Etiket arşivi: faiz

Dünya Ticaretinin Ahiret Boyutu

“Ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelaline dönecekler ve Mevlâ-yı Kerim`lerine kavuşacaklar.” (Mektubat)

Bir ayet-i kerimede şöyle buyruluyor:

 “Muhakkak, Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cennet karşılığında satın aldı.” (Tevbe, 9/111)

Buna göre dünya bir yönüyle ticaret yeridir.

Bütün mülk Allah’ındır. İnsan nevi bu mülkte emaneten tasarruf etmektedir.

Öte yandan, Allah Resulü (asm.)  

“Dünya ahiretin tarlasıdır.”

buyururlar. Bu tarlanın mahsulleri, öte âlemde, cennet yahut cehennem olarak tezahür edeceklerdir.

İnsana cüz’i irade verildiği için, dünya tarlasına dilediği şeyleri ekip biçmekte serbest bırakılmış. Keza,  nefsini ve malını Allah’a satıp satmamakta da serbest bırakılmış.  

Nefsini, yani ruhunu, bedenini ve bunlara takılı bütün maddî ve manevî cihazlarını Allah’a satan insan, çok farklı ekimler yapmakta ve bunlardan yine çok değişik mahsuller derlemekte, kazançlar elde etmektedir.

Bir iki örnek verelim:

İnsanın bakışları bir sermayedir. İnsan bir ömür boyu, nazarını helal yahut haram dairelerde dolaştırır. Her bakış bir ekimdir;  cennet veya cehennem hesabına bir mahsul verir.

Konuşma ayrı bir sermayedir. Ağızdan çıkan her kelime bir tohum gibidir, ondan ya sevap çıkar, ya günah. Bunlar ise insana ya kâr getirirler, yahut zarar.

Düşünme bir başka sermayedir. Doğru fikirler büyük bir kâr kaynağı iken, yanlış düşünceler birer zarar menbaıdır.

Öte yandan,  her bir hissimiz,  “sevgimiz, nefretimiz, korkumuz, merakımız, gıptamız,…” ayrı birer  sevap yahut günah kaynağıdırlar.

Bütün bu saydıklarımız ayette geçen “nefis” kavramı içine giriyor.

“…Hakiki terakki ise; insana verilen kalp, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.”  (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

Bunların dışında kalan ve haricî âlemde sahip olduğumuz “mallarımız, makamlarımız,…” da ayrı birer kazanç yahut zarar kaynağıdırlar.

İşte insan, bütün bunları rıza çizgisinde kullandığı taktirde  Allah’a satmış olur ve bu ticarette kendisine verilen kâr, Allah Resulünün “Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ne de beşerin kalbine gelmemiş” diye tarif ettiği o eşsiz saadet menzili olan Cennettir.

Ayette çok önemli bir mesaj var:

“Allah sadece müminlerin nefislerini ve malların satın alıyor.”

Şu var ki, müminin nefsini Allah’ın satın alması için o nefsin mümine yakışır bir nefis olması gerekir. Aynı şekilde müminin malı da “mümin malı” vasfını taşımalıdır.

Bir mümin nefsine ve şeytana uyarak birtakım gayr-ı İslamî sıfatlar taşıyabiliyor; yalan söylemek, kumar oynamak gibi. Aynı şekilde, meşru olmayan mallar da edinebiliyor; faiz ve stokçulukla elde ettiği varlıklar gibi. İşte bunların hiç biri cennet mukabili satın alınmayacaktır.

Çürümüş, bozulmuş, asliyetini kaybetmiş ve cennetle hiçbir ilgisi kalmamış nefisler ve mallar satın alınmazlar. Aksine bu iki büyük sermayeyi yanlış kullanmanın hesabı ahirette sorulur.  Cehennem, bu hesabı veremeyenleri azap diyarıdır.

Her insan imtihandadır, her insan dünya tarlasında ahiret namına bir ekim yapmaktadır ve yine her insan bu dünya ticarethanesinde ebed yurdu namına bir şeyler kazanmakta yahut kaybetmektedir. Bununla birlikte, ayette geçen “satın alma” kavramı ticareti hatırlattığı için konunun ticaret erbabına bakan yönü üzerinde biraz daha durmak istiyorum.

Rızkın onda dokuzunun ticarette olduğu hadis-i şerifte haber veriliyor. Yine Nur Külliyatında rızık için üç temel yolun “ziraat, sanat ve ticaret” olduğu, memuriyetin ise hizmetkârlık olduğu vurgulanıyor. Yani, memuriyet bu üç temel faaliyetin yürümesine yardımcı olan bir “destek hizmettir.”

Her işte olduğu gibi ticarette de insan, öncelikle, kul olduğunu unutmayacak, bütün işlerini helal dairesinde yapması gerektiğinden gaflet etmeyecektir. Aksi halde, bu fani dünyada elde edeceği cüzi bir kâra karşılık, ebedî hayatını tehlikeye atabilir.

Allah, insanı arza halife, kendisine muhatap, cennetine aday, iman, marifet ve muhabbete kabiliyetli müstesna bir mahluk olarak yaratmıştır.  Bu büyük şerefe, zengin olsun fakir olsun, amir olsun memur olsun her insan mazhar olabilir. Görevini yerini getirip dünyadan iman ile göçen bütün müminlere “dünyadan daha geniş ve  baki bir mülk” ihsan edilecektir.

İnsan ticarî hayatında ne kadar başarılı olursa olsun bütün dünyaya sahip ve hakim olamaz.  İnsanın mülkünün, servetinin, makamının kâinattaki yeri ise  görülmeyecek kadar küçüktür. Ticaret yaparken bu küçük servet ve makam uğruna o büyük ve sonsuz saltanatı kaybetmek akıl kârı değildir. Bir ticaret erbabı bu noktayı daima göz önünde bulundurmalı, her iki dünya saadetini birlikte elde etmenin yolunu tutmalıdır.

“Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış.” (Şualar)

Her işte olduğu gibi ticarette de niyetin büyük bir önemi var. Ömrümüzden ve rahatımızdan fedakârlıklar yaparak elde ettiğimiz o servetin, ahirette boynumuza yük olmaması için dikkat etmemiz gereken çok önemli bir faktör “niyettir.”

“Evet niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder.” (Mesnevî-i Nuriye)

Ticarî hayatta insanın niyeti, en azından, “aile fertlerine helal rızık yedirmek” olmalıdır.

Niyette bir ileri safha, zekât ibadetini yapabilecek bir servete sahip olmakla hem bu ibadeti yapma şerefine nail olmak, hem de Allah’ın kullarının maişetine yardımcı  olmaktır.  

Bir hadis-i kutsîde şöyle buyrulur:

“Kulum bana en fazla farzlarla yaklaşır. Sonra nafilelerle (farz ve vacip dışında kalan ibadetlerle). … (Sonunda kul öyle bir noktaya gelir ki,)  ben onun gören gözü işiten kulağı olurum.” (Buhârî,  Rikak 38.)

İşte zekât da kulu Rabbine yaklaştıran en önemli bir farzdır.

Zekât, fakirin hakkı olarak zenginin uhdesinde bulunan bir maldır. Bunun verilmemesi bir hakkın gasp edilmesidir. Alimlerimiz, zekâtın  verilmesini sehavet,  yani cömertlik saymazlar. Çünkü, zaten fakirin  hakkı kendisine iade edilmektedir.

Bununla birlikte, zekât vermemin sevabı da hiçbir sadakayla kıyaslanmayacak kadar büyüktür. Çünkü zekât farzdır, onlar ise nafilelerdir. Binlerce nafile bir farzın yerini tutmaz.

Zekât en alt sınırdır. Burada kalmayıp sadakayı artırmakla hem daha çok sevap kazanmak, hem de fakir kulların yardımına daha fazla koşmak gerekir.

Bir başka niyet, Bediüzzaman Hazretlerinin, “Bu zamanda İ’la-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır.” diye ifade ettiği büyük hizmeti yapabilmek, yani “Allah kelamının nice gönüllerde hükmetmesi, İslam’ın daha da yücelmesi” için servet sahibi olmayı istemektir. Bu niyette samimi olan kimse, istediği noktaya gelemese bile bu halis niyetinin karşılığını mutlaka alacaktır. O noktaya varırsa yapacağı hizmetlerin sevabını ayrıca alır.

“Her bir mü’min İ’lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir.” (Tarihçe-i Hayat)

Bir diğer niyet, bir Müslüman olarak İslâm ülkelerinin geri kalmışlığını içine sindiremeyip, bundan üzüntü duymak, bu konuda bir şeyler yapılması gereğini vicdanının derinliklerinde hissetmek ve elinden geldiği kadarıyla bu sahada gayret göstermektir.

Maddeten terakkinin çok önemli bir boyutu da şudur:

Bir zengin, elbisesi kırk yamalı, aç ve susuz bir fakirden nasihat dinlemeye yanaşmadığı gibi, bu günün maneviyata susamış,  ateizmin ve sefahatin kucağına düşmüş batı insanı da bu hastalıkların ilacını fakir bir Müslümandan almak istemiyor ve perişanlığı devam ediyor.

Öte yandan, “Biz doğru islamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu fiillerimizle göstermediğimiz” takdirde bizden bu nurları almaya müşteri olmuyor.

Buna göre, “maddeten terakki” ile “İslâm’ı fiilen yaşamayı” birleştirdiğimiz gün, dünyanın her yanındaki manevî hastalara ulaşma imkânını yakalamış olacağız.

Bu noktaya kadar insana manevi kârlar getirecek “niyetler” üzerinde durduk. Niyetin bir de yanlış kullanımı ve hatalı yapılışı  var. Meselâ, bir insan “meşhur olmak, yahut zenginlikte rakiplerini geride bırakmak, başkalarına üstünlük taslamak” gibi nefis ağırlıklı niyetler taşıyorsa, o kişi dünyada başarıya ulaştığı taktirde zaten ücretini de peşin olarak almış oluyor. Artık ahirette her hangi bir karşılık görmesi, ücret alması söz konusu olmuyor.

Canını tehlikeye atarak harp meydanına koşmak büyük bir  cihat ve yine büyük bir sevap kaynağı olduğu halde, bunu yapan kişinin asıl maksadı ganimet elde etmek ise bu cihattan hiçbir sevap kazanamıyor. “Nasıl bir yiğit olduğumu herkese göstereyim.” şeklindeki bir niyet de, aynı şekilde, o kişiyi cihat sevabından mahrum bırakıyor.  

* * * 

Biraz da ticaret yapan kişiyi bekleyen tehlikelerden söz edelim:

Ticaret erbabının karşısında birbiriyle ilgili ve biri diğerini doğuran altı büyük tehlike mevcut:

“Hırs,” “faiz,” “haset,” “kul hakkını çiğnemek,” “meşveretsiz hareket etmek,” “emaneti ehline vermemek.”

Birinci ve temel tehlike hırstır. Hırs kanaatin zıddıdır. Kanaat, tevekkülle yakından ilgili bir kavramdır.

Bediüzzaman Hazretleri, “Tertib-i mukaddematta “tefviz” tenbelliktir, terettüb-ü neticede tevekküldür.” der ve şöyle devam eder: “Semere-i sa’yine ve kısmetine rıza; kanaattır, meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûn-himmetliktir.” (Mektûbat)

Buna göre tevekkülü doğru değerlendirmek, başarı için gerekli şartları eksiksiz olarak yerine getirmek ve çıkacak sonuca da kanaat etmek gerekiyor. Mevcut imkânlarını yeterli bularak tembelce oturmak ise “himmetsizlik” olarak, “hamiyet zaafı” olarak nazara veriliyor.  

Bu ölçüden saparak, “Mutlaka şu noktaya gelmeliyim, şunları ne pahasına olursa olsun elde etmeliyim.” diye hırs gösteren kişi, umduğunu bulamayınca, ruh âleminde, birtakım manevî hastalıklara kapıyı açmış ve kadere itiraz için nefsine büyük bir fırsat vermiş olur. Bu tehlikeli yola giren kişi,  hayalindeki  neticeyi  “olmazsa olmaz” bir hedef olarak belirleyince, şeytanın kendisini meşru olmayan yollara sevk etmesine de büyük bir pirim vermiş olur.

Ve artık bu hırslı adam, faiz tehlikesiyle karşı karşıyadır. Biraz sonra onunla el ele verecek, derken onunla kucaklaşacak ve bu büyük haramı rahatlıkla işleyecek kadar kalbi ve ruhu zafiyet gösterecektir.

Zekâtı, “sermayesini azaltan, rekabet gücünü zaafa uğratan ve hedefine ulaşmada ona engel olan” bir faktör olarak görmeye başlayacak ve İslam’ın beş şartından biri olan bu büyük farizayı işlemekten uzaklaşacaktır.

Faiz alıp veren kimselerin o büyük hesap günündeki halleri Allah Kelamında şöyle ifade ediliyor:

“Faiz yiyen kimseler, şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa öyle kalkarlar.” (Bakara, 2/275)

Faiz gibi, temeli hırsa dayanan önemli bir tehlike de “hasettir.”

Haset, başkalarında olan servet, makam ve diğer imkânların ortadan kalkmasını, onların elinden alınmasını hırsla istemektir. Haset eden kişi, o nimetlere kendisinin kavuşmasını hiç nazara almadan, sadece rakibinden alınmasını arzu eder. “Hasetle gıptanın farkı” da buradadır. Gıpta da “rakibindeki imkânlarının kendisinde de olmasını istemek” esastır; “onun olduğu gibi, benim de olsun” mantığı hakimdir. “Hasette ise benim olup olmaması çok önemli değil, yeter ki onun olmasın.”düşüncesi ağırlık kazanır.

Hasedin iki önemli zararı vardır: Birisi şahsın iç alemini huzursuz kılması, diğeri de gıybete ve düşmanlığa  yol  açması.

“Hased evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.” (Mektûbat)

“Gıybet;  nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a’mal-i sâlihayı yer bitirir.” (Mektûbat)

Burada Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerini nakletmek isterim:

“Ümmetimden müflis (iflas etmiş kişi) odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından (sevaplarından)  şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır.”  (Müslim)

Kul hakkına riayet, bütün Müslümanların görevi olmakla birlikte bunun en fazla ihlal edildiği saha, İslâmî esaslardan uzak olarak yapılan ticarettir.

Hırs ve rekabetle hisleri akıllarına ve vicdanlarına galip gelen kişiler kul olduklarını unutur ve Allah’ın kullarına haksızlık yapmaktan geri durmazlar. Karşılarındaki kişiler şahsi güç ve imkânlarıyla bu haksızlığa karşı koyacak halde değillerse, onlara acımasızca zulmeder, haklarını çiğnerler.  Halbuki, bu kişilerin Allah’ın kulları oldukları hatırlansa ve onlara yapılacak bir haksızlığın hesabının mutlaka sorulacağı dikkate alınsa nefisler dizginlenir, heveslere engel olunur ve zulüm ortadan kalkar.

İslâmda kul hakkının özel bir yeri vardır. Samimiyetle tövbe eden bir kişinin bütün günahları affedilmekle birlikte kul hakkı bundan istisna tutulur. Kul hakkının affı, kulun kendisine bırakılmıştır. Şehitlik dahi kul hakkını ortadan kaldırmaz.

Hacca giden bir kişi, Arafat’tan indiğinde bütün günahları affedilir. Eğer bu konuda bir şüpheye düşse ve “Acaba günahlarım affedildi mi?”diye tereddüt geçirse büyük günah işlemiş sayılır. Bunun sadece iki istisnası vardır: Kul hakkı ve kaza namazı.

Her ikisinin de telafisi mümkündür. Biricisinde kulun hakkı ödenecek ve kendisinden helallik alınacak, ikincisinde ise kılınmamış namazlar kaza edilecektir.

Kul hakkı ikiye ayrılıyor: Maddî ve manevî hukuk-u ibad.

Kişinin malına, servetine, makamına verilen zararlar onun maddî hukukunu çiğnemektir.  Gıybetinin yapılması, iftira atılması, haset edilmesi, su-i zanda bulunulması gibi günahlar ise manevî hukuka tecavüzdür.

Devlet malından haksız yere menfaat elde etmek ise bütün bir milletin hukukuna tecavüzdür ve cezası da o nispette büyüktür.

Asr-ı Saadetten ibretli bir tablo:

Sahabeden biri harpte öldürülen arkadaşının şehit olduğunu söyler.  Bunun  üzerine Allah Resulü müdahalede bulunur ve şöyle buyurur:

“Hayır!  Ben onu ganimetten haksız yere aldığı cübbe veya abaya bürünmüş olduğu halde cehennemde gördüm.” (Riyâzu’s-Sâlihin, I, 252, 268)

Devlet malını gasp ederek kısa zamanda zengin olanlara bazılarının heveslendiklerine ve “Adam işini becerdi, köşeyi döndü.” gibi sözlerle bir bakıma onları takdir ettiklerine şahit oluruz. Burada dikkate alınmayan önemli bir nokta var:

Kazanılan bir  menfaat, kişinin ruhunu alçaltıyorsa, kalbini yaralıyor, vicdanını bozuyorsa, imanına ve ahiretine zarar veriyorsa bu zehirli menfaate heveslenmek akıl kârı değildir.

Bir mağazayı soyanlar, ceplerine bir şeyler koyarlar ama ruhları “hırsız” damgasını yer. Dışardan bakanlar o ruhların perişan halini görmezler de ceplerinin kabarıklığına ilgi duyarlar.

Eli bombalı anarşist gençlerin silahlarına el koyup, kendilerine en lüks elbiseler giydirirseniz, bu defa karşınıza ihaleye fesat karıştıran bir “hırsız şebekesi” çıkar. Kalpleri bozulmamış kişiler, o birincilerden nasıl nefret ediyorlarsa, bu ikincilerden de en az o kadar nefret ederler.

Başarının üç temel unsuru:

Bediüzzaman hazretleri terakki ve asayişin üç mühim esasını şöylece tespit eder:

“Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez. Belki mesaîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar.” (Lem’alar)

“Terakkiyat,” terakkinin çoğuludur. Ticaretteki terakki de bunun bir şubesidir ve bu üç esas ticarî hayatımız için de aynen geçerlidir.

“Mesailerin tanziminin” en güzel örneği kendi vücudumuzdadır; büyük örneği ise kâinatta.

Her organın belli özellikleri ve bununla başaracağı belli işler vardır. Bunlar İlâhî taktirle tayin edilmiştir. 

Toplu olarak icra ettiğimiz bütün işlerde mesai tanzimi ön plana çıkar. Ancak, kişiler, çoğu zaman, kendi kapasitelerini tam tespit edemez, his ve hevesin karışmasıyla, güçlerinin çok ötesindeki görevlere talip olurlar.

Bunu engellemenin yolu, meşverettir. Herkesin kapasitesi test edildikten sonra meşveretle görev taksimi yapılır. Bu iş ne kişilerin kendi heveslerine bırakılır, ne de şirket yetkililerinin münferit kanaatlerine.

Bir kişinin fikri ve tedbiri her konuda yeterli olmayabilir.  Tek çıkar yol meselelerin ihtisas sahibi ehil kişilerle meşveret edilmesidir.   

 “Aralarındaki emniyetin tesisi” şartı, özellikle şirketleşmelerde büyük önem kazanır. Bu emniyetin olmadığı ortamlarda, sermayeler birleşmez, herkes kendi gücüne göre yol alır. Kazanç asgarî seviyede kalır ve herkes  “kârdan zarar” eder.

“Teavün (yardımlaşma) düsturu” her sahada gerekli olmakla birlikte, bunu “zor durumda olan şirketlerin yardımına koşma” şeklinde anlamamız, ticarî noktada,  daha yerinde olur.

sorularlaislamiyet.com

Faiz Sosyolojisi

“Ey iman edenler! Eğer inanmış kimselerseniz, Allah’tan korkun ve faizin geri kalanını terk edin. Bunu yapmazsanız, Allah ve Resulü ile savaş halinde olduğunuzu bilin.”

Bakara Suresi 278-279. ayetler

Faizin sosyolojisi olur mu?

Elbette olur.

Eğer faiz, ekonomide, finans sisteminde, toplumda, üretimde, yatırımda kendine yer bulmuşsa, bunun sosyolojisi de olur.

Faizin neden olduğu yıkımlar herkesin malûmu.

Boşanmalar, aile faciaları, ekonomik krizler, intiharlar, faiz-enflasyon bağlantısı günümüzün gerçekleri arasında.

Şu faiz neden Batı Uygarlığında kök salmış acaba?

İslâm, faizi neden yasaklamış?

Faizler yükselince ekonomi neden tökezler?

Bu sorulara medeniyet felsefecileri, ilahiyatçılar ve iktisatçılar cevap arasınlar.

Ya sosyologlar?

Onlar da cevap arasın.

Bir açıdan bakılırsa faiz, dünyadaki bütün krizlerin temelindeki gerçek.

Hırsları kamçılayan faiz…

Ekonomiyi zehirleyen faiz…

Zengini daha zengin, fakiri daha fakir eden yine faiz…

Bu konunun reklam, pazarlama, iletişim ve silahlanma boyutları var.

Dünya finans devleri ile silah üreticileri arasında nasıl bir bağ olabilir?

İşte bütün bunlar “Faiz Sosyolojisi” alanına girer.

Aman ne güzel…

Literatüre yeni bir terim kazandırmış olduk.

Terimin İngilizce’sini de yazalım:

“Interest Sociology” veya “Sociology of Interest”

Böyle bir terim İngilizce’de yok.

Haydi sosyologlar…

Size büyük iş düşüyor.

Araştırın bakalım konuyu…

Bir ülkede faizler tavan yapmışsa, ne gibi problemler, hangi sonuçlar ortaya çıkar?

Faizin, faiz çevrelerinin darbe ve ihtilallerdeki rolü nedir?

Faiz, dünya ekonomisini, sosyolojisini nasıl etkiler?

Faaliyet dışı kâr nedir, ne değildir, nedenleri, sonuçları?

Bazı çevreler neden faiz gelirine ihtiyaç duyarlar?

İktisatçılarla, psikologlarla, ilahiyatçılarla, başka uzmanlarla el ele verip sonuçları ortaya koyun.

1929’da dünya ekonomisinde yaşanan “Büyük Bunalım” sürecinde faizin rolüne mümkünse bir bakın.

28 Şubat sürecinde Türkiye’de faizin, faiz çevrelerinin rolünü inceleyin.

Meselenin boyutları öylesine büyük, öylesine büyük ki…

Hattâ koca İslâm dünyasını 2016’da ateşe verenler acaba kimler, hangi çevreler bir incelensin.

Faiz deyip geçmeyin…

Dünya nüfusunun neredeyse tamamı faiz ödemek için malını, canını, işini, huzurunu, ailesini, dünyasını, ahiretini feda ediyor.

Tehlikenin farkında mıyız?

N. Kağan Çetin – Nuraniyyat

Sadaka Sadakattir

Eskilerin eskimez bir sözü vardır; “Kâmus namustur” diye. Öyledir gerçekten. Zira, düşüncenin ve anlamın taşıyıcısı kelimelerdir; insanlar, kelimeler ile düşünür ve anlaşırlar. O yüzden, kelimelere, yani kâmusa dair bir yozlaşma, ister istemez doğru düşünüşün ve doğru anlayışın da mahvını getirmektedir. Kur’ân-ı Hakîm’in ve onu bize bildiren Hz. Peygamber’in bazı kelimeler üzerindeki ısrarının bir hikmeti de bu olsa gerektir.

Meselâ, kök itibarıyla ‘kat kat artma’ anlamını taşıyan ‘riba’yı, yani ‘faiz’i ele alalım. ‘Riba’ (kat kat artma) kelimesini özellikle faiz için ilk kez kullananlar, faizi benimseyen ve beğenen insanlar olmalı ki, bu kelimeyi lâyık görmüşlerdir ona. Oysa Kur’ân, bu kullanımın ardındaki yanlış düşünüşe karşı ince bir uyarıda bulunur bir âyetinde. Hayır, yanlıştır; riba (faiz), kat kat artmaz, bilakis ‘Allah ribayı mahveder’ (bkz. Bakara, 2:276). Buna karşılık, âyetin hemen sonraki ibaresine bakarsak, ‘sadakayı da ribalandırır.’ Yani, ‘riba’ adı verilen şey hakikat-ı halde mahvolan ve mahva götüren birşeydir; ve eksilme zannedilen sadaka ise ribalanan birşey.

sadaka veren elKadîr-i Zülcelâl alınan ribanın hesabını soracağı gibi, verilen sadakaların kat kat fazlasını verir, verecektir ve vermektedir. Bu âyetiyle hakikate aykırı anlamlar çağrıştıran bir kelime olarak ‘riba’ya karşı bizi uyaran Kur’ân, öte yandan, birçok kelime için bir teyid zemini sunar. Meselâ, ‘sadaka’ kelimesi, bilinen anlamıyla Kur’ân nazil olmadan önce de kullanılan bir kelimedir muhtemelen. Ve, Kur’ân, bu kelimeyi, bir dizi âyetinde açık biçimde kullanır.

Sadaka, bildiğimiz üzere, bir insanın ihtiyaç hâlinde gördüğü başka insanlara kendi malından verdiği birşeyin adıdır; ama, kök anlamı itibarıyla, ‘sadaka’nın ‘vermek’le hiç mi hiç alâkası yoktur. Sadaka, kök anlamı itibarıyla, ‘sadakat’le, ‘sıdk’la, ‘tasdik’le akrabadır. Ve bu kelimeyi bildiğimiz sadaka anlamında defalarca kullanan Kur’ân, bildiğimiz ‘sadaka’ ile bildiğimiz ‘sadakat’ ve ‘tasdik’ arasındaki anlam akrabalığına da çeker dikkatimizi.

Sadaka, sadakattir gerçekten. Zira, sadaka, “Mülk O’nundur” sözünü gerçekten bilerek ve inanarak mı söylediğimizin, mülkün Malikinin gerçekten Allah olduğunu tasdik edip etmediğimizin bir sınanması hükmündedir. Kendisinde olanı gerçekten O’ndan bilen biri, bunu ‘sadaka’ ile teyid ve tasdik eder. Zira, ancak Verenin O olduğunu bilen bir insan gönül rahatlığıyla ve karşılığında maddî-manevî hiçbir menfaat beklemeksizin başkalarına verebilir.

Açıkçası, her sadaka verişimizde, sadakatimizi teyid ederiz esasında. Her sadaka, bir sadakat teyididir. Sadaka, ‘Mülk O’nundur’ hakikatine sadakatin meyvesidir. Madem öyle, muhtaçların giderek arttığı zor bir zamanda sadakatimizi gösterelim. Madem öyle, gereğince ve yeterince veremiyorsak, kendimizi ‘Mülk O’nundur’ hakikati noktasında yepyeni bir talimden geçirelim.

Metin Karabaşoğlu /Zafer Dergisi

Faiz, Allah ve Resulüne savaş açmaktır!

Faizci Allah ve Resulüne nasıl savaş açar?

Allah faizi yasaklamış, yanaşılmamasını istemiş, inanan insanların uzak kalmasını emretmiştir. Bu konuda Bakara Suresi’nin 75, 76, 77 ve 79. ayetleri o kadar açıktır ki, hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmıyor.

İlk ayet, faizli iş yapmanın, önümüzdeki kabir hayatına nasıl yansıdığını anlatıyor. Sebebinin de alışverişle faizin karıştırılmasına bağlıyor: “Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kimsenin kalkışı gibi kabirlerinden kalkarlar. Bu, onların, ‘alışveriş de faiz gibidir’ demeleri yüzündendir. Oysa Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır.”

Faizli para, banka kredisi ilk anda her ne kadar “tatlı” gözükse de, uğursuz ve bereketsiz bir paradır. İnsanın huzurunu kaçırır, şevkini, heyecanını bitirir. Sürekli ödeme stresini yaşattığı için hayatın tadını tuzunu kaçırtır. Zaten faizli parayı Allah mahvediyor. “Allah faizi mahveder, sadakaları bereketlendirir. Çünkü Allah nankörlükte ve günahta azıtanların hiçbirini sevmez.”

Böyle faizli bir işe inanmış insanın girmemesi emrediliyor. Faize “Allah korkusu” az olanların yanaştığı hatırlatılıyor ve kesin olarak terk edilmesi isteniyor. “Ey iman ederler! Eğer inanmış kimselerseniz, Allah’tan korkun ve faizin geri kalanını terk edin.

Bir diğer ayette faizde ısrar edenlerin baştan kaybedecekleri bir savaşa giriştikleri uyarısını yapılıyor. Öyle ki, Allah ve Resulüne cephe alıp düşman gördüğü bildiriliyor: “Bunu yapmazsanız, Allah ve Resulü ile savaş halinde olduğunuzu bilin.

Mesele her şeyden önce bir iman meselesidir. İnsanın imanıyla ciddi bir sınava girmesidir. “Şeytan çarpması”, “Allah’ın faizi mahvetmesi”, “Allah ve Resulüyle savaş açılması” gibi ifadeler, olayın ne kadar dehşetli olduğunu anlatıyor.

Demek ki, faize bulaşan bir mü’min bütün bu tehditleri göz ardı ediyor, dikkate almıyor, bile bile kendisini tehlikeye atıyor. Öyle bir tehlike ve bela ki, kişinin hem dünyasını sıkıntıya sürüklüyor, hem de ahiretini karartıyor.

Çare, harama girmemek, helal dairede kalmaktır. Ya faizsiz bir yola girmek, faizsiz bankalarla iş yapmak veya iş değiştirmek yahut güvenilir bir ortak bulmaktır.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ve İslam âlimlerine göre faiz

Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bir hadislerinde “Menfaat sağlayan her borç faizdir” (Feyzü’l-Kadir, 5:27. Hadis No: 6336) buyururlar. Bu da, alacaklının borç verirken, bir süre sonra ne kadar fazla isteyeceğini önceden şart koşması anlamına geliyor.

Peygamberimizin sahabileri bu noktaya titiz davranırlardı.

Hz. Ömer, Ubey bin Ka’b’a bir miktar borç vermişti. Hz. Ubey, borcunu ödemekten ayrı olarak, bir hurmalığını da hediye etmek istedi. Fakat Hz. Ömer bunu kabul etmedi Hz. Ubey, hediye ettiği bu hurmalığın borçla alakası olmadığını ve sadece Allah rızası için vermek istediğini bildirince, bu sefer Hz. Ömer kabul etti.

Yukarıdaki hadis-i şeriften anlaşıldığı üzere, borç verirken bir menfaat sağlamayı şart koşmak faize girer. Şayet böyle bir şart koşulmazsa, borçlunun borcunu öderken fazla vermesinde veya en iyisini vermesinde bir sakınca yoktur. Çünkü bu kimse borcunu en iyi şekilde ödemiş ve iyiliğe karşı iyilik yapmıştır. “İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?” (Rahman Suresi, 60.) ayetinde belirtildiği gibi, meselenin bu yönü özellikle borçluyu ilgilendirir. Borçlu bunu düşünecek, alacaklının zararını giderecektir. Alacaklının bunu veya buna benzer bir hediyeyi kabul etmesinde zarar yoktur.

Aynı şekilde alacaklı, borçlunun davetine de gidebilir.

Paranın tedavülden kalkması veya değer kaybetmesi halinde nasıl hareket edileceği hususunda da Hanefî imamları arasında farklı görüşler vardır. İmam-ı Âzam, “Alınan borcun sayı olarak aynı miktarı verilmelidir. Paranın değeri ister yükselsin, isterse düşsün, borçlu aldığı paranın mislini verir. Yüz lira borç aldıysa, yüz lira ödeyecektir” der.

İmam Muhammed ile İmam Ebu Yusuf ise, “Borçlu aldığı borcun mislini vermez, ödeme esnasındaki kıymetini, değerini verir” derler. Fetvanın da bu şekilde verildiği bildirilir. (İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar, 4: 174; Kasanî, Bedayiü’s-Sanayi’, 7: 394)

Buna göre, birisine, bir seneliğine 20 bin lira borç veren kimse, aradan bir sene de geçmiş olsa, yine bu miktar alacağının olduğunu bilmelidir.

Fakat ödeme esnasında borçlu, yıllık enflasyon oranını düşünerek ona göre fazlalık verirse bu yanlış olmaz.

Aldığı borcun gerçek değerini vereceğinden İmameyn’in görüşüne göre hareket etmiş sayılır. Ayrıca alacaklının hakkını üzerinde bırakmamış olur.

Bu meselede önemli olan nokta, fazlalığın baştan şart koşulmamasıdır. Yoksa borçlu, alacaklıyı düşünerek zararını telafi edebilir.

Bu meselede şöyle bir yol daha tercih edilebilir. Ki bu yöntem, güvenilir ve selametli bir yöntemdir.

Borç verilirken sabit değerli şeyler kullanılabilir. Böylece paranın değer kaybı önlenmiş olur, faiz korkusu da ortadan kalkar.

Buna göre, borç alınıp verilirken ya döviz alınıp verilir ya da altın alınıp verilir. İsteyenler sabit değeri olan başka ticarî malları da kullanabilir. Onlar da alınıp verilebilir.

Bunların dışında, baştan istenecek bir fazlalık faize gider. Soruda bahsedildiği gibi, bir sene sonra fazlası ödenmek şartıyla verilen borç da, pek tabii doğrudan faiz olacaktır.

Bununla birlikte Müslümanlar, “karz-ı hasen” kurumunu yaşatmak için ellerinden geleni yapmalıdırlar. Ancak enflasyonun yükseldiği zamanlarda borç veren kimselerin, mağdur olmaması için sabit değerler üzerinden borç vermeleri daha uygun olur.

Faiz almak zorunda kalınmışsa…

İhtiyaçtan fazla elde bulunan Türk lirasının değerini düşürmemek için pek çok meşru ve İslam’ın da kabul ettiği yollar vardır. Bakara Suresi’nin 275. ayetinde “Allah alışverişi helal, faizi ise haram kıldı” buyurulurken, aslında sermayenin nasıl değerlendirileceğine de işaret ediliyor.

Bu yollardan birisi müspet ve helaldir, diğeriyse zararlı ve haram. Müspet ve doğru olan ticarettir, yani alışveriştir. Kur’an’ın yasakladığı kazanç yolu ise faizdir.

Meşru çerçevede sermaye, ticaret ve alışveriş yoluyla korunup arttırılabilir. Faizse alışveriş değildir. Zaten bu ayet, müşriklerin “Faiz de alışveriştir” şeklindeki iddialarına bir cevaptır. Böylece faiz kanalıyla ceplerini dolduranların meşru işlerden çıktıkları anlaşılıyor.

Demek ki bu para da zulme, haksızlığa, hırsa ve tembelliğe dayanan “uğursuz” bir paradır. İlahî fermanla bu yol kapatılıyor. Müslümanların o yola girmemeleri emrediliyor

Bugün meşru ve gayrimeşru kavramlarını hayatına geçiren inançlı insanlar da rahatlıkla sermayelerini arttırabiliyorlar. Bu arttırma işlemi sanayi ve tarım yoluyla mümkün olduğu gibi, ticaretle de mümkündür.

Şayet şahsın kendisi ticaretten anlıyor, bu işi bizzat çevirebiliyorsa, bunu bizzat kendisi yapar. Sermayesini bir ticaret eşyasına bağlar, onun alım-satımını yapar. Böylece hem kendi geçimini temin eder, hem kâr sağlayarak durumunu geliştirir. Ayrıca bu yolla ekonomiye katkıda bulunarak manevî bir kazanç yolunu açmış olur.

Fakat ticarî hayatı fazla bilmiyor, tek başına yapabileceğine de kanaat getiremiyorsa farklı yollara başvurabilir. Güvendiği, tecrübesine inandığı bir tüccara veya şirkete birikimlerini götürür, verir. Elde edilecek kâra da, zarara da ortak olur. Bu iki yolla elindeki parasını hem kendinin, hem de milletin yararına kullanmış sayılır.

Parasını alışveriş yoluyla değerlendiremeyenlerse, paralarının değerini koruyabilmek için şu yollara başvurabilirler:

Bugün artık faize ciddi bir alternatif vardır. Faizsiz birer banka olarak çalışan katılım bankaları, hiçbir biçimde faize bulaşmadan mevduat sahiplerini koruyor, kâra ve zarar ortak ediyor. Bu bankalar işlemlerini İslam ticaret hukuku esaslarına göre yürüttükleri için gün geçtikçe ekonomik alanda gelişme gösteriyorlar.

Bu arada birikimlerini korumak isteyenler, altına yatırım yapabilirler. Yani yatırımcı, mevcut parasıyla altın alır. “Pasif” bir şekilde, yani durduğu yerde hem kazanç sağlar, hem de sermayesini korumuş olur.

Fakat ticarette kullanmak mümkünse, ticarette değerlendirmek daha doğru olacaktır. Gerçi kişinin, servetini bu şekilde kullanması kendi tercihidir. Ancak “pasif duruşta” millî ekonomiye doğrudan bir katkı sağlanmadığı için en son olarak bu çareye başvurmak gerekir.

Daha bunlardan başka çok çeşitli şekillerde de sermayeler değerlendirilebilir. Meşru ve helal dairede kalmak şartıyla çeşitli seçeneklerden her birisi kullanılabilir.

Ancak bu yollardan birisini deneyip de, diğer imkânlara bakmadan pes etmek yanlıştır. Hele hele faizi “kurtarıcı” olarak görmek hiçbir şekilde makul görülemez.

Çünkü Kur’an meşru ve helal bir şekilde yaşamanın yollarını göstermiş ve öğretmiştir. Keyfî sebeplerle harama girmeye gerek yoktur. Bu nedenle faize açılan kapılara aralamaya İslam hiçbir şekilde müsaade etmiyor.

Faize karşı alternatif çözüm: Katılım bankaları

Ülkemizde kısa bir süre öncesine kadar ekonominin temeli faiz üzerine kurulduğu için esnaf, sanayici, işletmeci ve ticaret erbabı çalışma alanını geliştirmek ve genişletmek için, vatandaşlar da ev/araba ihtiyaçlarını karşılamak için krediye başvurmaktan başka bir çare göremiyorlardı.

Ancak ilki yirmi beş sene önce kurulan, mevcut pazar payı gitgide artan “finans kurumları”, şimdiki adıyla “katılım bankaları” alternatif bir çözüm olarak karşımızda duruyor.

Yirmi beş sene önce adı bile anılmazken, Türkiye’de böyle ku­rumların açılması imkânsız gibi görünürken, o kadar krizlere ve engellemelere rağmen katılım bankaları şimdiler­de önemli bir yere gelmiş görünüyor.

Bu kurumlar artık rüştlerini ispat etmiş durumdalar. “Finans piyasasında biz de varız” diyorlar. Geçtiğimiz yıllarda kötü bir örnek yaşanmış olsa da, prensiplerinden taviz vermeden ayakta kalmayı başardılar.

Devlet, içi boşaltılan bankaların borçlarını ödediği halde, finans kurumları böyle bir destekten de mahrum kaldılar. Ama en azından ortadan silinmediler, son yıllarda ciddi atağa geçtiler. Hisselerini arttırarak, ortaklıklar kurarak ve kendilerini yenileyerek müşterilerinin karşılarına çıktılar.

Bu adımlar önemli, önemi kadar da sahip çıkılması gereken ciddi teşebbüsler.

Faize karşı alternatif bir çözüm olarak öne çıkan, faize karışmadan ve bulaşmadan ekonomiye destek veren, parası olanın parasını değerlendiren, yatırımcıya da destek sağlayan, tecrübe kazandıkça da emin adımlarla mesafe alan bu kurumlara sahip çıkılırsa, gelişeceklerdir.

Türkiye’nin uzman ve ciddi İslam hukukçularının gözetim ve kontrolü altında hizmet vermeye çalışırken, karşılaştıkları problemleri, yeni yeni ortaya çıkan tıkanıklıkları ken­di kalıcı ölçüleri çerçevesinde çözmeye çalışan bu “faizsiz” kurumlar, faizle mücadeleye göze alanları ve bu mücadeleyi aynı zamanda inançlarının bir gereği olarak görenleri, kendi yanlarında görmek istiyorlar. İstemeleri de hakları zaten.

Çalışmalarıyla ortak olarak şu mesajları veriyorlar:

“Siz değil miydiniz, faizden kurtulmak isteyenler?

Siz değil miydiniz, faize kaşı savaş açanlar?

Siz değil miydiniz, faizsiz çözüm arayanlar?

İşte size fırsatlar sunuyoruz.”

Bu arada faize dönüp bakmayan bu kurumların eksikleri, noksanları, yapabildikleri, yapamadıkları, üstesinden geldikleri gelemedikleri, imkânları imkânsızları yok mudur? Mutlaka vardır.

Ancak bu iş, bir el ve gönül birliği, bir inanç ve ideal birliği açısından değerlendirilirse ve bu bakışla kucaklanırsa başarıya ulaşacaktır.

Herhalde helal lokma kadar tatlı ve lezzetli bir kazanç yoktur.

Mehmed Paksu / Moral Dünyası Dergisi

Maaşımı bankadan alsam faiz olur mu?

Kapitalist sistem hayatın her anında kendini hissettirince faizden kaçmak o kadar zorlaşıyor. Helal kazanç konusunda hassas olan insanlar da bu konuda doğruyu bulmak istiyorlar. Faizle ilgili en çok merak edilen soruları İlahiyatçı Prof. Dr. Hayrettin Karaman’a sorduk.

Faiz konusunda merak edilen o kadar çok soru var ki… Konu hassas olunca insanlar da şüpheli şeylere karışmak istemiyorlar… Tabii bir de kapitalist sistem hayatın her anında kendini hissettirince faizden kaçmak o kadar zorlaşıyor. Helal kazanç konusunda hassas olan insanlar da bu konuda doğruyu bulmak istiyorlar.

Faizle ilgili en çok merak edilen soruları İlahiyatçı Prof. Dr. Hayrettin Karaman’a sorduk. Alanında sadece Türkiye’de değil dünyada da otorite olarak kabul edilen Prof. Dr. Hayrettin karaman faizle ilgili sorularımıza net cevaplar verdi…

Emek karşılığı kazanılan paraların ödenmesi

Bugün gerek özel şirketler gerekse devlet kurumları bir şekilde bankalarla çalışıyorlar. Çalışanların maaş ödemeleri de bu paralardan veriliyor. Emek karşılığı alınan maaşların bir şekilde bankayla irtibatlı olması bu paraları kazananlara bir vebal yükler mi?

Faiz bir salgın hastalık halini aldı, mikrobunun girmediği yer yok. Ekonomiyi faizden arındırmak imkânsız denecek kadar zor hale gelmiştir. Kapitalizm faizsiz olmaz, dünyaya hâkim güçler ise kapitalizmi bırakamazlar. Bu durumda farklı bir ekonomi modelinin, kapitalizmi reddeden ülkeler birliğince -seçenek olarak- uygulanmasına ihtiyaç vardır. Bu ülkeler birliği olsa olsa İslam ülkeleri arasında oluşabilir, ufukta böyle bir birliğin oluşacağına dair alametler görülmüyor; çünkü adına İslam ülkesi denilen ülkeler de faizci kapitalist ekonominin (ülkelerin, dünya patronlarının) egemenliği altında bulunuyorlar.

Siyasî ve ekonomik bir birlik ve dayanışma olmadan bir İslam ülkesinin tek başına faizsiz ekonomiye geçmesi ve bunu hem içeride hem de dışarıda (diğer ülkelerle ilişkilerinde) uygulaması oldukça zordur. Yine de faiz daha ziyade yoksulları, geri kalmışları yaktığı için inşaallah bir gün canı yananlarda birlik ve dayanışma şuuru uyanır ve bu şuur hayırlı sonuçlar verir.

Faizin her tarafı sardığı bir ülkede yaşayanların yolları az veya çok faize düşer, bankaya uğrar, faiz ödemek veya almak mecburiyetinde kalırlar. Bir Müslüman mecbur kalmadıkça parasını faize yatırmaz ve reel faizi alıp yemez, istemediği halde kesilen veya yatırtılan parasına reel faiz tahakkuk ederse bunu alır ve -kendisi muhtaç değilse- yoksullara dağıtır.

Kazancının tamamını içki, fuhuş, faiz, kumar gibi İslam’da haram olan yollardan elde etmiş bir kimsenin ikramı, hediyesi, bağışı kabul edilmez. Yarıdan fazlası helal olan kazanç sahiplerinin ikram ve hediyeleri kabul edilebilir.

Faizcilik yapan, içki üreten ve satan, kumar oynatan, fuhuş yaptıran kimselerin yanında (veya şirketlerde) zaruret bulunmadıkça çalışmak caiz değildir.

İslam’a göre caiz, meşru, helal olan bir işte -zaruret sebebiyle- çalışan kimse o işin sahibinden ücretini alır; bu ücretin helal olmayan bir yoldan kazanılmış olması işçiyi ilgilendirmez; işçi meşru bir iş yapmıştır ve onun bedelini almaktadır; pis olan para değildir, parayı kazanmanın yolu, sebebi, işidir. Belli bir yüz milyon lirayı birisi kumardan kazansa ona haram olur, aynı parayı meşru bir iş yaparak -mesela bir malı satarak, evini tamir ederek- kumarcıdan alan kimseye ise bu para helal olur.

Aynı şekilde faizden elde edilen para, anaparanın sahibine haramdır, ama bunu bir yoksula bağışladığında -bağış yoluyla elde edildiği için- yoksula haram olmaz. Burada -kazancın tamamı faiz ve haram olduğu için- yukarıda açıklanan kural ile bir çelişme var gibi gözükebilir, ama çelişki yoktur; çünkü faiz son aşamada (üretim girdisi olarak), anaparasıyla faiz kazanmayan yoksulların cebinden çıkmaktadır, yoksula verilen faiz, onun cebinden haksız olarak alınmış olanı tekrar cebine koymaktır.

Helal yoldan kazanılmış bir paranın bankadan alınması, mesela maaşların bankadan ödenmesi bu parayı haram kılmaz; çünkü para (maaş, ücret, satılan bir malın bedeli) faiz çemberine dahil değildir.

Bir şirket kurulurken faizli kredi alınmış ise yanlış yapılmış demektir, ama bu krediyle üretilen mal, alıcısına haram olmaz; çünkü satılan helal bir maldır, ödenen de helal bir paradır.

Enflasyon oranında faiz

Enflasyon oranında faiz helal midir? Yoksa faiz yerine altın, döviz vs. mi alınmalı? 

Faiz olursa, oran ne olursa olsun helal olmaz. Enflasyon oranında fazlalık faiz değildir. Mesela birine yüz lira ödünç verseniz, alt ay sonra enflasyon yüzde otuz olduğu için yüz otuz lira alsanız bu otuz liralık rakam fazlalığı faiz değildir, alt ay önce verdiğiniz paranın -satın alma gücü bakımından- eşit karşılığıdır.

Bu böyle olmakla beraber faizcilik yapan bankalara para yatırarak buradan enflasyon oranında faiz almak caiz olmaz; çünkü:

a) Bu bankalar sizden aldıkları parayı reel (enflasyon oranından fazla) faizle satmak suretiyle para kazanmakta ve size de o paradan ödeme yapmaktadırlar.

b) Bankaya para yatırmak bir akit yapmaktır; bu akit, faizli para alım satım aktidir, sonunda kâr da olsa zarar da olsa yapılan akit faizli akit olduğu için İslam’a göre meşru değildir.

Elinizde para var da bunu meşru yoldan nemalandıramıyorsanız özel finans kurumlarına yatırabilirsiniz.

Forex piyasası

Uluslararası para hareketleri ya da para takas işlemleri diye adlandırılan Forex piyasasında Dolar-Euro paritesinin veya Dolar-Paund paritesinin aşağı ya da yukarı hareketlerinden alım ya da satım yapıyorsunuz ve bundan dolayı para kazanmış oluyorsunuz. Burada yapılan işlemler sonucu kazanılan para helal midir? 

Forex farklı devletlere ait paraların alım ve satımıdır. Piyasayı iyi takip edenler bu alım satımdan para kazanabilirler. Mesela TL ile dolar almak istenirse -bütün paralar için hüküm aynıdır- bu alım satımın peşin olması gerekir. Vadeli olarak para alım satımı caiz değildir.

Hisse senetleri

İçki ve benzeri işler yapan, dolayısıyla kârlarının bir kısmı buradan gelen şirketlerin senetlerini sadece ticaret amacıyla olsa da satın almamak mı gerekir? 

Hisse senedini aldığınız şirket veya şirketler grubu, genel ve esas iş olarak ne yapıyor, ne üretiyor, ne alıp satıyor buna bakmak gerekir. Mesela tekelin veya bankanın hisse senedini alırsanız, bu iki kurumdan birinin genel ve esas işi haram içki üretmek, diğerininki haram olan faizli işlemler yapmak olduğu için bu ve benzeri şirketlerin senetleri alınıp satılamaz.

Esas işi ve fiilen işlerinin kahir ekseriyeti meşru ticaret ve üretim olan bir şirket, bazen faizli kredi alıyor veya parasını bankaya yatırıyorsa, kezâ sattığı ürünler arasında -bu ürünlerin küçük bir cüzünü, yüzdesini teşkil eden- içki vb. şeyler varsa Müslümanlar, şirketin esas işini, iş ve işlemlerinin çoğunu göz önüne alarak bunun hisse senedini satın alabilirler. Onların niyeti, yapılan işin helâl kısmına iştirak etmek, yalnızca bu kısma ortaklık olmalıdır. Bu böyle olmakla beraber, öncelikle tercih edilmesi gereken şirketler, az da olsa harama bulaşmayan şirketlerdir. Eğer böyleleri varsa, bunlar da güvenilir ve başarılı ise, onlara ortak olmak (hisse senetlerini bulup almak) mümkün ise diğerlerine gitmek caiz olmaktan çıkar.

Devletin borç senetleri

Ziraat Bankası’nın bono, Hazine’nin de gelire endeksli senetlerinden (GES) alıp satmak faize girer mi?

Devlet vatandaşından borç para alır, buna karşı üzerinde faizi veya başka bir şekilde getirisi yazılı senet verirse “faizli borç” almış olur. Verdiği getiri faizdir ve fertlerin birbirinden alıp verdiği faize nispetle manevî-dinî sorumluluğu daha ağırdır. Bir kişiden faiz alanın yediği haramı ve kul hakkını telafi etmesi mümkündür; günahına tevbe eder, aldığı faizi de sahibine iade eder. Devletten faiz alan kimse ise, devlete vergi ödeyen milyonların hakkını yemiş olur.

Bankaların ve şirketlerin ihraç ettikleri tahviller ve bonolar faizli borç senetleridir. Bunları satın alanlar, üzerlerinde yazılı olan faiz oranlarında faiz gelirini alıp yemektedirler ki, İslam’a göre bu işlem ve bu gelir haramdır.

Hazine’nin çıkardığı gelire endeksli senetler (GES) ilk çıkarıldığında “endekslendikleri gelir kaynakları” helal gelirlerin kaynakları olduğunu ve devletin bu kaynaklardaki hakkını senet mukabilinde satın alana devrettiğini göz önüne alarak (böyle olması gerektiğini, buna çevrilmesi lazım geldiğini söyleyerek) müspet karşılamıştık. Bu gelir kaynakları şunlardı: Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO), Devlet Malzeme Ofisi (DMO), Devlet Hava Meydanları İşletmeleri (DHMİ) ve Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü (KIYEM). Bunlardan bütçeye aktarılan hasılat payları, malî bir hakkın devri yoluyla “senet alanlara” devredilmiş olacaktı. Özel görüşmelerde bazı ilgililere “Bu senetlerin ’gelire endeksli senet (GES)’ değil, ’gelir ortaklığı senedi (GOS)’ olması gerektiğini, maksat bu ise adının da böyle olması gerektiğini, ayrıca bu senetlerin ’devletin borçlanma enstrümanlarını çeşitlendirme‘ amacıyla ve borçlanma mahiyetinde olmaması, devletin hakkı olan bazı helal gelirlerin ’senet mukabilinde bedeliyle geçici devri‘ mahiyetinde olması gerektiğini” ısrarla söylemiştim.

Gelire endeksli senet (GES) olduğu sürece bu senetler de “devlet tahvili gibidir. Gelir ortaklığı senedi (GOS) haline gelmedikçe bunların geliri de faizdir.

Nemalar alınabilir mi?

Tasarruf keseneğinin neması alınabilir mi? 

Memurlardan tasarruf maksadıyla kesilen meblağlar sebebiyle ödenen faizin alınıp kullanılabilmesi için bunun faiz olmaması gerekir; faiz olduğu müddetçe alınıp, maliki tarafından kullanılamaz, fakirlere verilir. Ödenen ve adına faiz denilen bu meblağın faiz olmaması niyete ve hesaba bağlıdır; şöyle ki:

Memurun rızasına bakılmaksızın kendisinden kesilen para onun hakkıdır, bu para yine onun rızasına bakılmaksızın bankalarda işletilmekte, faize verilmekte veya devlet tarafından faizle kullanılmaktadır. Memur, kendisine zaman zaman verilen ve adına faiz denilen meblağı alıp bir yere kaydettikten sonra istediği gibi sarfeder ve bunu devletin kestiği anapara olarak kabul eder (bu niyetle alır ve harcar). Faiz diye ödenen meblağlar, kendisinden kesilen para miktarına ulaşınca, bir de geçen zaman içinde paranın ne kadar değer kaybettiğini (enflasyon miktarını) hesaplar veya hesaplattırır. Rızası dışında kesilen para kendisine ödenirken, kesildiği günün değeri (alım gücü) üzerinden ödenmelidir, bu fark memurun hakkıdır. Bu sebeple enflasyon farkını da tamamlayıncaya kadar kendisine verileni alıp harcamaya devam eder. Anapara ve buna ilave olarak enflasyon farkını aldıktan sonra verileni ise -bu anaparadır dense bile- alamaz; çünkü bu faizdir, daha doğrusu alır ve fukaraya dağıtır, bankada bırakmaz.

Hayat sigortası

Hayat sigortası caiz midir? 

Bir kimseden belli zamanlarda belli miktarda para alınıyor, bu para diğerlerinden alınanlarla beraber çeşitli yollardan nemalandırılıyor, yine önceden belli bir nisbeti, belli zaman geçince o kimseye (sigortalıya) ödeniyor. Bunun meşru olabilmesi için yapılan işlem, İslam hukukuna göre meşru olan bir hukukî işlem (muamele) olmalı, para da meşru şekillerde nemalandırılmalı, helal-haram kaidelerine riayet edilmelidir.

Meselemizi bu umumî kaide içinde ele aldığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: Sigortalının ödediği para “ödünç” olsa, alacağı ancak verdiği kadar olur, fazlası faizdir. Sigortalının ödediği para ortaklık sermayesi olsa, bu takdirde kâr ve zararda ortaklık sözkonusu olmalıdır. Sigortada, sigortalıya ait kâr ve zarar, nispet (oran) olarak önceden belirlenmediğine göre buna “kâr ve zararda ortaklık” demek de mümkün değildir; çünkü daha kâr belli olmadan sigortalıya verilecek miktar belli olmaktadır. Ayrıca sigorta şirketlerinin hemen tamamının bankalarla alakası vardır, bir kısmı ise zaten bankaların yan kuruluşları gibidir. Toplanan sigorta primleri, haram-helal kaidelerine riayet edilmeden nemalandırılmaktadır. İşte bu sebeple “adına hayat sigortası vb. denilen” mezkûr işlem, İslam’a göre meşru değildir.

Konut ve ihtiyaç kredisi

Kirada oturan birisinin birikmiş bir miktar parası var, ancak bir ev almaya yetmiyor? Bu durumda konut kredisini almak caiz midir? 

Helalinden kazandığınız, fakat bir ev almaya yetmeyen paranızı yine helal yoldan işletip nemalandırarak çoğaltmak ve bununla bir ev almak en tabii hakkınızdır. İslam, evi, Müslüman’ın aslî ihtiyaçlarından biri saymış, zekât matrahına da dahil etmemiştir; yani kişinin evinden vergi de almamaktadır.

Bugün Müslümanların birçoğu bu durumdadır, evi yok, kirada oturuyor (kirayla evde oturmak mesken ihtiyacını tam olarak karşılamaz, kiracı huzursuzdur, geleceğinden emin değildir), biriktirdiği parayı helal yoldan işletme ve nemalandırma imkânları yok denecek kadar azdır, enflasyon canavarı, binbir emekle elde edilmiş parayı her gün oburca yiyerek değerini azaltmakta, para pul olmaktadır; özel finans kurumları, dövize çevirme, borsada oynama, altına yatırma gibi helal saydığımız işletme ve nemalandırma yolları bazen, enflasyon farkı kadar bile gelir (nema, kâr) getirmemektedir.

Bunlar birer gerçek olduğu kadar, dünyada ve ülkemizde faizcilik ve bunun en yaygın kurumu olan bankacılık yoluyla yoksulların, dar gelirli kesimin, sermayeyle iş yapmayanların, hatta bir kısım sanayicilerin zarara uğratıldığı, helal kazançlarının haksız olarak ellerinden alındığı, risk ve zarar paylaşılmaksızın büyük kârlar elde edildiği, çoğu kez faiz kadar üretim ve yatırım yapılamadığı için öz sermayelerin küçüldüğü, enflasyonun kudurduğu da bir gerçektir. Aslında bütün dünya iktisatçıları faizli ekonomi yerine kâr ve zararın, kazanç ve riskin adil olarak paylaşıldığı bir sisteme geçmenin yollarını aramalı, modelini oluşturmalıdırlar. Aksi halde halkların çoğunluğu ve geri kalmış ülkeler durmadan fakirleşecek, mutlu azınlıklar ve kalkınmış ülkeler servetlerine servet katacaklar, ama bunun sonu sosyal ve uluslararası felaket olacaktır.

Bu genel değerlendirmelerden sonra sizin meselenize gelelim:

a) Öncelikle helal yollardan (özel finans kurumları, hisse senetleri, güvenilir tüccar ve sanayiciler bulup ortaklaşa işletme, döviz ve altına yatırma, alım-satım) paranın değerini koruma ve miktarını arttırma çarelerine başvurmak gerekir.

b) Bunun yolu ve imkânı bulunamazsa, paraya da aslî ihtiyaçlardan biri için (ev de aslî ihtiyaçtır) ihtiyaç varsa reel kazanç neresi veriyorsa oraya başvurulmalıdır. Bu durumda sorumluluk, darda kaldığı, aslî ihtiyacını başka türlü gideremediği için faize başvuranda değil, onu buna mecbur kılan, toplumun bu gibi ihtiyaçlarını gidermenin meşru yol ve imkânlarını hazırlamayan ilgililere aittir.

Türkiye’de verilen mesken ve araç kredilerini almanın caiz olması şu şartlara bağlıdır:

1. Verilenin teşvik kredisi olması (faiz yoluyla paradan para kazanmaya değil, belli sektörleri teşvik etmeye ve vatandaşların aslî ihtiyaçlarını sağlamayı kolaylaştırmaya yönelik bulunması, bu maksatla veriliyor olması).

2. Eğer reel faiz ihtiva ediyorsa alanın buna gerçek manada muhtaç olması ve ihtiyacını başka bir kaynaktan aynı şartlarda karşılama imkânından mahrum bulunması. Bir insan kendisinin, ailesinin ihtiyacı sebebiyle veya işi bunsuz yürümediği için bir (veya daha fazla) arabaya, meskene, işyerine muhtaç olabilir. Bunları almak için yeterli parası yoktur, sermayeden ayırsa -yalnızca kârı azalacak değil- işi yürümez hale gelecektir, faizsiz olarak kredi alacağı bir kaynak yoktur, kiralama veya murabaha (vade farkıyla satın alma) yöntemleriyle almaya kalkışsa arada önemli bir fiyat farkı bulunmaktadır. İşte bu gibi durumlarda -lüks olan arzusunu değil, mübrem, gerekli, olmazsa rahatsız edici, zarar verici olan- ihtiyacını gidermek için faizli kredi alabilir. Geçmiş zamanlarda da âlimler bunu -bu şartlarda- caiz görmüşlerdir.

Kredi kartı

Kredi kartıyla alışveriş caiz midir? 

Kredi kartıyla borçlanmada eğer borç, “süresi içinde, faiz tahakkuk etmeden, süresi geçtiği için borç faizli krediye dönüşmeden” ödenirse bu alım-satımda bir sakınca ve günah yoktur. Alınan küçük yüzdeli ek ödeme, parayı tahsil eden, kefalet ve vekalet yoluyla işlemi takip eden kurumun (bankanın) komisyonu; yani para havalesinde aldıkları gibi hizmet ücretidir. Özel finans kurumları ise, kart hamilini vekil kılarak malı aldırıp sonra onlara satmak şeklinde işlem yapmakta, satarken bir kâr koymaktadırlar. Vade farkı faiz değildir, malı parayla sattığınızda faiz oluşmaz.

Gecikme cezası 

Gerek su, gerek doğalgaz, gerekse telefon ve benzeri faturalar zamanında ödenmediği zaman gecikme cezası uygulanıyor. Gecikme cezası faiz midir?

Su ve benzeri hizmet abonelerinin gecikme zammı veya cezası ve depozitolarının zayi olmamasıyla ilgili sorularınıza benim bilgi ve kanaatim şu cevabı vermemi gerektiriyor:

1. Su bedellerini zamanında ödemeyen abonelerin idareye verdikleri zarar ve getirdikleri külfet ikidir:

a) Para değer kaybettiği için bedelin -değer olarak- eksik alınması.

b) Takip, kapama ve açmanın getirdiği külfet ve masraflar.

Eğer borcunu zamanında ödemeyen şahıs bunu kasten veya aynı mahiyette olan ihmal, tedbirsizlik ve sorumsuzluk sonucu yapmış ise verdiği zararı, sebep olduğu ek masraf ve külfeti karşılamak mecburiyetindedir. Yokluk, yoksulluk, acizlik yüzünden yapmış ise (bunu da objektif ölçütlerle tespit etmeniz mümkün ise) zammını değil, aslını bile ödemesi gerekmez; toplum her şahsın temel ihtiyaçlarını teminden sorumludur, bunun su kısmı da sizin idarenize düşer.

Kasıt veya ihmal yüzünden su ve atık borcunu zamanında ödemeyen şahıstan iki farklı ödeme alabilirsiniz:

a) Gecikme müddetince paranın değer kaybı (bunu ilan edilen enflasyon nisbetinde yapabilirsiniz, meclis enflasyonu gözönüne alarak bir gecikme zammı nispetine karar verebilir.)

b) Borcunun zamanında ödenmemesi sebebiyle idarenin takip ve yazışma suretiyle verdiği hizmetin bedeli (bu da yaklaşık bir nispette kararla tesbit edilebilir.) Bu arada su kapatılmış ve açılmış olursa bunun bedeli ayrıca alınacaktır.

2. İdare nasıl geç ödenen borcu, ödeme tarihindeki değeriyle alıyorsa, anlaşma yaparken aldığı depozitoyu da, aldığı tarihteki değeriyle ödemelidir. Çünkü idare bu meblağı, emanet olarak alıp bir kasada muhafaza etmiyor, kullanarak istifade ediyor. Bunu borç alınmış, sonunda meblağın sahibinin idareye borcu bulunmadığından takas edilememiş ve ödenme mecburiyeti hasıl olmuş bir “abone alacağı” olarak kabul etmek gerekiyor. Borçların ödenirken -alındığı tarihteki değeri üzerinden- ödenmesi gerektiği genel bir ödeme kuralıdır. Bu ödemeyi bir esasa (ölçüye) bağlamak gerekir. Eğer birçok yıldan sonra enflasyon ortalamasını hesap etmek ve bunu karara bağlamak zor ise başta dövize endeksli hale getirmek mümkündür.

Borsa ve senet ticareti

Borsada hisse senedi alım satımı yapmak caiz midir?

Hisse senedi alım-satımına iki farklı yönden bakmak gerekir:

a) İmal edilmesi, ticareti, hizmeti caiz olan bir konuyla meşgul bulunan bir şirketin hisse senedini alarak ona ortak olmak. Şüphesiz bu tasarruf caizdir; alan, şirketin malvarlığına hissesi nispetinde ortak olur, kâr ve zararına katılır, dilediği zaman da hissesini başkasına satabilir.

b) Ait olduğu iktisadî değerden bağımsız olarak değer kazanıp kaybeden bir hisse senedini, eldeki parayı değerlendirmek, değerini korumak, iniş-çıkışları gözeterek para kazanmak maksadıyla alıp satmak. Borsadaki alışverişler daha çok bu ikinci maksada yöneliktir. Bu manada borsada oynamak (!) tam olarak değilse de biraz kumara, piyangoya benziyor, gerçek değerin üstünde ve dışında kâğıtların pahalanıp ucuzlamasına sebep oluyor, ekonomiye ve üretime önemli bir katkısı olmaksızın paralar kazanılıyor ve kaybediliyor. İşte bu bakımdan borsada “oynamayı” makbul bir ticaret olarak görmüyorum.

Ancak mevcut düzende ve şartlarda oynama olmadan borsanın da olmayacağı, halbuki parayı faizle nemalandırmaya karşı borsanın bir meşru seçenek olduğu gerçeğini de görmezlikten gelemiyorum.

Ekrem Altıntepe’nin Prof.  Dr. Hayrettin Karaman ile Ropörtajı / Moral Dünyası Dergisi