Etiket arşivi: felsefe

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları-3

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

 

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

 

Felsefî Yöntem ve Felsefî Düşünce içerisinde ortaya çıkan bir problem ve soru; Vahyî Yöntem içerisinde belki hiç karşılaşılmayacak bir problemdir. Dahası: Felsefî Metod’un kendi düzleminde, kendi kavram ve yöntemlerinin sonucu olarak doğan; yani yönteminin zorunlu sonucu olarak yürüdüğü yolda karşısına çıkan, karşılaştığı problem ve soru(n)ları; Vahyî Yöntem ve enstrüman – kavramlarla cevaplamaya çalışmak doğru değildir. Çünkü problem, Nübüvvet / Vahiy Sistemi’nden doğmamış ki, o sistem içerisinden cevap vermek zorunda olalım.

 

Yani kes – yapıştır yöntemiyle Nübüvvet Sistemi’nden alınan bir uygulamanın; din dışı, yani seküler, lâik bir sistem içine alınıp, çözüm diye entegre edilmesi; kendi sistemi içinde faydalı olan o uygulamanın işlevini kaybedip; o seküler sistem içerisinde faydasız, hatta zararlı olmasına bile yolaçabilir.

 

Yani Felsefe ve Bilim’in eksik veya yanlış, sığ veya dar yöntem ve tanım ve ta’rifleriyle şekillendirdiği yolda karşılaştığı problemler ve girdiği çıkmaz sokaklar; cevaplamakta aciz kaldığı veya cevabının doğrulama – yanlışlamasında aciz kaldığı soru(n)lar; gene kendi düşünme sistem ve metodundan kaynaklanmakta olup; kendi yöntem ve sisteminden kaynaklanan bu problemlere, gene o sistem içinde kalınarak veya başka sistemden devşirme usulüyle, eklektik / demonte çözümler bulunamaz.

 

Ya ne yapmalı? Başa dönüp, sistem tekrar check ve revize edilmeli; daha doğrusu ve en iyisi; paradigma değişimiyle, sistem tamamen terkedilmeli. Çünkü problem sistemden doğuyor, sistem kaynaklı; yapı kendi problemini üretiyor.

 

Örneğin: Daha önceki haftalarda “yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz; soruları bilmek, cevapları bilmekten çok daha önemlidir ve doğru soruyu bilmek, doğru cevabı bilmekten çok daha önceliklidir; çünkü doğru cevaba, doğru soruyla ulaşılır” demiştik. Konuya uyarlarsak; Felsefe’nin vahiy mi – akıl mı öncelikli ve asıl?” sorusu yanlış, dolayısıyle bu soruyu doğru kabul ederek verilen tüm cevaplar da yanlış ve en azından eksik ve kusurlu oluyor.

 

Bu soru ve soru(n)un ortaya konuş ve ifade tarzı yanlış derken, yani asıl problem: Sorudaki “akıl” ve “vahy”in yanlış tanım ve ta’rif edilmesi. Dolayısıyle bu yanlış soru’nun zihnimizi manüple ederek gösterdiği yanlış bir ilüzyon ve yanılsama var! Yani soru, cevabı yanlış yerde aramamıza neden oluyor. Yani soru’nun kendisi sorun!

 

Bu sorudaki temel hatalardan birincisi: “Akıl” ve “vahiy”in anlam ve tanım, ta’rif ve konumlandırmasının yanlış olması. Bu yanlıştan doğan diğer yanlışta: Soruyu doğru kabul edenin zihninde; “akıl ve vahiy arasında bir öncelik – sonralık sıralaması var ve olmalı” yanılsaması doğurması ve bu yanılsamanın doğru olduğu önkabulü üzerinden cevaplar üretilmeye çalışılması.

 

Bu yanlış sorunun gerçekte olmayan bir problemi var(mış) gibi göstererek; zihnimizi teshir ve aldatma ve yönlendirmesinden kendimizi kurtararak; kendi müslüman bakış açımız, yani kitabımız Kur’ân–ı Kerîm’in bize öğrettiği kavram ve terminoloji (yani kitabımızın Kavram ve Anlam Haritaları’yla) konuya bakarsak; “akıl – vahiy” arasındaki ilişki ve etkileşiminin “göz – ışık” münasebetine benzediğini görürüz. Yani gözsüz ışığın ve ışıksız gözün bir anlam ve fonksiyonu olamayacağından; “akıl” ile “vahiy” için, aralarında bir öncelik – sonralık ve önem ilişkisi kurulamayacağı belirginleşmeye başlar.

 

Burada “akl”ın göze ve “vahy”in de ışığa benzetilmesinden; “akıl” olmadan “vahiy”in bilinemeyeceği ve anlaşılamayağı; “vahiy” olmadan da, “akıl”ın karanlıkta el yordamıyla, Güneş yerine kendi el feneriyle mes’âfe alamayacağı sonucu çıkar. Zaten vahyin akıl sahiplerine hitab/p ettiği; yani aklı olmayanın dinen de sorumlu olmadığı bilinen bir gerçek. Sonuç olarak: “Akıl”ın da Rabbimiz’in bir “tecelli” ve “mahlûk” ve “âyeti” olduğu unutulmayarak; “akıl” ve “vahiy” birbirlerine karşıt konumlanmış, birbirlerine antitez ve birbirinden ayrı ve bağımsız 2 ayrı seçenek değildir.

 

Başka bir konu: Şeytan imtihana tabi tutularak, o ma’lûm testten geçmeseydi; şu ânda o âlemde melekler gibi ibadet etmeye ve ihtiram görmeye devam edecekti. O test, kendisinde tohum hâlinde saklı bulunan kötü huy ve zaaf ve davranışları meydana çıkardı…

 

Müşterisi olup, satın almaya talip olduğumuz bir otomobilin her yerini kontrol edip, zorlu testlerden geçirerek; gerçek değerini ortaya çıkarmaya çalışmamız, böylece almaya değip değmeyeceğini anlamamız gibi; insanları imtihan ve testten maksatta; sınavı kaybedip, sınıfta bırakmak değildir. Tıpkı okul ve sınavdan maksadın, öğrenciyi sınıfta bırakmak olmaması gibi. Buradan çıkan sonuçlardan birisi: Okul, öğretme ve sınav ve yarışmanın amaçlarından birisi: Öğrenciye birşeyler öğretmek, dersi çalışma ve öğrenmeye zorlamak; böylece seviyesini yükseltme ve ölçmedir; sınıfta bırakma ve eleme değil…

 

Başka bir konu: “İnsan büyük bir âlem ve âlem büyük bir insandır” ve Kur’ân–ı Kerim “kûl” emriyle yazılmış 2 boyutlu (en – boy) âyetlerin bulunduğu “Kitap Kâinatı” ve kâinatta 3 boyutlu harflerle “kün” emriyle (ve her kisi de nokta / zerrelerin biraraya gelmesiyle) yazılmış âyetlerin bulunduğu “Kâinat Kitabı”. Buradan bakarsak: “Dünya” ve içindeki “insan”; bu âlemin hem Fatiha ve Besmelesi, hem de kalbi ve gözbebeği; başka açıdan hem meyvesi ve hem de çekirdek ve tohumu…

 

Belki de bu Kâinat Kitabı’nın “helezonik, sarmal DNA molekülü” ile aynı şekle benzer “Samanyolu Galaksimiz”, mikro ve makroyu bağlayan arka ve ön dış kapaklarıdır. Belki gökte dönen “gezegen – yıldızlar” ile vücudumuzda dönen “atomlar” başka bir dış kapaktır veya “Asıl Arş” ile “Kâlp Arşı” da, mikro ile makroyu bağlayan başka bir kapaktır…

 

Kur’ân’daki Fatiha, Bakara, Neml Sûre ve Âyetleri gibi; kâinatta da Dünya Suresi, İnsan Suresi, Ağaç Suresi, Su Suresi, Karınca Suresi ve Ahmet, Mehmet, Erol Sûreleri gibi; şahıslar adedince ayrı ayrı İnsan Sure ve Âyetleri var…

 

İleride kitap gibi 2 boyutlu değil, çok boyutlu, yıldız haritalarına benzer; yani âyetlerin birbirleriyle 5 – 10 koldan iplikçiklerle bağlanıp, linklenerek, köprülendiği; yani sırayla her bir âyetin merkeze alınıp, diğer âyetlerle münasebetinin tespit edilip, böylece yeniden yeniye oluşan Kur’ân Anlam Harita ve Görüntüleri’nin çıktığı; böylece yepyeni anlam perspektifleri doğacak “kürevî” ve “dinamik” bir Kur’ân Tefsiri; “Kur’ân Harita / Simülâsyon” ve “Holografik Görüntüsü” (bir anlamda; bizimle direkt konuşan, sorularımıza cevap veren; bir nevi canlı ve şuurlu, konuşan bir Kur’ân Tefsiri) gösterilebilir.

 

Sonra bu “Dinamik Kur’ân Haritası”nı ve bu haritanın gösterdiği “Kâinat Coğrafyası”nı, içiçe birbirlerini gösteren ve yansıtan bir ayna gibi karşılıklı tutarak; böylelikle üzerlerindeki harf, âyet ve surelerin birebir karşılık ve bağlantılarını görüp, iplikçik ve köprülerle çift yönlü bağlantılarının kurulduğu ikinci bir (gene yıldız haritalarına benzer ve gene çok boyutlu ve hareketli, dinamik) “Kur’ân – Kâinat Simülâsyon” ve “Holografik Görüntüsü” elde edilip, keşfedilebilir…

 

Kur’ân–ı Kerîm Kitabı’nı okumaya eûzu–besmeleyle  başlamamız gibi, bu Kâinat Kitabı’na muhatab/p olduğumuzda da; bu Kitabı da okur ve faydalanırken eûzu–besmeleyi dilimizle ve davranışımızla söylemek bundan dolayı gerekmektedir. Yani buradaki “Kur’ân – Kâinat Bağlantı ve Yansıması”nda; ilk vahyolunan âyetlere de (“Yaratan Rabbi’nin ismiyle, O’nun adına / adıyla oku insanın yaratılışını ve diğer kâinat âyetlerini…”) ve ni’metin başında söylediğimiz “besmele”ye de ve “ihlâs”a da işaret ve atıf vardır…

 

Kâinat Kitabı, “Büyük / Tekvinî / Kevnî Kur’ân” olduğu için; Kelâmî Kur’ân Âyetleri’ne (hatta harflerine) benzer getirmekten aciz oluşumuz gibi; Kâinat Ayetleri’nin en küçüğüne bile aynı, hatta benzer (nazire) getiremiyoruz. Mes’elâ kuşların, ancak “uçak” gibi kaba ve karikatürize bir modelini yapabiliyoruz.

 

2 boyutlu yazılmış “Kelâmî Kur’ân” ile 3’ten çok boyutlu yaratılmış “Kevnî Kâinat” Kitap ve Âyetleri’nin birbirine yansıma ve bağlantılarını araştırırken; birbirlerine “işaret, remiz, imâ” gibi atıflarına da dikkat edilmeli. Belki burada “Huruf-u Mukattaâ”nın şifre ve kod çözücü anahtar işlevi vardır. Kâinat Düzleminde, “Huruf-u Mukattaâ”nın simetrik veya asimetrik olarak karşılık ve izdüşümü nedir; yansıma ve iletişim / alışveriş kanalı hangi süreç veya nesnelerdir?…

 

beyin-cevizİşaret” demişken; cevizin kabuğu ve içindeki cevizin, beyin kafatası ve beyne benzemesi örneğinde; o cevizin tasarım ve dizaynının böyle olmasının, cevizin öncelikle beyne yaradığına işaret olarak koyulduğunu ve her bitki (ve diğer yaratılmışlar A.K.) için Rabbimiz’in böyle işaret ve şifreler koyduğunu merhum Tahsin TOLA abinin (R.Â.) sözlerinde okumuştum…

 

İslâmî B/İlim’in Yöntemi olarak teklif ettiğimiz; “kûl” emriyle vahyolup, söylenen Kur’an-ı Kerîm Kitabı ile “kün” emriyle yaratılan Kâinat Kitabı konusunda; Bilim’in Bilimsel Yöntemi’nin değil eli, hatta göz ve hayâlinin bile ulaşamayacağı daha çok deney ve gözlem ve ölçümler; açılım ve keşifler yapılabilir. Şimdiki teknolojiden çok daha ileride teknolojik başarılar elde edilebilir.

 

Ancak benim bugünlerde dikkatimi çeken: “Allah’ın sözü, Allah’ın kitabı, âyetleri” diye abdest almadan dokunmadığımız ve devamlı yüksekte tutup, yukarılara astığımız (öyle yüksekteki artık elimizle ulaşıp, okuyamıyoruz!) kitabımız Kur’ân–ı Kerim’e bu kadar saygı ve hürmet gösterirken; “bu da Allah’ın yarattığı, bu da Allah’ın kitabı, âyeti” diye insan’a ve diğer yaratılmışlara saygı göstermememiz; bilâkis zarar vermemiz açıkça bir çelişki! Sanki bu mahlûkat Rabbimiz’in âyeti, Rabbimiz’in yarattığı / eseri değilmişte; tesadüfen, doğal olaylar neticesi olmuş gibi davranıyoruz herşeye! Misâlen: Elimizi gıdıklayan küçücük bir karasinekten bile (sanki bize zarar veriyor ve acıtıyormuş gibi) rahatsız olup; “Sahibi ne der!? Bu Sinek Âyet ve Kitabı’nı öldürüp, yere atarsam; bu direkt, yazar ve ustası, nakkaş ve sahibi olan Allahû Teâlâ’ya saygısızlık ve hakaret olarak gitmez mi!?” diye aklımıza bile gelmeden; nefes alma kolaylığında, nabzımızda en ufak bir değişme bile olmadan o sineği öldürüp; sanki sahipsiz ve kıymetsizmiş gibi ayağımızla çiğniyoruz! Eğer bilsek veya hissedip, farketsek ki; o sinek sadece “sinek” değil! Keşke o sinekle ölen sadece “sinek” olsa!

 

Merkezde ufak bir açı değişikliğinin, muhitte büyük bir açı ve yön değişikliğine sebep olması gibi; o sineği öldürmemiz ve ölümünün, “Mikro ve Makro Sonsuz”a doğru (limit sonsuza giderken) ne gibi bir değişiklik ve kırılma meydana getirdiğini bilemiyoruz!

 

Burada “İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları” isimli Yazımızı bitiriyoruz. Dikey ve yatay düzlemde birbiriyle doğrudan veya dolaylı bağlantılı bir sürü konudan bahsettik. Kâinat Resminden bazı pazıl parçalarını bu yazıya yerleştirdik ama resim tamamlanmadı; zaten bu dünyada tamamlanması da mümkün değil; çünkü Rabbimiz’in ilmi sonsuz (üstelik belki yarattığı mahlûkatta sonsuz sayıda / sayısız olabilir).

 

Tabloda yerleştirdiğimiz pazıllardan; hangi pazılların eksik ve nereye geleceklerini bulmak nisbeten kolay. Bu mes’ele İslâmî B/ilim Çalışmaları’nın ana konularından birini oluşturuyor. Bu konuda elimizde hazır bir yol haritası ve anahtar yok. Geçmişte oluşturulmuş hazır bir yöntem; buradan, üzerine basarak takip edebileceğimiz ayak izleri de yok. Diyagramlarla birbirine bağlanmış Kavram Haritaları’mız ve hazır cevaplarımız da yok ama sorularımız var! Bu sebepten neyi nerede arayacağımızı ve nereyi kazacağımızı az – çok biliyor, en azından tahmin edebiliyoruz. Bu sebepten birlikte yol alıp, deneme – yanılmalarla birlikte öğreneceğiz inşâallah.

 

Bu yazımızda “fihrist” gibi kuşbakışı bazı konulara değindik, bu geniş konulu arazinin bazı yerlerine işaret taşları bırakmakla yetindik. Hiçbirisine detaylı ve derinlemesine inemedik; hatta arazinin derinlik ve sınırlarını bile belirleyemedik ki, sıra bina dikmeye gelsin. Üstelik bu arazi 1’den fazla yapıya izin verecek genişlikte. Yani “fizik, kimya” gibi çeşitli ihtisaslara göre ve belki yeni üretilecek ihtisas dallarına göre inşa edilmesi gereken bina sayısı çok fazla. Elhasıl “İslâmî B/ilim Projesi”; takım ve heyet işi, üstelik disiplinlerarası çalışmayı gerektiriyor.

 

Başlangıç olarak belki; Eski Yunan ve Roma Felsefe ve bilgilerinin esas tutulup, Kur’ân tefsir ve açıklamalarının bile o fen – felsefeye göre yapıldığı ortalama hicrî 300’den sonra başlayan Asr-ı Saâdet’ten kopma ve kırılmaların tamiriyle başlayabiliriz mes’elâ.

Ayhan Küflüoğlu

 

Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy

Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy 20 Aralık 1873 yılında dünyaya teşrif etti ve gene Aralık ayı içerisinde 27 Aralık 1936 yılında vefat etmiştir.

İstiklal Marşımızın şairi hakkında bir çok bilgiye internetten ulaşabilirsiniz (http://www.mehmetakifersoy.com).

Biz sizlere Mehmet Akif Ersoy’un Bediüzzaman Said Nursi ve Risale-i Nur’larla ilgili birkaç sözünü nakledelim.

Victor Hugolar, Shakspeare’ler, Descartes’lar edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman’in bir talebesi olabilirler.” (Sözler, s. 717) Akif’in bu sözünü Zübeyir Gündüzalp konferansında aktarmıştır.

Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar her gün idarehaneye gelir; Akifler, Naimler, Feridler, Izmirlilerle birlikte tatlı tatlı müsahabelerde bulunurduk. Üstad, kendine mahsus şivesiyle yüksek ilmi meselelerden konuşur; onun konuşmasındaki celadet ve sehamet bizi de heyecanlandırırdı. (Tarihçe-i Hayat, s. 540) Eşref Edip’in bizzat kendi yazdığı yazısında birlikteliklerini anlatır.

O nuru gönder ilahi, asırlar oldu yeter! / Bunaldı milletin afak’ı, bir sabah ister. “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı Safahatta geçen bu cümlelere zaman içerisinde Risale-i Nur’larla hayat bulduğunu ifade edebiliriz.

Ayrıca Bediüzzaman Hz.leri Risale-i Nur’da Hem merhum Fetva Emini Ali Rıza ve merhum Ahmed Sirani ve merhum Şevket Efendi ve merhum Mehmed Akif gibi insaflı, Risale-i Nur’u fevkalade takdir ve tahsin eden o muhterem ve merhum zatların hatırı için, biz İstanbul hocalarına dostuz, onlardan gücenmeyiz… (Emirdag Lahikasi, s. 144 ) geçen bu ifadeleride kısaca Mehmet Akif Ersoy’a bakış açısını göstermektedir.

Son olarak Mehmet Akif Ersoy’un 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi 10. sayısında ilk kez yayımlanan 1453 şiirini de naklederek yazımızı bitirelim.

Feyz-i rebiiye bak
Zümrüde dönmüş türab

Bulmuş o tesir ile
Köhne cihan ab ü tab

Bizde neden var fakat
Yok yere bir ıztırab?

Zulmet-i ati ise
Ruha veren piç ü tab

Ah ne müdhiş hata
Ah ne yanlış hesab!

Mübhem olan an içün
Doğru mu çekmek azab

Sen demiyor muydun ey
Yâr-ı beliğu’l-hitab!

Hiz ü ganimet şumar
Fursat-ı ahd-i şebab

Tekye ber-eyyam nist
Ta diger ayed behar

İlahiyatın yeni müfredatında felsefî dersler

Romanda felsefeyi anlatan Rus yazar İvan Gonçarov’un felsefe ile ilgili güzel bir sözü var. Demiş ki: “Felsefe Dinin huzursuz kardeşidir. Din kendi gerçeğini bulur ve huzura kavuşur. Felsefe hiçbir zaman huzura kavuşmaz. Çünkü bulduğu her gerçekten sonra bir soru daha sorar.”

Bir söz de ben söylemek isterim. Hep adı yabancı olanlar mı böyle garip sözler söyleyecekler. Söylesem ne olur? Belki beni de kimse anlamayacaktır. Himmet bey boşuna gamlanmasın bizi anlamıyorlar, anlamayacaklar diye. Çünkü biz yerliyiz aslanım yerli.

Hey gidi Himmet bey hey! Biz kim oluyoruz ki anlaşılmamaktan ah vah edelim? Adamlar, şarkı-garbı velveleye veren, bir asır önce bu günü gören, sanki bu gün kaleme alınmış gibi eserler, tesbitler, çözümler, çareler, reçeteler ortaya koyan, bu milletin saadeti için seksen küsur senelik hayatında dünya zevkı adına bir şey tatmayan, tanımayan bir Bediüzzaman’ı bile anlamadılar.

Anlasaydılar Bediüzzaman:

“Risale-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim. Fakat, ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.[1] der miydi? Bu sözleri ve bu sözlerin sahibini anlaması gerekenler anlasa ve gereğini yapabilselerdi, yıllarca biz anarşi ve terörle boğuşmayacaktık. Türkiye’de ihtilaller, darbeler yaşanmayacak, Filistin, Irak, Suriye, Mısır, Afganistan kan ağlamayacaktı. İslam âlemi derbeder ve sefil olmayacaktı.

Bütün anlaşılmamazlıklara rağmen, Türkiye bu gün Mısır olmaktan kurtuldu ise, Irak ve Suriye benzeri ülkelerden biri olmadıysa bunda Bediüzzaman’ın payı yüzde doksan-doksan beş civarlarındadır.

Yukarda bir sözde ben söyleyeyim, demiştim. Araya işte böyle başka sözler girdi. Şimdi sıra benim filozofça söyleyeceğim söze geldi. Arz ediyorum:

Felsefe, hikmetin nefs-i emmaresidir. Onsuz olunmaz ama, sadece onunla da olunmaz. Her insanda nefs-i emmare vardır. Nefs-i emmare bize kâmil insan olmamız için verilmiştir. Nefs-i emmare idam edilmemeli, ıslah edilmelidir. Kur’an’la ve Nebevî öğütlerle ıslah edilirse insan, kâmil insan olur, meleklerden daha üstün bir varlık haline gelir. Islah edilmezse hayvandan ve şeytandan aşağı düşer.

İlahiyatlarda ise felsefe idam edilmemeli, ıslah edilmelidir. Kur’an’la barışık hale getirilmelidir. Tabiî felsefeyi okutanlar da.

FELSEFE VE HİKMET

Arapçada felsefeye en yakın kelime hikmettir. Bize göre felsefe, insan düşüncesi, hikmet de Allah düşüncesidir. İnsan, yanılabilir. Allah yanılmaz. Öyleyse felsefe, hikmete tabi olmalıdır. Olursa, dizginlerini hikmetin eline verirse huzur olur, huzur verir. Vermezse, zarar olur, zarar verir.

Felsefeye “hikmet ilmi”, filozofa da hakîm denmiştir. Hamdi Yazır, “Hikmet, ilim ve onunla ameldir. Hakîm ise her ikisini toplayan adamdır. Bilgisi olup ameli olmayana hakîm denmez.”demiştir.

EVVELKİLERİN VE SONRAKİLERİN İLMİ KUR’AN’DA

İlahiyat fakültesinde birçok dersin hocası oldum. Halkla İlişkiler dersine girdim. Din ve iletişimdersine girdim, Dini Danışmalık ve Rehberlik dersine girdim, Çevre ve Din dersine girdim, Meslekî Uygulama ve Hitabet dersine girdim… Bu derslerin hepsi Fakültemizde Felsefe ve Din Bilimleri bölümünün dersleridir.

Baktım ki bu adını saydığım derslerin hepsi en muhteşem ve mükemmel şekliyle Kur’an’da var. Bu sefer halkla ilişkiler dersi olarak Kur’an’ı, Çevre dersi olarak Kur’an’ı, bir iletişim dersi olarak Kur’an’ı talebenin dikkatine vermeye başladım. Felsefe dersine girseydim, felsefenin yanında Kur’an’ın hikmetini takdim edecektim. Çünkü -Felsefeyi düşünce bazında ele alırsak- en güzel felsefe Kur’an’da. Kur’an düşüncelerin en güzelidir. Sözlerin en güzeli[2] olduğu gibi. Çünkü Kur’an, Allah’cadır. Çünkü o Allah düşüncesidir.

KUR’AN FİKİRLERİ DONDURMAMIŞ

Kur’an fikirleri dondurmamıştır. Tam tersi düşünmeye, araştırmaya teşvik etmiştir. Aykırı fikirlere de hayat hakkı tanımıştır. “Dileyen inkâr etsin, dileyen küfretsin.”[3] der Kur’an. Bunu der ama,insanın da başıboş olmadığını,[4] herkese, gerek imanının ve gerekse küfrünün karşılığını bulacağı bir âleme, ahirete doğru gittiğini,[5] sözlerinden[6] ve amellerinden[7] sorguya çekileceğini söyler.

Yeni yeni ilim dallarının çıkması eskiden o ilimlerin olmadığı anlamına gelmez. İletişim dersi yeni çıktı. Halkla ilişkiler dersi yeni çıktı. Bu dersler yokken iletişim dersi yok muydu? Halkla ilişkiler yok muydu?Felsefe dersi yokken, felsefe yok muydu? Vardı. Hem de Kur’anî felsefe vardı. İnsanların felsefesi Kur’an’dı. Onunla oturur, onunla kalkarlardı. Huzur tamdı, adalet kaimdi, emniyet ve barış hâkimdi. Sevgi-saygı, şefkat-fazilet, güzel ahlak doruk noktadaydı. İlimler dallandıkça dertler, problemler de arttı.

NE DEMEK İSTİYORUM?

Öyleyse ne demek istiyorsun? Demek istiyorum ki Kur’an, her türlü iyiliği ve güzelliği müminlerine veriyor. Öyleyse herkes otursun, zaman kaybetmeden Kur’an’ı anlamaya koyulsun.

Pekiyi. Kur’an varken bu derslerin hiç biri olmasın mı? Olsun. Ama Kur’an’ın yerine geçmesin. Kur’an’a dayalı iletişim dersi, Kur’an’a dayalı halkla ilişkiler dersi, Kur’an’a dayalı rehberlik dersi, Kur’an’a dayalı felsefe dersi, Kur’an’a dayalı psikoloji, sosyoloji dersi olsun. Dikkat edilirse zaten bunların hepsi Kur’an’da var. Her dersin uzmanına düşen bunları sistematize etmek olacaktır.

İnsanın dünyaya geliş gayesi biri birini inkâr eden tutarsız fikirlerle dolu kitapları okumak, okutmak değildir. İnsanın dünyaya geliş gayesi, Âlemlerin Rabbinin mesajı olan Kur’an’ı okumak, anlamak ve gereğince amel etmektir.

Bu gün yeni yeni adla ortaya çıkan ilim dalları buna hizmet etmelidir. Her ilim dalı, Kur’an’ın bir başka yönünün tefsiri olmalı, Kur’an’a alternatif dersler olmamalı, Kur’an’dan bağımsız işlenmemelidirler.

Diyorlar ki, ilahiyat öğrencisi bilimselliğe alışması ve cesur olabilmesi için felsefî dersler alması lazım. Buna katılıyorum. Ben de buna bir şey eklemek istiyorum: İlahiyat öğrencisi ve hocası aynı zamanda Kur’an’ın orijinaline yabancı olmamalı, Kur’anî ilimleri çok iyi hazmetmiş biri olmalı, Kur’an’ın ayetlerini okumaktan aciz olmamalı, korkmamalı ve utanmamalıdır.

İlahiyatlarda Felsefe derslerinin kaldırılmasına Himmet bey, karşı çıkmış. Aslında Himmet bey, Kur’an’la barışık olan felsefe derslerinin kaldırılmasına karşı çıkmıştır.  Çünkü o felsefe derslerinin böyle verildiğini bilmektedir. Çünkü kendisi de bu dersleri böyle veriyordur kanaatindeyim. Ne de olsa kendisi de Kur’an’la barışık bir edip ve filozoftur. Eğer böyle olmasaydı, Himmet’e de yazık olur, devlete de yazık olur, millete de yazık olurdu.

Himmet beyin böyle bir edip ve filozof olmasının başlıca sebebi Bediüzzaman’ın Risalelerini  tanımış biri olmasıdır. Himmet bey, felsefe deryasında batmadan ve öğrencilerini batırmadan yüzebiliyorsa bunu Allah’ın lütfu inayetiyle okuduğu Risale-i Nur’a borçludur.  Âferin Himmet’in himmet-i merdanesine ki, kabına sığmazlığını, ifrat ve tefritlerini Risale-i Nur’la zabt u rabt altına almıştır. Darısı diğer diğer ilim erbabının başına!

Bu gün bir kısım medyatik simaların milletin aklını ve midesini bulandıran yamuk duruşlarına ve yamuk fetvalarına, dengesiz konuşmalarına ve ölçüsüz davranışlarına rastlıyorsak bunun sebebi bu medyatiklerin elinde ve önünde Bediüzzaman gibi bir kıstasın, bir pişdarın olmamasındandır.

İster kabul etsinler, ister etmesinler, şurası bir gerçek ki Türkiye bu gün ılımlı ve olumlu bir noktada ise, huzuru ve istikrarı yakalamışsa bunda Bediüzzaman’ın açtığı çığırın, ılımlı ve olumlu iman ve ıslah hareketinin önemi büyüktür. Aklı başında olan insanlar bunun farkındadır.

Öyleyse Risale-i Nur, İlahiyatlarda ve bütün okullarda, diyanet teşkilatında okunmalı ve okutulmalıdır. Ta ki Kur’an’la barışık, devletiyle barışık, milletiyle barışık ahlaklı nesiller, filozoflar, bilim adamları, amirler, memurlar yetişsin. Bediüzzaman’ın bu millet ve bu devlet üzerinde en büyük hakkı budur.

İLAHİYAT ÖĞRENCİSİ NEYİ BİLMELİ?

Yeri gelmişken bir düşüncemi de arz etmek isterim. Bir ilahiyat öğrencisinin felsefe ve din bilimlerini iyi bilmenin yanında Arapça ve Kur’an’ı ve ulumü’l-Kur’an’ı da çok iyi öğrenmiş bir şekilde mezun olmasından yanayım. Şu an derslerin çokluğundan mıdır, imam-hatip liseleri ve Kur’an kurslarından kaliteli öğrenci gelmeyişinden midir bilmem, bu mükemmel sonucu ilahiyatlar henüz yakalamış değil.Arkasında namaz kılamayacağımız kadar Kur’an’ı yanlış okuyan, ilmi donanımı yeterli olmayan görevlilerimiz var. Bunları da unutmamamız ve buna da bir çare bulmamız lazım. Felsefe derslerini azaltmak isteyenlerin de hedefi her halde bu olsa gerek. Tam bilemiyorum. Bu meseleyi otoriteler tartışa dursun.  Biz isteriz ki her caminin imam ve hatibi, hem kurra, hem alim, hem filozof, ve hem de mütteki ve muhlis bir zat olsun.

SÖZÜN ÖZÜ

Sözün özü: İlahiyat öğrencilerini mükemmelleştirmenin yolu, imam-hatip liselerini mükemmelleştirmekten, ondan önce de Kur’an kurslarını mükemmelleştirmekten geçiyor. İlahiyatın temeli Kur’an kurslarıdır. İkinci basamağı İmam-Hatip Liseleridir. Son basamağı da ilahiyatlardır.

Kur’an kurslarının albenisi artırılmalıdır. Tatil yörelerindeki faydalı aktiviteler, Kur’an’ın edebi çerçevesinde Kur’an kurslarına taşınmalıdır. Gerekirse Kur’an kurslarının isimleri değiştirilmeli, bu kurumlar yeniden ele alınmalı, daha makul, daha modern bir şekilde yeniden dizayn edilmelidir. İlahiyatlar, bu eğitim silsilesinin kemali, cemali, kubbesi ve tacı olmalıdır.

Vehbi Karakaş


[1] Nursî, Saîd, Tarihçe-i Hayat, 543

[2] Bkz. Zümer, 39/23

[3] Kehf, 18/29

[4] Bkz. Tevbe, 9/16; Kıyame, 75/36

[5] Bkz. Zilzal, 99/6-8

[6] Bkz. Kâf, 50/18

[7] Bkz. Cuma, 62/8

Allah’ın Varlığını İspat Eden Delillere Bakınız!

1960’lı yıllarda kısa bir süre klasik medrese ilmini tahsil ettim. O zamanlarda talebe-i ulûm’a medreselerde sarf, nahiv, şeriat ve hadis dersleri veriliyordu. Felsefe ve mantık dersleri verilmiyordu. Çünkü fen ve felsefe İnsanı imandan uzaklaştıran, hatta küfre götüren zararlı ilim olarak biliniyordu.

Oysa İslam dini,  fen ve felsefeye ters düşmüyor, bilakis teşvik ediyor.  Her fen ve felsefe kendine has bir dil ile Allah’tan bahsediyor. Mesela, botanik ilmi, bize ağacın veya bitkinin gelişimi, rengini, meyve verme süresini,  topraktan su ve gıdayı nasıl aldığını, yapraklara kadar nasıl götürüldüğünü anlatıyor.Ağaç ve bitki yaprağı üzerinde ilmin tespit ettiği inceliğe bakıldığı zaman, hemen İlahi kudret öne çıkıyor.

Şöyle ki: Her Yaprağın uçunda “v” şeklinde bir oluk bulunmaktadır. Solunum veya yağmur ile oluşan su damlacıkları, oluktan dışarıya akıtılıyor. Yaprağın oluğu olmasaydı, üzerinde oluşan su damlacıkları, güneşin etkisiyle ısınarak yaprağı kuruturdu. İşte her bir ağaç; her bir bitki harika mucizeleriyle Cenab-i Allah’ın sanatı olduğu botanik ilmi gösteriyor.

Bir tarafında zehir; diğer tarafında bal gibi bir gıdayı veren, bal arısı; insanlara ipek dokuyan ipek böceği, İlahi bir kudretle kan ve fışkı arasında bembeyaz berrak süt veren inek; bunlar tamamen müsebbibin birer sebepleridirler. Yoksa balı arıdan, kumaşı ipekböceğinden veya sütü inekten ve yediği kuru ottan istemek ahmaklıktır.

Allah’ın kudret ve mucizesine bakınız! Bir litre süt oluşumu için, ineğin süt bezinden dört yüz litre kanın dolaşması gerekiyor. Bu hesapla yirmi kğ. Süt veren bir ineğin memesinden sekiz ton kan dolaşması gerekiyor. Bacasız dumansız bu fabrikanın İlahi bir mucize olduğu zooloji ilmi ispat ediyor.

Keza, dünyadan ortalama 150 milyon km. uzaklıkta bulunan ve top güllesinden yetmiş kere daha hızlı giden güneş,  188 saatlik bir mesafeyi bir dakikada, yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede alan dünya, bu muazzam hareketiyle güneşin etrafında hiç durmadan ve yörüngesi dışına çıkmadan dönüyor. İnsanlarla beraber bilumum canlı cansız her şey dünya sefinesinde, haberleri olmadan seyahat ediyorlar.

Bir yandan dünya kendi ekseni etrafında dönerken, diğer taraftan da gece gündüz ve mevsimleri beraberinde getiriyor. Güneş ve diğer ecramlar da bütün hızıyla dönerek gidiyorlar. Hiç birbirine müdahale etmiyor, birbirlerine çarpmıyor, ilahi bir komutla hareket ediyorlar.

Bediüzzaman, “… İşte bu arzı, böyle kendine sacit ve abid ve ibadına mescit, mahlûklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zat-i Zülcelal…” diye ifade ediyor.  (2)  bu kudret-i ilahiye yi insanlara tanıttıran elbette astronomi ilmidir.

İnsanın ruhu etrafında bir ceset kaim edilmiş, içinde akıl, kalp ruh ve hayal gibi cihazlar yerleştirilmiş. Hayatın idamesi için cesedin üzerinde göz, el ve ayak verilmiş, her biri ayrı bir görevle insanın emrine verilmiştir.

Mesela normal bir insanın kalbi, bir senede pompaladığı kanın toplam miktarı, yüz bin tonluk bir şilebin yükü toplamı kadar olduğu söyleniyor. Vücudun mahzeni ve iaşe deposu olan mide, süzgeç görevi gören böbrek, solunumu sağlayan akciğer, diğer tarafta karaciğer, al ve akyuvarlar vs. Bunların işleyişine bakıldığı zaman, bu harika sanatın idrakinden insan aciz kalıyor.

Böylesi harika organ ve hücrelerin ilahi bir kudret eliyle işlendiği ve lisan-i halleriyle Allah’ın birer mucizesi olduğunu ilan ediyorlar. Tıp ilmi de, idrak sahiplerine  şahitlik ediyor.

“… her günde, her senede, her asırda yeniden yeniye icat ettiği hadsiz masnuatı, nihayetsiz kudretine nihayetsiz lisanlarla şahadet ederler.”1,  Allah vardır! diyorlar. Dolayısıyla fen ve felsefe insanlara Allah’ı tanıttırıyor. Onun için İslam dini fen ve felsefe ile ters düşmüyor.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri on dokuzuncu sözde, “BİRİNCİ REŞHASI: Rabbimizi bize târif eden üç büyük, küllî muarrif var. Birisi: Şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini onüç lem’a ile arabî Nur Risalesinden Onüçüncü dersten işittik. Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrâsı olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Birisi de Kur’an-ı Azîmüşşan’dır.” Diyor.

Kur’an-ı Kerim’in Kelamullah olduğunu ispat eden bütün deliller, aynı zamanda Cenab-ı Hakk’ın varlığını da ispat ediyor. Bütün deliller, kendilerine mahsus lisan-i halleriyle “Allah vardır” diyor.

Fahr-i kâinatın (asm) peygamberliğini ispat eden bütün mucizeler ve deliller de, Allah’ın birer delilleridir. Zaten bütün peygamberlerin yaratılış gayeleri de Allah’ın varlık ve birliğini ilan etmektir. “Allah vardır ve birdir” diyorlar.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

www.NurNet.org

26.8.2013

Alıntı: 1- Mektubat, yirminci Mek. Birinci Makam.2-Mesnevi-i Nuriye