Etiket arşivi: ezan

O Şarkıyı Siz de Söylediniz Mi ?

Son Şahitler’den Hafız Enver Ceylan anlatıyor:

Bediüzzaman’ı ilk ziyaretim 1952’de Akşehir Palas Otelinde olmuştur. Yedeksubaylığını yapan bir ziraat mühendisi de beraberimdeydi.

Üstad bana mesleğimi sordu, müezzinlik yaptığımı söyledim. Üstad bir anda kaşlarını çattı:

“O şarkıyı siz de söylediniz mi?”

Üstadın ne demek istediğini anlayamamıştım. Anlayamadığımı ifade edince, Üstad bu defa:

“Minarelerde söylenen o şarkıyı…” dedi.

Türkçe ezanı kasdettiğini anlamıştım. Çok utandım ve sıkıldım, mahcup ve suçlu bir halde:

“Evet… Malesef!” diyerek cevap verdim.

Üstad devamla:

Ben bu hususu Hamdi Efendiye de (Akseki) bildirdim. Ezanı bu şekle çeviren, bir ilândan ibaret zannediyorlar. Halbuki böyle değildir. Ezan-ı Muhammedî bir ilânat değildir. O divaneler bilmiyorlar. Şayet öyle olsaydı, her millet kendi lisanına göre ‘namaza gelin’ diye çağırırdı. Halbuki bu ezan asr-ı saadetten beri öyle devam ediyor. Bu ilâ-yı kelimetullahtır. İmanın esasını günde beş defa dünyaya ilân etmektedir. İslâmin şeâiridir. Bu şeâir, farzlar kadar ehemmiyetlidir” dedi.

(Son Şahitler)

Ezan Neden Orijinalinden Başka Bir Dilde Okunamaz?

Ha­ne­fî ve Han­be­lî fu­ka­ha­sı eza­nın baş­ka bir dil­de okun­ma­sı­nın ca­iz ol­ma­dı­ğı ka­na­atin­de­dir­ler. Şa­fiî fa­kih­le­ri ise, Arap­ça bil­me­yen ya­ban­cı­la­rın, eza­nı ori­ji­nal şek­liy­le oku­ya­bi­len bi­ri­ni bu­la­ma­dık­la­rı tak­dir­de ken­di dil­le­rin­de oku­ma­la­rı­na ce­vaz ver­miş­ler­dir. Fa­kat bu da, ebe­dî de­ğil, ge­çi­ci ya­ni ori­ji­na­li­ni öğ­re­nin­ce­ye ka­dar ve­ril­miş bir ce­vaz­dır. Ka­hir ek­se­ri­yet, eza­nın Arap­ça’dan baş­ka bir dil­de oku­na­ma­ya­ca­ğı ka­na­atin­de­dir. Onun için­dir ki ezan, on dört asır içe­ri­sin­de dil­le­ri bir­bi­rin­den fark­lı bü­tün İs­lâm ül­ke­le­rin­de, Arap­ça’dan baş­ka bir dil­le okun­ma­mış­tır.

Bi­ze gö­re de ezan Arap­ça’dan baş­ka bir dil­le oku­na­maz, oku­nan şey de ezan ol­maz. Bu­nun ne­den­le­ri­ni mad­de mad­de şöy­le sı­ra­la­ya­bi­li­riz:

1- Eza­nın söz­le­ri Arap­ça’dır. Ama Arap’ın söz­le­ri de­ğil­dir. Onun naz­mı ve laf­zı ya­ni di­zi­li­şi ve söz­le­ri as­hap­tan Ab­dul­lah b. Zeyd’e, Hz. Ömer’e ve da­ha pek çok sa­ha­be­ye (r. an­hüm) Al­lah ta­ra­fın­dan il­ham edil­miş; Hz. Pey­gam­be­rin onay ve tas­dik­le­riy­le ke­sin­leş­miş, 1400 kü­sur se­ne­dir dil­le­ri fark­lı bü­tün İs­lâm ül­ke­le­rin­de de­ğiş­me­den, tar­tı­şıl­ma­dan “EZAN-I MU­HAM­ME­DΔ ola­rak oku­na­gel­miş­tir.

2- “Ezan-ı Mu­ham­me­dî” ola­rak ad­lan­dı­rıl­ma­sın­da da ayrıca bir gü­zellik var­dır. Arap kal­kıp “Ezan-ı Ara­bî” ya­ni Arap Eza­nı de­me­sin, Pa­kis­tan­lı kal­kıp “Ezan-ı Pa­kis­ta­nî” ya­ni Pa­kis­tan Eza­nı de­me­sin, Müs­lü­man Türk kal­kıp “Ezan-ı Tür­kî” ya­ni Türk Eza­nı de­me­sin ve herkes kendisine göre bir ezan çıkarmasın di­ye bü­tün Müs­lü­man­la­rın peygamberi olan Hz. Muhammed (s.a.v)Efendimize isnaden “EZAN-I MU­HAM­ME­DΔ de­nil­miş­tir.

3- Düş­man is­ti­la­sın­da ka­lan Müs­lü­man top­rak­la­rın­da ilk ya­pı­lan şey eza­nı men et­mek olur. Çün­kü ezan bir pa­ro­la­dır, Müs­lü­man­la­rın hür­ri­yet ve bir­lik alâ­me­ti­dir. İş­te bu se­bep­ten­dir ki, “Ezan oku­ma, İs­lâm dün­ya­sın­da fe­tih ve za­fer­le­rin vaz­ge­çil­mez bir un­su­ru ol­muş­tur. Ni­te­kim Mek­ke’nin fet­hin­den be­ri ele ge­çi­ri­len her bel­de­de ya­pı­lan ilk uy­gu­la­ma­lar­dan bi­ri, fe­tih müj­de­si­ni her ta­ra­fa du­yur­mak için yük­sek bir yer­de ezan oku­mak ol­muş­tur. Bâ­kî’nin meş­hur Kâ­nû­nî Sul­tan Sü­ley­man mer­si­ye­sin­de­ki:

Al­dın he­zar büt­ge­de­yi mes­cid ey­le­din

Na­kûs yer­le­rin­de okut­tun ezan­la­rı.

bey­ti bu uy­gu­la­ma­nın di­van şi­iri­ne ak­set­miş bir ifa­de­si­dir. Anlamı şududr:

Aldın binlerce puthaneyi mescid yaptın

Çan çalınan yerde okuttun ezanları.

4- Eza­nın gö­re­vi­ni yap­sın di­ye ön­ce­den çok tek­lif­ler gel­di. Çan ça­lın­sın, bo­ru öt­tü­rül­sün, ateş ya­kıl­sın de­nil­di; ama bun­la­rın hiç­bi­ri hüsn-ü ka­bul gör­me­di. Çün­kü bun­la­rın hep­si be­şe­rî idi. İn­san­la­rın dü­şün­ce­si­nin ürü­nüy­dü. Ay­nı za­man­da bir yan­lı­şı çağ­rış­tı­rı­yor­du.

5- Hal­bu­ki ezan, be­şe­rin ürü­nü de­ğil­di. Bu­ra­dan da an­la­şı­lı­yor ki ezan ilâ­hî bir ter­cih­tir, ilâ­hî bir da­vet­tir, ilâ­hî bir teb­liğ­dir, ilâ­hî bir me­saj­dır. Me­sa­jı­nı in­san­lı­ğa du­yur­mak is­te­yen Al­lah, her­hal­de bu­nu, dil­ler­den bi­ri­ni se­çe­rek ya­pa­cak­tı. Ni­te­kim öy­le yap­mış, dil­ler­den Arap­ça’yı seç­miş, eza­nı da Arap­ça il­ham ey­le­miş­tir. O, Fa­il-i Muh­tar’dır, di­le­di­ği­ni yap­mak­ta ser­best­tir. Kim­se­nin O’na ‘Ne­den Arap­ça’yı seç­tin?’ de­me­ye hak­kı yok­tur.

6- İs­lâm şe­ai­rin­de­ki ilâ­hî ve ne­be­vî ke­li­me­ler can­lı ve se­vap­lı bir ka­buk ve bir de­ri gi­bi­dir. Bir hay­va­nın de­ri­si ve­ya bir mey­ve­nin ka­bu­ğu so­yul­sa, az bir za­man son­ra o za­rif et ve o gü­zel mey­ve si­yah­la­nır, ko­kar.

İş­te ge­rek iba­det­te ve ge­rek­se ezan­da ol­sun şe­air-i İs­lâ­mi­ye­de­ki Arap­ça ifa­de­ler can­lı ve se­vap­lı bir de­ri ve bir ka­buk gi­bi­dir. On­lar so­yu­lur­sa, ge­çi­ci ola­rak ma­na­la­rı bir de­re­ce gö­rü­nür; fa­kat o mü­ba­rek ma­na­la­rın ruh­la­rı uçar, ge­ri­ye du­ma­nı ka­lır.

Üm­mî bir adam ya­ni Kur’an’ın ma­na­sı­nı bil­me­yen bi­ri, Kur’an’dan ya­rım say­fa oku­sa Kur’an oku­muş sa­yı­lır. Kur’an’ın ma­na­sı­nı bi­len bir alim Kur’an’ın me­alin­den on say­fa da­hi oku­sa Kur’an oku­muş sa­yıl­maz. Çün­kü Kur’an de­nil­di mi onun laf­zı ve naz­mı ak­la ge­lir. La­fız ve na­zım or­ta­dan kal­kar­sa Kur’an di­ye bir şey kal­maz. Ge­ri­ye ka­lan me­al ve ter­cü­me­dir. Kur’an’ın me­al ve ter­cü­me­si Kur’an de­ğil­dir ki onun­la iba­det ya­pı­la­bil­sin.

Ay­nen bu­nun gi­bi eza­nın Arap­ça söz­le­ri de ilâ­hî­dir. Türk­çe­leş­ti­ril­se ve Arap­ça eza­nın ye­ri­ne Türk­çe’si okun­sa, o, ezan sa­yıl­maz. Oku­yan, sa­de­ce eza­nın Türk­çe’si­ni oku­muş olur. Türk­çe ezan da, ori­ji­nal eza­nın ka­zan­dır­dı­ğı­nı ka­zan­dır­maz. Pa­ro­la ve şe­air ol­maz.

7- İs­lâ­mi­yet’in me­se­le­le­rin­den bir kıs­mı “Ta­ab­bü­dî”dir. Ya­ni Al­lah ve Pey­gam­ber ne koy­muş­lar, na­sıl is­te­miş­ler­se öy­le ya­pı­lır. Yüz bin hik­met ve mas­la­hat on­la­rı de­ğiş­ti­re­mez. Me­se­la bi­ri, “Eza­nın hik­me­ti Müs­lü­man­la­rı na­ma­za çağır­mak­tır. Şu hal­de bir tü­fek at­mak kâ­fi­dir.” der­se yan­lış söy­le­miş olur. Çün­kü eza­nın sa­de­ce bir hik­me­ti yok­tur. O pek çok hik­met­ler­den sa­de­ce bir hik­met ola­bi­lir.

Eza­nın en önem­li hik­met­le­rin­den bi­ri, in­san­lık adı­na, o şe­hir aha­li­si adı­na, kâ­ina­tın ya­ra­tı­lı­şı­nın en bü­yük ne­ti­ce­si ve in­sa­noğ­lu­nun ya­ra­tı­lı­şı­nın en bü­yük ga­ye­si olan tev­hi­di ilân et­mek, yani Al­lah’ın birliğini kabullenip Rab olu­şu­nu haykırmaktır.

8- İki çe­şit hak var­dır. Bi­ri şah­sî, özel hak, di­ğe­ri umû­mî, ge­nel hak­tır. Ge­nel hak­la­ra “Hu­ku­kul­lah” Al­lah’ın hak­la­rı da de­ni­lir. Bun­la­rın bir adı da “Şe­air-i İs­lâ­mi­ye” ya­ni “İs­lâ­mî sem­bol­ler”dir. Bu hak­la­ra bü­tün Müs­lü­man­lar or­tak­tır. İş­te o şe­air­den bi­ri Ezan-ı Mu­ham­me­dî’dir. Bü­tün Müs­lü­man­la­rın rı­za­sı ol­ma­dan on­la­ra iliş­mek, her­ke­sin hu­ku­ku­na ve Al­lah’ın hak­la­rı­na te­ca­vüz sa­yı­lır.

İş­te bu se­bep­ler­den do­la­yı­dır ki, hiç­bir Müs­lü­man ve hiç­bir İs­lâm ül­ke­si eza­nı ori­ji­na­lin­den baş­ka bir dil­le oku­mak ve din­le­mek is­te­me­miş, oku­yan­lar­dan ve oku­tan­lar­dan da as­la ra­zı ol­ma­mış­tır.

9- Eza­nın ke­li­me­le­ri ve­ciz­dir, mu’ciz­dir, ilâ­hî­dir. Me­se­la son cüm­le­si­ni ele ala­lım. La ila­he il­lal­lah’ın her bir ke­li­me­sin­de bir La ila­he il­lal­lah var­dır. Ya­ni ma­na­sı var­dır. La ila­he il­lal­lah, Al­lah’tan baş­ka tan­rı yok de­mek­tir. “La ila­he”yi kal­dı­rın “il­lal­lah” de­yin, yi­ne yal­nız Al­lah var de­mek­tir. “İl­la”yı kal­dı­rın “Al­lah” de­yin, yi­ne kâ­ina­tın mut­lak hâ­ki­mi ak­la ge­lir. “Al­lah” laf­za-i ce­la­li­nin ba­şın­dan eli­fi kal­dı­rın, “Lil­lah” yi­ne her şey Al­lah için­dir an­la­mı­na ge­lir. “Lil­lah”ta­ki bi­rin­ci la­mı kal­dı­rın “le­hu” ka­lır. Yi­ne her şey Al­lah’ın­dır an­la­mı­na ge­lir. “Le­hu”da­ki la­mı kal­dı­rın, ge­ri­ye “Hû” ka­lır. Her şey “O” de­yip in­le­mek­te, O’nu gös­ter­mek­te, Al­lah’ın var­lı­ğı­nı ve bir­li­ği­ni ilân et­mek­te­dir, an­la­mı­na ge­lir.

10- Şim­di bir de ge­lin Al­lah laf­za-i ce­la­li­nin ye­ri­ne ko­nu­lan “TAN­RI” ke­li­me­si­ni dü­şü­ne­lim. Ba­şın­dan T’yi kal­dı­rın ge­ri­ye ne ka­lı­yor? AN­RI. Ne an­la­ma ge­li­yor? Hiç. A har­fi­ni kal­dı­rın ve ba­kın, ge­ri­ye hiç­bir şey kal­ma­dı­ğı­nı gö­re­cek­si­niz. Öy­ley­se ge­lin bu taş­la­rı ye­rin­den oy­nat­ma­ya­lım. Çün­kü bu taş­la­rı Al­lah diz­miş­tir.

Bu taşları yerinden oynatanın başına ağır taşlar düşer, bir daha iki yakası bir araya gelmez; ne dünyada ne de ahirette.

11- Ben “Tan­rı ulu­dur” de­mek­ten hiç zevk al­mı­yo­rum. San­ki Al­lah’ın bü­yük­lü­ğü Tür­ki­ye hu­dut­la­rıy­la sı­nır­lan­dı­rıl­mış gi­bi ge­li­yor ba­na. Hal­bu­ki be­nim inan­dı­ğım Al­lah’ın bü­yük­lü­ğü sı­nır­sız. Bu­nu da an­cak “Al­la­hu­ek­ber” sö­zü ifa­de etmek­te­dir.

Yu­suf İs­lâm da iş­te bu­nun için eza­nı ori­ji­nal di­liy­le oku­mak­ta­dır. Biz di­ne uyar­sak din, din olur. Di­ni ken­di­mi­ze uy­du­rur­sak din, din ol­mak­tan çı­kar. O da bi­zim gi­bi pe­ri­şan olur.

12- Müs­lü­man, ırk­çı­lık da­va­sı gü­de­me­ye­ce­ği gi­bi, dil ırk­çı­lı­ğı­na da te­nez­zül et­me­me­li­dir. Hik­met ve ilim han­gi dil­le bi­zim eli­mi­ze tu­tuş­tu­ru­lur­sa onu alı­rız. İl­min ve hik­me­tin Müs­lü­ma­nı, gay­ri­müs­li­mi ol­maz. İlim ve hikmet nerde olursa olsun hep Müslüman’dır. Yü­ce Al­lah me­sa­jı­nı Hz. Mu­ham­med’in (s.a.v) Efendimizin eliy­le, elekt­ri­ği de Edi­son’un eliy­le in­san­lı­ğa ulaş­tır­mış­tır. Peygamberin eliyle gelen de, Edison’un eliyle gelen de nimettir, hikmettir, hikmet mü’minin malıdır, bulduğu yerde almalıdır.

13- Ben­de­ni­zin Tan­rı ke­li­me­si­ne ta­kıl­ma­mın se­be­bi, bu ke­li­me­nin Al­lah laf­za-i ce­la­li­nin ye­ri­ne ko­nul­ma­sından ve onun bir ter­cü­me­si ola­rak gös­te­ril­miş olmasındandır. Yok­sa Tan­rı di­yen der, ona biz ka­rış­ma­yız. Ama “Al­lah” laf­za-i ce­la­li­nin ye­ri­ne ko­nul­ma­sı­na da ra­zı ola­ma­yız.

TERCÜME EDİLEMEYEN LAFIZ

14- Şu­nu da unut­ma­ya­lım: Bun­ca ça­ba­la­ma­la­ra rağ­men Tan­rı ke­li­me­si bir tür­lü mil­le­tin ağ­zı­na otur­ma­mış, Al­lah laf­za-i ce­la­li de bu mil­le­tin ağ­zın­dan düş­me­miş­tir. Me­se­la he­men he­men her­kes her kız­dık­ça ve sı­kış­tık­ça, ‘Al­lah Al­lah, Al­lah Al­lah’ der du­rur; ‘Tan­rım Tan­rım, Tan­rım Tan­rım’ de­mez.

Dep­re­me tu­tu­lan eğlence âlemindekiler bile ‘Al­lah Al­lah’ di­ye­rek ka­çı­yor. Tanrı tanrı diyerek değil.

Kah­ra­man Meh­met­çik de düş­ma­na kar­şı şah­lan­dı­ğın­da ‘Al­lah Al­lah’ di­ye­rek hü­cu­ma geç­mi­yor mu?

Al­lah inan­cı ve sev­da­sı -gü­nah­kâr da ol­sak- bu mil­le­tin ru­hu­na iş­le­miş­tir.

Bı­ra­kın “Tan­rı” ke­li­me­si­ni Yü­ce Al­lah’ın isim­le­rin­den bi­ri­ni laf­za-i ce­la­lin ye­ri­ne koy­sa­nız, yi­ne laf­za-i ce­la­lin ye­ri­ni dol­du­ra­maz. Me­se­la sen, Al­lah’ı “Rah­man” is­miy­le ça­ğır­san, onu rah­met­le yâd etmiş olur­sun, Ka­hhar ismiyle anmış olmazsın. “Alim” is­miy­le ça­ğır­san ilim sı­fa­tıy­la vas­fet­miş olur­sun, kud­ret­le vas­fet­miş ol­maz­sın. Ama sen Al­lah’ı “Ya Al­lah” di­ye­rek Al­lah is­miy­le ça­ğı­rır­san bü­tün sı­fat­la­rıy­la onu vas­fet­miş, zikretmiş ve yâd etmiş olur­sun. Çün­kü Al­lah an­cak bü­tün sı­fat­la­rıy­la Al­lah ola­bi­lir. Al­lah laf­za-i ce­la­li için var olan bu özel­lik, di­ğer isim­ler için ge­çer­li de­ğil­dir.

Ke­li­me-i Şe­ha­det öy­le bir ke­li­me­dir ki, o ke­li­me ile kâ­fir kü­für­den İs­lâm’a ge­çer. Kâ­fir “Şe­ha­det ede­rim ki Rah­man’dan ya­hut Ra­hîm’den ya­hut Me­lik’ten ya­hut Kud­düs’ten baş­ka ilah yok­tur.” de­se kü­für­den çı­ka­maz, İs­lâm’a da gi­re­mez. Fa­kat ne za­man ki “Ben şe­ha­det ede­rim ki Al­lah’tan baş­ka ilah yok­tur.” de­se iş­te o za­man kü­für­den kur­tu­lur, İs­lâm’a gi­rer.

Halbuki Rahman, Rahîm, Melik, Kuddüs isimleri de Allah’ın isimleridir. Ama kuşatıcı isimleri değildir. Her bir isim kendi manasını ifade eder ama, “Allah” lafza-i celali bütün isimlerin manasını içerir. Kuddüs’de “Allah” lafzasının manası yoktur. Ama “Allah” lafzasında Kuddûs ismi, Rahman ismi, Kahhar ismi ve bütün isimler vardır. Onun içindir ki Allah lafza-i celalinden başka bütün isimler kullara da verilebilmektedir. Ama hiç kimseye Allah ismi verilmemiştir ve verilemez.

15- Bu­gün oku­nan ezan­lar o ka­dar lâ­hû­tî ve de­rû­nî­dir ki, he­le bir de gü­zel oku­yan­la­rın se­sin­den din­len­di­ğin­de o ka­dar tat­lı ol­mak­ta­dır ki, o ezan­lar, in­san­la­rı ken­di­le­rin­den al­mak­ta, cen­net­le­re gö­tür­mek­te ve şa­ir­le­re il­ham kay­na­ğı olmaktadır. İş­te İs­tik­lal Mar­şı şa­iri bir dört­lü­ğün­de eza­na şöy­le vur­gu ya­par:

Ru­hu­mun sen­den İlâ­hî şu­dur an­cak eme­li

Değ­me­sin ma­be­di­min göğ­sü­ne nâ­mah­rem eli

Bu ezan­lar ki şe­ha­det­le­ri di­nin te­me­li

Ebe­di yur­du­mun üs­tün­de be­nim in­le­me­li

Ve iş­te Yah­ya Ke­mal. O da Akif’in te­men­ni­le­ri­ne şu mıs­ra­la­rıy­la ka­tı­lır:

Şu ko­pan fır­tı­na Türk or­du­su­dur Ya Rab­bi

Se­nin uğ­run­da ölen or­du bu­dur Ya Rab­bi

Ga­lib et, ezan­lar­la yük­sel­sin mü­eb­bed na­mın

Ga­lib et, çün­kü bu son or­du­su­dur İs­lâm’ın…

16- Bi­ri­si kal­kıp “İyi de ben bu me­sa­jı an­la­mı­yo­rum.” de­se, bu ge­çer­li ve ma­sum bir çı­kış ol­maz.

-Ne­den?

-Çünkü dün­ye­vî is­tik­ba­li­ni ga­ran­ti et­mek için çok şey öğ­re­nen, hat­ta ba­zen de gün­de 50 ya­ban­cı ke­li­me ez­ber­le­yen in­san­la­rın 15 ke­li­me­lik eza­nı öğ­ren­me­me­le­ri, 15 gün­de öğ­re­ni­le­cek Kur’an’ın 15 gün­de ez­ber­le­ne­bi­le­cek kı­sa su­re­le­ri­ni bir ha­yat bo­yu ez­ber­le­me­me­le­ri ve iba­det ha­ya­tı­na uy­gu­la­ma­ma­la­rı, eğer ze­kâ­nın az­lı­ğın­dan ve­ya to­ta­li­ter bas­kı­lar­dan kay­nak­lan­mı­yor­sa, işin için­de bir ka­sıt ve bir art ni­yet var de­mek­tir. Hiç­bir Müs­lü­ma­nın eza­na kar­şı, Kur’an su­re­le­ri­ni ori­ji­na­liy­le ez­ber­le­me­ye kar­şı, art ni­yet­li ola­ca­ğı­nı dü­şü­ne­mi­yo­rum ve bu­nun da o ka­dar zor bir iş ol­ma­dı­ğı­na ina­nı­yo­rum.

17- Mil­let Mec­li­sin­de bir ye­min tö­re­ni ya­pı­lır. Ora­ya mah­sus ye­mi­nin bir met­ni var­dır. O met­ni bi­ri de­ğiş­tir­me­ye kalk­sa ye­mi­ni ge­çer­li ol­ma­mak­ta, hat­ta ağır it­ha­ma ma­ruz kal­mak­ta­dır. Gö­rü­lü­yor ki be­şer be­şe­rin koy­du­ğu­nu de­ğiş­ti­re­mi­yor. De­ğiş­tir­se kı­ya­met­ler ko­pu­yor. Pe­ki şu in­sa­noğ­lu Al­lah’ın koy­du­ğu­nu ve Hz. Pey­gam­be­rin uy­gu­la­dı­ğı­nı, üm­me­tin baş ta­cı edip ka­bul et­ti­ği­ni de­ğiş­tir­me­ye na­sıl ce­sa­ret ede­bi­li­yor? 1400 se­ne­lik bu gü­zel­li­ği de­ğiş­tir­me­ye na­sıl yel­te­ne­bi­li­yor?

18- Eza­nın as­lı­na ve ori­ji­na­li­ne kar­şı çı­kan­lar gay­ri­müs­lim ol­say­dı­lar, hiç ya­dır­ga­maz­dım. Ama Müs­lü­man ol­du­ğu­nu söy­le­yen­le­rin eza­nın as­lı­na kar­şı çık­ma­la­rı­nı hav­sa­lam al­mı­yor.

Cat Ste­ven Müs­lü­man ol­du. Hz. Pey­gam­be­rin hem di­ni­ne, hem de di­li­ne tes­lim ol­du. ‘Ne­den ezan İn­gi­liz­ce de­ğil de Arap­ça, ne­den Kur’an Arap­ça, ne­den pey­gam­ber Arap­lar­dan?’ di­ye­rek hâ­şâ Al­lah’ı yar­gı­la­ma­ya kalk­ma­dı. Al­lah’ı sor­gu­la­mak ve yar­gı­la­mak gi­bi bir yan­lı­şa, bir edepsizliğe ve say­gı­sız­lı­ğa düş­me­di.

19- Ye­ri gel­miş­ken şu­nu açık açık söy­le­ye­yim: Dil ırk­çı­la­rı­nın Türk­çe’den kov­ma­ya ça­lış­tık­la­rı şey Arap­ça’nın öte­sin­de Kur’anî kül­tür ve Kur’anî muh­te­va ise çok ya­zık eder­ler. Bi­zim böy­le­le­ri­ne di­ye­ce­ği­miz tek şey, “Al­lah hi­da­yet na­sip ey­le­sin” ola­cak­tır.

20- Son ola­rak de­mek is­te­rim ki, eza­nı Türk­çe (veya Kürtçe)okut­ma­ya kal­kış­mak he­ze­yan­dır. Ce­ma­at­le ic­ra olu­nan na­maz­da su­re­le­ri Türk­çe oku­mak abes­le iş­ti­gal­dir. Ama ih­mal edil­me­me­si ge­re­ken bir ha­ki­kat var: Kur’an’ın ma­na­sın­dan (ve hayat tarzından)uzak kal­mak ise in­ti­har­dır.[1]

Vahbi Karakaş / Risale Haber

[1] Ezan hakkında daha geniş bilgi ve kaynakları için bkz. Karakaş, Vehbi, Nasıl Namaz, (Timaş Yayınları)

Bilal-i Habeşi (Bilal bin Rebah) (R.A.) Kimdir? (581-641)

581 yılında Habeşistanlı köle bir ailenin çocuğu olarak Mekke’de dünyaya geldi. Annesinin adı Hamâme, babasının adı Rebah’tır.

İslamiyet’i ilk kabul edenlerden ve bunu açıktan ilan eden ilk yedi kişiden biridir. Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden Ümeyye’nin kölesi idi.

O zamanlar, her yerde olduğu gibi, Arabistan’da da korkunç bir cahiliyet vardı. İçki, kumar, zina, hırsızlık, zayıfları ezme, zulüm ve ahlâksızlık namına ne varsa hepsi yapılıyordu.

Güçlü kimseler, zayıf kimseleri köle olarak kullanıyorlardı. İşte bu kölelerden birisi de, Bilâl-i Habeşî idi. Fakat bunun diğerlerinden farklı bir hâli vardı. Son derece mert ve dürüst idi. Bunun için Ümeyye, bunu kervanının başını koyar, mallarını bunun vâsıtasıyla uzak yerlere gönderirdi.

Bilâl-i Habeşî hazretlerinin diğer bir özelliği de, sesinin çok güzel olmasıydı. Bunun için düğün ve şenliklerde aranan bir kimseydi.

Bilâl-i Habeşî yine bir gün, bir kervanla Şam’a gitmişti. Bu kervanda, Hz. Ebu Bekir de vardı. İkisi arasındaki dostluk bu yolculukta meydana gelmişti. Bu sırada Mekkelilerin tek gelir kaynağı ticaretti.

İslâm güneşinin doğmasına ve âlemi aydınlatmasına çok az bir zaman varken, işte bu yolculuk yapılmıştı. Hz. Ebu Bekir bu yolculukta gördüğü bir rü’yâ sebebiyle sefer dönüşü iman nuru ile şereflenmişti.

Bir gece yarısı Bilâl-i Habeşî hazretlerinin kapısı çalındı. Uyandığında, kapıdan fısıldayan bir ses duydu:

– Bilâl! Bilâl!

“Gecenin bu saatinde bu ses nedir” diye düşünürken, aynı ses tekrar etti:

– Bilâl! Bilâl!

Karanlıkta korkuyla sesin geldiği tarafa yöneldi. Sesin geldiği tarafa yaklaşıp sordu:

– Sen kimsin?

– Ben Ebû Bekir.

– Gecenin bu saatinde ne istiyorsun? Söyleyeceklerini sabah söyleyemez miydin? Acelen nedir?

– Sabahı beklemeden, sahibin duymadan söylemem lâzımdı, onun için geldim.

– Beni meraklandırdın! Söyleyeceğini hemen söyle!

– Yâ Bilâl! Bu ümmetin peygamberi geldi.

– Kimdir?

– Ebü’l-Kâsım.

– Peki, peygamber olduğunu nasıl anladın?

Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir şöyle cevap verdi:

– Şam yolculuğunda gördüğüm rü’yâyı anlattıktan sonra kendisine, “Yâ Ebe’l Kâsım, sen Allahın Resûlü olduğunu söylüyor, imana davet ediyormuşsun, öyle mi?” diye sordum. O da, (Evet yâ Ebâ Bekir! Rabbim insanlara müjdeleyici ve korkutucu olarak, Hazret-i İbrahim’i gönderdiği gibi beni de bütün insanlara peygamber olarak gönderdi) dedi. Ben de, “Sen bugüne kadar yalan söylemedin. İnanıyorum ki sen Allahın Resulüsün” deyip huzurunda Müslüman oldum. Senin de Müslüman olmanı, ebedî saadete kavuşmanı istiyorum,

Hz. Ebû Bekir’in bu cevabı üzerine, onu yakinen tanıyan, samimiyetinden hiç şüphesi olmayan Bilâl-i Habeşî hazretleri, Kelime-i şehâdeti getirip Müslüman oldu.

Bilâl-i Habeşî, Müslüman olduktan sonra hayatında bambaşka bir safha başladı. Artık o, hak ile batıl arasında vuku bulmak üzere olan çetin bir mücadelenin azimli bir kahramanı, yalnız bir mücahidi olmuştu.

Zalim Ümeyye; O’nun Müslüman olduğunu anladığı zaman, daha da hainleşti, onu İslâm’dan çevirmek için yapmadığı eziyet ve işkence kalmamıştı. Ümeyye, öğlen vakti güneşinin bir yanardağ kesildiği anda, Bilâl’i alır, kızgın kumların üzerine yatırır, sırtına kocaman bir taş koyar ve şöyle derdi: “Muhammed’e küfret; Lat ve Uzza’ya iman et. Yoksa onlara iman edinceye kadar böylece kalacaksın.”

Bilâl’in kızgın kumlar üzerinde sırtı yanar, göğsü yanar, nefesi tıkanır, bu müthiş işkence altında saatlerce kıvranırdı. Fakat dudaklarında daima şu sözler dökülürdü: “Allahu Ahad, Allahu Ahad”, Onun bu durumu, müşrikleri bile hayrete düşürürdü.

Ümeyye b. Halef’in Bilâl’e yaptığı işkencelere çok üzülen Ebu Bekir, ona bu işkenceden vazgeçmesini söyledi. O da: Onun ahlakını bozan sensin, onu bizden uzaklaştıran senden başkası değildir dedi.

Bunun üzerine Ebu Bekir ona şu cevabı verdi: Benim yanımda senin şu kölenden daha güçlü ve kuvvetlisi var. Hem de senin dinindendir. İstersen onu al ve bunu bana ver. Ümeyye b. Halef bu teklifi kabul edip öteki köleyi aldı ve Bilâl’i Ebu Bekir’e verdi. Böylece Ebu Bekir Bilal’i işkenceden kurtarmış oldu.

Bilâl daha sonra diğer ashap ile birlikte Medine’ye hicret etti. Orada Sa’d b. Hayseme’ye misafir oldu. Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik oluşturulunca Bilâl’e de Abdullah b. Abdurrahman el-Has’amî kardeş ilân edildiler. Bu kardeşlik köklü bir şekilde sürüp gitti. Öyle ki Bilâl, Hz. Ömer devrinde Şam’da bulunduğu sırada maaş olarak divandan ona ayrılan hissesinden kardeşine de bir hisse veriyordu.

Hicretten sonra Bilâl-i Habeşî hazretleri, bir gün Mescidi-i Nebi’de iken büyük bir neşe içinde coşuyor, yerinde duramıyor, oynuyordu. Hz. Ömer bu hâlini görünce sordu:

– Yâ Bilâl, bu hâlin nedir? Burasının mescit olduğunu unuttun mu?

– Benim hâlimde ne var ki? İstersen gidip hâlimi Resûlullaha arz edelim, yanlışım varsa tövbe ederim ve bir daha yapmam.

Beraberce Resûlullahın huzuruna gittiler. Hz. Ömer, Peygamber efendimize durumu arz etti:

– Yâ Resûlallah, Bilal, mescidin huşu’unu bozuyor. Burada neşelenip coşuyor, oynuyor.

Peygamber efendimiz Hz. Bilâl’e sordu:

– Yâ Bilâl, böyle neş’eli olmanın sebebi nedir?

– Yâ Resûlallah, cenâb-ı Hak bana hidâyet nasip etti. Ben bir köleydim. Mekke’nin ileri gelenlerinden nice kimseler bu saadete eremediler. Ebedî saâdetten mahrûm kaldılar. Onlara hidâyet nasip olmadı. Ben neşelenmeyeyim de kim neşelensin? Ben oynamayayım da kim oynasın?

– Bilâl’e dokunmayın! Sevinip neşelensin

Medine’de Müslümanlar, namaz vakitlerinin bir şekilde bildirilmesi gerektiğine karar verdiler. Ancak bunun ne şekilde olacağı konusunda fikir birliğine varılamadı. Bu sıralarda Abdullah bin Zeyd, gördüğü bir rüyayı Hazreti Muhammed(sav)’e anlattı.

Rüyasında ezanın bugünkü şeklini duymuştu. Bunun üzerine Muhammed (sav), duyduğu ezanı Bilal’a öğretmesini ve bundan sonra namaz vakitlerinin ezanla duyurulacağını bildirdi. Böylece ilk ezan okuyan (müezzin) Bilal(ra) olmuştur. Bir süre sonra Bilâl-i Habeşî sabah ezanına essalâtü hayrun minnen nevm (namaz uykudan hayırlıdır) şeklinde bir ekleme yaptı ve Muhammed, Bilâl, bu ne güzel söz! Diye onu tasvip etti.

Hz. Bilâl, Resulullah’ın bütün gazalarına katıldı. Bedir gazasında Hz. Bilâl, Mekke’de kendisine her türlü eza ve işkenceyi reva gören Ümeyye’yi görmüş ve şöyle bağırmıştı: “İşte küfrün başı!” Bunun üzerine dikkatleri ona çevrilmiş ve müslümanlar derhal onun ve oğlunun etrafını sararak ikisini de öldürmüşlerdi.

Resulullah, Kâbe’yi putlardan temizledikten sonra müezzini Bilâl, burada ezan okuyarak, ortalığı tevhîd nameleriyle coşturmuştu.

Resul-u Ekrem’in vefatı üzerine, ona karşı büyük bir sevgi duyan Hz. Bilâl, Medine’de kalmaya dayanamayıp, ayrılmak zorunda kaldı. Hz. Ebu Bekir, Bilâl’e yanında kalması için ısrar ettiği halde, Hz. Bilâl ona şöyle demişti: “Eğer sen beni Allah için azat ettinse bırak istediğim yere gideyim; yok kendi nefsin için azat ettinse beni yanında alıkoy!

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir şöyle demişti: “İstediğin yere git!

Resulullah’ın vefatından sonra cihadı, ezana tercih eden Hz. Bilâl, Şam’a gitti ve Hz. Ebû Bekir devrinde Suriye’de meydana gelen gazalara katıldı.

Hz. Ömer devrinde cihat devam etti. Hz. Bilâl bu cihatlara da katıldı. Hz. Ömer, hicrî onaltıncı yılda Suriye ve Filistin’e gittiği zaman, Bilâl onu karşılamaya çıkarak Câbiye’ye gelmişti. Sonra halifenin maiyetinde Kudüs’e giderek, bu kutsal şehrin teslimi sırasında bulunmuş ve Hz. Ömer ile birlikte Kudüs’e girmişti. Hz. Ömer, burada, Resulullah’ın vefatından beri ezan okumayan Bilâl’den ezan okumasını rica etmiş, Hz. Bilâl de halifenin ısrarına dayanamayarak ezan okumuştu. Bilâl Tevhîd’in bu üstün yanı olan ezanı okumaya başlar başlamaz, Hz. Ömer ve diğer ashab Resulullah (s.a.s.) dönemini hatırlayarak, gözlerinin önüne, geçmiş günleri getirip hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Bilâl’in ezanını dinleyenlerin hepsi, kendilerinden geçmişlerdi.

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in irtihâlinden sonra Suriye’ye giden Bilâl,”Havlan” kasabasına yerleşti. O burada huzur içinde yaşıyordu.

Hz. Bilâl, Suriye’de bir müddet kaldıktan sonra bir gece rüyasında Hz. Peygamber (s.a.s.)’i gördü. Resulullah ona, şöyle demişti: “Beni ziyaret etmeyecek misin?

Hz. Bilâl, uyanır uyanmaz, hazırlığını tamamlayıp Medine yolunu tuttu. Medine’ye gece ulaştı. Oraya varınca Ravza-i Mutahhara’ya yüzünü sürerek, burada Resul-u Ekrem’le birlikte geçirdiği günlerin hatırasını düşünerek ağladı. Bu sırada Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin Bilâl’i görmüş, fecir vaktinde ondan ezan okumasını rica etmişlerdi. Bilâl, (r.a.) onların arzusunu yerine getirerek, Peygamber Mescid’inde ezan okumuştu. Bilâl’in sesini duyan Medineliler, İsrafil suruyla uyandırılmış gibi yerlerinden fırlamış ve ezanı dinlemeye başlamışlardı. Birinci şehadetten sonra Resulullah’ın risâletini ikrar eden şehadet tekrar okunurken, Hz. Peygamber’in kabrinden kalktığını tasavvur ederek evlerinden dışarı fırlamışlardı. Bu sabah, bütün Medine’ye, risalet devrini bütün canlılığı ile yaşatan, herkesin hislerini coşturan, bütün müslümanların Resul-u Ekrem’e karşı duydukları sevgiyi canlandıran Bilâl’in sesi idi.

Hz. Bilâl (r.a.), vefatı yaklaşınca, ölümün ızdırabını, sevgililerine kavuşmasındaki zevk ile mezcetmiş; ömrünün son anlarında onun hastalığını gören zevcesi, teessüründen “ah ne acı” dedikçe, Bilâl: “Oh! Ne tatlı!” diyor ve ekliyordu: “Yarın sevgililerle, Muhammed ve arkadaşlarıyla buluşacağım.” diyordu.

Bilâl-i Habeşî, islâm’ın ahlâkıyla ahlâklanmış, fazîlet ve kemâl sahibi bir sahabî idi. Hz. Bilâl, bütün vaktini, Resul-u Ekrem’e hizmetle geçirdi. O, Resulullah’ın meclislerinde daima hazır bulunurdu. Her namazda, her durum ve işte Resulullah’dan ayrılmazdı. Hz. Peygamber’in hazinedarlığını, Bilâl yapardı. Çarşı ve pazardan alınacak her şeyi o tedarik eder, icabında ödünç para alır, Resulullah’ın evinin ihtiyaçlarını sağlar, sonra da müsait zamanlarda o borçları öderdi.

Hz. Bilâl’in doğruluk ve ahlâki, İslâm’a bağlılığı takdir edilmekte ve övülmekteydi. Artık o, siyahî bir köle değil, ashabın ileri gelenlerinden ve İslâm devletinin yönetiminde söz sahibi olan müminlerden biriydi.

Hz. Bilâl, uzun boylu, zayıf, ince ve koyu esmerdi. Ömrünün sonlarına doğru saçlarının çoğu beyazlaşmıştı

Bilâl-i Habeşî, 641 yılında vefat etti Şam’daki Ehl-i Beyt mezarı olarak bilinen Dımaşk’ın. Bab’üs Sağîr mezarlığına defnedilmiştir.

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  1. hadis ansikopedisi
  2. islamiyet
  3. hadisler

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Minareler (Şiir)

Yeryüzünde bir şahit semalara yükselen

Göklere baş kaldırmış olmuş birer gökdelen

 

Şahadet parmağının sanki birer misali

İlahi şahlanışın görkemli bir timsali

 

Hakkın ve hakikatin sönmeyen güçlü sesi

İmanlı gönüllerin tükenmeyen nefesi

 

Gök kubbenin altında kurtuluşun müjdesi

Yerden ta arşa kadar yükselir ezan sesi

 

Ehli küfrün korkusu, ilahi bir şahadet

Ya Rab! Bu ne azamet, bu ne kutlu saadet

 

İslamiyet’in mührü yerde şahadet eder

Gökyüzüne yükselen muhteşem MİNARELER

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Ezan-ı Muhammedi (ASM) (Şiir)

Ezan okunurken doyar hisler,

Bizleri uyarır, o güzel sesle,

Namaza gideriz biz musalliler,

Ezan okundu mu coşkuyla hisle.

 

İlk önce Ezan’ı Bilal okudu,

Duyurdu millete namaz vaktini,

Biz Müminlere bir âlem oldu,

Hatırlattı kula ibadetini.

 

Ezandır Tevhidin ana amblemi,

Bizleri uyarır beş kere günde,

Ezan Muhemmedi ilan edilirken,

Kalbi kör olanlar durur yerinde.

 

Rabbim! Camileri ezansız brakma,

Okunsun Bilalin, okuduğu gibi,

Kurtardın milleti, nâhoş şarkıdan,

Taklid olabilirmi tam aslı gibi.

 

Ezan okunurken çınlıyor gökler,

Mü’minin kalbine hoş bir musiki,

Ondan zevk alamaz dinde nasipsizler,

Ancak imanıyla alır o zevki.

 

Tevhid ezanla ilan edilirken,

Yerle gök şahadet edip eğilir,

Müminler Ezanla çok sevinirken,

Münafık ve zındıklar kahredilir.

 

Allah’ım! Ezansız koma bizleri,

İbadetsiz namazsız  camileri,

İmanın peşine koştur gençleri,

Nurlarla dirilt gönlü ölmüşleri.

 

Ey insan! Dinini namazla göster,

Halkın imanına Ezan bir alamet,

Nefsine uyanlar  olurlar kemter,

Camide ki namaz, büyük bir nimet.

 

Ezansız bayraksız  kalmamak için,

Allah’ımız, budur Senden ricamız,

Görünür görünmez desiselerden,

Sen hıfz eyle Rabbim budur duamız..

 

                   Abdülkadir Haktanır