Bediüzzaman’ı ilk ziyaretim 1952’de Akşehir Palas Otelinde olmuştur. Yedeksubaylığını yapan bir ziraat mühendisi de beraberimdeydi.
Üstad bana mesleğimi sordu, müezzinlik yaptığımı söyledim. Üstad bir anda kaşlarını çattı:
“O şarkıyı siz de söylediniz mi?”
Üstadın ne demek istediğini anlayamamıştım. Anlayamadığımı ifade edince, Üstad bu defa:
“Minarelerde söylenen o şarkıyı…” dedi.
Türkçe ezanı kasdettiğini anlamıştım. Çok utandım ve sıkıldım, mahcup ve suçlu bir halde:
“Evet… Malesef!” diyerek cevap verdim.
Üstad devamla:
“Ben bu hususu Hamdi Efendiye de (Akseki) bildirdim. Ezanı bu şekle çeviren, bir ilândan ibaret zannediyorlar. Halbuki böyle değildir. Ezan-ı Muhammedî bir ilânat değildir. O divaneler bilmiyorlar. Şayet öyle olsaydı, her millet kendi lisanına göre ‘namaza gelin’ diye çağırırdı. Halbuki bu ezan asr-ı saadetten beri öyle devam ediyor. Bu ilâ-yı kelimetullahtır. İmanın esasını günde beş defa dünyaya ilân etmektedir. İslâmin şeâiridir. Bu şeâir, farzlar kadar ehemmiyetlidir” dedi.
Hanefî ve Hanbelî fukahası ezanın başka bir dilde okunmasının caiz olmadığı kanaatindedirler. Şafiî fakihleri ise, Arapça bilmeyen yabancıların, ezanı orijinal şekliyle okuyabilen birini bulamadıkları takdirde kendi dillerinde okumalarına cevaz vermişlerdir. Fakat bu da, ebedî değil, geçici yani orijinalini öğreninceye kadar verilmiş bir cevazdır. Kahir ekseriyet, ezanın Arapça’dan başka bir dilde okunamayacağı kanaatindedir. Onun içindir ki ezan, on dört asır içerisinde dilleri birbirinden farklı bütün İslâm ülkelerinde, Arapça’dan başka bir dille okunmamıştır.
Bize göre de ezan Arapça’dan başka bir dille okunamaz, okunan şey de ezan olmaz. Bunun nedenlerini madde madde şöyle sıralayabiliriz:
1- Ezanın sözleri Arapça’dır. Ama Arap’ın sözleri değildir. Onun nazmı ve lafzı yani dizilişi ve sözleri ashaptan Abdullah b. Zeyd’e, Hz. Ömer’e ve daha pek çok sahabeye (r. anhüm) Allah tarafından ilham edilmiş; Hz. Peygamberin onay ve tasdikleriyle kesinleşmiş, 1400 küsur senedir dilleri farklı bütün İslâm ülkelerinde değişmeden, tartışılmadan “EZAN-I MUHAMMEDΔ olarak okunagelmiştir.
2- “Ezan-ı Muhammedî” olarak adlandırılmasında da ayrıca bir güzellik vardır. Arap kalkıp “Ezan-ı Arabî” yani Arap Ezanı demesin, Pakistanlı kalkıp “Ezan-ı Pakistanî” yani Pakistan Ezanı demesin, Müslüman Türk kalkıp “Ezan-ı Türkî” yani Türk Ezanı demesin ve herkes kendisine göre bir ezan çıkarmasın diye bütün Müslümanların peygamberi olan Hz. Muhammed (s.a.v)Efendimize isnaden “EZAN-I MUHAMMEDΔ denilmiştir.
3- Düşman istilasında kalan Müslüman topraklarında ilk yapılan şey ezanı men etmek olur. Çünkü ezan bir paroladır, Müslümanların hürriyet ve birlik alâmetidir. İşte bu sebeptendir ki, “Ezan okuma, İslâm dünyasında fetih ve zaferlerin vazgeçilmez bir unsuru olmuştur. Nitekim Mekke’nin fethinden beri ele geçirilen her beldede yapılan ilk uygulamalardan biri, fetih müjdesini her tarafa duyurmak için yüksek bir yerde ezan okumak olmuştur. Bâkî’nin meşhur Kânûnî Sultan Süleyman mersiyesindeki:
“Aldın hezar bütgedeyi mescid eyledin
Nakûs yerlerinde okuttun ezanları.”
beyti bu uygulamanın divan şiirine aksetmiş bir ifadesidir. Anlamı şududr:
Aldın binlerce puthaneyi mescid yaptın
Çan çalınan yerde okuttun ezanları.”
4- Ezanın görevini yapsın diye önceden çok teklifler geldi. Çan çalınsın, boru öttürülsün, ateş yakılsın denildi; ama bunların hiçbiri hüsn-ü kabul görmedi. Çünkü bunların hepsi beşerî idi. İnsanların düşüncesinin ürünüydü. Aynı zamanda bir yanlışı çağrıştırıyordu.
5- Halbuki ezan, beşerin ürünü değildi. Buradan da anlaşılıyor ki ezan ilâhî bir tercihtir, ilâhî bir davettir, ilâhî bir tebliğdir, ilâhî bir mesajdır. Mesajını insanlığa duyurmak isteyen Allah, herhalde bunu, dillerden birini seçerek yapacaktı. Nitekim öyle yapmış, dillerden Arapça’yı seçmiş, ezanı da Arapça ilham eylemiştir. O, Fail-i Muhtar’dır, dilediğini yapmakta serbesttir. Kimsenin O’na ‘Neden Arapça’yı seçtin?’ demeye hakkı yoktur.
6- İslâm şeairindeki ilâhî ve nebevî kelimeler canlı ve sevaplı bir kabuk ve bir deri gibidir. Bir hayvanın derisi veya bir meyvenin kabuğu soyulsa, az bir zaman sonra o zarif et ve o güzel meyve siyahlanır, kokar.
İşte gerek ibadette ve gerekse ezanda olsun şeair-i İslâmiyedeki Arapça ifadeler canlı ve sevaplı bir deri ve bir kabuk gibidir. Onlar soyulursa, geçici olarak manaları bir derece görünür; fakat o mübarek manaların ruhları uçar, geriye dumanı kalır.
Ümmî bir adam yani Kur’an’ın manasını bilmeyen biri, Kur’an’dan yarım sayfa okusa Kur’an okumuş sayılır. Kur’an’ın manasını bilen bir alim Kur’an’ın mealinden on sayfa dahi okusa Kur’an okumuş sayılmaz. Çünkü Kur’an denildi mi onun lafzı ve nazmı akla gelir. Lafız ve nazım ortadan kalkarsa Kur’an diye bir şey kalmaz. Geriye kalan meal ve tercümedir. Kur’an’ın meal ve tercümesi Kur’an değildir ki onunla ibadet yapılabilsin.
Aynen bunun gibi ezanın Arapça sözleri de ilâhîdir. Türkçeleştirilse ve Arapça ezanın yerine Türkçe’si okunsa, o, ezan sayılmaz. Okuyan, sadece ezanın Türkçe’sini okumuş olur. Türkçe ezan da, orijinal ezanın kazandırdığını kazandırmaz. Parola ve şeair olmaz.
7- İslâmiyet’in meselelerinden bir kısmı “Taabbüdî”dir. Yani Allah ve Peygamber ne koymuşlar, nasıl istemişlerse öyle yapılır. Yüz bin hikmet ve maslahat onları değiştiremez. Mesela biri, “Ezanın hikmeti Müslümanları namaza çağırmaktır. Şu halde bir tüfek atmak kâfidir.” derse yanlış söylemiş olur. Çünkü ezanın sadece bir hikmeti yoktur. O pek çok hikmetlerden sadece bir hikmet olabilir.
Ezanın en önemli hikmetlerinden biri, insanlık adına, o şehir ahalisi adına, kâinatın yaratılışının en büyük neticesi ve insanoğlunun yaratılışının en büyük gayesi olan tevhidi ilân etmek, yani Allah’ın birliğini kabullenip Rab oluşunu haykırmaktır.
8- İki çeşit hak vardır. Biri şahsî, özel hak, diğeri umûmî, genel haktır. Genel haklara “Hukukullah” Allah’ın hakları da denilir. Bunların bir adı da “Şeair-i İslâmiye” yani “İslâmî semboller”dir. Bu haklara bütün Müslümanlar ortaktır. İşte o şeairden biri Ezan-ı Muhammedî’dir. Bütün Müslümanların rızası olmadan onlara ilişmek, herkesin hukukuna ve Allah’ın haklarına tecavüz sayılır.
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, hiçbir Müslüman ve hiçbir İslâm ülkesi ezanı orijinalinden başka bir dille okumak ve dinlemek istememiş, okuyanlardan ve okutanlardan da asla razı olmamıştır.
9- Ezanın kelimeleri vecizdir, mu’cizdir, ilâhîdir. Mesela son cümlesini ele alalım. La ilahe illallah’ın her bir kelimesinde bir La ilahe illallah vardır. Yani manası vardır. La ilahe illallah, Allah’tan başka tanrı yok demektir. “La ilahe”yi kaldırın “illallah” deyin, yine yalnız Allah var demektir. “İlla”yı kaldırın “Allah” deyin, yine kâinatın mutlak hâkimi akla gelir. “Allah” lafza-i celalinin başından elifi kaldırın, “Lillah” yine her şey Allah içindir anlamına gelir. “Lillah”taki birinci lamı kaldırın “lehu” kalır. Yine her şey Allah’ındır anlamına gelir. “Lehu”daki lamı kaldırın, geriye “Hû” kalır. Her şey “O” deyip inlemekte, O’nu göstermekte, Allah’ın varlığını ve birliğini ilân etmektedir, anlamına gelir.
10- Şimdi bir de gelin Allah lafza-i celalinin yerine konulan “TANRI” kelimesini düşünelim. Başından T’yi kaldırın geriye ne kalıyor? ANRI. Ne anlama geliyor? Hiç. A harfini kaldırın ve bakın, geriye hiçbir şey kalmadığını göreceksiniz. Öyleyse gelin bu taşları yerinden oynatmayalım. Çünkü bu taşları Allah dizmiştir.
Bu taşları yerinden oynatanın başına ağır taşlar düşer, bir daha iki yakası bir araya gelmez; ne dünyada ne de ahirette.
11- Ben “Tanrı uludur” demekten hiç zevk almıyorum. Sanki Allah’ın büyüklüğü Türkiye hudutlarıyla sınırlandırılmış gibi geliyor bana. Halbuki benim inandığım Allah’ın büyüklüğü sınırsız. Bunu da ancak “Allahuekber” sözü ifade etmektedir.
Yusuf İslâm da işte bunun için ezanı orijinal diliyle okumaktadır. Biz dine uyarsak din, din olur. Dini kendimize uydurursak din, din olmaktan çıkar. O da bizim gibi perişan olur.
12- Müslüman, ırkçılık davası güdemeyeceği gibi, dil ırkçılığına da tenezzül etmemelidir. Hikmet ve ilim hangi dille bizim elimize tutuşturulursa onu alırız. İlmin ve hikmetin Müslümanı, gayrimüslimi olmaz. İlim ve hikmet nerde olursa olsun hep Müslüman’dır. Yüce Allah mesajını Hz. Muhammed’in (s.a.v) Efendimizin eliyle, elektriği de Edison’un eliyle insanlığa ulaştırmıştır. Peygamberin eliyle gelen de, Edison’un eliyle gelen de nimettir, hikmettir, hikmet mü’minin malıdır, bulduğu yerde almalıdır.
13- Bendenizin Tanrı kelimesine takılmamın sebebi, bu kelimenin Allah lafza-i celalinin yerine konulmasından ve onun bir tercümesi olarak gösterilmiş olmasındandır. Yoksa Tanrı diyen der, ona biz karışmayız. Ama “Allah” lafza-i celalinin yerine konulmasına da razı olamayız.
TERCÜME EDİLEMEYEN LAFIZ
14- Şunu da unutmayalım: Bunca çabalamalara rağmen Tanrı kelimesi bir türlü milletin ağzına oturmamış, Allah lafza-i celali de bu milletin ağzından düşmemiştir. Mesela hemen hemen herkes her kızdıkça ve sıkıştıkça, ‘Allah Allah, Allah Allah’ der durur; ‘Tanrım Tanrım, Tanrım Tanrım’ demez.
Depreme tutulan eğlence âlemindekiler bile ‘Allah Allah’ diyerek kaçıyor. Tanrı tanrı diyerek değil.
Allah inancı ve sevdası -günahkâr da olsak- bu milletin ruhuna işlemiştir.
Bırakın “Tanrı” kelimesini Yüce Allah’ın isimlerinden birini lafza-i celalin yerine koysanız, yine lafza-i celalin yerini dolduramaz. Mesela sen, Allah’ı “Rahman” ismiyle çağırsan, onu rahmetle yâd etmiş olursun, Kahhar ismiyle anmış olmazsın. “Alim” ismiyle çağırsan ilim sıfatıyla vasfetmiş olursun, kudretle vasfetmiş olmazsın. Ama sen Allah’ı “Ya Allah” diyerek Allah ismiyle çağırırsan bütün sıfatlarıyla onu vasfetmiş, zikretmiş ve yâd etmiş olursun. Çünkü Allah ancak bütün sıfatlarıyla Allah olabilir. Allah lafza-i celali için var olan bu özellik, diğer isimler için geçerli değildir.
Kelime-i Şehadet öyle bir kelimedir ki, o kelime ile kâfir küfürden İslâm’a geçer. Kâfir “Şehadet ederim ki Rahman’dan yahut Rahîm’den yahut Melik’ten yahut Kuddüs’ten başka ilah yoktur.” dese küfürden çıkamaz, İslâm’a da giremez. Fakat ne zaman ki “Ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur.” dese işte o zaman küfürden kurtulur, İslâm’a girer.
Halbuki Rahman, Rahîm, Melik, Kuddüs isimleri de Allah’ın isimleridir. Ama kuşatıcı isimleri değildir. Her bir isim kendi manasını ifade eder ama, “Allah” lafza-i celali bütün isimlerin manasını içerir. Kuddüs’de “Allah” lafzasının manası yoktur. Ama “Allah” lafzasında Kuddûs ismi, Rahman ismi, Kahhar ismi ve bütün isimler vardır. Onun içindir ki Allah lafza-i celalinden başka bütün isimler kullara da verilebilmektedir. Ama hiç kimseye Allah ismi verilmemiştir ve verilemez.
15- Bugün okunan ezanlar o kadar lâhûtî ve derûnîdir ki, hele bir de güzel okuyanların sesinden dinlendiğinde o kadar tatlı olmaktadır ki, o ezanlar, insanları kendilerinden almakta, cennetlere götürmekte ve şairlere ilham kaynağı olmaktadır. İşte İstiklal Marşı şairi bir dörtlüğünde ezana şöyle vurgu yapar:
Ruhumun senden İlâhî şudur ancak emeli
Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli
Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli
Ve işte Yahya Kemal. O da Akif’in temennilerine şu mısralarıyla katılır:
Şu kopan fırtına Türk ordusudur Ya Rabbi
Senin uğrunda ölen ordu budur Ya Rabbi
Galib et, ezanlarla yükselsin müebbed namın
Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın…
16- Birisi kalkıp “İyi de ben bu mesajı anlamıyorum.” dese, bu geçerli ve masum bir çıkış olmaz.
-Neden?
-Çünkü dünyevî istikbalini garanti etmek için çok şey öğrenen, hatta bazen de günde 50 yabancı kelime ezberleyen insanların 15 kelimelik ezanı öğrenmemeleri, 15 günde öğrenilecek Kur’an’ın 15 günde ezberlenebilecek kısa surelerini bir hayat boyu ezberlememeleri ve ibadet hayatına uygulamamaları, eğer zekânın azlığından veya totaliter baskılardan kaynaklanmıyorsa, işin içinde bir kasıt ve bir art niyet var demektir. Hiçbir Müslümanın ezana karşı, Kur’an surelerini orijinaliyle ezberlemeye karşı, art niyetli olacağını düşünemiyorum ve bunun da o kadar zor bir iş olmadığına inanıyorum.
17- Millet Meclisinde bir yemin töreni yapılır. Oraya mahsus yeminin bir metni vardır. O metni biri değiştirmeye kalksa yemini geçerli olmamakta, hatta ağır ithama maruz kalmaktadır. Görülüyor ki beşer beşerin koyduğunu değiştiremiyor. Değiştirse kıyametler kopuyor. Peki şu insanoğlu Allah’ın koyduğunu ve Hz. Peygamberin uyguladığını, ümmetin baş tacı edip kabul ettiğini değiştirmeye nasıl cesaret edebiliyor? 1400 senelik bu güzelliği değiştirmeye nasıl yeltenebiliyor?
18- Ezanın aslına ve orijinaline karşı çıkanlar gayrimüslim olsaydılar, hiç yadırgamazdım. Ama Müslüman olduğunu söyleyenlerin ezanın aslına karşı çıkmalarını havsalam almıyor.
Cat Steven Müslüman oldu. Hz. Peygamberin hem dinine, hem de diline teslim oldu. ‘Neden ezan İngilizce değil de Arapça, neden Kur’an Arapça, neden peygamber Araplardan?’ diyerek hâşâ Allah’ı yargılamaya kalkmadı. Allah’ı sorgulamak ve yargılamak gibi bir yanlışa, bir edepsizliğe ve saygısızlığa düşmedi.
19- Yeri gelmişken şunu açık açık söyleyeyim: Dil ırkçılarının Türkçe’den kovmaya çalıştıkları şey Arapça’nın ötesinde Kur’anî kültür ve Kur’anî muhteva ise çok yazık ederler. Bizim böylelerine diyeceğimiz tek şey, “Allah hidayet nasip eylesin” olacaktır.
20- Son olarak demek isterim ki, ezanı Türkçe (veya Kürtçe)okutmaya kalkışmak hezeyandır. Cemaatle icra olunan namazda sureleri Türkçe okumak abesle iştigaldir. Ama ihmal edilmemesi gereken bir hakikat var: Kur’an’ın manasından (ve hayat tarzından)uzak kalmak ise intihardır.[1]
Vahbi Karakaş / Risale Haber
[1] Ezan hakkında daha geniş bilgi ve kaynakları için bkz. Karakaş, Vehbi, Nasıl Namaz, (Timaş Yayınları)
581 yılında Habeşistanlı köle bir ailenin çocuğu olarak Mekke’de dünyaya geldi. Annesinin adı Hamâme, babasının adı Rebah’tır.
İslamiyet’i ilk kabul edenlerden ve bunu açıktan ilan eden ilk yedi kişiden biridir. Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden Ümeyye’nin kölesi idi.
O zamanlar, her yerde olduğu gibi, Arabistan’da da korkunç bir cahiliyet vardı. İçki, kumar, zina, hırsızlık, zayıfları ezme, zulüm ve ahlâksızlık namına ne varsa hepsi yapılıyordu.
Güçlü kimseler, zayıf kimseleri köle olarak kullanıyorlardı. İşte bu kölelerden birisi de, Bilâl-i Habeşî idi. Fakat bunun diğerlerinden farklı bir hâli vardı. Son derece mert ve dürüst idi. Bunun için Ümeyye, bunu kervanının başını koyar, mallarını bunun vâsıtasıyla uzak yerlere gönderirdi.
Bilâl-i Habeşî hazretlerinin diğer bir özelliği de, sesinin çok güzel olmasıydı. Bunun için düğün ve şenliklerde aranan bir kimseydi.
Bilâl-i Habeşî yine bir gün, bir kervanla Şam’a gitmişti. Bu kervanda, Hz. Ebu Bekir de vardı. İkisi arasındaki dostluk bu yolculukta meydana gelmişti. Bu sırada Mekkelilerin tek gelir kaynağı ticaretti.
İslâm güneşinin doğmasına ve âlemi aydınlatmasına çok az bir zaman varken, işte bu yolculuk yapılmıştı. Hz. Ebu Bekir bu yolculukta gördüğü bir rü’yâ sebebiyle sefer dönüşü iman nuru ile şereflenmişti.
Bir gece yarısı Bilâl-i Habeşî hazretlerinin kapısı çalındı. Uyandığında, kapıdan fısıldayan bir ses duydu:
– Bilâl! Bilâl!
“Gecenin bu saatinde bu ses nedir” diye düşünürken, aynı ses tekrar etti:
– Bilâl! Bilâl!
Karanlıkta korkuyla sesin geldiği tarafa yöneldi. Sesin geldiği tarafa yaklaşıp sordu:
– Sen kimsin?
– Ben Ebû Bekir.
– Gecenin bu saatinde ne istiyorsun? Söyleyeceklerini sabah söyleyemez miydin? Acelen nedir?
– Sabahı beklemeden, sahibin duymadan söylemem lâzımdı, onun için geldim.
– Beni meraklandırdın! Söyleyeceğini hemen söyle!
– Yâ Bilâl! Bu ümmetin peygamberi geldi.
– Kimdir?
– Ebü’l-Kâsım.
– Peki, peygamber olduğunu nasıl anladın?
Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir şöyle cevap verdi:
– Şam yolculuğunda gördüğüm rü’yâyı anlattıktan sonra kendisine, “Yâ Ebe’l Kâsım, sen Allahın Resûlü olduğunu söylüyor, imana davet ediyormuşsun, öyle mi?” diye sordum. O da, (Evet yâ Ebâ Bekir! Rabbim insanlara müjdeleyici ve korkutucu olarak, Hazret-i İbrahim’i gönderdiği gibi beni de bütün insanlara peygamber olarak gönderdi) dedi. Ben de, “Sen bugüne kadar yalan söylemedin. İnanıyorum ki sen Allahın Resulüsün” deyip huzurunda Müslüman oldum. Senin de Müslüman olmanı, ebedî saadete kavuşmanı istiyorum,
Hz. Ebû Bekir’in bu cevabı üzerine, onu yakinen tanıyan, samimiyetinden hiç şüphesi olmayan Bilâl-i Habeşî hazretleri, Kelime-i şehâdeti getirip Müslüman oldu.
Bilâl-i Habeşî, Müslüman olduktan sonra hayatında bambaşka bir safha başladı. Artık o, hak ile batıl arasında vuku bulmak üzere olan çetin bir mücadelenin azimli bir kahramanı, yalnız bir mücahidi olmuştu.
Zalim Ümeyye; O’nun Müslüman olduğunu anladığı zaman, daha da hainleşti, onu İslâm’dan çevirmek için yapmadığı eziyet ve işkence kalmamıştı. Ümeyye, öğlen vakti güneşinin bir yanardağ kesildiği anda, Bilâl’i alır, kızgın kumların üzerine yatırır, sırtına kocaman bir taş koyar ve şöyle derdi: “Muhammed’e küfret; Lat ve Uzza’ya iman et. Yoksa onlara iman edinceye kadar böylece kalacaksın.”
Bilâl’in kızgın kumlar üzerinde sırtı yanar, göğsü yanar, nefesi tıkanır, bu müthiş işkence altında saatlerce kıvranırdı. Fakat dudaklarında daima şu sözler dökülürdü: “Allahu Ahad, Allahu Ahad”, Onun bu durumu, müşrikleri bile hayrete düşürürdü.
Ümeyye b. Halef’in Bilâl’e yaptığı işkencelere çok üzülen Ebu Bekir, ona bu işkenceden vazgeçmesini söyledi. O da: Onun ahlakını bozan sensin, onu bizden uzaklaştıran senden başkası değildir dedi.
Bunun üzerine Ebu Bekir ona şu cevabı verdi: Benim yanımda senin şu kölenden daha güçlü ve kuvvetlisi var. Hem de senin dinindendir. İstersen onu al ve bunu bana ver. Ümeyye b. Halef bu teklifi kabul edip öteki köleyi aldı ve Bilâl’i Ebu Bekir’e verdi. Böylece Ebu Bekir Bilal’i işkenceden kurtarmış oldu.
Bilâl daha sonra diğer ashap ile birlikte Medine’ye hicret etti. Orada Sa’d b. Hayseme’ye misafir oldu. Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik oluşturulunca Bilâl’e de Abdullah b. Abdurrahman el-Has’amî kardeş ilân edildiler. Bu kardeşlik köklü bir şekilde sürüp gitti. Öyle ki Bilâl, Hz. Ömer devrinde Şam’da bulunduğu sırada maaş olarak divandan ona ayrılan hissesinden kardeşine de bir hisse veriyordu.
Hicretten sonra Bilâl-i Habeşî hazretleri, bir gün Mescidi-i Nebi’de iken büyük bir neşe içinde coşuyor, yerinde duramıyor, oynuyordu. Hz. Ömer bu hâlini görünce sordu:
– Yâ Bilâl, bu hâlin nedir? Burasının mescit olduğunu unuttun mu?
– Benim hâlimde ne var ki? İstersen gidip hâlimi Resûlullaha arz edelim, yanlışım varsa tövbe ederim ve bir daha yapmam.
Beraberce Resûlullahın huzuruna gittiler. Hz. Ömer, Peygamber efendimize durumu arz etti:
– Yâ Resûlallah, cenâb-ı Hak bana hidâyet nasip etti. Ben bir köleydim. Mekke’nin ileri gelenlerinden nice kimseler bu saadete eremediler. Ebedî saâdetten mahrûm kaldılar. Onlara hidâyet nasip olmadı. Ben neşelenmeyeyim de kim neşelensin? Ben oynamayayım da kim oynasın?
– Bilâl’e dokunmayın! Sevinip neşelensin
Medine’de Müslümanlar, namaz vakitlerinin bir şekilde bildirilmesi gerektiğine karar verdiler. Ancak bunun ne şekilde olacağı konusunda fikir birliğine varılamadı. Bu sıralarda Abdullah bin Zeyd, gördüğü bir rüyayı Hazreti Muhammed(sav)’e anlattı.
Rüyasında ezanın bugünkü şeklini duymuştu. Bunun üzerine Muhammed (sav), duyduğu ezanı Bilal’a öğretmesini ve bundan sonra namaz vakitlerinin ezanla duyurulacağını bildirdi. Böylece ilk ezan okuyan (müezzin) Bilal(ra) olmuştur. Bir süre sonra Bilâl-i Habeşî sabah ezanına essalâtü hayrun minnen nevm (namaz uykudan hayırlıdır) şeklinde bir ekleme yaptı ve Muhammed, Bilâl, bu ne güzel söz! Diye onu tasvip etti.
Hz. Bilâl, Resulullah’ın bütün gazalarına katıldı. Bedir gazasında Hz. Bilâl, Mekke’de kendisine her türlü eza ve işkenceyi reva gören Ümeyye’yi görmüş ve şöyle bağırmıştı: “İşte küfrün başı!” Bunun üzerine dikkatleri ona çevrilmiş ve müslümanlar derhal onun ve oğlunun etrafını sararak ikisini de öldürmüşlerdi.
Resulullah, Kâbe’yi putlardan temizledikten sonra müezzini Bilâl, burada ezan okuyarak, ortalığı tevhîd nameleriyle coşturmuştu.
Resul-u Ekrem’in vefatı üzerine, ona karşı büyük bir sevgi duyan Hz. Bilâl, Medine’de kalmaya dayanamayıp, ayrılmak zorunda kaldı. Hz. Ebu Bekir, Bilâl’e yanında kalması için ısrar ettiği halde, Hz. Bilâl ona şöyle demişti: “Eğer sen beni Allah için azat ettinse bırak istediğim yere gideyim; yok kendi nefsin için azat ettinse beni yanında alıkoy!“
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir şöyle demişti: “İstediğin yere git!“
Resulullah’ın vefatından sonra cihadı, ezana tercih eden Hz. Bilâl, Şam’a gitti ve Hz. Ebû Bekir devrinde Suriye’de meydana gelen gazalara katıldı.
Hz. Ömer devrinde cihat devam etti. Hz. Bilâl bu cihatlara da katıldı. Hz. Ömer, hicrî onaltıncı yılda Suriye ve Filistin’e gittiği zaman, Bilâl onu karşılamaya çıkarak Câbiye’ye gelmişti. Sonra halifenin maiyetinde Kudüs’e giderek, bu kutsal şehrin teslimi sırasında bulunmuş ve Hz. Ömer ile birlikte Kudüs’e girmişti. Hz. Ömer, burada, Resulullah’ın vefatından beri ezan okumayan Bilâl’den ezan okumasını rica etmiş, Hz. Bilâl de halifenin ısrarına dayanamayarak ezan okumuştu. Bilâl Tevhîd’in bu üstün yanı olan ezanı okumaya başlar başlamaz, Hz. Ömer ve diğer ashab Resulullah (s.a.s.) dönemini hatırlayarak, gözlerinin önüne, geçmiş günleri getirip hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Bilâl’in ezanını dinleyenlerin hepsi, kendilerinden geçmişlerdi.
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in irtihâlinden sonra Suriye’ye giden Bilâl,”Havlan” kasabasına yerleşti. O burada huzur içinde yaşıyordu.
Hz. Bilâl, Suriye’de bir müddet kaldıktan sonra bir gece rüyasında Hz. Peygamber (s.a.s.)’i gördü. Resulullah ona, şöyle demişti: “Beni ziyaret etmeyecek misin?“
Hz. Bilâl, uyanır uyanmaz, hazırlığını tamamlayıp Medine yolunu tuttu. Medine’ye gece ulaştı. Oraya varınca Ravza-i Mutahhara’ya yüzünü sürerek, burada Resul-u Ekrem’le birlikte geçirdiği günlerin hatırasını düşünerek ağladı. Bu sırada Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin Bilâl’i görmüş, fecir vaktinde ondan ezan okumasını rica etmişlerdi. Bilâl, (r.a.) onların arzusunu yerine getirerek, Peygamber Mescid’inde ezan okumuştu. Bilâl’in sesini duyan Medineliler, İsrafil suruyla uyandırılmış gibi yerlerinden fırlamış ve ezanı dinlemeye başlamışlardı. Birinci şehadetten sonra Resulullah’ın risâletini ikrar eden şehadet tekrar okunurken, Hz. Peygamber’in kabrinden kalktığını tasavvur ederek evlerinden dışarı fırlamışlardı. Bu sabah, bütün Medine’ye, risalet devrini bütün canlılığı ile yaşatan, herkesin hislerini coşturan, bütün müslümanların Resul-u Ekrem’e karşı duydukları sevgiyi canlandıran Bilâl’in sesi idi.
Hz. Bilâl (r.a.), vefatı yaklaşınca, ölümün ızdırabını, sevgililerine kavuşmasındaki zevk ile mezcetmiş; ömrünün son anlarında onun hastalığını gören zevcesi, teessüründen “ah ne acı” dedikçe, Bilâl: “Oh! Ne tatlı!” diyor ve ekliyordu: “Yarın sevgililerle, Muhammed ve arkadaşlarıyla buluşacağım.” diyordu.
Bilâl-i Habeşî, islâm’ın ahlâkıyla ahlâklanmış, fazîlet ve kemâl sahibi bir sahabî idi. Hz. Bilâl, bütün vaktini, Resul-u Ekrem’e hizmetle geçirdi. O, Resulullah’ın meclislerinde daima hazır bulunurdu. Her namazda, her durum ve işte Resulullah’dan ayrılmazdı. Hz. Peygamber’in hazinedarlığını, Bilâl yapardı. Çarşı ve pazardan alınacak her şeyi o tedarik eder, icabında ödünç para alır, Resulullah’ın evinin ihtiyaçlarını sağlar, sonra da müsait zamanlarda o borçları öderdi.
Hz. Bilâl’in doğruluk ve ahlâki, İslâm’a bağlılığı takdir edilmekte ve övülmekteydi. Artık o, siyahî bir köle değil, ashabın ileri gelenlerinden ve İslâm devletinin yönetiminde söz sahibi olan müminlerden biriydi.
Hz. Bilâl, uzun boylu, zayıf, ince ve koyu esmerdi. Ömrünün sonlarına doğru saçlarının çoğu beyazlaşmıştı
Bilâl-i Habeşî, 641 yılında vefat etti Şam’daki Ehl-i Beyt mezarı olarak bilinen Dımaşk’ın. Bab’üs Sağîr mezarlığına defnedilmiştir.