeytan hemen nefse fısıldar: “ Ona haddini bildir. Sen de ona küfret. Karşılık verirse ağzına bir yumruk indir.” Biz burada mağdur olduğumuz için nefs-i emmare hemen cevap vermeyi bize süsler. Biz de o kişiye hakaret eder, söveriz. Hatta hızımızı alamayıp bir yumruk vururuz. Bu sefer şeytan öbür tarafa: “ Sen adama hakaret ettin. Adam sana yumruk attı. Sen de ona vur ” diye ortalığı iyice alevlendirir. Mesele kavgaya, daha ileride yaralamaya, belki cinayete kadar gidebilir. Öfkeler, şeytanın emri ile idare edilince insanlar mağdur ve zâlim konumuna düşerler. Şehvet için de aynı durum geçerlidir. Bir anlık bir bakış, bir tokalaşma, kişiyi zinaya kadar götürür. Detaya girmeye gerek yoktur. Şehvetin bu etkisi altına girildiğinde şeytanın kumandasına girildiği için hadiste Hz. Peygamber “ Mahrem kadınlarla sohbet etmeyin. Onlara sahip olmayı arzu edersiniz ”[3] ve “ Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla yalnız kalmasın.”[4] hadisi meseleyi sınırlarıyla çizer. ]

İşte bunun içindir ki, Cenâb-ı Hakk’ın “Gafûr”, “Rahîm” gibi iki ismi, tecelli-i âzamla ehl-i îmana teveccüh ediyor.

[ Ehl-i iman demek, günahsız ve günah işlemez melek demek değildir. Şeytan kâfirlerden daha çok onlarla uğraşır. Çünkü diğerlerini kendi tarafında çekmiştir. Fakat müminler ve özellikle dine hizmet eden, insanları kötülükten men eden müminler şeytanın can düşmanıdırlar. Meşhur rivayette Hz. Peygamber (ASM) şeytana sorar:

  • “ Senin en büyük düşmanın kimdir? ” Şeytan der ki:
  • “Sensin ey Muhammed. ”[5]

Evet, şeytanın en büyük düşmanı Odur. Onun bütün tuzaklarını deşifre eden, oyunlarından kurtulma çarelerini öğreten Hz. Peygamber (ASM) ve Kur’andır. Bütün bunlara rağmen şeytan, müminleri yine de avlar. Hücumat-ı Sitte’deki 6 sebep gibi, İhlas Risalesindeki 2 sebep gibi sebeplerle şeytan ehl-i imanı avlıyor. Fakat kişi sonradan hatasını anladığında Cenab-ı Hakka Gafur ve Rahîm isimleriyle onu kabul eder. Yaşanan hal de acı bir tecrübeye dönüşür. Tecelli-i azamla teveccüh etmesi, bu isimlerin ism-i a’zam şeklinde müminlerde göründüğünü, en muazzam günahları dahi işleseler bağışlanmaya müstehak olduklarını ifade eder. Hadisteki ifadeyle “ Günahtan tam dönen ve tövbe eden kişi, o günahı hiç işlememiş gibidir.”[6] ]

Ve Kur’ân-ı Hakîmde Peygamberlere en mühim ihsanı, mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları, istiğfar etmeye da’vet ediyor.

[ Bu cümle gösterir ki dindar olmak zordur. Dindar kalmak bir savaştır. İnsanın nefsi, bazen ailesi, kötü arkadaşları, mahallesi, akrabaları, aldığı eğitim, yaşadığı sosyal çevre, toplum, bazen gelenekler ve kültür insanın dindar olmasının veya kalmasının önünde engellerdir. Bütün bunları aşarak bir insanın Hakka göre yaşaması ciddi bir savaştır. Elbette savaş meydanının tozu-toprağı insana bulaşır. Mermi yer, darbe alır. Bunlar savaşın kanunları… İşte bu tarz durumlar dindarlık açısından en büyük seviyenin mağfirete ermek olduğunu gösterir. Ayrıca insan hayır yapsa onu sahiplenme hakkı yoktur. Yaratan sahip olabilir. Biz isteriz, O yaratır. Bu manada hayra vesile olsa, o hayra tamamen sahip olmayı isteyen bir nefsi ve benliği var. Onlara takılsa amelinde ihlası bozulur. Nasr suresi son inen sure olarak bu konuyu işliyor ve dine hizmet edenleri, dini sahiplenmelerinden dolayı istiğfara davet ediyor. Din de, güzellikleri de, hayırlı sonuçları da tamamen Allah’ındır. “Sen bir hizmetkârsın, hizmetinin güzellikleri değil hizmetteki kusurlar ve eksikler senin malındır. Sen Allah’ın malını değil, kendi malını sahiplen! Kusurlu hizmet ettim diye tövbe istiğfar et” diye uyarıyor. Evet, kusurluyuz, kusurluyum. İhlasımız zayıf. ]

kelime-i kudsiyesini her sûre başında tekrar ile ve her mübârek işlerde zikrine emretmesiyle, kâinatı ihâta eden rahmet-i vâsiasını melce ve tahassüngâh gösteriyor

[ Melce, sığınak, sığınılan yer ve merci demek. Mültecinin sığındığı yer demektir. Nefsine ve enaniyetine karşı âcizliğini hisseden kişinin sığınacağı makam Allah’ın rahmetidir. Tahassüngâh, kale gibi sağlam sığınma yeri demektir. Melce, ülke manasında; tahassüngâh, o ülkedeki kale gibi… Demek Besmele bazılarına melce, bazılarına ise tahassüngâh oluyor. Besmeleyi zikir olarak da günde 114 defa çekebiliriz. Zaman zaman günlük zikir olarak çekmeye çalışıyorum.]

ve  emriyle kelimesini siper yapıyor.

[ Festeız, öyleyse hemen Allah’a sığın demektir. Euzübillahi mine’ş-şeytani’r-racîm ise taşlanmış, kovulmuş, rahmetten uzak kılınmış şeytandan ve şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım demektir. Bu cümle insanın siperidir. ]

Beşinci işaret ile Altıncı işaretin bağı şu şekildedir: İnsan, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyeden meydana geliyor. Bu 3 yönün ifrat-vasat-tefrit halleri var. Vasat ve dengeli halleri hayırdır, diğer iki hali şerre yol açar. Şeytan önce insana insanın en zayıf olduğu kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye yönlerinden gelerek saldırır. Bu noktada onu şerre sokmaya çalışır. Daha önceki işaretler bu hususu işliyor. Eğer burada başarısız olursa kuvve-i akliye cihetinden saldırıya geçer. Onu vesveseler, şüpheler, muhtemel durumlar gibi çeşitli şeylerle aldatmaya, kandırmaya, zihnini belli noktalarda kilitlemeye çalışır. Ta ki dalalete sapsın, sonra da şer işlesin. Altıncı işaret hemen bu konuya giriyor. Böyle bir bağları bulunuyor. Külliyatta Üstad’ın konu işlediği her yerde bir gelişme seyri vardır. Bölümler bağlantılıdır. Bu bağları görerek okunduğunda Risaleler daha zevk verici ve aydınlatıcı olur

[1] Bakara suresi, 286.

[2] Müsned, I/139.

[3] İbn-i Hacer el-Askalanî, el-İsabe Tercümesi, Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi.

[4] Buhârî,  Nikâh 111, Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 140, 181; Müslim Hacc 424, (1341).

[5] Muhyiddin-i Arabi, Şeceretü’l-Kevn.

[6] İbn Mace, Zühd, 30.