Etiket arşivi: farz

Kâbe’yi tavaf etmek, ona secde etmek putlaştırmak olmuyor mu?

İnsanın aklına zaman zaman çok değişik sorular takılabiliyor. Bunların bazıları herhangi bir uyaran olmaksızın akla geliyor, bazıları ise özellikle kafa karıştırmak maksadıyla belli mecralarda kotarılıp yayılan kasıtlı sorular oluyor.

Birinci gruptakiler genellikle bilgi eksikliğinden ortaya çıkarken ikinci gruptakiler çoğu çeşitli mantık hataları barındıran, yanlış bilgilerin derlenmesiyle oluşturuluyor.

İki grup arasındaki en bariz fark da; birinci grupta olanlar gerçekten sorularına bir cevap ararken ikinci gruptakilerin tüm iddialarını çürütüp sorusunu cevaplasanız bile, biraz sonra onları aynı sorularla başka birilerinin kafasını karıştırmaya çalışırken görebilirsiniz.

Birinci grupta olduğunu düşündüğümüz sorulardan biri de Kâbe ile ilgili olandır. Özellikle Mekke’de Mescid-i Haram’da namaz kılanları gören bir kişi yeterli bilgi sahibi değilse kutu şeklinde bir yapıya doğru secde eden binlerce kişinin görüntüsünü putperestlerin davranışlarına benzetebilir.

Bu nedenle akıllarda soru işaretleri olmaması adına konuya açıklık getirelim.

Putperestlikte secde edilen şey ya mabut olarak tanınmakta, yani doğrudan o nesneye tapınmak maksadıyla secde edilmektedir ya da tabiri caizse Allah katında torpil yaptırma gücü atfedilen putlara bu maksatla secde edilmektedir.

Kâbe’ye doğru yapılan secdenin ise bu iki durumla da hiç alâkası yoktur. Kâbe’ye doğru secde eden bir Müslüman asla Kâbe’yi bir mabut olarak veya Allah katında bir şefaatçi olarak düşünerek secde etmez. Daha açık bir ifadeyle hiçbir Müslüman Kâbe’ye secde etmez. Kâbe’ye doğru secde eder. Putperestlikte ise doğrudan o nesneye secde edilmektedir.

Kâbe’ye doğru secde edilmesinin bir maksadı tüm Müslümanların ibadetlerini yaparken bir noktaya yönelmesini sağlamaktır. Nasıl ki hangi din mensuplarının yaşadığını bilemediğiniz bir köyden geçerken bir ezan sesi duysanız oranın bir Müslüman köyü olduğunu bilirsiniz. O köy Dünya’nın neresinde olursa olsun fark etmez okunan ezan hep aynıdır. Ezan sesi İslâm nişanlarından biridir ve duyulduğu yerde Müslüman birileri var demektir.

Hatırlarsanız milletimizi İslâm’dan kopartma gayretine girmiş olan bir takım insanlar, vaktiyle memleketimizde Türkçe ezan uygulaması yaptırarak o nişanı ortadan kaldırmak, bizi İslâm beldesi sınıfından çıkarmak için devlet eliyle yaptırım uygulamışlardı.

İşte Kâbe’ye yönelmek de İslâm nişanlarından biridir. Dünya’nın hangi noktasında olursa olsun bir Müslüman namaz kılacağı zaman yönünü Kâbe’ye çevirir. Cenazesini mezara koyduğunda yüzünü Kâbe’ye çevirir. Dolayısıyla bir mezar görüldüğünde, mezarda yatan kişinin sağ yanına yatırıldığında yüzü Kâbe’ye yöneliyorsa, o kabrin büyük ihtimalle bir Müslüman’a ait olduğu anlaşılabilir.

Tekrar etmek gerekirse, Müslümanlar Kâbe’ye secde etmez, Kâbe’ye doğru secde eder. Kâbe’nin secde edilen yönde olması ona secde edildiği anlamına gelmez. Nasıl ki evde namaz kıldığımız sırada dolap, yatak, vitrin, koltuk gibi eşyaların secde yönümüzde bulunması bizim onlara secde ettiğimiz anlamına gelmiyorsa Kâbe’nin secde ettiğimiz yönde olması da ona secde ettiğimiz anlamına gelmez. Bu yönüyle tıpkı pusulanın kuzeyi gibi bir yön sabitleme aracıdır Kâbe.

Bütün bunlar bir yana bize namazlarımızda yönümüzü Kâbe’ye çevirmemiz Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz tarafından emredilmiş, namazın nasıl kılınacağı Cebrail as. tarafından Sevgili Peygamberimize gösterilmiştir.

Putperestlerin secde ettiği şeyler ise kendilerinin icatlarıdır. Onları tazim etmek için yapmış oldukları her türlü seremoni de kendi uydurmalarıdır.


İslâm’ın şartları arasında olan ve Rabbimizin maddi gücü yeterli olan her Müslüman’a farz kıldığı ibadetlerden biri de Hac’dır. Bu ibadetin yapılış tarzı da yine Sevgili Peygamberimiz tarafından bize tarif edilmiştir. Dünyadaki Müslüman milletler arasında tanışma, kaynaşma, fikir alışverişi, birlikte hareket etme gibi pek çok hikmetleri olan bu ibadet için de sabit bir buluşma noktası gereklidir ve bunun için kıblemiz Kâbe’den daha uygun bir yer olamaz.

Tavaf sırasında Kâbe etrafında dönmenin de Kâbe’ye ibadet etmekle hiç alâkası yoktur. Kâbe orada da tavaf ibadetinin mekânı olarak belirlenmiştir.

Son söz olarak;

Kâbe hiçbir Müslüman’ın putu değildir ve olamaz.

Bunun yanında para, şöhret, makam, güç ve şehvet gibi pek çok put adayı çevremizde dolanıp bizi yoldan çıkarmaya gayret etmektedirler. Asıl bu konularda gözümüzü dört açmamız gereklidir.

Muhiddin Yenigün

Bu yazı gözden geçirilerek Zafer Dergisinin 2018 Temmuz (499.) sayısında yayınlanmıştır.

Allah’ın emri terk edilerek Allah’ın rızası kazanılır mı?

15 Temmuz 2016 gecesi, kendini din kisvesine sokmuş “Allah ile aldatan” bir grup vatan haini, yıllardır sakladığı iç yüzünü göstererek büyük bir vahşete ve dudak uçuklatan bir ihanete imza attı.
Kendi insanına silah doğrultan ve 250 canı hiç acımadan şehit edip binlerce insanı yaralayan , başarılı olamayınca da yaptığına “tiyatro” diyen FETÖ isimli bu terör örgütü; Bediuzzaman’ı ve Risale-i Nurları; safsatalarına, kendi hain emellerine alet etmeye devam ediyor.
Şimdi de FETÖ grubuna ait bir üniversite olan Mevlana Üniversitesi tarafından sosyal medyada paylaşılan bir görselde Risale-i Nurdan bir cümleyi çarpıtmışlar. Üstelik manasınıcarpıttıkları bu cümleyi haksız davalarına bir dayanak olarak gösteriyorlar.
“İslam şimdi öyle mucahitler ister ki dünyasını değil ahiretini dahi feda edecek…” 
Bu ifade Ali Ulvi Kurucu tarafından Bediüzzaman’ a ithafen yazılmış ve Bediüzaman’ın onayından geçerek kendi tarihçe-i hayatının başına konulmuştur.
Murat manası da şudur: “İslamiyet sadece kendi ahiretini düşünüp, köşesine çekilip, kendi Kur’an ini okuyup, evradını yapıp hiçbir şeye karısmayan, sadece kendi şahsi kemalatını ve terakkisini düşünen kişiler değil,  (dinin ogretilmesinin yasak olduğu zamanları düşünün) kendi dünyasını sürgünlerle hapislerle zehirlenmelerle feda edip, öte yandan da sadece kendi ahiretini düşünmeden başkalarına da İslami anlatmayı hedefleyen kişiler ister.”  Yani burada ilay-i kelimetullahın ( İslam’ı başkalarına anlatmanın )  önemi anlatılıyor.
Yoksa bu cümleden murad mana : “Ahiretini feda edip farzları terk et. Ta ki başkasının cennete girmesine vesile ol” gibi bir saçmalık değildir. Zinhar olamaz da! 
Allah’ın emri çiğnenerek Allah’a hizmet edilemez.
Bediüzzaman’ ın farzlara ve Sünneti Seniyye’ye verdiği önem, hayatıyla ortadadır. Divan-i Harb-i Örfide ölümle yargılanırken bile asla islamı anlatmaktan ve Rus generale karşı idam edilme pahasına İslamiyet’in izzetini korumaktan vaz geçmemiştir. Çıktığı onlarca mahkemede hep imanı ve İslamiyet’in esaslarını anlatmış, asla dinin en cüzi bir umurundan dahi taviz vermemiştir. Talebelerine en önemli tavsiyesi “farzlarınızı işleyin,  kebairi terkedin. Sünnet-i Seniyye’ nin siperine,  Kur’an’ın kalesine takva silahı ile sığının” dır.
10.Lema olan şefkat tokatları risalesinde kendi şefkat tokadını yazarken” Ne vakit kendimi düşündüm; köşeme çekilip evradımla meşgul oldum; oradan başka bir sürgüne gönderildim” manasını ifade etmiştir….
Her şeyi kafasına ve işine geldiği gibi yorumlayan FETÖ grubu bu ifadeyi de iskembe-i kübrasına göre yorumlamış ve sanki başkalarının ahiretini kurtarmak için kişinin gerekirse harama girebileceğini ima etmiştir. Bunu Risale-i Nur’dan bir cümleyi referans göstererek ifade etme çabası ise hezeyandan başka bir şey değildir…
Vesselam…
Asuman Kılıç – Risale Ajans

Nefis, Akıl ve Vicdanımla Muhasebe

Çok zamandır sesli/sessiz dillendirmeye çalıştığım bu muhasebem, nefis-akıl-vicdan arasında geçerken iradem de klavyeye dokunarak size iletilmesine vesile oldu.

Kırk yılı aşan Risale-i Nur Külliyatının mütalâasında anladığım ile anlatılmak istenilenin muhasebesi hep terlediğim, sıkıldığım ve cevap veremediğim hesaplaşmadır. Üstadımın söyledikleri uyguladıklarımla ne kadar örtüşüyor?

Tabiat gezilerinde gördüğüm bir çiçeğin üzerinde tecelli eden o muhteşem Esma-i İlâhi’yi davranışlarımda ne kadar tezahür ettirebiliyorum ki muhteşem tezahürün adını bile kullanamıyorum burada! Kaldı ki o çiçek üzerinde tecelli eden esma sayısız iken hâla üç beş isimden ötesini anmaya ve anlamaya geçemiyorum. Bu taraftan da satırlara bile yazdırılan “kırk yıldır Külliyatı okuyorum” diye ilânım da var ama işte mütalâam ortada.

BedizzamanUhuvvet ve ihlâs düsturlarını neredeyse ezbere yakın anlatırken uygulamada bu satırda bile ihlâsı kaçırdığımı fark ettiniz mi? Ümitsizlik vermek için anlatmıyorum bunları, zira muhatabım siz değilsiniz ki! Doğrudan muhatap nefsim olduğu için ona ümidi nasıl verebilirim sorarım şimdi size? Nefsin temize çıkarılmaması lazım, esasından hareketle kardeşler arasında kendimi ne kadar kusurlu gördüm, iftiharda kendimi ne kadar geri çektim, bilemiyorum! Hizmette önde ücrette geride olma prensibi tozlanmaya çoktan başladı.

Üstadın, ele geçen ekonomik imkânların Nurların intişarına kullanılması tavsiyesini bir emir olarak nasıl anladım veya uyguladım acaba? Sattığı koyunların parasını Haşir Risalesinin bastırılmasına sarf eden rahmetli Tahirî ağabey bugün bana ne demek istedi? Dükkândaki sermayenin biraz daha fazlalaşmasını beklerken, arabamın modelini yükseltirken, evin eşyasını değiştirir, ev ve yazlığı en iyi yerde ararken kırk yıldır İktisat Risalesindekilerle beraber Üstadın “azami kanaat, azami fedakârlık,…” diye devam eden azamîlerin ruhsatını mı tercih ettim acaba?

Risale-i Nur’a talebeliğin ilk beş şartı olan; sünnete tabi olmak, farzları yerine getirmek, kebâiri terk etmek ve bilhassa namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmak esaslarından son ikisini atlamamaya ne kadar muvaffak olabildim?

Uhuvvet Risalesinin sonundaki gıybet bahsini okurken gıybet ve dedikodularımla haramdan sakınmada sınıfta kaldığımı üzülerek gördüm.

Yapmaya çalıştığım ibadetlerime güvenen ucbumla, haramdan sakındıracak kadar Allah’tan korkmamın yeterli olmadığını nefsime bir türlü anlatamadım. Sonra da kalkıp âleme nizam vermeme ne demeli?

Yok, yok! Bu böyle gitmemeli! Bu gaflet nereye kadar sürmeli idi? Bu muhasebem çareye yönlendirmelidir. Nefsimin aciz ve sürekli kusurlu olduğunu bilmeliyim. Evvelâ nefsimi günahlardan arındırmalıyım ki kurtuluşa ereyim. Harama hassasiyetimi etkin kılmalıyım. Her şeyin fâni olacağını unutmazken kendimin, nefsimin de bir gün fâni olacağını aklımdan çıkartmamalıyım. Ama Rabbim haydır, bakidir hem birdir. Dolayısıyla benim zannettiğim bütün kemalât O’ndan birer ihsandır. Kemalim, kemalsizlikte, kudretim aczde, zenginliğim fakirliğimde saklıdır.

Mehmet Çetin

Namaz, hayatın disiplinidir!

Dünya sanki devamlı zikreden bir gök cismidir. Dünyanın dönmesiyle namaz saatleri boylamlara göre dağılıyor, her an bir boylamda namaz kılan var; bir yerde akşam namazı, bir yerde sabah namazı, başka bir yerde ikindi namazı kılınıyor. Yani yeryüzünde her an beş vakit namaz kılınıyor.

Demek ki namaz dünyaya göre, bizim hayatımız da namaza göre tanzim ve tertip edilmiş. Bu sebepten namazın vakti değil, vaktin namazı var.

Her Müslüman zamanını iyi kullanmaya ve değişen zamana ayak uydurmaya mecburdur. İşte namaz, aynı zamanda vakitli bir ibadet olduğundan insana zamanın kıymetini de öğretiyor. Müslüman’ı her gün değişen zamana karşı uyanık tutup, zamanını iyi değerlendirmeye sevk ediyor.

Bediüzzaman Hazretleri de bunun önemini şu sözlerle bildirmiştir: “Namazı vaktinde kılmanın ne derece tükenmez, uhrevî bir sermaye olduğu anlaşılıyor ki, her namaz vaktinde âlem-i İslâm denilen muazzam camide, yüz milyondan fazla cemaat-ı kübra namaz kılıyor. O cemaatte her bir adam umum cemaate dua ediyor.”

İslamiyet Allah’ın plan ve programıdır; ibadetler bu programa göre farz, vacip, sünnet sırasıyla yapılır. Farzlar, ana yoldur. Vacipler, sünnetler ona bağlı olan tali yollardır. Tali yollar ana yollara göre yapıldığı gibi sünnetler de farzlara göre yapılır. Namaz, sırat-ı müstakimdir, ana yoldur. Bu yol cennete gider. Diğer yollar buna bağlıdır.

Allah, namazın vakitlerini bize bildirmiş. Mesela emir vermiş: “İkindi namazını kıl!” Emri aldık, “Lebbeyk, başüstüne!” dedik, kıldık. Vazifemiz Allah’a itaat etmektir. “Sonra kılarım.” diyen Allah’a itaati tehir ediyor. Bu serkeşliktir, başıboşluktur.

Ben askerim, yirmi sene askerlik yaptım. Mesela eğitimde kumandan “Yat!” diyor, bir dakika geç kalınsa kumandan “Sen vuruldun! Çık, git!” diye seni cezalandırıyor, taburdan atıyor. Çünkü disiplin kumandana itaattir. İtaat etmeyen disiplinsiz hareket etmiştir, çok tekrarlanırsa ordudan da atılır. Namaz bir yönüyle mümin için hayatının disiplinidir.

Namaz tüm ibadetlerin numunelerini barındırır, Müslüman’ı İslamiyet’e bağlama yönüyle dinin direğidir, aynen çadırın orta direği gibi. Orta direk kırılırsa, çadır çöker. Yandaki direkler fayda vermez.

Dünya İslamiyet’in yaşandığı yerdir. Bu sebepten namazla insanı ayrı düşünmek doğru değil. Müslüman varsa namaz kılan da vardır. İnsanın karnı acıkınca sofraya oturur bir şeyler yer, yorulunca uzanıp dinlenir, terleyince banyo yapar temizlenir yani vücudunun, organlarının ihtiyaçlarına göre hareket eder. Bunlar hepsi insanın halleridir. İşte insan bu halleri yaşarken Allah’ın emirlerine, sünnet-i seniyeye dikkat ederse İslamiyet ile bütünleşir. Hayatımızı namaza göre programlamak sünnete riayet etmektir. Karşılığı cennettir. Nasıl ki şahsi hayatımızı programlıyorsak dini hayatı da göz önünde bulundurmak lazım. Pikniğe gideceğiz, yolculuğa çıkacağız; seccadeyi alalım orada namazımızı kılalım. Mesaiye başladık, abdestimizi hazır tutalım, çay molasında namazımızı kılalım.

Namaz kılmak nasıl ibadetse, torna tezgahında çalışmak, çiftçi, asker, mühendis, esnaf olmak da ibadettir. Tezgah helal kazanç makamıdır, çok sırlı bir yerdir; onunla geçimimizi temin ederiz, zekat veririz, yakınlarımıza faydalı oluruz. Şuurlu Müslüman tezgahla seccadeyi birleştirir.

Peygamberimiz (sas) “Göğüs boşluğunuzda iman, tıpkı bir elbisenin eskidiği gibi eskir. Öyleyse Allah’tan imanınızı tecdid etmesini isteyin.” buyurmuştur.

Yani insanın inancına ibadetine zarar veren çok haller vardır. Namaz kılmak aynı zamanda tecdid-i imandır, imanı yenilemektir.

Namaz, Allah’a itaattir. Müslüman, namazı içtimai hayatına da taşırsa, ömrünün bütününde Allah’a itaat etmiş demektir.

Allah, hepimize hüsn-ü hatimeler, güzel sonlar ve sonuçlar nasip eylesin.

Ömer Okçu

Bir Selam Ver Ama Selam Olsun

Bir mekâna giriyoruz veya bir tanıdığa rastlıyoruz ve ilk kelamımız ne oluyor genelde? Muhtemelen su kelimeler dökülür dilimizden: “Selaaam, günaydın, hayırlı sabahlar, iyi günler, iyi akşamlar veya selam aleykum”. İşte en geç bundan sonra bir klasik selamlaşmanın getirdiği samimiyetsiz konuşma geçer tanıdıklarımızla: “Nasılsın? —İyiyim, sen nasılsın? Bende iyiyim!

İster iyi olun ister kötü, cevabımız hep aynı olmuyor mu? Belki de dertleşmeye ihtiyacımız var ama çoğunlukla klasikleşmiş bir selamlaşma ve konuşma yapıyoruz ki, bu samimiyeti ve güveni sarsıyor ve açık konuşamıyoruz. Bu konu her ne kadar önemli ise de başka bir bahis olduğundan girmeyip “selamlaşma” konusunu ele almak istiyorum.

Dinimizde selamlaşmanın hükmü

Selam vermek sünnet, selamı almak ise farzdır. Selam veren sünnet sevabı aldığı gibi, karşısındakine de farz işlettiği için onun kadar sevap alıyor. Selam veren kişinin unutmayacağı şey selam vermenin sünnet olması ve o kimseye duada bulunduğudur. Bu niyet ile verilen selam o kişiye sevap kazandırır. Sünnet olduğu unutulup, alışkanlık haline gelmişse ve şuursuzca selam verilirse, sevap olmaz. Yaşadığımız ahir zaman olması hasebiyle sünnetlere daha da sık sarılmamız gerekir. Hadisi Serifte Resulullah efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Ümmetimin fesada düştüğü bir zamanda, sünnetime sımsıkı sarılan şehit sevabı kazanır.” (Taberani)

Ayrıca unutmamak lazım ki, müslümanın müslüman üzerinde olan hakları vardır. Buharide geçen bir rivayette efendimiz, “müslümanın müslüman üzerindeki beş haktan biri de selam vermektir” dediğini unutmamalıyız.

Selam’ın anlamı nedir?

Selam, emniyet, huzur, selamet, sağlık, barış, rahatlık, iyi netice, kurtuluş gibi manalara gelir. Selam vermek, bir kimseye yapılacak en güzel duadır. Selam, (Ben müslümanım, benden sana zarar gelmez, selamettesin) manasına, selamet üzere ol, müslüman olarak öl manalarına da gelir. Bu sebeple dinimizde selamlaşmanın önemi büyüktür. Müslümanların yanına girerken, çıkarken, karşılaşınca, ayrılırken mutlaka selam verilmelidir! Bu husus müslümanlar arasındaki sevgiyi pekiştirmeye vesile olur.

Selamlaşmanın önemi

Selam vermek o kadar önemlidir ki, biriyle karşılaştığınızda veya telefonda konuşmak istediğinizde, kelam etmeden yani konuşmaya başlamadan önce selam vermek lazım gelir. Bunu bize Resulullah’ın şu hadisi şerifi bildiriyor: “Selam vermeden söze başlamayın. Selam vermeden konuşana cevap vermeyin.” (Hakim)

Mümin evine girdiğinde ev halkına selam vermeli. Eğer evde kimse yoksa “Esselamü aleynâ ve alâ ibadillahissalihin (Allah’ın selamı bizim ve Salih kulların üzerine olsun)” demelidir. Unutmamak lazım ki müslümanın evinde rahmet melekleri bulunur. Böylece hepsine selam vermiş oluruz. Bu durumun bize nice faydaları vardır ki şöyle: “Evine girerken selam veren, Allah’ın himayesinin garantisi altındadır.” (Ebu Davud)

Özet

Son olarak bir konuya daha değinelim. Selam’ı yaymak ve selamlaşmanın önemin sebeplerinden biri de “Selam “ Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinden biri olduğudur. Kuranı Kerimin on iki yerinde Allahu Teâlâ mümine selam verdiğini tespit edebiliriz. Selam’ı yaymak Allah’ı razı eden bir amel olduğunu Peygamberimiz bize bildirmektedir. Daha önce belirttiğimiz gibi selamlaşmak müminler arasındaki muhabbeti arttırdığı gibi selam vermeyenler cimri olduğunu belirten bir sürü hadisi şerif vardır.

Günaydın, iyi günler, hayırlı sabahlar, iyi aksamlar gibi kelimelerin hiç biri, müminler arasındaki selamlaşma ameliyle denk değildir. Bu kelimelerin bir mahsuru yoksa bile, “Es selamu Aleykum” ve “Ve aleykum selam” demenin yerini almaz ve sünnet olan selamlaşmayla alakası yoktur.

Selam vermek ve yaymak niyetiyle, şuurlu bir şekilde bu amele devam etmeyi Allah (c.c.) bizlere nasip etsin. AMIN!

“Selam, Allah-ü Teala’nın isimlerinden bir isimdir ki, onu Allah (c.c.) selamlaşmak için yeryüzüne koymuştur; o halde aranızda selamı yayınız.” (İmam Ahmed)

Arif Ağırbaş

https://twitter.com/Arif_Agirbas

arif.agirbas@hotmail.de