Etiket arşivi: fetih

Elmas Beldeye Giden Altın Yol

Hisarlar; İstanbul’un fetih hazırlığının ihtişamlı sembolleridir. Biz de söze oradan başlayalım… Fethin ‘besmelesi’, onlar!… Gönlümüz istiyor ki, şuurlu öğretmenlerimiz, öğrencilerini alarak Rumeli Hisarı’nın kulelerinin en üst terasına çıksınlar. Oradan, gözleri ve hele hele kâlp gözleri açık olarak beraberce İstanbul’u dinlesinler… Boğaz rüzgârının uğultusu, martıların çığlıkları, vapur düdükleri… Hepsi iyi hoş da, İstanbul’un asıl sesi nerede?.. Bir an için, beşbuçuk asır öncesini tutup günümüze getirsinler. Bu hisarların inşâ edildiği o emsâlsiz şevk ve heyecan baharlarını yaşamaya çalışsınlar: İşte hummâlı bir faliyet… Binlerce Anadolu evlâdı, iskeleler kurmuş, sırtlarında her biri bir milyon ‘kaşıkçı elması’ değerindeki şu cennet taşlarını yerlerine yerleştirerek tarihimizi örüyorlar!…

Çekiç tıkırtıları, harç hışırtıları, mala cızırtıları… Buyruklar, emirler… Ve dudaklardan dökülen dualar, tekbirler… Sonra bakışlarını gün batımına çevirsinler: Kostantiniyye’nin o günkü silueti… Dikilitaşlar, heykeller, Tekfur Sarayının kasvetli kuleleri… Ve Ayasofya’nın muazzam kubbesinde hârelenen bir hasret profili!… Kulak versinler… Derinden derine inleyen çan sesleri… Arenadaki kanlı ‘araba yarışları’ndan kopup gelen alkışlar; Maviler, yeşilleri yenmiş!… Ve nihayet, işitilmese de duyulan, Bizans surları içindeki birkaç Müslümanın zikirleri, tesbihleri… Evet, o tarihte Doğu Roma Ortodokslarının mü’min ecdadımıza tanıdığı dinî serbestlik, takdire şayan idi…

Gençlerimiz şimdi de Hisarların esrarlı burçlarında, gitgide renklenen ve tüllenen bir İstanbul gurubunun ulvî hüznü içinde, kendi akranları o civan sultânın ruh ufuklarından bir titreşimi hissedip yakalamaya çalışsınlar… O titreşim, “İstanbul karasevdası”nın ümit ve ıstırap karışımı bir ihtizazıdır ki, fethin asıl nükleer dinamosudur. Bu saâdetli radyasyondan nasip alabilenler, yepyeni fetihlerin özlenen yiğitleri olabilirler!…

GEMİLER NEREDEN GEÇTİ?

Şimdi geliniz, dünya askerlik tarihinin bir numaralı harika hâdisesini İstanbul’un kalabalıklara boğulmuş cadde, sokak ve binaları arasında arayalım… Sahi, şu efsanevî gemiler nereden geçmişti?.. Bu sorunun cevabını, yâni, “Altın Yol” diyebileceğimiz tarihimizin en şerefli yolunun güzergâhını araştırdık. Askerî Müze’deki krokiden başlayarak, Galata ve civarının topoğrafik haritasını ve imar plânını inceledik. İlmî bir iddia ve endişeden uzak, fakat genç evlâtlarımıza bir fikir vereceğine inandığımız bu araştırmanın sonuçlarını özetleyelim:

1) Cenevizlilerin devleti olan Galata, ayrı bir sur içinde yer alıyordu. Bu sur, deniz tarafında kıyıya paralel olarak ve 25 metre kot eğrisini takip ederek uzanıyordu. 30 metre kodunda yer alan Galata Kulesi, bütün sur içini tarassut edebiliyordu… Asıl kale ise, 50 metre kodunda, bugünkü Tünel’in civarında olsa gerek… Bu kalenin iki yanında, kara tarafını kapatan surlar, yokuşlar üzerinde inşâ edilmişti… Bütün koloni, 500-600 dönüm…

2) Gemiler, Galata surlarından 400 m. kadar uzaktan ve surlara paralel olarak geçirilmiş… Gizlilik için gereken asgarî uzaklık… Veya, iş farkedilirse, mancınık menziline girmemek için…

3) Ahşap kızakların dengeli olması ve gemilerin iki yandan eşit kuvvet desteği ile çekilebilmesi için, yana eğimli bir yol seçmekten kaçınılmış… Bu husus pafta üzerinde, güzergâhın, topoğrafik eş yükseklik eğrilerine dik olmasını gerektirir!… Askerî Müze’deki kroki ile, Büyük Şehir Belediyesi’nden aldığımız haritalar karşılaştırılınca, bu diklik şartını sağlayacak şekilde, güzergâhın detayları ortaya çıktı…

4) “Altın Yol”u artık tarif edebiliriz: Bugünkü Fındıklı sahilinden başlayan güzergâh, dik yokuşu tırmanarak 400 metre sonra İlk Yardım Hastanesi civarında 75 m. koduna erişiyor… Bu, yolumuzun en yüksek noktasıdır. Evet… Asıl sabır, işin başında gerek!… Sonra bir iniş-çıkışla, Galatasaray lisesi avlusunun aşağısından, Katolik kilisesi civarından Tepebaşına… Burası, yolun yarısıdır… Ve artık hep iniş olarak Kasımpaşa’ya, Deniz kuvvetleri Komutanlığı bölgesine… Orası o zamanlar muhtemelen daha derin bir koy hâlinde idi. Böylece toplam uzunluğu 2000 m. kadar olan Altın Yol, Haliç’e düğümleniyor… Elmas şehrin anahtarı orada!…

Böyle tarihî servet, ecnebilerin elinde olsaydı, Altın Yol’a gerçek altından kaldırım taşları döşerdi!.. Bu yol üzerinde inşaat falan değil, bir tozun konmasına müsaade etmezlerdi. Bilim-kurgu filmlerini gölgede bırakan bu misilsiz zekâ, cesaret ve azim eseri hâdise, her yıl dönümünde bir karnaval şenliği içinde kutlanırdı. Gerçeğinin tam eşi gemiler, aynı şartlar içinde ve bütün dünya televizyonlarının önünde bir denizden diğerine karadan yürütülürdü. Ama ne yapalım ki, Osmanlı dedelerimiz zaferlerin öz sahibi oldukları için, alçak gönüllülük göstererek kutlama merasimlerine fazla itibar etmemişler… Yeni gelenler ise, geçmişlerini inkâr etmeyi marifet sanmış!..

ulubatliİstanbul’un Fethi’ni, kurusıkı mavzerlerle ve tül elbiseli kız çocuğu sembolleriyle her kasabada kutlamaktan bir türlü bıkmadıkları şu “kurtuluş günü” saçmalıklarıyla bir tutmuşlar!.. Tırman yine Ulubatlı Hasan, taşları dökülmüş pislik yuvası surlara her yıl!.. Her 29 Mayıs’ta yeniden; ama bu sefer hicap oklarıyla vurularak düş, burçların tepesinden. Sonra Mehter Bölüğü’nün yiğitleri de, takma palabıyıklarını titreterek bir iki serhat türküsü söyledimi; gerisi, günün “anlam ve önemini” geveleyen acemi hatiplerin sıkıcı nutuklarına kalır; olur biter!… Tarihini sevmeyen nesillerden bu kadarını bile beklemek hakkımız değil!… İlgilileri hararetle kutlarız!..

YİNE VE HEP AYASOFYA!…

Dâvâ sahibi öğretmenimiz, pırıl pırıl öğrencilerini bu sefer de “esir sultan” Ayasofya’ya götürsün… Hepsi, ayakkabılarını çıkararak, çoraplarının tozlanmasına aldırmadan, yüzlerce yıl nice velînin mübarek sıcaklığını emmiş o çıplak taşlara, aynı sıcaklığı hissetmek niyetiyle bassın… Orada, Hristiyanî bir vecdin mermer soğukluğundaki ürpertilerini avlamaya çalışan bîçâre turistlerin boş gayretlerine inat; minberde, eli gaza kılıcının kabzasına, kartal bakışları gazîlerin şükürle ıslanmış gözlerine ve kalbi, ona Fethi müjdelemiş olan Resuller Sultanının sevda iklimine kilitlenmiş o “Güzel Emîr”in genç erkek sesiyle verdiği Fetih Hutbesini dinlesinler!… Evet… Yıllarca önceden Sürekâ’yı (r.a.) Kisrânın incili bileziğini bileğine geçirirken gören ve bildiren O “Vaadinde sâdık Peygamber” (a.s.m.), Sultan Mehmed’i de bu minberde pırlantalı Fâtihlik tâcını başına giyerken gördü ve sekiz yüz elli sene önceden yılıyla, ayıyla, günüyle bildirdi!.. Ve O bildirdiği ve müjdelediği için o tâc, tâc oldu; incilendi, elmaslandı…

Evet, Ayasofya!.. Ayasofya, o tâcın sorgucudur!.. Dâvâsının eri öğretmen, öğrencileri ve hepimiz, Ayasofya’yı, düştüğümüz şu hasret gayyâsı içinde her geçen gün çoğalıp çağlayan bir özlemle, böyle saralım, böyle kucaklayalım… Ayasofya, hâşâ taştan bile olsa, inanmış gönüllerin taşları eriten sevgisine karşı hissiz ve mukabelesiz kalamaz… Evet, aynı zamanda Ayasofya, kalbimizde bir hüzün pınarıdır; öyledir… Ancak, ulvî hüzünler, ulvî sevgilerin mahfazasıdır. Pırlanta yüzüğün, kadife kutusu gibi… Geliniz, Ayasofya’mızın sevgisini, kadifeden yumuşak şu ılık gözyaşlarımızda saklayalım. Onu zincirlerinden kurtaracak olan, mü’min sineleri ıslatan o rahmet katreleri olacaktır… Asıl güç, budur… Sevginin gücünü bilmeyenler, sevgiyle hiç güçlenmemiş olanlardır!… Evet, önce sevgi, önce aşk!..

Madde manivelâsı, sonradan elde edilecek basit bir âlet… Sebepleri, asıl Rahmet Sahibi halkediverir!… Seven de, sevgisinin hatırına yaratılan bu sebeplere yine sevgisiyle sarılır, tutunur… Böylece şartlar tamam olur, her zorluk yenilir zafere erişilir!.. Unutmayınız ki, Fatih’in en karşı konulmaz “şâhi”si, yüreğindeki İstanbul karasevdası idi. Hem, sevmeyen nasıl kavuşsun?… Yeterince seven ise, dağları da deler, surları da!..

Ve nihayet… İstanbul, maddî ve manevî ölçülerde bir elmaslar, inciler, altınlar beldesidir. Onun bu iki yönlü değerini bilenlerin elinde “İstanbul’dur.” Yoksa yine hemen Kostantiniyye’ye dönüşüverir. Ve İstanbul’u İstanbul etmek, dün olduğu gibi, bugün de zaferlerin en büyüğüdür. Bu zafer ise, kalp santralımızın “asıl sevilmeye lâyık olan”dan başlayarak diğer doğru hedeflerine odaklaştığı gün, zaten kazanılmış demektir… O zaman zorlar kolay; karalar, deniz olur!.. Belki çok dik, çok ince ama en kısa “Altın Yol”, bu!

İbrahim Erdinç Şumnu / Zafer Dergisi

Ben Ayasofyayım!

Ben Ayasofyayım
Karşımda turistik bir mabed
Fiillerim mavi bir cami.
Gösterişe ve ritüele dönmüş
Tüm ibadetlerim.

Suç ve suçlu bende.
Cehalet mührü vurdu üstüme,
Gayret, ders ve saflık katilleri.
İlim aktı gitti batı sahillerine
Ben bir müzeyim.

Minarelerim dimdik
Ama iki kelime çıkmaz ağzımdan
Karşımda halısı güzel bir zengin
Ben ise abdest kiriyle gezilen
Bir dilenciyim

İmarım kadim
Tabibim İstanbul
Ben ezanla iyileşmiştim
Ama sesi güzel müezzin ile değil
Kuran’ın kölesiyim.

Yedi, yetmiş
Yedi yüz değil
Ben bin dört yüzlük bir şiirim
Ama şair de kalmadı, bensiz
Fatih’in virgülüyüm.

Ben Ayasofyayım
Kitapların yolculuğu bitmişti
Ama nasipsiz bir el bana ilişti
Eski kitaplar tekrar raflarda
Bin sene gerideyim.

Fatih, nerdesin?
Açtığın kapılar hala kilitli.
Açılmaya da korkuyorum aslında
Yedi uyuyan mağarada gibi
Halen ülkemde esirim.

Ben Nebi’nin kelimelerinden
Doğdum, büyüdüm
Gaflet günahıma yenildim
Tövbe ediyorum Allahım!
Aç beni ve yeni müjdelerini.

Ben Ayasofyayım.
Fatih’in virgülü,
Mehdi’nin minberi,
Nebi’nin müjdesi,
Rabbimin terbiyesiyim.

M. Fatih Özbilen

www.NurNet.Org

İstanbul’un Fethi (29 Mayıs 1453)

Bugün 29 Mayıs 2014, İstanbul´un Fethi´nin 561. yılı. Bizans İmparatorluğu´nun başkenti olan İstanbul (Bizans)‚ Fatih Sultan Mehmet tarafından 53 gün süren bir kuşatmadan sonra 29 Mayıs 1453´te fethedilmiştir. Tarihin çeşitli dönemlerinde birçok devletler tarafından 28 defa kuşatılmalara karşı koyan İstanbul´un aşılması güç olan ünlü surları‚ 29 Mayıs 1453 tarihinde aşılmış ve İstanbul (Bizans) fethedilmiştir.

Fatih Sultan Mehmet (II. Mehmet)‚ Sultan II. Murat´ın oğlu olarak 1431 yılında Edirne´de dünyaya geldi. Edirne‚ İstanbul´un fethinden 91 yıl önce fethedildiğinden (1362) dolayı‚ İstanbul´un fethine kadar Osmanlı Devleti´nin başkentiydi. Babasının inzivaya çekilmesi sebebiyle tahtını oğluna bırakması üzerine II. Mehmet‚ 13 yaşında padişah olmuştur. Osmanlı tahtına 13 yaşında bir çocuğun geçmesini fırsat bilen batı‚ ordu toplayıp Osmanlı Edirne üzerine yürümeye başlar. Bunu haber alan padişah Sultan II. Mehmet‚ o ünlü mektubunu babasına yazar.

Sultan Mehmet, mektubunda, babasına hitaben şöyle der;

-Baba‚ padişah sen isen‚ ordunun başına geç! Yok eğer padişah ben isem‚ emrediyorum ordunun başına geç!

Babası Sultan II. Murat Manisa´dan‚ başkent Edirne´ye gelerek tekrar tahta geçer ve haçlı ordularını bozguna uğratır.

1451 yılında Sultan II. Murat´ın ölümü üzerine 19 yaşında olan oğlu II. Mehmet, ikinci defa tekrar tahta çıkar. Tahta oturduğu günden itibaren Bizans´ı fethetmek düşüncesi kafasını meşgul eder. Hatta bu düşünce; “-Ya Bizans´ı alırım‚ ya da Bizans beni alır” diyecek kadar sabit fikir haline gelir. Bu düşüncesini uygulamaya koymak için hazırlıklara girişti. Bunun için Edirne´de beş büyük top döktürdü. Her bir topu 60 manda çekebiliyordu. 350 adet irili ufaklı gemi yaptırarak güçlü bir donanma meydana getirdi.

Bizans´ın Karadeniz yoluyla Rusya´dan yardım almasını önlemek için‚ İstanbul Boğazı´nda‚ Yıldırım Beyazıt´ın 1392 yılında yaptırttığı Anadolu Hisarı´nın tam karşısındaki kıyıya Rumeli Hisarı´nı, dört ay gibi kısa bir zamanda yaptırdı.

Bu hazırlıklar yaklaşık 2 yıl sürdü. Hazırlıklar tamamlanınca da 1453 yılının 6 Nisan günü‚ 150.000 kişilik bir orduyla Edirne’den gelerek, İstanbul´u kuşattı. Sultan Mehmet, ordusunu‚ İstanbul´un kara surları önünde savaş düzenine sokar. Ordugahını da, Bizans İmparatoru’nun, kuşatma süresince savaşı seyir ve idare ettiği Tekfur Sarayı’nın tam karşısında, şimdiki Topkapı-Maltepe mevkisinde kurar.

Bizans İmparatoru´na elçi göndererek şehri teslim etmesini ister. Bunu isterken de Bizans İmparatoru´na‚ “-Yapabileceklerim‚ senin hayallerinin çok ötesindedir” diyerek kararlılığını dile getirir. Tabi beklendiği gibi ve de haklı olarak İstanbul Surları´nın aşılmazlığına güvenen Bizans İmparatoru bu talebi reddeder ve savaş başlar. Savaş günlerce sürer.

21 Nisan 1453 günü Sultan Mehmet 72 parçalık bir donanmayı‚ Tophane´den karadan yağlı kızaklar üzerinde çektirerek‚ Tophane-Taksim´in kuzey tarafı-Kasımpaşa güzergahından geçirerek Haliç´e indirir. Bu durum düşman tarafında şaşkınlık ve moral bozukluğuyla karşılanır.

Günlerce süren yıpratıcı hücumlardan sonra ve kuşatmanın 53. gününde‚ bugünkü Topkapı ile Vatan Caddesi arasında bulunan Kale Kapısı denilen bölüm de bulunan surlarda açılan gediklerden Türk orduları şehre girerler. İstanbul’un Fethi ile birlikte Bizans İmparatorluğu da tarih sahnesinden çekilir.

M.S. 330 yılında Roma İmparatoru Constantin’in (Konstantin), sarayını Bizans şehrine getirmesi ve burayı başkent yapmasıyla birlikte, bundan sonra kendi adıyla Constantinopolis (Konstantin’in Şehri) olarak anılır. 395 yılında Roma İmparatorluğu´nun, doğu ve batı olmak üzere ikiye bölünmesi üzerine de İstanbul‚ Doğu Roma İmparatorluğu´nun başkenti olmuştur. M.S. 475 yılında Batı Roma İmparatorluğu´nun çökmesiyle Doğu Roma İmparatorluğu (daha sonraları Bizans İmparatorluğu)‚ fethe kadar yaklaşık bin yıl kadar bir süre daha hüküm sürecektir.

İstanbul’un Fethi’nin, dünya tarihinde birçok etkileri olmuştur :

  • Fetihle birlikte Bizans İmparatorluğu tarihe karışmıştır.
  • Bizans´ın fethiyle‚ orta çağ kapanıp‚ yeni çağ başlamıştır.
  • Bundan böyle Sultan Mehmet‚ Fatih Sultan Mehmet olarak anılacaktır.
  • Osmanlı Devleti‚ İmparatorluk olma yolunda önemli bir adım atmıştır.
  • Geçmişte Bizans İmparatorluğu´nun egemen olduğu yerlerde ve çok daha fazlasında‚ 30 Ekim 1918 yılında yıkılışına kadar geçen 600 küsür yıl gibi uzun bir süre, Osmanlı İmparatorluğu egemen olacaktır.

İstanbul´un Fethi´nin 561. yılı kutlu olsun.

macits

Not:

Kısmen yararlandığım kaynaklar:

-Bilinmeyen Osmanlı‚ Prof. Dr. Ahmet Akgündüz.

-Türk Tarih Kurumu.

-İstanbul´un Fethi ve Fethin Karanlık Noktaları‚ Hasan Kazankaya.

www.NurNet.org 

Fatih “İstanbul’”u Fethetmemişti !

Malum, gazetecilik biraz da başlık atma sanatıdır. Başlıkla dikkatler çekilir yazıya. Lakin bugünkü başlığımız, sırf daha fazla kafa bu yazıya yönelsin diye atılmadı. Fetih olayındaki ihmal edilmiş bir inceliği sizlere hissetirmekti maksadım.

Bilmem ismini duydunuz mu daha önce? Levon Panos Dabağyan, bir Türk Ermenisi. Hatta diyebilirim ki, çoğumuzdan daha Osmanlıcıdır. Ne Fatih’e laf söyletir, ne II. Abdülhamid Han’a. Nitekim “Paylaşılamayan Belde” adlı kitabında tarihimizdeki sızılı bir noktayı ustaca avlıyor ve Fatih’in “İstanbul”u değil, “Kostantiniyye”yi fethettiğini bir cerrahın habis uru beyinden çıkarması gibi temizliyor zihnimizden. Ve ekliyor: “İstanbul fethedilmemiştir ve fethedilmeyecektir!” Allah böyle bir fethi kimseye nasip etmesin!

İlk okuduğumda benim gibi bu işlerle uğraşan birinin bile ciğerini sızlatan bu tespit de gösteriyor ki, tarih bizim için ecnebi bir memleket haline gelmiştir. Öyleyse yapmamız gereken şey, ona mecalini yeniden kazandırabilmenin yolunu yordamını aramak, oksijen alabileceği menfezler, havalandırma kanalları açmaktır. Bunun da yolu, elbette bilgiden, ama daha da önemlisi, bakış açımızı, idrak çerçevemizi, muhakeme tarzımızı genişletmekten geçiyor.

Sondaja devam öyleyse…

Eksik olmasın, bir okurum Said Nursi’nin talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’ten bir hatıra göndermiş. Zübeyir Gündüzalp, bir keresinde Fatih’in İstanbul’u fethini gösteren resimlere dikkat çekerek sormuş: “Resimlerdeki yanlışlık nerede?” Kimse işin içinden çıkamayınca kendisi cevaplamış:

“Bu resmi yapanlar, fetih mucizesini küçültmek istiyorlar. 40-50-60 yaşlarındaki bir kumandanın zafer kazanması, bir beldeyi fethetmesi normal ve olağandır; ama 20-21 yaşındaki bir delikanlının böyle bir emsalsiz fethi harikadır. Bu yaşta bir delikanlının sakalı bile bu kadar gür olamaz. Fatih, Efendimiz’in (asm) 9 asır evvel haber verdiği fetih mucizesinin mazharıdır, dolayısıyla bu resimler, Kur’an, Allah ve Peygamber’in Müslümanlarla beraber olduğu, İslamiyet’in hakkaniyetini herkese gösterecek bu mucizevari olayı basitleştirmektedir.”

Müthiş bir tespit değil mi? Düşünün, hiç 21 yaşında bir Fatih resmi gördünüz mü? Devam edelim biraz daha.

Yarın İstanbul’un fethinin miladi takvimle 553. yıldönümünü idrak edeceğiz. Peki fethin hicri takvimle kaçıncı yıldönümünde bulunduğumuzu merak eden bir Allah’ın kulu yaşar mı aramızda? Fatih Sultan Mehmed İstanbul’a, Ferik Ahmed Muhtar Paşa’nın tespitiyle söylersek, 20 Cemaziyelevvel 857 günü girmişti. Bugün takvim 1 Cemaziyelevvel 1427 ’yi gösterdiğine göre, İstanbul’un fethinin hicri takvimle 570. yıldönümünü kutlamak için önümüzde yaklaşık 20 günlük bir süre var demektir. Hatırlayan olur mu bilmem; ama ben üzerime düşeni yapıp tarihe not düşeyim dedim.

Yalnız üzülerek de olsa bu hicri tarih meselesini biraz hafife aldığımızı söylemek zorundayım. Çünkü bizim asıl manevî damarlarımızda deveran eden kan, hicri takvimin içinde akar. Nitekim Ahmed Muhtar Paşa, “Feth-i Celile-i Kostantiniyye” adlı kitabında eskiden her 20 Cemaziyelevvel gününün halk arasında “Kudüm günü” diye anıldığını, o gün gelince fetih şehidleri ve gazilerinin ruhlarına Kur’an-ı Kerimler okunduğunu, hayır ve hasenatlarda bulunulduğunu yazmaktadır. Demek ki, Osmanlılar aynı damardan akan kandan her daim beslenebilmek için Fatih’i ve fethini hicri yıldönümlerinde hatırlıyor ve hayırla yâd ediyorlar, bunu dirilmenin bir vesilesi addediyorlardı.

Biz de o görkemli dünyanın güzelliklerinden nasiplenebilmek için aynı tarih aralıklarına sokulma imkânlarını zorlamak durumundayız. İşte bu aralık kalmış kapılardan biri de, Fatih’in İstanbul projesidir. Peki İstanbul projesi neydi ve Fatih bu projeyi nereden ilham aldı?

Başka açılardan da yaklaşılabilir meseleye ama ben Fatih’in projesinin hadis merkezli olduğunu söyleyeceğim. Hadis merkezli, yani meşhur fetih hadisinin bir yorumu… Değil mi ki, o İki Cihan Sultanı bir belde’nin fethedileceğini ‘muhakkak’ (le) vurgusuyla beyan eylemiştir, o halde bu bir emir telakki edilmeli ve sadece dünyevî, yani bir şehrin surlarının yıkılıp içerisine ‘kahren’ girilmesi gibi dar anlamda yorumlanmamalıdır. Ya nasıl yorumlanmalıdır? İşte Fatih’in de, Fethin de, İstanbul’un da sırrı burada yatmaktadır.

Muhakkak ki, Fatih’in dünyasında Nebevî müjdeyle müjdelenmenin, göğsüne bir madalya daha takmakla alakası yoktu. O ve çevresi, fethin derin okumasını yaparak malum hadisle, insanlığın ve İslam’ın geleceğinde bu şehrin oynayacağı rolün kastedildiğini keşfetmiş ve sadece fetih sırasında değil, asırlar boyu İstanbul’u dünyanın merkezi kılmaya gayret etmişlerdi. Nitekim Fatih’in sonraki fütuhat stratejisine baktığınızda bu İstanbul merkezli düşüncenin hangi boyutlara ulaştığını görürsünüz.

Osmanlı, İstanbul’u alınca adeta uzun zamandır yatağını arayan bir nehir gibi hissetti kendisini ve bu nehrin yatağını, kuyumcu titizliğiyle bezemeye girişti. Bugün Süleymaniye veya Sultanahmet için ‘Bu eserler Bizans’ın başkentine uygun düşmüyor’ diyebilecek bir mimar olmadığını, geçen yaz İstanbul’da toplanan mimarlık kongresi katılımcılarının basındaki demeçlerinden görmüş olduk.

Fatih’in biri Karadeniz, öbürü Akdeniz olmak üzere iki denize birden hakim olmak şeklinde özetlenebilecek denizcilik siyaseti, yolları İstanbul’a bağlamaya matuf bir girişimdi. Keza Balkanlar ve Anadolu yönündeki hareketi de, İtalya’nın Otranto limanına yaptığı çıkarma da, Memlukler üzerine düzenlediğini tahmin ettiğimiz son seferi de hep İstanbul’un merkezde durduğu ve ışınlarının dalga dalga çevreye yayıldığı bir projenin elmas parçalarıydı. Tabii aynı zamanda Orta Asya, İran, Hindistan ve Mısır’dan davet ettiği Müslüman alimler ile Bizanslı filozof ve bilginleri kucaklaması, Petrark’ı Arapçaya çevirtmesi ve İbn Arabi’nin “Füsus”una şerh yazdırması, Ali Kuşçu ile ressam Bellini’yi İstanbul’da buluşturması, müfessir Musannifek’i yanına aldırması, ama öte yandan Truva harabelerini ziyaret etmesi gibi gelişmeler de gösteriyor ki, o, hadiste emir buyurulan fethin çok daha derinlerde ve uzun vadeli olduğuna inanmış ve tohumları ekmişti.

Tohumlar bitmediyse “toprak utansın” deyip işin içinden sıyrılabilir miyiz? Ben şahsen tohumların bitmediğini söyleyemiyorum. Bu proje, tarih içinde gelişti, şekillendi; ve Necip Fazıl’ca söylersek, “havada donan şimşek” gibi tarihin bağrında bizi beklemeye durdu. Belki de Fatih bu projeyi asıl bizim gerçekleştirmemizi istiyor ve zemini hazırlıyordu. Kim bilir?

M. Armağan

Mekke’nin Fethi (630)

Tarih: 01 Ocak 630’da (Hicri 20 Ramazan 8)

 Fetih, “kapalı veya örtülü bir şeyi açmak” demek. İslâm’ın fetihleri, insanların kafa ve gönüllerini hakikate kapatan, onların ilâhî mesajın ışığını almasına mani olan “küfür örtüsü”dür. Miladi takvime göre 1 Ocak tarihi Mekke’nin fetih yıl dönümü. Bu vesileyle Efendimiz s.a.v.’in örnekliğinde fetihlerin en büyüğü olan Mekke’nin fethini, İslâm’ın gönülleri fethini hatırlayalım.

Mekke, alemlere rahmet olarak gönderilen eygamber Efendimiz s.a.v.’in dünyaya teşrif buyurdukları, çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği şehir… Nübüvvet kitabının hem ön sözünün hem de son sözünün indirildiği, Hz. Adem a.s.’dan itibaren tevhit inancının merkezi ve müslümanların kıblesi olan Kâbe’nin de bulunduğu şehir…

Allah Rasulü s.a.v. kendisine peygamberlik vazifesi verildikten sonra önce Mekkelileri Allah’ın dinine davet etmiş, fakat onlar bunu kabul etmedikleri gibi müslüman olmaya başlayan herkese ellerinden gelen bütün eza cefayı da çektirmişlerdi. Hatta o kadar ileri gitmişlerdir ki, Rasulullah s.a.v.’i öldürme kararı almışlar, Cebrail a.s.’ın haber vermesiyle kurdukları tuzak boşa çıkmıştır.

‘Senden çıkarılmasaydım…’

Mekkeli müşriklerin bitmeyen eziyetleri sonucunda müminlerin dayanacak güçleri ve sabırları kalmayınca, Peygamber Efendimiz’in niyazıyla müminlere hicret, Mekke’yi terk etme izni verilmişti. Efendimiz s.a.v. Mekke’den çıkarılırken yaşlı gözlerle Mekke’ye dönmüş; “Ey şehir, senden çıkarılmasaydım vallahi seni terk etmezdim!” demişti.

Hicret sonrası Mekkeliler yine boş durmadılar, Efendimiz s.a.v. ve müslümanları yok etmek için uğraştılar: Fakat Bedir’de hezimete uğradılar, Uhud’da umduklarına eremediler, Medine’ye kadar gelip Hendek bozgununu yaşadılar ve nihayetinde Hudeybiye antlaşması… Elbette bu yaşananların her biri Mekke’nin fethine zemin hazırlayan olaylardı. Ama sonuçları itibariyle diğerlerinden biraz daha önem ve farklılık arz eden Hudeybiye antlaşması olsa gerek. Zahiren bakıldığında müslümanların aleyhinde gibi görünen birçok madde vardı bu anlaşmada. Aslında Mekke’nin fethine açılan ve sonuçta İslâm’ın bütün iklimlere yayılmasına vesile olacak bir sözleşmeydi bu.

Feth’e açılan kapı: Hudeybiye

Hicretin üzerinden altı yıl geçmişti. Müminler, Efendimiz’le birlikte umre yapmayı çok istiyorlardı. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v. Kâbe’yi ziyaret etmek isteyenlerin hazırlanmasını emretti. Hazırlıkların tamamlanmasından sonra bin beş yüz sahabi ile Mekke’ye doğru yola çıkıldı. Niyetlerinin barış olduğunu göstermek için yanlarına yolcu kılıcı denilen kılıçtan başka silah almamışlardı. Zülhuleyfe mevkiine geldiklerinde ihrama girdiler ve umre için niyet ettiler. Mekkeli müşrikler Efendimiz s.a.v.’in hareketini öğrenince toplanarak ne pahasına olursa olsun Mekke’ye girmesine izin vermemeyi kararlaştırdılar. Efendimiz s.a.v. de kan dökülmesini istemediği için Mekkelilerin bu tavrına karşılık onların teklif ettiği bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmanın bazı maddeleri şöyleydi:

• Müslümanlar bu yıl Mekke’ye giremeyecekler ve Kâbe’yi ziyaret edemeyecekler, gelecek yıl bu ziyareti yapabileceklerdir. Ertesi yıl ancak üç gün Mekke’de kalabilecekler, bu süre zarfında hiçbir Mekkeli onlarla görüşmeyecek.

• Kureyş’ten birisi bu arada İslâm’ı kabul eder ve müslümanlara sığınırsa, bu kişi müslümanlar tarafından kabul edilmeyecek fakat Mekke’ye iltica eden hiçbir müslüman iade edilmeyecek.

• Her iki taraf da diledikleri kabilelerle ittifak kurabilecek.

• Bu antlaşma on yıllık bir süre için geçerli olacak. Bu süre zarfında ne Kureyş müslümanlara ne de müslümanlar Kureyş’e saldıracak.

Bu anlaşma gereği Rasulullah s.a.v. sahabilerine geri dönme emrini verdi. Hem sahabeler hem de Rasulullah s.a.v. Kâbe’yi ziyaret edemememin üzüntüsü içindeydi. Ancak inen şu ayet ileride Mekke’nin fethedileceği müjdesini vermişti: “Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik.” (Fetih, 1)

Saldırmazlık anlaşması ile İslâm her geçen gün büyümeye başladı. Müşrikler ise İslâm’ın bütün Arabistan’a yayılmasından rahatsız oluyorlardı. Bu yüzden yavaş yavaş sulh maddelerini ihlâl etmeye başladılar. Hudeybiye Antlaşması’nın üzerinden 17-18 ay geçmişti ki, kendilerine bağlı bulunan Benî Bekr kabilesini kışkırtarak, müslüman olan Huzâalıların üzerine saldırttılar. Kendi içlerinden bazıları da bu olaya iştirak etti. Huzâa kabilesi baskına uğradıklarında namazdaydılar. Hunharca bir katliamla kimi secdede, kimi rükûda, kimi kıyamda iken şehid edildi.

Bu olayın hemen ardından Mekke’den gelen bir heyet Rasulullah s.a.v.’e daha önce fiilen bozdukları antlaşmayı resmen tek taraflı feshettiklerini söylediler. Oysa bu, müslümanları Mekke Fethi’ne davet demekti. Sonradan müşriklerin akılları başlarına geldiyse de iş işten geçmiş, sözleşme iki taraflı olarak feshedilmişti.

Kan dökmeden açılan kapı

Rasulullah s.a.v. Mekke’nin kan dökülmeden fethedilmesini istiyordu. Yine de çok hassas davranıyordu. Hassasiyeti her iki cephe için de geçerliydi.Kendi askerlerinden de Mekkelilerden de zayiat verilmesini istemiyordu. Hz. Peygamber s.a.v.’in tek arzusu Kureyş reislerinin İslâm hakikatini anlamaları idi.

Mekke’ye yaklaşıldığında Cuhfe denilen yerde amcası Hz. Abbas ile karşılaştı. Hz. Abbas r.a. müslüman olarak Medine’ye hicret ediyordu. Yanında ailesi de vardı. Efendimiz s.a.v. onları görünce sevindi ve, “Ben peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi sen de muhacirlerin sonuncususun.” dedi. Hz. Abbas r.a. ailesini Medine’ye göndererek kendisi Rasulullah s.a.v.’in ordusuna katıldı. Dün terk ettiği Mekke’yi bugün fethetmek için yola koyulmuştu.

Bu yolculuk esnasında Rasulullah s.a.v. kendisine ilk vahiy indiği zaman Varaka b. Nevfel’le arasında geçen şu konuşmayı düşündü: Varaka şöyle demişti:

– Senin bu gördüğün, Allah Tealâ’nın Hz. Musa’ya gönderdiği Namus-i Ekber’dir (Cebrail’dir); keşke senin insanları İslâm’a davet ettiğin günlerde genç olaydım… Kavmin seni vatanından çıkaracakları zaman keşke hayatta olsam…

Bunun üzerine Rasul-i Ekrem s.a.v.:

– Onlar beni Mekke’den çıkaracaklar mı ki, diye sordu. O da:

– Evet! Zira senin gibi vahyi tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şayet senin davet günlerine yetişirsem sana son derecede yardım ederim, demişti.

İşte bu konuşmanın üzerinden 21, hicretten de sekiz sene geçtikten sonra Rasulullah s.a.v. tekrar Mekke’ye dönüyordu.

Mekkeliler hiç beklemedikleri bir anda on bin kişilik sahabe ordusunu karşılarında görünce akıl tutulması yaşamışlardı. Neye uğradıklarını şaşırdılar. Hiçbir şey yapamadılar. Herkes şimdi ne olacağını bekliyordu.
Rasulullah s.a.v. Mekke’ye girdiğinde, fethi kendisine nasip etmesinden ötürü minnet ve şükranını bildirircesine başını önüne eğiyordu.

Muhacirler ve Ensar Rasulullah s.a.v.’in dört bir yanını sarmıştı. Mescid-i Haram’a girdi. Hacer-i Esved’e doğru yöneldi ve selamladı. Sonra Kâbe’yi tavaf etti. Kâbe’nin içinde ve etrafında üç yüz altmış put bulunuyordu. Elindeki yay ile bunlara bir bir dokunuyor ve şöyle diyordu: “Hak geldi, batıl yok olup gitti. Zaten batıl her zaman yok olmaya mahkûmdur.”

Efendimiz s.a.v. tavafını bitirip Kâbe’nin kapısına geldiğinde, anahtar sorumlusu Osman b. Talha’yı çağırtarak Kâbe’yi açtırdı, içeri girdi. Önce orada bulunan putları bir kenara ittirdi. Ağaçtan yapılmış bir güvercin şeklindeki bir putu kendi elleriyle kırdı. Sonra duvarlarda melekler için çizilmiş bazı resimleri gördü. Yine duvarın bir yerinde Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in aleyhisselamın fal okları çekiyor halde yapılmış resimlerini gördü. “Allah bunu yapanları kahretsin! Vallahi, o ikisi hiçbir zaman fal oku çekmemişlerdir!” dedi. Ardından bütün bu resimleri sildirdi, Kâbe’yi putlardan da temizletti. Öğle namazı vakti olmuştu. Hz. Bilâl’e ezan okumasını emretti, ardından da öğle namazını kıldı.

‘Serbestsiniz!’

Mekke’ye girildikten sonra yaşanan hadiselerden en önemlilerinden birisi de Rasulullah Efendimiz s.a.v.’in yüce ahlâkının sonucu kalpleri fethetmesi olayıdır.

Herkes Kâbe’nin avlusunda toplanmıştı ve Efendimiz s.a.v.’in bundan sonra nasıl davranacağını merak ediyordu. Henüz İslâm’la müşerref olmamış binlerce Mekkeli müşriğin yanında müslüman askerler de hazır bulunuyordu. O zamanki savaş hukukuna göre O, bütün Mekke halkının öldürülmesini emredebilir, bütün Mekkelilerin varlıklarına el koyup bunu müslümanlar için ganimet malı sayabilir ve dağıtabilirdi. Efendimiz s.a.v. Kâbe’den çıktı ve insanlara şöyle bir konuşma yaptı:

“Ey Kureyş topluluğu! Muhakkak ki Allah, cahiliye gururunu, cahiliye atalarıyla övünüp büyüklenmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem’dendir, Adem de topraktan yaratılmıştır!” Sonra şu ayeti okudu: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, en çok sakınanınızdır. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat, 13).

Sonra şöyle buyurdu:

– Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda ne yapacağımı düşünüyorsunuz?

Kureyşliler hiç de hak etmedikleri bir merhameti isteyecek söz bulamayarak, utançtan başları öne düşmüş vaziyette şu cevabı verdiler:

– Sen soylu bir babanın oğlu, asil bir kimsesin. Senden hayır umarız.

Hz. Peygamber s.a.v. o zaman şöyle buyurdu:

– Ben, size Hz. Yusuf’un kardeşlerine dediğini söyleyeceğim: ‘Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur.’ Gidin, serbestsiniz!

İşte bu genel aftan sonra kadın erkek herkes gelerek Rasulullah’a s.a.v. biat ettiler. Böylece Mekke’nin fethi tam anlamıyla tamamlanmış oldu.

Semerkand Dergisi