Etiket arşivi: fitne

Fitneyi kimler kırar?

Tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket edilmediği için, o tertipli eşyadaki manevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz. 22. Mektup’tan.

Besim Tibuk, Cem Küçük’le söyleşilerinden oluşan “Finans Krizi mi, Mali Kriz mi?” isimli eserinde, 1929 buhranını değerlendirirken, kanaatimce tüm krizleri değerlendirirken hatırda kalması gereken şöyle bir tesbitte bulunuyor: Finans piyasalarında bu tip olaylarda önemli olan ‘finansman paniğini’ önlemektir. Çünkü finans bir yerde, beyinde güvenle oluşuyor…

Devamında ise şöyle bir örnekleme de bulunuyor: “Alan Greenspan 1987’de ABD Merkez Bankası Başkanı oldu. Başkanı olur olmaz borsada büyük bir çöküş başladı. Ne yaptı Greenspan? Bütün bankalara ‘Sizi istediğiniz kadar fonlayabilirim’ diye faks çekti. O faksı geçince, bankalar ertesi gün hisse senetlerini çökmekten kurtardı. Çökme durdu. Yavaş yavaş piyasa kendini toparlardı. Aklıselim hakim oldu.

Kriz anları yani bir yönüyle fitne zamanları. ‘Fitne’ kelimesi aslında, madencilerin, başka madenlerle karışık bir şekilde bulunan altını, ateş yoluyla onlardan ayırması işlemini karşılıyor. Fakat bizde daha çok ‘kargaşa’ kelimesinin karşılığı. Neyin, ne olduğunun anlaşılmadığı; kimin haklı, kimin haksız olduğunun karıştırıldığı zamanlar. Hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselam buyuruyor: Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse; yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.“[1]

Bediüzzaman, 11. Lem’a’da bu hadisi, sünnet-i seniyyenin pusula fonksiyonunu vurgulayarak izah ediyor. Benim ayrıca, “Allahu’l-alem” kaydıyla hadisten anladığım şeyse şu: Fitne zamanı, insanların inandıkları hakikat uğruna ölmeyi/öldürmeyi de gözlerine daha kestirdikleri, yani bir nevi ‘çabuk sonuca gitmenin’ tatlı göründüğü bir dönem. Sanki hadis burada faziletin yanında şuna da vurgu yapıyor:Böylesi dostun-düşmanın karıştığı zamanlarında sonucu ölüm olan fiillere karışmaktansa sünnetin çizgisini yaşayarak muhafaza etmek ve etraftakilere de yön gösterici olmak daha kıymetlidir. Tabii bu benim yorumum. Fakat şehitlik kıyaslamasını ‘hikmetsiz’ yapmadığını düşünmek de Efendimiz aleyhissalatuvesselamdan aldığım hikmet derslerine uygun gibi geliyor.

Ancak, nedendir bilinmez, fitne üzerine meşhur diğer bir hadisi de insanlar sadece ‘suya sabuna dokunmamak’ ekseninde yorumluyorlar. Tahmin ettiniz belki. Ama yine de alıntılayayım: Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun. O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekan bulursa ona sığınsın.[2]

Gerek zikrettiğim sünnete ittiba ile ilgili hadisin, gerekse ‘hakkı ve sabrı tavsiye edenler dışındakilerin hüsrana uğrayacağını’ bildiren Asr sûresinin kastettiğinin ‘eylemsizlik’ olmadığını düşünüyorum. Hatta Hz. Osman’ın (r.a.) evinin sarıldığı, güzel başının kana bulandığı fitne hengamında, Hz. Ali’nin (r.a.) ve diğer sahabilerin eylemsiz oturmadıklarını, bilakis kendi çocuklarını halifenin kapısına muhafız dikip can güvenliğini korumaya çalışacak kadar işin içinde ve eylemde kaldıklarını biliyorum.

Buna ilaveten Hucurat sûresinin 9. ayeti de bize müminler arasındaki gerilimleri ‘eylemsizlikle’ geçiştirmeyi öğütlemez:Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever.

Hal böyle olunca, ben, yukarıdaki fitne zamanı hadisini de, başta Besim Tibuk’tan yaptığım alıntıda olduğu şekilde “Panik yapmayın!” tavsiyesi gibi anlıyorum. Hadisin her bir parçası, yürüyenin oturması, oturanın uzanması vs… salt ‘eylemsizliği’ değil; ‘paniksiz bir eylemliliğe’ karşılık geliyor bence. Nihayetinde hadis “Herkes yaptığı işi bıraksın, dursun!” demiyor. Sanki “Yavaşlayın!” veya “Kontrollü olun!” diyor bir tatlı teşbih ile. Üstelik, sünnete ittibaı tavsiye eden hadisle beraber düşünürsek, pozitif eylemlerin sürmesini tavsiye ediyor. Ki böyle olmasa, Hz. Ali (r.a.) gibi bir sahabinin fitne dönemlerinden hiçbirisini eylemsizlikle geçirmemesini açıklayamazdık.

“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır!”[3] ahlakında bir cesur Nebi’nin ‘haksızlığın büyümüş boyutlarda yaşandığı’ fitne zamanlardaki tavsiyesi “Susun, oturun!” olamaz. Hatta kişisel bir tesbitimi söyleyeyim: Ben, böylesi zamanlarda paniği öğütleyen ve karmaşa dalgası oluşturmaya çalışandan anlarım haksızın kim olduğunu. Ortalığı sakinleştirmeye çalışan, hakkı ve sabrı tavsiye eden, itidal isteyenler ise genelde haklı olanlardır. Eylemin üslûbu aynıyla fitnecinin tabiatından haber verir. Paniklemeyenler ve insanların paniklemesine engel olanlardır fitne-kıranlarımız. Panik ve endişe aşılayanlar değil.

Ahmet Ay – hicbisey.com

[1] İbni Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ, 2:739; el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 1:41; Taberânî, el-Mecmeu’l-Kebîr, 1394; Ali bin Hüsâmüddin, Müntehebâtü Kenzi’l-Ummâl, 1:100; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7:282.

[2] Sahihu’l-Buhari VIII, 92; Tefriru’l-Kurani’l-Azim II, 43; Sunenu İbn-i Mace, II, 3961.

[3] Bu söz hadis diye genelde anlatılıyorsa da kelam-ı kibar diyenler de var. Buraya okurumun da kesinlik belirterek bakmamasını istirham ederim. Kaynak bulamadım.

Sure-i Yusuf’un “Sevgi ve Fitne” Dersi…

Sure-i Yusuf’taki 51. ya da 52. Âyet-i Kerime’nin anlattığı öyle bir hikmet vardır ki; “Gönüldeki esrar, gönüldeki arzu şeytan tarafından nasıl alınıyorsa, karşı taraftaki insan da o gönülden arzuyu alabilir” diyor. Çünkü gönülden gönüle devamlı surette elektronik mesaj gidiyor. Herkesin bu hadisesi mevcuttur… Biz hayat boyunca gönlümüzde ve niyetimizde olan hadiseleri düşman olarak da, dost olarak da ölçülüp biçilip fark edileceğini bileceğiz. Daha önemlisi şeytanın aleste [hazır durumda beklemek, NÇG] bizim niyetlerimizi izlediğini bileceğiz. Ve bu niyetlerimizi izlerken, şeytana gönlümüzden bir sır kaçırmışsak, ona karşı alacağımız tedbir nedir: vesveseyi terk etmektir. Çünkü gönüller açık sergidir… gönlünüze sahip çıkın!


Düşmanlıkları körükleyen, düşmanlıkların üzerine bina yapan Şeytandır. Ondan dolayıdır ki; âyette “Şeytan apaçık bir düşmandır” diyor.

Fahr-i Kâinat Efendimiz Kur’an ikmal edildikten sonra “Müminlere ne hediye var, bu Kur’an’da?” diye soruldukça Efendimiz: “Muhafazateyn, Cenâb-ı Hakkın müminlere verdiği en büyük hediyedir” buyururdu.

Cenâb-ı Hakk’ın Sure-i Yusuf ile bize verdiği mesaj şudur: “Hz. Yakup’un çocukları babalarının peygamber olduğunu bildikleri halde demiyorlar ki: Peygamber yanılır mı ya hu! Eğer bu çocukları sevmişse bunun bir hikmeti vardır. Biz de bu çocuklar gibi olalım, bizi de sevsin.” Bunun çıkar yolu nedir? Budur!

Bunu tarih boyunca insanoğlu bu hataları bütün peygamberlere, bütün din büyüklerine karşı işlemiştir. Kendi nefsini bir kuvvet olarak görüp, O’nun, yani Allah’ın seçtiği çok özel kulların karşısına geçmiş. Sonra da adeta o kuvveti sarsmak hatta ondan halkın istifadesini engellemek için elinden gelen fitneyi çıkarmıştır. Çünkü bu fitne “Niçin beni sevmiyor da ötekisini seviyor” fesadıyla başlıyor. Tarih boyunca bu fitneden daima bir büyüğün, bir babanın, bir sultanın, bir müdürün, bir kralın aklınıza ne geliyorsa… Bir büyük zâtın etrafında toplananlar arasında devamlı bir fitne vardır.

Allah, bu sekizinci Âyet-i Kerime’yi, Sûre-i Yusuf’ta boşuna göndermemiştir! Kendinizi ölçer, biçer… Kendinizi güçlü görür, kendinizi sevilmeye layık görürüsünüz. Sevileni de kendinizden sevimsiz, cılız görerek: niçin seviliyorsun, diye işi düşmanlığa götürürsünüz? Cenâb-ı Hakk’a karşı farkında olarak veya olmayarak hep bu fiili işliyor insanoğlu… Bir kimse Cenâb-ı Hakk’ın sevgili bir kuluysa, onu bir türlü içimize sindiremeyiz, beğenmeyiz. Hadi ya sende! Nesi var, ne olmuş ki? Allah’a ne yapmış ki şuna bak, der. Eğer Allah o kimseye hem maddi imkân vermişse, birde o kişiyi hata işlerken gördü ise… Veyahut Allah o kişiye manevi bir ferahlık vermişse… Manen buna ne kadar feyz verilmiş olabilir ki, der ve bir anda içi kararır.

Eğer bir kimse tarafından sevilmek istiyorsanız bunun yolu kıskançlık değildir. O kimsenin neyi sevdiğini öğrenerek onun gönlünü kazanmaya çabalar insan! Zaten sevilmek mecburiyeti diye bir şey yoktur. Sevilmek kanuni bir zorunluluk değildir! Binaenaleyh, sevilmek istiyorsanız herhangi bir kimse tarafından, o zâtın o kimsenin arzu ettiği biçime girin!

Bakınız buradan nerelere geleceğiz şimdi… Sevilmek istediğimiz zatın, insanın gönlüne sevimli olabilmek için onun istediği biçime giriniz dedik. Tabiî, “bir kimse tarafından sevilmek” dendiği zaman Hz. Yakup’un çocuklarının babalarına karşı aldıkları hatalı tavrı, biz hem şahıslara karşı alırız, daha kötüsü Allah’a karşı alırız. Bunu hiç unutmayınız!

Demek ki Hz. Yusuf’un bahanesi ile Cenâb-ı Hak, Hz. Yusuf ve kardeşlerinin öyküsünde araştırmacılar için çok büyük hikmetler, mesajlar vardır derken; bir başka madde de insanları kıskanmak eylemi anlatılır. Kendini layık görüp, karşısındakini layık görmemek… Dolayısıyla Allah’ın yaptığı tercihlere, kendisi Allah’mış gibi oturup fetva biçmesidir! Bunu da nasıl anlıyoruz: Yakup’un çocukları diyor ki “babamız delalet içinde, şaşkınlık içinde.” İçinden biri çıkıp da: aman kardeşler ne yapıyorsunuz? Babamız peygamber, artık daha bunun delaleti olur mu? Bir peygamberin evlatlarıyız. O, Allah tarafından seçilen bir peygamberdir. İster onu sever, ister bunu sever. Bırakın bu saçmalıkları, demesi lazım gelirken bunlardan hiç birisini söylemediler. Aksine: öldürelim de sonradan salih kullardan oluruz, dediler.

Hayatta bir büyük zâta karşı kubriyetinizi (yani yakınlığınızı) hiç unutmayacaksınız! Yahu, bizim Hoca Efendi de o kadar lüzumsuz adamlarla oturuyor kalkıyor, yahut onları tutuyor, onları seviyor ki… Demek ki o hocada da kendine göre bir şey tutturmuş gidiyor!” diye bir yanılmışlığa düştüğünüz zaman! Bunu dediğiniz ân unutmayın: o ân siz Yusuf’un kardeşi oldunuz!

Âyet-i Kerime burada demek istiyor ki; bunlar ne kadar şaşkın! “Dolayısıyla siz de böyle şaşkınsınız” diyor. Burada anlatılan, bir hata, bir günah işleyip de yalnız buradaki gibi adam öldürmek şart değil… Böyle bir hata işleyip de ondan sonra dönüp eğer işlerinizin düzgün gideceğini zannediyorsanız… Bu hatanın dünyada da bir ceremesi vardır, onu da çekersiniz.

Siz durup dururken Cenâb-ı Hak tarafından sevilmezseniz, bir de ayrıca sevilen bir kimseye zarar verdikten sonra nasıl sevileceksiniz?

Öyle ya şimdi Hz. Yakup’a bakın… Hz. Yakup demek ki diğer oğlanları, o haydut gibi olan oğlanları sevmiyormuş, Yusuf’la Bünyamin’i seviyormuş. Peki, siz Yusuf’la Bünyamin’i ortadan kaldıracaksınız da, zaten sevimsizdiniz. Peki, bir daha kendinizi nasıl sevdireceksiniz? İnsanoğlu gaflette olduğu için bunu hesap etmiyor.

İşte bu karartıdan, bu şer tavırdan doğacak sakıncalar; Hz. Yakup’un on evladına iman getirmesini, onlara iman telkinini on-onbeş sene-yirmi sene geciktiriyor. Yani o sırada Yakup’un çocuklarından herhangi birisi, bu on kardeşten birisi ölseydi, kâfir gidecekti. Çünkü gönüllerinde bir hased, bir fesat meydana geldi. Bu hasetleri Yusuf’a karşı cürüm işlemelerine, günah işlemelerine yol açtı. Ve böylece de Cenâb-ı Hak ile aralarındaki düğmeler kapandı. Güya biz salih kullardan olacağız diyorlardı ya! Hadi olun bakalım kolaysa! Salih kullardan olabilmeyi kendileri yapar zannediyorlar. Allah nasip ederse salih kullardan olursun. Yoksa kazın ayağı öyle değil!

Bu yazı Onkolog Dr. Haluk Nurbaki’nin Cami Vaazları, Sure-i Yusuf sohbetlerinden derlenerek hazırlanmıştır.

nurbakimektebi.com

Medeniyetleri yıkan hastalık: “Fitne”

Seni zaafa uğratmak için ne planlar kurdular, ne sinsi oyunlar kurguladılar! Ama Büyük Vazifeli, Nebiler Nebisi (a.s.m.) hayatta idi o günlerde. O’nun (a.s.m.) engin ferasetine çarpıp çarpıp gerilediler. O’nun (a.s.m.) asıl hayata intikali sonrası “şimdi sıra bizde” dediler. Peygamberlik iddiasında bulunan yalancılar olarak ortaya çıktılar. Amaç insanların kafalarını çelmek, kendilerine taraftar toplayıp İslam’ı bitirmekti. Ama ne Müseylemeleri, ne Tuluyhaları başarılı olabildi bu oyunlarda. Hz. Ebubekir’in sıddıkiyetine, Hz. Ömer’in adaletine çarpıp çarpıp perişan oldular.

Bu disiplinli toplumun önünde ne Roma ne de Pers İmparatorlukları durabiliyordu. Daha Hz. Ömer’in halifeliğinin ilk yıllarında İslam orduları Anadolu topraklarına girmiş, huzur ve sükûn iklimi dört bir yanı çepeçevre sarmaya başlamıştı. Aydınlıktan rahatsız olanlar vardı. Hz. Peygamber’in sahabesi de olsalar, onları da birbirlerine düşürmenin yolları olmalıydı. Hz. Osman dönemi idi. Peygamberimizin (a.s.m.) “Melekler bile senden utanıyor” dediği bu büyük insan için fitne kazanları kaynamaya başlamıştı. Hakkında ortaya atılan iftiralar, uzak coğrafyadan kışkırtarak getirttikleri güruhlar ve derken İslam tarihinin utanç sayfası cinayet Medine’de işleniyordu. Evin ön kapısında Hz. Ali’nin iki mübarek oğlu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin nöbet beklerken arka duvarı yıkarak girmiş ve Hz. Peygamber’in (a.s.m.) damadı Zinnureyn’i şehit etmişlerdi.

İşte istedikleri olmuş, fitnenin fitili ateşlenmişti. Sahabe, Hz. Osman’ın katillerini bulmak için seferber olacak ve iki grup halinde bir araya geleceklerdi: Hz. Ali’nin etrafında toplananlar ile Hz. Aişe’nin etrafındakiler. Niyet, amaç, hedef aynı idi. İki ordu o gün yan yana gelmiş, ne yapacaklarını istişare edeceklerdi. Hava kararmak üzere idi. Yarın görüşürüz denildi ve herkes çadırlarına çekildi. Fitne uyumamıştı ama. Bu iki güzide topluluğu birbirlerine düşürebilirlerse düğün bayramdı birilerine. O gece ard niyetliler bu iki topluluğun içine sızacak ve gecenin karanlığında birbirlerine ok yağdıracaklardı. İki topluluk da sanacaktı ki diğeri bana saldırıyor. Ve gecenin karanlığında birbirlerine gireceklerdi. Sabah gün ağarırken biz Hz. Ali’yi Talha bin Ubeydullah’ın cenazesi başında ağlarken bulacaktık. Cennetle müjdelenmiş iki kişi bir arada idi. Biri gece şehit edilmiş diğeri ona gözyaşı döküyordu. Fitne başarmıştı!

Fitne hiç durmaz…

Aynı oyunları Sıffin’de de, Hakem Olayı’nda da, Kerbela’da da icra etmeye çalıştılar. İnanmışlar birbiri ile uğraşmalı, hak, batıla galebe çalamamalı idi. Emeviler dönemi ve Abbasiler döneminde İslam’ın sesi ufukları dolaşırken, bir tarafta İspanya’dan öbür tarafta Orta Asya’ya kadar ilerleme sağlanırken içeriden de kokuşmanın emareleri belli oluyordu. Emevilerdeki ırkçı anlayış büyük bir fitneye sebep olurken, servetin çoğalması ayrı bir gevşemeye sürükleyip götürüyordu toplulukları. Bazen bir yalçın dağ çıkıyordu toplumun önüne ve onun kahramanca duruşu toplumdaki tüm hastalıkları bertaraf ediyor, fitne ve diğer salgınların yayıcıları girecek delik aramaya başlıyorlardı. Bir Emevi halifesi olan Ömer b. Abdülaziz işte onlardan biriydi. İşe önce kendisinden başlamıştı zira. Kendisine ve eşine ait tüm zineti beytülmale teslim edip “işte böyle yaşanmalı” demiş ve yola öyle koyulmuştu. İdareci böyle olunca toplum da silkinip kendine gelebiliyordu. Toplumu bir dönem, Harici, Sünni, Şii diye bölmeye çalışanlar lal kesilmişlerdi. Fitnenin kapısını açmak için bu büyük fedakârı ortadan kaldırmak gerekecekti. Ve hayâsız suikastı işlemekten de çekinmediler.

Abbasilerin zayıfladığı yıllardı. Bağdat’taki Abbasi halifesi zor günler geçiriyordu. Şii Büveyhoğulları kendi akideleri adına Bağdat’ı ablukaya almışlardı. Sıkıntı had safhada idi. Birden Orta Asya bozkırlarından bir yiğit çıkagelecek ve fitnenin ocaklarını söndürecekti. Bu kişi Büyük Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey’di. Ahlat’tan Diyarbakır’a, Halep’ten Kudüs’e kadar nice toprak Büyük Selçuklunun himayesinde idi. Zor ve sıkıntılı günler uzak değildi. Bu devleti yok etme adına İsmaili grupları suikast timleri ile Nizamülmülkleri, Melikşahları katlediyor ve kaos ortamında kendilerine yer edinmeye çalışıyorlardı.

Anadolu Selçukluları, Anadolu’da kapı gibi duruyor ve hem Haçlılara geçit vermiyor hem de bölgenin İslamlaşması için nice fedakârlıklar yapıyorlardı. Ama Ortadoğu’da sıkıntı vardı. Tunus’tan kopup gelen Fatimiler Mısır’ı ele geçirmiş ve Şii akideyi yayarak İslam’ın bağrında derin yaralar açmaya başlamışlardı. El-Ezher gibi dev eğitim kurumları ile propagandalarını yapacak kişileri yetiştirirken Selçuklunun Nizamiyeleri, onların karşısında bir set oluşturmaya çalışıyor, fitnenin kol gezmesine müsaade edilmiyordu.

Ortadoğu’nun keşmekeşliğinin ilacı Zengi Atabeyli’ğinde idi. İmadüddün ve oğlu Nureddin Zengi bir anda hayat oldular bölgeye. Fedakârdılar, yorulmuyorlardı. Affedici ve kuşatıcı idiler. Etraflarında toplananlarla büyük bir ilim ve sanat devleti kurdular. Bu dönemde Urfa, Antakya, Halep ve Şam Haçlılardan kurtarıldı. Kudüs’ü kurtaramadı Nureddin Zengi ama kurtaracak adamı, Selahaddin’i yetiştirdi. Fitnenin elini kolunu bağlayan Nureddin, fitnenin kafasını ezense Selahaddin olacaktı. Mısır’a kadar uzanacak ve bu bölücü devleti ortadan kaldırarak Mısır’a altın bir dönem yaşatacaktı. Eyyübiler döneminde Orta Asya’nın köleleştirilmiş çocukları itina ile yetiştirilecek ve geleceğin en büyük fitnesi Moğolları durduracak ordular ve kumandanları Eyyübiler eli ile hayat bulacaktı.

Fitnenin en büyüğü

Fitnenin en büyüğü kapıda idi. Birçok Müslüman’ın “Acaba bunlar Yecüc Mecüc müdür?” dedikleri Moğollar son derece acımasızca geliyordu. Harzemşahlardan Abbasilere kimse önlerinde duramıyordu. Acımasız olduğu kadar da inançsızdılar. İnançlara ve inanmışlara saygıları yoktu. Hatta toprakları arasındaki darmadağınık Müslüman topluluklara karşı Hıristiyanlarla ittifak bile kurmuşlardı. Papa, Moğolları, Müslümanlardan kurtulmak için nimet gibi görüyordu. Abbasi Halifesi, Hülagü tarafından halıya sarılarak üzerinden binlerce atlı askerini geçirterek öldürtülüyordu. Herkesin canının malının derdine düştüğü o günlerde kölelikten gelmiş Memluklu komutanları büyük bir birliktelik ile tek parça oldular ve Ayn-ı Calut ve Elbistan’da Moğollara hayatlarında unutamayacakları dersi verdiler. Aynı zamanda fitneyi boğarak bertaraf ettiler.

Moğollar Ortadoğu’da etkili olamadı ama Anadolu’ya girmişlerdi. Anadolu Selçuklu ne yazık ki o günlerde Alaaddin Keykubat’ın arkasından büyük bir ayrı gayrılık içinde idi. Basiretsizlik boyu aşmıştı. Ve esir edildiler. Moğollar her bir Anadolu şehrini haraca kesiyor, başlarına koydukları yöneticilerle adeta kan emiyorlardı. Türklerin teşkilatçılığını biliyorlardı. Bir hamlede ayağa kalkabilir, silkinip kendilerine gelebilirlerdi. O zaman içlerine fitne salmalıydılar. Birbirlerine düşürmeliydiler. Böylece bir daha doğrulma imkânı bulamayacaktı Selçuklular. Aynı anda hep iki Selçuklu Hükümdarı bulundurdular Moğollar Anadolu’da. Birbirlerine düşsünler, güçleri azalsın diye.

İşte o günlerde yine bir diriliş rüzgârı yaşanmaya başladı Anadolu’da. Bir tarafta Mevlana’nın rüzgârı ile dört bir yana yelken açan Mevlevi Tekkeleri, diğer tarafta Ahi Evran’ın yiğitleri, bir tarafta Anadolu’yu medreselerle dolduran Sahip Atalarıyla, Emir Karatayları ile Selçuklu vezirleri bir seferberlik başlattılar. Öldü bitti denilen toplum yeniden ayaklandırdılar ve hepsinden önemlisi düşmanları Moğolları etkileyerek İslam ile şereflenmelerini sağladılar.

Tarih nice sayfası ile şahittir ki toplumlar ne zaman ben demeye başlamış, dünyevi zenginliklere kalplerini kaptırmış, ilahi hedefleri ihmal etmeyi seçmişse fitne dirilmiş ve o toplumları parça parça ederek birbirlerine düşürmüştür. Ne zamanda toplumlar biz demiş, yaşatmak için yaşamış ve birlik beraberliği elden bırakmamışlarsa fitne o toplumların yakınına bile yaklaşamamıştır.

Talha Uğurluel

moraldunyasi.com

Dünya Müslüman Alimler Birliğinden Önemli Uyarı!

Dünya Müslüman Alimler Birliği Başkanı Yusuf el-Karadavi imzasıyla yayınlanan açıklamada, “Dünya Müslüman Alimler Birliği, AK Parti döneminde özgürlükler, insan onuru ve hakları alanlarında aziz Türk halkının şahit olduğu ilerlemeleri, elde ettiği ilmi, siyasi, iktisadi ve içtimai kazanımları, daha önce çok yüksek seviyelerde olan enflasyon, yolsuzluk ve işsizlik oranlarının düşürülmesini ve Türkiye’nin AK Parti döneminde küresel ekonomik güç olarak yükselmesini büyük bir gururla takip etmektedir. Politika alanında Türk dış politikası, uluslararası güvenirliğe sahip olmayı ve Kürt meselesine yönelik doğru yaklaşımları ortaya koymayı başarmıştır” denildi.

Bu ve benzeri büyük başarıların farkına varan İslam düşmanlarının, İslam dünyasında özgürlük, onur ve kalkınmayla ilgili her başarılı girişimi baltalamak için Mısır, Libya ve Tunus’ta olduğu gibi ardı ardına komplolar sıralanmaya başladığına dikkat çekilen açıklamada, şu ifadelere yer verildi:

“Onlar her istikrarlı bölgede (irademizi, servetimizi, ekonomimizi ve onurumuzu ele geçirmek için ) yaratıcı kaoslar oluşturmak istemektedirler. Maalesef toplumlarımız içerisinde yine bizzat Müslümanlar vasıtasıyla yıkım araçlarını oluşturmayı başarmışlar ve uygun zamanı kollayarak İslami, laik ve milliyetçi partileri de etkileri altına alarak yıkımı gerçekleştirmektedirler. Mısır’da olduğu gibi ve Türkiye’de devam etmekte olduğu gibi… İslam ümmetinin bu vahim durumu karşısında Dünya Müslüman Alimler Birliği, tüm Müslümanları saran tehlikelere karşı onları uyarmayı en önemli görevlerinden biri addeder. Bugün 11 Eylül 2001 olaylarından sonra teröre karşı ilan edilen üçüncü dünya savaşının her türlü İslami referanslara, deneyim ve başarılara karşı yürütüldüğünü ve bunun için milyarlarca doların tahsis edildiğini esefle görmekteyiz.

Türk halkına birlik çağrısı

Açıklamada, Müslüman Alimler Birliği’nin, tüm bileşenleriyle Türk halkını sabit değerleri etrafında bir olmaya çağırdığı belirtilerek, “Birliği sağlamak şeri bir farizadır. Bu nedenledir ki Türk halkının birlik olması gerekmektedir. Tefrikada herkes için tehlikeler, büyük yozlaşmalar ve fitneler vardır. Bu tehlikelerin boyutlarını en iyi Allah bilir. Birlik olmak aynı zamanda doğal bir zaruret ve büyük faydaların olduğu akılcı bir davranıştır. Tefrika ise bünyesinde tehlikeli yozlaşmaları barındırır” ifadelerine yer verildi.

Türkiye’de son on yılda her alanda gerçekleşen kazanımlara sahip çıkılması çağrısı yapılan açıklamada, “Ayrıca Türkiye’nin diriliş, gelişim, istikrar ve atılım bağlamında öncü bir model olabilmesi için bu kazanımları geliştirmeye davet eder. Birlik, mevcut ve geçmiş deneyimlere bakarak bu durumun yalnızca seçimle başa geçmiş meşru yönetime sahip çıkmakla, samimi vatandaşlık duygusuyla ve kişisel hesapları bir kenara bırakmakla mümkün olacağına inanır” denildi.

Birliğin, yolsuzluklarla, siyasi ve içtimai yozlaşmalarla mücadelenin vacip olduğu fetvasını verdiğine işaret edilen açıklamada, “Yolsuzluğun haram olduğuna dair bu fetvanın dayanağını oluşturan Kuran ve sünnetteki deliller bu fetvanın da üstündedir. Yolsuzluğun ekonomiye ve topluma büyük zararları vardır. Dolayısıyla yolsuzluğa karşı eldeki tüm meşru yöntemlerle mücadele edilmesi gerekmektedir” görüşlerine yer verildi.

Fitne çıkarmak haramdır

Açıklamada, fitne çıkarmanın, istikrarı zedelemenin ve yalan haber yaymanın haram olduğuna da atıf yapılarak, şu noktaların altı çizildi:

“Birlik, yine bu eylemlere medya aracılığıyla, parayla veya başka bir araçla katkıda bulunmanın haram olduğu fetvasını verir. Cenabı Allah Kuran’da : ‘ Fitne adam öldürmekten beterdir‘ (Bakara 191) demektedir.

Bir başka ayette ‘ Fitne öldürmekten daha büyüktür‘ demektedir. Fitne’den uzak durulması gerektiği ve kötü sonuçlarıyla ilgili çokça hadisi şerif bulunmaktadır.”

İslami hareketlere ve oluşumlara intisap eden insanların ise bu deneyimi savunmanın ötesinde görevleri vardır. Zira Türkiye’nin gerçekleştirdiği kazanımları korumak, devamlılığını sağlamak ve geliştirmekle yükümlüdürler. Çünkü bu deneyim herkesin çıkarınadır ve başarısızlığa uğratılmasının zararını da yine herkes çekecektir” sözlerine yer verilen açıklama, şu ifadelerle sona erdi:

“Birlik, İslam ümmetini, ulemayı, hatipleri ve salih kulları, Cenabı Allah’ın Türk halkını düşmanların ve kıskançların şerrinden ve hilebazların hilelerinden koruması için namazlarında halisane dua etmeye çağırır. Yine Türk hükümetini korumasını, adımlarını sağlamlaştırmasını, halkına, ümmetine ve ekonomisine daha çok hizmet etme yolunda muvaffak kılmasını, düşmanlarını ise kendi tuzaklarına düşmesini ve kötü planlarını başarısız kılmasını Allah’tan dua ile istemeleri çağrısında bulunur. Allah dilediğini yapmaya kadirdir.”

AA

Cemel Vakası’nın Günümüze Bakan Vechesi Nedir?

Hz. Talha ve Hz. Zübeyr (r.a), Hz. Ali’ye (r.a) giderek O’ndan, kitabın hükmünü icrâ etmesini ve Hz. Osman (ra)’ın katillerinin cezalandırılmasını istediler. Hz. Ali onlara hitâben:

“Haklısınız; fakat devlet henüz âsileri tam mânâsıyla sindirmiş değildir. Onun için devletin olaylara hâkim olmasını beklemek gerekir…” dedi.

Hz. Ali (r.a), suçluların tek tek belirlenerek sorguya çekilmelerini ve gerekli cezaya çarptırılmalannı istiyordu. Hz. Âişe, Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (r.a) ise, şu fikirdeydiler:

“Fitne büyümüş, devleti hedef almış ve halife şehit edilmiştir. Mesele sadece Hz. Osman’ın katilinin bulunması değildir. Bu fıtne hareketine katılanlanrın çoğunun öldürülmesi gerekir. Bu sebeble, âsiler hemen cezalandırılmalıdır.”

Hz. Ali (r.a), Kur’an’ın “Velâ tezîrû vâziretün vizre uhrâ.” nassından hareket ile, “Birinin hatasıyla başkasının mesul olamayacağı” görüşünü ileri sürerek, onların bu fikrine katılmadı.

Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (r.a), Hz. Ali’nin görüşünü öğrendikten sonra, Hz. Âişe (r.anhâ) ile Mekke’de görüştüler ve âsilerin üzerine yürümek için kuvvet toplamak üzere Basra’ya gitmeye karar verdiler.

Hz. Ali (r.a) de, Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in (r.a) Basra’ya gittiklerini haber alınca devletin bütünlüğünde bir parçalanma, bölünme olmaması için ordusuyla Basra’ya hareket etti ve Zikar mevkiinde konakladı. Hz.Ali (r.a) meselenin barış yoluyla halledilmesi için Ka’ka isminde bir elçisini Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’e göndererek onlara, tefrikanın fenalığını, birlik ve beraberliğin önemini, her şeyin sulh yoluyla daha iyi hal olacağını anlatmasını istedi. O da bu emir gereğince, Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in yanına giderek onlara Hz. Ali’nin görüşlerini: bu yaranın ilâcının sükûnet olduğunu, sükûnet gerçekleştikten sonra her tedbirin alınabileceğini, aksi halde fıtne ve fesat çıkacağını, bunun da İslâm’a ve Müslümanlara getireceği sıkıntının büyük olacağını izah etti. Onlar:

“Eğer Ali bu fikirde ise, aramızda bir görüş ayrılığı kalmamıştır.” dediler.

Bu neticeden her iki tarafın mensupları da memnun oldular. Böylece bir istikrar, bir sükûn hali hâsıl oldu. Herkes kendisini emniyet ve huzur içersinde görerek çadırlarına çekildiler.

Bu sulhtan, ziyade rahatsız olan münafık İbn-i Sebe, taraftarlarını toplayarak onlara:

“Ne yapıp yapıp savaşı kızıştırmanız ve Müslümanları birbirine düşürüp kırdırmanız lâzım. Şayet bir netice alamazsak, bütün gayretimiz boşa gider; hedefe varamamış oluruz.” dedi. Ve savaşı başlatmak üzere yeni bir plân hazırladılar. Sabaha yakın saatlerde tatbike koyulacak bu yeni plân gereği, İbn-i Sebe kendi adamlarını Hz. Ali (r.a) ile Hz. Zübeyr ve Talha’nın (r.a) çadırlarının etrafında yerleştirdi. Bunlar daha sonra her iki tarafın çadırlarına baskında bulundular.

Gürültü üzerine uyanan Hz. Zübeyr ve Talha (r.a): “Ne var, ne oluyor?” diye sorduklarında, İbn-i Sebe’nin adamları, “Hz. Ali’nin adamları (Kûfeliler) bize gece baskını yaptı,” dediler. Bu haber üzerine Hz. Talha ve Zübeyr (r.a): “Anlaşıldı, Hz. Ali, harbi kesmekte samimî değilmiş.” dediler.

Öte yandan gürültüyü işiten Hz. Ali (r.a): “Ne oluyor?” diye sordu. Yine İbn-i Sebe’nin adamları: “Karşı taraf bize gece baskını yaptı. Biz de püskürttük.” dediler. Hz. Ali de: “Anlaşıldı. Talha ve Zübeyr bizimle sulh meselesinde aynı fikirde değilmişler.” dedi. Böylece on bin kişinin hayatına mâl olan Cemel Vak’ası meydana geldi. Hz. Talha ve Zübeyr de bu savaşta şehit düştüler. İbn-i Sebe, böylece Hz. Osman’ın (r.a) katlinden sonra amacına doğru mühim bir merhale daha kat’etmiş oluyordu.

Müslümanların, sahabeler arasında meydana gelen ayrılıklara nasıl bakması gerekir?

İsmet” yani, “ilâhî bir koruma ile günahlardan korunma” sıfatı, ancak peygamberlere mahsustur. Hatasız, kusursuz olmak ancak onlara hâstır. Sahabeler, bu sıfatla nitelenmediklerinden onların yüzde yüz hatadan âzâde oldukları söylenemez. Ancak şu var ki, herhangi bir Müslüman hata işlemekle İslâm dairesinden çıkmadığı gibi, bir sahabe de hata işlemekle sahabelik şerefinden çıkmaz.

Sorularlaislamiyet com