Etiket arşivi: felsefe

Aklın sınırlarında kaybolan bilim adamları!

Op. Dr. Kemal Tekden, ilahi vahiyden yoksun olan bilim adamlarının dünyayı kıyamete götürdüğünü savundu. Tekden, “Bilim adamları da filozofların yaptığı gibi ‘Akılla her şeyi çözebiliriz’ sanıyorlar. Ama hiçbir şeyi çözemiyorlar. Sadece akıl ve gözlemle bir yerlere ulaşabileceklerini düşünüyorlar. Ama Allah’ın önlerine koyduğu normlar var. Adeta nirengi noktaları. Yol gösterici taşlar. Bunları bilmeyince mutlaka sapkınlığa düşüyorlar. Bilim insanlara çok büyük faydalar getirirken diğer yandan da zararlar açıyor.” dedi.

Moral FM’de Sabah Gündemi programına katılan Tekden Grup Yönetim Kurulu Başkanı Op. Dr. Kemal Tekden, İnsanın Sırrı kitabını neden yazdığını anlatarak akılın sınırlarında kaybolan bilim adamlarının insanları nasıl bir felakete götürdüğünü anlattı. 20 yıldır bu alanda yaptığı çalışma ve verdiği konferanslar sonucunda kitabının olgunlaştığını belirten Op. Dr. Kemal Tekden, insanı bütün yönleriyle ele alırken görüşlerini dinler, felsefî görüşler ve bilimsel gelişmelerle desteklediğini vurguladı.

Şu anda beyin üzerine bütün dünya çalışıyor. Bilim adamları ‘Şu anda beyin hakkında söylediklerimizi gelecek sene inkâr edebiliriz’ diyorlar. Bütün organların beyinde bir merkezi var. İlginç bir şeydir. Bunları idare eden merkez bulunamadı.” ifadesini kullanan Kemal Tekden, “Bizim gibi düşünmediği için bilim adamları ‘Beyin üstü bir güç var. Biz daha tespit edemedik’ diyor. Tabii bu bize göre ruhtur.“ diye konuştu.

Tekden, açıklamalarına şöyle devam etti: “Bilim adamlarının söyledikleri bir söz vardı: Beyin bilgisayara benzer. Ama şimdi bunun böyle olmadığı anlaşıldı. Dünyanın en büyük beyin cerrahı olan Prof. Gazi Yaşargil diyor ki; Bilgisayar iki boyutludur. Beyin ise on bir boyutludur. Biz bunun sadece dört boyutunu; onu da kısmen biliyoruz, diyor.

Beyin üzerine ne kadar çalışırsak çalışalım beynin fonksiyonlarını öğrenecek değiliz. Buradan şu noktaya gelebiliriz. Bilim çok büyük çalışmalar yapıyor ama bir noktada yanlış yapıyorlar. Filozofların yaptığı gibi ‘Akılla her şeyi çözebiliriz’ sanıyorlar. Ama hiçbir şeyi çözemiyorlar. Filozofların birçoğu intihar etmiştir. Mesela Nietzsche. Psikoza girip intihar etmiştir. Üstün zekâlı dahi insanlar intihar ediyor. Neden? Hayatlarında bir şey eksik: Vahiy.

Burada bilim adamları ve filozoflarda sadece aklı ve gözlemle bir yere ulaşabileceklerini düşünüyorlar. Ama Allah’ın önlerine koyduğu normlar var. Adeta nirengi noktaları. Yol gösterici taşlar. Bunları bilmeyince mutlaka sapkınlığa düşüyorlar. Bilim insanlara çok büyük faydalar getirirken diğer yandan zararlar açıyor.”

İnsanlar için üç türlü konuşa biçimi olduğunu belirten Tekden, “Eğer siz gönlü devreye sokmazsanız insanlık dışı bir duruma düşüyorsunuz.” diyerek şunları kaydetti: “O yüzden ben gençlere şunu tavsiye ediyorum. Üç türlü konuşma vardır. Birincisi insanın duyduğu her şeyi anlatırsa bu gıybettir, dedikodudur. Lanetlenmiştir bizim inancımızda. İkincisi akıl süzgecinden geçirirsiniz. Akılı bir söz olur. Güzeldir, faydalıdır ama bir şeyi eksiktir.

Üçüncüsü ise gönülden de kalpten de geçirmek gerekir. İnancın, aşkın merkezi olan gönülden de geçirmeniz lazım. O zaman inanılan bir söz olur. Heyecan verir insanlara. Yol açar ufuk sahibi yapar. Şimdi gönül o kadar geniştir. İnsanı yücelten ruha ait bir gönüldür. Nefis, insanı aşağılara çeker. Nefs-i Emmâre dediğimiz durum insanı insanlıktan çıkarır.

Batılılar bunlardan bir iki hal yukarı çıkabilmek için çok gayret gösteriyor. İslam dünyasını, İslam Fikriyatını atlayarak Uzak Doğu’ya gidiyor. Maneviyat boşluğunu yok etmek için. Yoga, Raiki gibi bir şeyler öğrenerek kendilerini metafizik dünyaya açmaya çalışıyorlar. Oysa İslam’da bunun çok ötesi var.

Burda bizim hatamızda var. Onların da önyargıları var. Önyargı akıl tutulmasına neden oluyor. Burada bizimde hatamız. İslam’ı tam olarak anlatamıyoruz. İslam’ı en üst seviyede anlatacak bilim adamları ve fikir adamları ortaya çıkaramıyoruz Batı’ya veya Dünya’nın farklı ülkelerine. “

Moralhaber.Net

Hikmet Nedir? Ne Faydası Var?

Hikmet; ilim, sır, gaye, fayda, adalet, felsefe demektir. Ayrıca hikmet, kâinatı ve ondaki varlıkların yaratılış gayesini ve faydalarını bilmek gibi manalara gelir.

Hikmet; Kur’an-ı Kerim, ilim, fıkıh, ilm-i ledünni, nübüvvet, din ve dünyanın salahı, “İlahi emirlerin faydasını anlama”, güzel fiilleri meydana getirme melekesi, “ahlak-ı ilahiyye ile ahlaklanma” ve “müktezayı hale göre hareket etmektir.” Başka bir ifadeyle hikmet, “Hakkı hak bilip ittiba etmek ve batılı batıl bilip ondan sakınmaktır.”

Hikmet, her türlü aşırılıktan uzak durarak sırat-ı müstakim üzere yaşamaktır.

Kur’an-ı Kerim’de hikmet kelimesi bir kaç manada kullanılmıştır. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Allahın üzerinizdeki nimeti ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve ondaki hikmeti düşün. “1 Bu ayetteki hikmet, nasihat ve öğüt manasındadır.

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Andolsun biz, Lokmana hikmet verdik” 2 Burada geçen hikmet, “derin anlayış, Kur’an’ın sırlarına vukufiyet, tefekkür ve ilim” manasındadır.

Bir başka ayette ise: “Allah(c.c.) Davud’a saltanat ve hikmet verdi.”3 Burada ifade buyrulan hikmet kelimesi ise peygamberlik manasındadır.

Yine bir başka ayette de şöyle buyrulur: “ Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” 4 Bu ayette geçen hikmet kelimesi de Kur’an’ın inceliklerini ve sırlarını anlama manasınadır. Hikmetin ehemmiyetini ve onu hangi zatların takdir edebileceğini gösterir.

Merhum Ömer Nasuhi Bilmen bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Allah Teala, kullarından dilediğine güzel amele karşılık olan ilim verir, hakaik-ı eşyaya vukuf verir. Evamir-i ilahiyenin faidelerini, gayelerini anlayabilecek istidad verir ve fazilet ihsan buyurur. Böyle kimse pek mesuttur ve pek büyük bir lütf-u ilahiye naildir. Ebedî selamet ve saadete namzet bulunmuş olur. Bunun bir muazzam mevhibe-i ilahiye olduğunu takdir ederek vazife-i ubudiyetlerini kemali şevk ile, bir latif hiss-i şükran ile ifaya çalışır dururlar. Ne büyük muvaffakiyet!”5

Bazı müfessirler de Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinde geçen hikmet kelimesini sünnet olarak tefsir etmişler. “Kitap ve hikmeti onlara öğretir.” 6 Burada zikredilen kitaptan maksat Kur’an, hikmetten maksat ise sünnettir. Zira, Hz. Peygamber (s.a.v) hikmet sahibiydi. Onun her sözünde ve fiilinde bir incelik ve mana vardı. O az sözle çok derin ve engin manaları ifade ederdi. Hakka uymayan söz ve fiil sudur etmezdi. Hazret-i Peygamber (s.a.v) “(Ey Muhammed) Sen (insanları) rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”7 ayet-i kerimesine kemal derecede mazhar olmuş ve İslamın neşir ve ilan edilmesinde en büyük esas olan tebliği, hikmetle yerine getirmiştir. O’nun varisi olan ümmetinin de bu mazhariyete nail olması iktiza eder. Böylece diğer ümmetlerin haiz olmadığı yüksek bir dereceye ulaşılmış olur.

İslam âlimleri, “Hikmet; faydalı ilim ve salih ameldir.” diye tarif etmişlerdir. Diğer bir ifadeyle hikmet, “eşyanın hakikatlerine olduğu gibi vakıf olmak ve onun muktezasıyla amel etmektir.” Nitekim Peygamber Efendimiz “Yarabbi! Bana eşyanın mahiyetini bildir.” diye dua etmişlerdir. Avrupalı bir mütefekkir, “O zattan başka hiç bir kimse böyle bir sözü söylememiş, böyle bir niyazda bulunmamıştır.” demiştir.

Hikmet bir nurdur ki, hak ile batılı ve hayır ile şerri birbirinden tefrik eder. O öyle faydalı bir ilimdir ki, insanı, salih amellerle Cenab- Hakk’a yaklaştırır. O’nun sevgisine ve rızasına mazhar eder. Allah’tan hakkıyla korkup, yasaklarından sakındırır. Zira, “hikmetin başı Allah korkusudur.”

Allah’tan korkmak insanı her türlü kötülük, zarar ve günahtan muhafaza eder ve ebedi saadetin kazanılmasına vesile olur. Günahlardan kaçınıp, dinin emirlerini yerine getiren bir insan, imanını bu tehlikeden koruduğu gibi, Allah katında da insanların en çok ikram edileni ve en sevgilisi olur. Bir insanın Allah’tan korkması ve akibetinden endişe etmesi yaratılışın ve aklın gereğidir.

Allah’tan korkmanın birçok mertebesi vardır. En aşağı mertebesi, küfürden sakınmak, vasat mertebesi günahlardan sakınmak ve en yüksek mertebesi de Cenab-ı Hakk’ın muhabbet ve marifetine mani olacak her şeyden kalbi muhafaza etmektir.

Her hikmet, güzellik ve iyilik Allah korkusundan meydana gelir. İnsanlara fazilet hissini veren Allah korkusudur. Cenab-ı Hak kendisinden korkanı sever ve kendisinden hakkıyla korkanı korkutmaz. Allah korkusu insanları bütün dalaletlerden, tehlikelerden ve nice afetlerden kurtararak sırat-ı müstakime götürür ve insanın aklına nur ve rehber olur.

Hikmet eşyanın hakikat ve mahiyetini idrak etmektir. İlimlerin menbaı ve bütün faziletlerin kaynağı hikmettir. Dünyevi ve uhrevi saadetlerin, maddi ve manevi nimetlerin vesilesidir. Cehaletle ölmüş kalpleri dirilten ve onları ihya eden hikmettir. Hikmet, dünyevi ve uhrevi maksatları anlayıp ikisini beraber yürütmek ve o nisbette tarakki ve tekamül etmektir.

İnsan hikmet ve felsefenin takip ettiği yolu dikkatli incelerse görür ki, hikmetin asıl gayesi vahdaniyet-i İlahiyeyi delil ve hüccetlerle ispattan başka bir şey değildir. Evet, hikmetin gayesi ve neticesi teslis değil, tevhiddir.

Cenab-ı Hakk’a isnad olunan hikmetten murat ise, O’nun ilim ve kudretinin, şefkat ve merhametinin sonsuz olması, abes hiç bir şey yaratmaması ve yarattığı her şeyde binler fayda ve maslahat bulunmasıdır. Zira, bütün eşyayı mahiyetiyle, hakikatıyla, vazife ve gayeleriyle bilen Cenab-ı Hak’tır. Öyle ise, mutlak hikmet sahibi ancak O’dur.

Merhum Hamdi Yazır da; “Hem ilim, hem amel-i salih, hikmetin esası ve temelidir.” demiştir.

Evet, ilimsiz amel, faydalı da olsa hikmete muvafık olmayacağı gibi, amelsiz ilim de ne kadar cazip ve faydalı olursa olsun hikmet ismini alamaz. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Allah’ım! Faydası olmayan ilimden sana sığınırım.” diye buyurmuştur. Ulum-u akliye ve ulum-u nakliye olarak ikiye ayrılan ilimlerin bir arada cem olmasına hikmet denilir. Bunlar birbirinden ayrıldıkları zaman letafetlerini kaybederler. Zira birini ihmal edip, diğeri ile iktifa etmek, hikmete zıttır.

Hükema ise; “hikmet, alemin ahvalini derinden derine tefekkür etmektir.” demişlerdir.

Avrupa hükemasından Yufro ve taraftarları da “ hikmet, hakikatı henüz taayyün etmemiş bir sırdır. Eğer taayün etmiş olsa idi, hükema adedince hikmet olmazdı. Yani birden fazla hikmet bulunmazdı.” demişlerdir.

Felsefe ve hikmetin hakikatini anlayan Yunan mektebinin reisi olan Talis adlı bir feylesof da, “ Bu alem bidayetten ve nihayetten münezzeh olan bir Sânii Hakim’in eseridir.” diyerek Cenab-ı Hakk’ın ezeli ve ebedi olduğunu ifade etmiştir.

Şunu da ifade edelim ki, bütün bu hükema ve feylesofların fikir ve düşünceleri insanın hakiki saadet ve selameti adına ciddi ve sağlam bir yol ortaya koyup, onları irşat edememişlerdir. Bunun içindir ki, Avrupalı bir fikir adamı şöyle der: “Ben bir çok hükemanın fikirlerine müracaat ettim ve bir çok eserlerini tetkik edip okudum, ancak cümlesini anlamakta aciz kaldım. Zira onlar birbirinin görüş ve iddialarını çürütüp, kendi fikrinin doğruluğunda ısrar eden dayanaksız ve cahil bir topluluk olarak gördüm. Bütününün delil ve düşüncelerinin fasid olduğunu anladım. Baktım ki, hepsi kendi dava ve şöhreti namına doğruyu söylemiyor. Felsefeciler iyi bilsinler ki, ruy-i zemini tenvir ve ihya eden kendi hikmetleri değil, hak din olan İslamiyettir.”

Sokrat da “feylesoflar aldanmışlardır, his ve zevkler de bizi aldatır.”8 diyerek, bunların bir noktada ittifak etmediklerini ifade etmiştir.

Felsefe hep ihtimaller üzerine hareket eder. Çünkü menbaı akıl ve fikirdir. Herkes kendi aklı ile hareket etmiş, kendi ilmini kafi görmüş, birbirlerini tekzip ve fikirlerini çürütmekle meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan felsefeciler, tarih boyunca bir noktada ittifak edememişlerdir. Sadece akıl ile hareket edenler, hadiselerin iç yüzünü, necat yolunu, ahiret alemini bilemezler ve bilemediler de. Demek ki akıl, tek başına hakim olamaz ve daima sırat-ı müstakimde yürüyemez.

Bediüzzaman Hazretleri Kur’an ve felsefenin mukayesesini şu orijinal cümleleri ile şöyle ifade eder:

Felsefenin talebesi, “Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir.

Amma hikmet-i Kur’anın hâlis tilmizi ise; bir abd’dir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi a’zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakikî tilmizi mütevazidir; selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaîftir, fakr ve za’fını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillah, rıza-i İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır… İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin müvazenesiyle anlaşılır.

Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı, “cidal” tanır.

Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Hakkın şe’ni, ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.”

Hikmeti, nazari ve ameli olarak iki kısma ayıranlar da olmuştur.

Nazari hikmet; kâinatta cereyan eden ilahi kanunları ( sünnetullah, Allah’ın takdir edip var ettiği kanunlar) tefekkür ve muhakeme yoluyla elde edilir. Kâinat, tefekkür erbabı için hikmetlerle dolu bir kitaptır.

Ameli hikmet; akla uygun ve faydalı fiillerdir. Faydalı ilim salih amelden ayrı düşünülemez. Onun için ehl-i hikmet şöyle demiştir; “hikmetin evveli kainat kitabını tefekkür, ortası din ve itaat ve nihayeti de ebedi saadettir.

Kainat, insan aklının önüne açılmış, okumakla bitmez koca bir kitaptır. Kainatta olan mahlukat nevileri hesaba gelmeyecek kadar nihayetsizdir. Basiret sahibi her insan, bu sahifelerde tecelli eden binler ayet ve ilahi hikmetleri görür, okur ve onu yazan Halik’ının mevcudiyetini bilir ve O’nun azamet ve kudretini tasdik eder. Kâinat kitabını ibretle tefekkür edip okuyan bir insan, eserden müessire, sanattan sanatkâra, nakıştan nakkâşa, sebebler âleminden o sebepleri yaratan Cenab-ı Hakk’a intikal eder. Bundan sonra bütün bu kainatı evirip çeviren, bütün mahlukatı yoktan var eden Rabbine karşı kulluk vazifesini ifa eder. İnsanın yaratılış gayesi olan tefekkür ve ubudiyet de onu ebedi saadete mazhar eder. İşte hakiki hikmet budur ve hikmet buna denilir.

Mehmed KIRKINCI / Nükteler / www.mehmedkirkinci.com

Dipnotlar:

1 Bakara Suresi 2/23

2 Lokman Suresi 31/12

3 Bakara Suresi 2/251

4 Bakara Suresi 2/269

5 Ö.N Bilmen Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri 1.Cilt

6 Âl-i İmran Suresi 3/164

7 Nahl Suresi 16/125

8 Bkz. E. H. Yazır Metalip ve Mezalip s,46

Düşünce İhtimali

İslâm felsefesi deyince, Eski Yunan mantığına göre İslâm’ı yorumlamak akla gelir; ve İbn Rüşd’den başlayarak birçok isim sıralanır.

Bu bazı Müslümanların bilinen felsefeyle uğraşmasıdır, İslâm felsefesi (fikriyatı) ise İslâm’a dayanarak hayatı bir bütün halinde fikren yorumlamaktır. İslâm’ı Batı felsefesine göre yorumlamak değildir. Benim şu anladığım manada da bildiğim bir İslâm felsefecisi yoktur.

Bunun kökü de Eski Yunan düşüncesini İslam’a göre yorumlamak yerine, Eski Yunan düşüncesinden etkilenme yanlışına dayanır. Bu Batı’nın lehine fakat bizim aleyhimize oldu. Felsefî konularda biz kendimize has yorumlar ve değerlendirmeler yapamadık, ama Batı’yı kendi kaynaklarıyla buluşturmayı başardık.

Gazalî, bu gidişe tepki gösterdi. Terazinin bozulan kefesini dengelemek istedi.

Ve aslında Batı bundan da yararlandı. Yaşar Nuri geçenlerde Gazalî için “İslâm düşüncesini durduran adamdır” dedi. Bunu hayatının ilk safhalarında Peyami Safa da söylemişti. Şunu anlamıyorlardı ki, Gazalî terazinin aşağıya inen kefesini kaldırdı, fakat diğer kefesini red ve inkâr etmedi. Aradığı, dengenin korunması idi. Mesajının özeti şuydu: İslâm’ı Eski Yunan’a göre yorumlamayın, hayatı İslâm’a göre yorumlayın. Birileri Gazalî’yi anlayamadı.

Bugün İslâm Ahlâkı’nı felsefî bir dolgunlukla anlatan eserlerimiz bile yok.

Güzel Ahlâk’ın aynı zamanda rasyonel olduğu savunulmuş, izah edilmiş değil.

Evliliğin ruhsal ilgilerle olan beraberliği açılmış değil.

Namazın sadece bir mecburiyet değil, bir mutluluk ihtiyacı olduğu anlatılmadı.

Mutluluğun özü işlenmedi.

İnsan nedir, sevgi nedir, düşünce-sevgi beraberliği nasıl kurulur,

eşyaya hayata nasıl bakmalıyız,

düşünerek yaşamak niçin gereklidir,

düşünce eğitimi ile okuma sevgisi arasındaki bağ ne ifade eder,

sorumluluk bilinci niçin önemlidir,

itidal nasıl bir düşünce ilkesidir,

gösterişten uzak güzellik nasıl bir estetik anlayışı yansıtır,

dinde bile aşırı gitmeme ihtarı ne gibi incelikler taşır,

kulun kendi kendisini unutma cezasına mâruz bırakılması ne kadar zengin bir kavramdır,

nefs ile ruh ilişkisinde aklın durumu,

güzel ahlâkın kişilik haline dönüşerek tabiileşmesi,

akl-ı selim, kalb-i selim, zevk-i selim beraberliği,

kalb ile akdetmenin özel anlamı,

bir yanlışı ona tam zıt bir tepki yanlışıyla karşılayan diyalektik yerine eleştirerek düzeltme ve geliştirmenin doğru düşünce metodu olduğu,

kader ve sorumluluk ile özgürlük arasındaki ince ve hassas dengeyi,

iç gözlemin ve özeleştirinin zaruretini,

ölüm ve sonrasını,

Allah’ın rızâsına kavuşmanın cennet, kavuşamamanın ise cehennem anlamına geldiğini

ve buna benzer nice konuları topluca bir bütün halinde işleyemedik, veremedik.

Batı’da mülhem tepki eserleriyle güya Batı’ya karşı çıktık, ama kendi tefekkürümüzle hayatın bütünlüğünü yorumlayamadık, kuşatamadık. Düşünce ihmalimiz, ona bağlı hatalarımızdan çok daha önemliydi.

Batı’ya tahsil için giden bazı Müslüman düşünür adayları, orada karşılaştıkları eserlerin manyetik alanından kötü etkilendiler. Oradan aldıkları tesirleri özentili bir benzeşmeyle tepkisel modernite yeniliklerine dönüştürdüler. Güya Batı’ya karşı çıkıyorlardı ama, bunu yine Batı’ya dayanarak ve İslâm’ın özünden uzak kalarak yapıyorlardı. Yanlış metot doğru sonuç vermezdi.

İdeolojik ve diyalektik yaklaşım enstrümanları yerine, “tefekkürde itidal ve bütünlük” ilkesini uygulama basiretini gösteremediler. Aslında Batı’yı da İslâm’ı da tam anlayamamışlardı. Cerbezeliydiler ama vukuflu değillerdi. Batı’ya tepki heyecanı içindeydiler, fakat onun felsefesini kullanıyorlardı.

Ahmet Selim

Zaman Gazetesi

18.11.2012

Prof. Dr. Neşet Toku: “Bediüzzaman’ın Farkı…”

Prof. Dr. Neşet Toku:

“Bediüzzaman’ın farkı, mantıkî temellendirmeye dayalı Kur’an eksenli düşünmesidir”

Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı’nda imanî mevzuları açıkladıktan sonra “Artık küfrün beli kırılmıştır, bir daha ayağa kalkamaz” gibi kesin ve net ifadeler kullanıyor. Bunun sebebini sorduğumuz Prof. Dr. Neşet Toku, Bediüzzaman’ın bu kadar net ifadeler kullanmasının arkasındaki sebebin onun mantıkî temellendirmeye dayalı Kur’an eksenli düşünmesinden kaynaklandığını söylüyor.

Zaman ihtiyarladıkça kendisi gençleşen Kur’an-ı Kerim’in imanî bir tefsiri olan Risale-i Nur üzerinde her geçen gün yeni çalışmalar yapılıyor, yeni eserler ortaya konuluyor. Risale-i Nur üzerine yapılmış kitap çalışmalarının en yenilerinden birisi olan ve Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Neşet Toku tarafından kaleme alınan “Risale-i Nur’da Felsefe Eleştirisi” isimli kitap Nesil Yayınları arasında çıktı.

Bediüzzaman Said Nursî’nin hem Meşrutiyet hem de Cumhuriyet dönemlerinde maruz kaldığı baskı ve hapislerin sadece siyasi bir olay olmadığını ifade eden Prof. Dr. Toku, bu konuda kitabında şunları belirtiyor:

“Bediüzzaman’ın siyasî baskılara ve hapislere maruz kalması, sadece onun siyasî tercihinden kaynaklanmamış, aynı zamanda bir medeniyet projesi olarak İslam’ı ve İslamî çerçevedeki rasyonaliteyi benimsemesinden ve bu noktadan hareketle de heves edilen Batı medeniyetinin temelini teşkil eden materyalist ve pozitivist felsefeye karşı başlatmış olduğu mücadeleden de kaynaklanmıştır.”

Kitabında felsefî düşüncenin teorik ve pratik çerçevedeki eleştirileri ve Bediüzzaman’ın Kur’an eksenli karşı cevaplarının irdelenmeye çalışıldığını kaydeden Prof. Dr. Toku ile mercek altına aldığımız “Risale-i Nur’da Felsefe Eleştirisi” kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik…

İslam dünyasında 8. yüzyılda Gazali ile başlayan ve 20. yüzyılda Bediüzzaman’la devam eden bir felsefe eleştirisi var. Her şeyden önce şunu sormak istiyorum: Felsefe nedir hangi ihtiyaca binaen ortaya çıkmıştır?

Felsefe, MÖ 5. yüzyılda antik Yunan dünyasında ortaya çıkmış bir düşünce tarzı. Niye ortaya çıkmış? İnsanların yaşamış oldukları bir takım problemler var. Eşyayı, varlığı, hayatı açıklamaya, anlamlandırmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken dayanılacak bir bilgiye ihtiyaç var.

Dinler tarihi açısından bakıldığında bilgi kaynağı olarak vahiy var. Vahiy, insanlara eşyayı ve olayları nasıl açıklayacakları konusunda bir şeyler anlatıyor. Ancak, vahyin gelmediği fetret devirleri de var. Fetret devirlerinde böyle bir bilgi eksikliği söz konusu. İşte muhtemeldir ki o bilgi eksikliği dönemlerinde insanlar eşyayı anlamlandırmaya çalışırken kendi akıllarını ölçü alarak makul çerçevede ve doğal zeminde açıklamalar yapmaya çalıştılar. Felsefe bu şekilde ortaya çıktı. Hayatı ve eşyayı rasyonel-reel eksende anlamlandırma faaliyetinin adına felsefe diyoruz.

Sizin kitabınızda felsefeci olarak belirttiğiniz Pisagor ve Öklit gibi bazı insanları biz matematikçi diye biliyoruz. Hatta bunların isimleriyle bilinen matematik teorileri bile var. Bir matematikçi felsefeyle niçin uğraşır?

Antik Yunan dünyasında “felsefe” dendiğinde akıl ve tecrübe temelli bütün bilgiler kastediliyordu. Matematik, fizik, astronomi vs. hepsi bu kategoriye dâhildi. Yunan düşüncesinden mülhem, İslam dünyasında da ilimler naklî ilimler-aklî ilimler diye iki çeşit olarak sınıflandırılmış. Aklî ilimlere aynı zamanda felsefî ilimler deniliyordu. 18. yüzyıla kadar durum böyleydi. 18. yüzyıldan sonra ise bilimler felsefeden bağımsız, müstakil birer alan olarak ayrıştı. Bu nedenle Pisagor ve Öklit gibi insanlara hem matematikçi hem de filozof deniyor.

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da eleştirdiği felsefe 18. yüzyıldan sonra gelişen felsefe mi oluyor?

Esas itibariyle o ama sadece o değil. Niye sadece o değil? Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da cevap verdiği “Necisiniz, nereden geliyor, nereye gidiyorsunuz” soruları daha önce de söylediğim gibi, felsefenin de temel soruları. Bu sorular, klasik dönem diye nitelendirilen zamanlarda da var ve o zamanlarda da cevaplandırılmaya çalışılıyor. Dolayısıyla, felsefenin mahiyet itibariyle her halükârda belli ölçülerde bir din dışılığı içerdiğini söylemek gerekiyor. Bediüzzaman’ın karşı çıktığı felsefe elbette ki birinci dereceden materyalist ve pozitivist felsefelerdir. Ama ilaveten felsefenin başlı başına bilgi kaynağı olma iddiasındaki akıl merkezli anlayışına da karşı çıkıyor.

Bediüzzaman’ın ilim tahsiline baktığımız zaman genelde medreselerde dinî eğitim aldığını görüyoruz. Ama siz kitabınızda Risale-i Nur’da çok ciddi felsefe eleştirileri olduğunu ortaya koyuyorsunuz. Bediüzzaman, felsefi doktrinleri eleştirecek, onların yanlışlığını ortaya koyacak kadar felsefi bilgiyi nereden öğrendi?

Klasik medrese eğitiminde bugünkü gibi bilimler birbirinden tamamen bağımsızmış gibi eğitim-öğretim yürütülmüyordu. Sistematik bir eğitim-öğretim vardı. Aklî ve naklî ilimler birlikte okutuluyordu. Bediüzzaman’ın her ne kadar uzun yılları kapsayan bir medrese eğitimi olmasa da kendi hayatında bunları okuduğu apaçık. Bunları tahsil etmiş, tahsil etmiş derken illa ki birilerinden öğrenmiş anlamında değil. Bediüzzaman’ın Van’da kaldığı döneme baktığımızda, vali konağına çekildiğini ve orda on yıl boyunca tamamen bu ilmî işlere kendisini verdiğini görüyoruz. Bediüzzaman orada kelam da okuyordu, coğrafya da okuyordu, matematik de okuyordu, mantık da okuyordu, fizik, kimya, biyoloji vs. de okuyordu. Tüm bu disiplinler o günün şartlarında ne kadar vardıysa hepsini okuyordu. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın felsefe bilmemesi diye bir şey söz konusu değil…

www.sorularlarisale.com